Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN Rh.A
Hazırlayan: Erkayalar
----------------------
EY İSRÂİL OĞULLARI!..
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri!..
Hacca giden kardeşlerimiz, Allah kabul eylesin ibadetlerini; hacc-ı ekber oldu, cuma gününe rastladı Arafe günü, güzel oldu. Allah-u Teàlâ Hazretleri haclarını mebrur, sa'ylerini meşkûr, günahlarını mağfur eylesin hacı kardeşlerimizin...
Dönmeye başladılar. Fakat, geceleyin Müzdelife'de soğuk olduğu için korunmak zordu. Orada gecelemek mecburiyeti olduğundan, bir çok kimse üşüdüler. Ben kardeşiniz de bu arada, üşüyenler arasında olduğumdan --ondan sonraki günlerde de, soğuk su ve soğutucu cihazların tesiriyle, bazen insanın rahatsızlığı artabiliyor-- geçen hafta konuşmayı yapamadım. Özür dilerim. Elimde olmayan bir sebeple, mâzeretle böyle oldu. Şimdi de sesimde belki hafif bir kısıklık var ama, yine yola çıkacağız. Bir hafta daha gecikmesin Kur'an-ı Kerim sohbetimiz diye konuşmaya giriştim. Kusurumuz olursa artık affedersiniz.
Hepinize sıhhatler, afiyetler dilerim... Allah nice bayramlara erdirsin... Hac yapanların hacları makbul olsun... Yapmayanlara, Allah yakın zamanda, önümüzdeki sene beraberce haclar yapmayı nasib eylesin...
Kur'an-ı Kerimimizden Bakara Sûre-i Şerîfesi'nin 39 ayeti üzerinde sohbetler yapmıştık. Şimdi bugün 40, 41, 42 ve 43. ayet-i kerimeler üzerinde sohbetimi yapacağım.
Bu ayet-i kerimelerde konu değişti. Hazret-i Adem AS'ın cennetteki yaratılışı ve meleklerin kendisine secde etmesi konusu değişti. Benî İsrâil ile ilgili ayet-i kerimeler başlıyor bu sohbetimde. Önce mübarek metnini Kur'an-ı Kerim'in okuyalım beraberce, bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Yâ benî isrâîlezkürû ni'metiyelletî en'amtü aleyküm ve evfû biahdî ûfî biahdiküm ve iyyâye ferhebûn.) (Bakara: 40)
(Ve âminû bimâ enzeltü müsaddikan limâ meaküm ve lâ tekûnû evvele kâfirin bih, ve lâ teşterû biâyâtî semenen kalîlen ve iyyâye fettekùn.) (Bakara: 41)
(Ve lâ telbisül-hakka bil-bâtıli ve tektümül-hakka ve entüm ta'lemûn.) (Bakara: 42)
(Ve ekîmus-salâte ve âtüz-zekâte verkeù mear-râkiîn.) (Bakara: 43) Sadakallàhül-azîm.
Bu ayet-i kerimeler üzerine konuşmak istiyorum. Sohbetimin konusu, bu ayet-i kerimeler olacak inşâallah...
a. Benî İsrâil
(Yâ benî isrâîl) "Ey İsrâil'in oğulları!" İsrâil, Ya'kub AS'ın lakabıdır. İnsanların isimleri oluyor, lakabları oluyor, unvanları oluyor, nisbeleri oluyor... Nereli oldukları bazen yazılı oluyor. Meselâ Konevî deniliyor, Arabî deniliyor, Kureşî deniliyor... İsrâil de, Allah'ın mübarek peygamberlerinden Ya'kub AS'ın sıfatı.
Benî kelimesi de, aslında sonunda nun vardır, benîn; ibn kelimesinin çoğuludur. İbn, oğul demek; benîn, oğullar demek. Benîn olur, benûn olur cümledeki yerine göre; yâni merfu hâli, mansub, mecrur haline göre... Burada, (Yâ benî isrâîl) derken yâ ile başlıyor ayet-i kerime, yâ'dan sonra bir kelime takımı gelirse, o zaman ilk kelimenin yeri mansub olur. Meselâ "Rasûlüllah" diyoruz da, hitap ederken "Yâ Rasûlallah" diyoruz. Yâ gelince rasûl kelimesinin sonu üstün oluyor. Rasûlüllah bir tamlama; yâ gelince Rasûlallah oluyor.
(Yâ benî isrâîl)'de de benû denmiyor, benî deniliyor. Bu sebepten, "Ey İsrâil'in oğulları..." Tabii benîn kelimesinin nunu da muzaf olunca, tamlamada birinci kelime olunca düşüyor; onun için benî kalıyor. Benî, "ey oğullar" demek. Tek kelime olsaydı "benîn" diyecektik; "oğullar" demek olurdu.
Arapça'nın kurallarını da böyle hafif hafif, okuyucularımızın kulaklarında kalsın diye hatırlatalım. Rasûlüllah derken, yâ gelince, Rasûlallah deniliyor. Benû İsrâil derken, yâ gelince, yâ benî İsrâîl oluyor; u, i'ye dönüyor. Evet, böyle.
Allah-u Teàlâ Hazretleri, bu ayet-i kerimelerde İsrâil'in, Ya'kub AS'ın evlâtları olan yahudilere hitap ediyor. Onlar tabii Ya'kub AS'a çok izzet, itibar ederler, peygamberleri olduğu için severler. Biz de severiz. Çünkü hak peygamberdir. Biz de Ya'kub AS'ı seviyoruz. İslâm o kadar güzel bir din ki. Dinlerin sevdiği müşterek kişileri, sevgi şeyinde insanları toplayacak bir hâli var İslâm'ın.
Onlar Ya'kub AS'ı seviyor, "Yakop" diyorlar. Biz "Ya'kùb" diyoruz, ayın'la yazıyoruz Arapça'da. Biz de seviyoruz, onlar da seviyor. "Edım" diyorlar, biz "Adem" diyoruz, Adem AS Atamız diye seviyoruz. Biz Havva diyoruz, onlar "îv" diyor, "Eve" yazıyor, veyahut "Eva" yazıyor muhtelif Avrupa dillerinde. Evet seviyoruz, anamız, Adem Atamızın zevcesi diye. "Abraham" diyorlar, biz "İbrahim" diyoruz, seviyoruz. Öyle. Yâni müşterek sevdiğimiz kimseler, bizleri birbirimize yaklaştıracak şeyler.
Allah-u Teàlâ Hazretleri de burda, Peygamber Efendimiz'in zamanındaki yahudilere, "Ey Yahûdîler!" demiyor; "Ey İsrâil'in, ey Ya'kub AS'ın, ey o sâlih, itaatli, Allah'ın sevgili, mübarek iyi kulunun takipçileri; ona bağlı olanlar, onun zümresinden olanlar, onu sevenler!" diyor. Tabii böyle demesinden murad nedir? Yâni meselâ deriz ki:
"--Ey kerimin oğlu, cömertin oğlu! Şöyle şöyle yap... Yâni, sen de baban gibi cömertlik yap!"
"--Ey kahraman falancanın oğlu, sen de kahraman oğlusun, sen de öyle yap!"
"--Ey falanca âlimin, falanca mübarek zâtın oğlu, şöyle yap!"
Yâni babasını zikretmekten murad, "Sen de onun gibi ol! Bak, ona lâyık evlâtlık yap, onun yolundan yürü!" demek oluyor. "Ey İsrâil'in, ey Ya'kub AS'ın çocukları!" da bunun gibi.
Peygamber Efendimiz'in bir hadis-i şerifini hemen nakledelim. İbn-i Abbas RA'dan rivayet edilmiş ki, metnini de okuyorum:
(Hadarat usâbetün minel-yahûdi nebiyyallàh SAS) Yahudilerden bir topluluk, bir zümre, bir takım insanlar Peygamber Efendimiz'in yanına geldiler. (Fekàle lehüm) Peygamber SAS onlara sordu:
(Hel ta'lemûne enne isrâile ya'kùb) "Siz biliyor musunuz ki, tasdik ediyor musunuz, mutabık mısınız ki İsrâil, Ya'kub AS'dır, Ya'kub'dur?.."
(Kàlû: Allàhümme neam) Araplar böyle "Allahümme âmin" der, "Allàhümme neam" der. Yâni (Allàhümme) sözü kuvvetlendiren bir kelime olarak önde zikrediliyor. "Ey Allah'ım!" demek. Yâni biz kuvvetlendirmeyi yeminle yaparız, "vallàhi" filân diye yaparız. Onlar yeminle de yaparlar, böyle de söylerler. "Ey Allah'ım, evet, vallahi doğru, tamam." mânâsına (Allàhümme neam) dediler Peygamber SAS Efendimiz'e.
(Fekàlen-nebiyyi SAS) Efendimiz de zerafet abidesi, zariflerin zarifi, o da onların aynı üslûbuyla buyurdu ki: (Allàhümmeşhed) "Yâ Rabbi sen de şâhid ol!" dedi. Yâni "Bak, ben bunlara sordum; onlar da, 'Evet, odur.' dediler. Binâen aleyh, İsrâil'in Ya'kub AS olduğunu biliyorlar. Şahid ol yâ Rabbi, tebliğâtını yaptım!" mânâsına.
Ya'kub AS olduğu böylece hadis-i şerifle de sâbit. O devrin yahudi zümresi de gelmiş Peygamber Efendimiz'in karşısına, evet demişler; onunla da sabit. Yâni bir mutabakat var, İsrâil, Ya'kub AS demek. Benî İsrâil de, Ya'kub AS'ın oğulları.
b. İsrâiloğullarına Verilen Nimetler
Böyle hitab ettikten sonra, tabii arkasından ne diyor Rabbül-âlemîn bu ayet-i kerimesinde:
(Üzkürû ni'metiyelletî en'amtü aleyküm) Böyle başlasaydı üzkürû diyecektik ama, (Yâ benî İsrâil) başında olduğu için, (Yâ benî isrâîlezkürû...) diye geçiyor. Çünkü İsrâil gayr-i munsarif kelime olduğundan, sonu esre almıyor, üstün alıyor. (Yâ benî isrâilezkürû...) Lâm'ın üstünü zel'e vuruluyor. "Benî İsrâil, ey İsrâil'in evlâtları! (Üzkürû) Hatırlayın, yâd edin, aklınıza getirin, hafızanızı toparlayın, hatırlayın!.."
Neyi?.. (Ni'metiyelletî en'amtü aleyküm) "Sizlere ihsan ettiğim nimetimi hatırlayın! (Ve evfû biahdî) Benim sizinle yaptığım sözleşmeye, ahde vefâ gösterin! Mutâbık kaldığımız hususta, antlaştığımız hususta sözünüze, verdiğiniz söze vefâ gösterin! (ófî biahdiküm) O zaman ben de size karşı verdiğim söze riayet edeyim, size vaad ettiğim nimetleri ihsân edeyim!
(Ve iyyâye ferhebûn) "Benden korkun, mutlaka korkun benden!.." Yâni iyyâye diye, benden sözünü iyyâ ile kuvvetlendirerek öyle alması, "Muhakkak ve muhakkak benden korkun!" mânâsına geliyor.
(İyyâke na'büdü) Ne demekti? "Ancak ve ancak sana ibadet ederiz." demekti. Fatiha'da konuşmuştuk bunu.
Ferhebûn, "Benden korkun" demek ama, iyyâye'yi başa getirince, (Ve iyyâye ferhebûn) "Sadece ve sadece, muhakkak ve mutlak benden korkun!" demek. Yâni "Başkasından korkmayın, benden korkun! Korkmakta gevşeklik yapmayın, korkulacak bir durum var, gerçekten korkun!" mânâsına geliyor.
Evet, şimdi, (Üzkürû ni'metiyelletî en'amtü aleyküm) "Ey benî İsrâil, benim size ihsân ettiğim nimeti hatırlayın bakalım!"
Neydi o nimeti?.. Tabii bu nimetlerini Kur'an-ı Kerim'in mâziyi anlatan ayetlerinde zikretmiş. Tabii zikredilen nimetleri de var, zikredilmemiş ama verilmiş pek çok nimetleri de var. Meselâ neydi?.. Mûsâ AS'a dedi ki:
"--Kayaya vur!"
Susuz kaldıkları zaman asasıyla kayaya vurdu, on iki tane pınar peydâ oldu, çıktı. On iki tane kabile, o pınarlardan suları içtiler. Al, işte bir nimet... Yâni susuz kalmışken, çöldeyken susuzluğu giderecek pınarların peydâ olması, Mûsâ AS'a Allah'ın verdiği bir mucize... Bu bir nimet tabii.
Sonra, men ve selvâ indirmesi. Firavun'un ordusundan kaçınca, tabii Sinâ çöllerine düştüler. Bakkal yok, kasap yok, çarşı yok, pazar yok... Çöl, kızgın kum ve kızgın güneş... Başkaları oralardan geçemiyor, helâk oluyorlar. Yol uzun, o zamanın vasıtalarıyla geçmek kolay değil. Hatta istilâ orduları bile, oraları geçip Mısır'a tecavüz edememişler tarih boyunca... Oraları geçtiler.
Nasıl geçtiler?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri üzerlerine bulut gönderdi, gölgede geçtiler, güneşten yakmadı. Sonra tabii, gıdaları yok. Koca bir kavim hicret ediyor Mısır'dan, Firavun'dan kaçıyor. Ne oldu?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri bıldırcın gönderdi, sapır sapır bıldırcınlar döküldü. Bizim Karadeniz taraflarına gelip de, sahillerde köylülerin avladıkları gibi. Bıldırcın yediler. Kudret helvası ihsan etti. Çölde kudret helvası topladılar. Mantar gibi bir şeymiş. Ben yemedim ama, çok da merak ediyorum. Böylece gıdalarını sağladı.
Sonra, Firavun kovalıyordu kendilerini, yakalasaydı öldürecekti. Ama denizden bunlar geçtiler. Mûsâ AS'a, "Denize asânı vur!" diye emretti Allah-u Teàlâ Hazretleri. 12 tane yol açıldı büyük cadde hâlinde, o yollardan geçtiler. Bunlar mucize, Allah'ın ihsânı, ikrâmı...
Mûsâ AS'a iman eden mü'minler geçtiler. Firavun ve ordusu dalınca aynı yollara, sular kapandı, helâk oldular. Firavun boğuldu. Hem Firavun boğuldu, düşmanın öldürülmesi, helâk olması bir nimet; hem de kendilerinin geçip kurtulması bir nimet... Çöllerden geçmesi bir nimet. Böyle Cenâb-ı Hakk'ın etli, bıldırcınlı yemekler ihsan etmesi nimet... Susadıkları zaman sularının kayalardan fışkırması, nimet... İşte bunlardır demiş bazı alimler.
Bazıları da, bazı başka ayet-i kerimelerdeki ifadelerden yola çıkarak, şöyle diyorlar:
(Ni'metühû en ceale minhüm el-enbiyâi ver-rusül, ve enzele aleyhimül-kütüb) Hakikaten tabii ayet-i kerimelerde bunlar da zikrediliyor. Bu kavmin içinden Allah nice peygamberler çıkardı, bu bir nimet... Onlara kitaplar indirdi, bu da bir nimet... Bunlardır demişler. Tabii nimetlerin ilâhî olanları, sevap kazanmaya, cehennem azabından kurtulmaya vesile olanları bunlar.
Nitekim, başka bir ayet-i kerimede bildiriliyor ki, Mûsâ AS şöyle buyurmuş:
(Yâ kavmizkürû ni'metallàhi aleyküm) "Ey kavmim! Sizin üzerinize Allah'ın gönderdiği nimetleri aklınıza getirin, yâd edin, hatırlayın. (İz ceale fîküm enbiyâ') Nitekim içinizden peygamberler nasib etti, çıkarttı sizden; ne büyük şeref! (Ve cealeküm mülûkâ) Ve siz esirken düşmanları yendiniz, içinizden hükümdarlar çıkarttı." Dâvûd AS, Süleyman AS hükümdar oldular, nerelere hakim oldular. (Ve âtâküm mâlem yü'ti ehaden minel-àlemîn.) "Size, başka insanlara nasib olmayan nice güzel nimetler nasib etti Allah." (Mâide: 20) Mü'min oldukları zaman, imanlı oldukları zamanda.
Yâni demek ki, "Bu nimetler nelerdir?" diye düşündüğümüz zaman bu ayetleri hatırlarsak; gönderilen peygamberler, indirilen kitaplar büyük nimetler, büyük şerefler, büyük ikramlar... Ondan sonra da düşmandan kurtulmak, çeşit çeşit rızıklarla merzuk olmak... Bunların hepsi birer nimet.
c. Ahdinize Vefâ Gösterin!
"Bu nimetleri hatırlayın!" Neden?.. "Bak ben, siz doğru yoldayken size ne nimetler ikram etmiştim, onları hatırlayın! (Ve evfû biahdî) Benim ahdime vefâ gösterin; (ûfî biahdiküm) ben de size verdiğim vaadlerimi size ihsan edeyim!"
Ne ahid olduğuna dair yine ayet-i kerimeler var. Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(Ve lekad ehazallàhû mîsâka benî isrâîl) "İsrâil oğullarından Allah onların misaklarını almıştı. Yâni antlaşma, söz ve vaadlerini almıştı. "Şöyle yapacağız yâ Rabbi, tamam yâ Rabbi, şunları şunları kabul ediyoruz, şöyle olacağız, böyle olacağız..." diye ahd-i misak, sözleşme almıştı. (Ve beasnâ minhüm isnâ aşere nakîbâ) Onlardan on iki nakîb bahşetmişti onlara. Ve buyurmuştu ki:
(Ve kàlellàhu innî meaküm) "Ey mü'minler ben sizin yanınızdayım; (lein ekamtümüs-salâte ve âteytümüz-zekâte) eğer namazları kılarsanız, namazı kılar, zekâtı verirseniz; (ve âmentüm birusulî) gönderdiğim, vazifelendirdiğim peygamberlere iman eder, (ve azzertümûhüm) ve hürmet, yardım ederseniz; (ve akradtümüllàhu kardan hasenen) mâlî vazifelerinizi yaparak Cenâb-ı Hak'ın yolunda paralarınızı sarfedip, ilâhî karz-ı hasen olarak paraları sarf ederseniz; (leükeffiranne anküm seyyiâtiküm) ben de sizin günahlarınızı silerim, bağışlarım, örterim; (ve leüdhilenneküm cennâtin tecrî min tahtihel-enhâr) aşağılarından şıkır şıkır ırmakların aktığı cennet bağlarına sizleri dahil ederim, kabul ederim, sokarım, oraya girmenizi nasib ederim." (Mâide: 12) diye Allah-u Teàlâ Hazretleri tarih içinde o kavimlere mü'min olmalarını, mü'min oldukları zaman eğer vazifeleri yaparlarsa, o mükâfatları alacaklarını söylemiş.
Onlar da, "Tamam yâ Rabbi, olur yâ Rabbi!" diye aşk ile, şevk ile o yola girmişler o peygamberlerin zamanında. Burda diyor ki, bu ayet-i kerimede:
"--Ey İsrâil oğulları! Sizin üzerinize indirdiğim nimeti hatırlayın ve sizinle yaptığımız antlaşmalara riayet edin, bana verdiğiniz sözlerinizi tutun; ben size sözümü yerine getireyim. Yâni 'Ben de sizi cennete sokacağım öyle yaparsanız.' buyurmuştum. O zaman sizi cennete sokarım." diyor.
Bazı alimler demişler ki:
(Hüvellezî ehazallàhu aleyhim fit-tevrâti ennehû seyeb'asü min benî ismâîle nebiyyen azîmen yutîuhû cemîuş-şuùb) "Tevrat'ta Allah-u Teàlâ Hazretleri bildirdiğine göre, söz almış ki, 'İsmâil AS'ın zürriyetinden, neslinden büyük bir peygamber gelecek. Ulu, muazzam bir peygamber gelecek. O geldiği zaman, ba's olunduğu zaman, bütün milletler ona itaat edecekler, ona inanacaklar. Siz de ona inanın!' diye onlardan söz almıştı. Sözden murad budur, anlaşma budur. (Vel-murâdü bihî muhammed SAS) İşte bu gelecek peygamber de Muhammed AS'dır.
(Femenittebeahû) Kim o Muhammed'e tâbi olursa, (gafarallàhu lehû zenbehû) Allah onun günahını affeder. (Ve edhalehül-cennete ve ceale lehû ecreyn) Cennete sokar, iki misli ecir verir." Bir eski mü'minliğinden sevapları devam eder; bir de yeni hak dini kabul ettiğinden dolayı mükâfatı kat kat olur.
Murad, Peygamber Efendimiz'e tâbi olmalarıdır. Çünkü onların kitaplarında "Ahir zaman peygamberi gelecek!" diye bir sürü müjdeler, bir sürü haberler vardı. Onlar da öyle bir peygamberin gelişini zaten bekleyip duruyorlardı. Hatta Anadolu'da Selmânül-Fârisî'ye de yanında çalıştığı, hizmet ettiği rahib ölürken: "Artık ahir zaman peygamberinin gelmesi yakın, Arabistan tarafına git!" diye tavsiye etmişti. Bunları hep tarih kitapları yazıyor, biliyoruz.
"İşte bu ahidlere siz uyarsanız, ben de size vaad ettiğim nimetlerimi, ahirette cennetimi ihsan ederim!" diye Allah-u Teàlâ Hazretleri bu 40. ayet-i kerimede onlara hatırlatma yapıyor:
"--Ey yahudi kavmi! Bir zamanlar size peygamberler gelmişti. Onlarla sözler duymuştunuz, hakikatler öğrenmiştiniz. Onlara da sözler vermiştiniz. Hadi bakalım, şimdi onun zamanı geldi; o ahdinize uyun, o sözünüzü yerine getirin!.. Hadi bakalım, ahir zaman peygamberine uyun! Ancak ve ancak benden korkun!.."
Tabii insanlar bulundukları durumu değiştirmek istemezler. Fizikteki gibi, insanların ictimâî hayatlarında da atâlet prensibi var. Kavimlerin, toplumların bulundukları hâli değiştirmesi zor oluyor. Yanlış da olsa, yalan da olsa eskiyi devam ettirmek kolaylarına gidiyor. Yeni güzel de olsa, tatlı da olsa, onu kabulde zorlanıyorlar. Ama yapmaları lâzım!
d. Yalnız Allah'tan Korkun!
Yapmamalarının sebepleri bir takım korkular olabilir. Bu korkular başlarındaki yöneticiler olabilir. O yöneticiler, düzenleri bozulmasın diye, yeni gelen hakikatlerin karşısına çıkarlardı. Firavun gibi, Kureyş'in azılı reisleri ve müşrikleri gibi yeniliklere karşı çıkarlar, zorluk gösterirler. İşkence yapmışlar bir sürü sahabeye --rıdvânullàhi aleyhim ecmaîn-- o zalimler. Böyle şeyler olabilir. Onlardan korkabilir insanlar. Yâni halk, gerçekleri kabulden onun için korkarlar.
Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(Ve iyyâye ferhebûn) "Ancak ve ancak benden korkun!" Yâni başkasından değil, benden korkun!
Rahibe-yerhebu, korkmak demek Arapça'da. (Ferhebû) cemi' sîgasıyla, "Siz ey çokluk insanlar, korkun!" demek. (Ferhebûn) ferhebûnî'nin kısaltılmışı, sonundaki ye'si düşmüş, nun esreli; "Benden korkun!" demek. Ama (ve iyyâye ferhebûn), "Ancak ve ancak benden korkun!" mânâsına geliyor. Başındaki (iyyâye) ferhebûnî'nin mânâsını iyice kuvvetlendiriyor. "Başka şeylerden korkmayın, benden korkun!" demek oluyor.
Kimisi reislerinden korkar. Kimisi menfaati elden gidecek diye korkar. Kimisi geliri kaybolacak diye korkar. Kimisi meselâ tam reis seçilecekmiş, Peygamber Efendimiz Medine'ye gelmiş, reislik elden gitmiş tabii. O da karşı çıkmış, münafıkça hareketler etmiş. Ancak Allah'tan korkacak. Küçük hesaplar yapmayacak insanlar, yalnız Allah'tan korkacak.
Rehibe-yerhebû'dan bildiğiniz bazı kelimeler de vardır. Meselâ bunun ism-i fâil sîgası râhib; yâni Allah'tan korkup da, Allah korkusuyla kendisini ibadete verip, tenha yerlerde, mağaralarda böyle ibadet eden insanlara eski devirlerde verilen isim, rahib. Bunların çoğulu, yâni rahibler nasıl denilir? Ruhbân.
Ruhbân sınıfı, yâni râhibler tabakası, zümresi demek oluyor. O da işte bu korkan insanlar, yani Allah'tan korkan, korktuğuyla güzel ameller eden kimseler mânâsına geliyor. Rahbâniyet de, işte böyle korku fikirleriyle ortaya koydukları bazı yollar:
"--Hiç evlenmeyelim, ev bark, çoluk çocuk sahibi olmayalım, manastırlara kapanalım, ibadet edelim!.."
Tabii bu dinin tabiatında yok. İnsanlar, Allah'a daha güzel kulluk etmenin şekli bu sandıkları için bu yola girmişler.
Halbuki Allah, tabii yaşamla hayatını sürdürürken, hayatındaki olayları Allah'ın rızasına uygun bir şekilde yaparak yaşamayı seviyor. Yoksa öyle hayat düzenini bozacak yanlış tercihler yapmayı sevmiyor.
Hayat düzenini nasıl bozuyor adam?.. "Evlenmeyeceğim!" diyor. Pekiyi oldu. Sen evlenme, o evlenmesin, o evlenmesin... Bu adamlar evlenmeyecek, bu kadınlar da evlenilmediği için kendisiyle, onlar da kalacak. O zaman insan nesli yok olur. Demek ki tabiata aykırı, yanlış bir tutum...
İslâm'da böyle bir şey yok... Peygamber Efendimiz evlenmiş, çoluk çocuğu da olmuş, vefatlar da olmuş... Yâni bir beşerin çektiği sevinçleri, acıları çekmiş Peygamber Efendimiz.
İşte bu hayatın herkesin başına gelebilecek olaylarının karşısında, Allah'ın rızasına uygun davranabilmek güzel müslümanlık... Allah'ın rızasına uygun güzel kulluk bu. Biz bunu biliyoruz.
Tabii beşer olmasıyla Peygamber Efendimiz de, bir beşer rasul olarak, öyle etrafında meleklerin dolaşması, olağanüstü birtakım şeylerle takviye edilmesi, iki tarafında bağlar, bahçeler olması gibi şeyler istemişler müşrikler. Etrafında gezen melekleri görmek istemişler...
Öyle değil.
(Sübhàne rabbî hel küntü illâ beşeren rasûlâ) "Ben bir beşer peygamberden başka bir şey değilim. Rabbimi tesbih ve tenzih ederim, sübhànallah, ne acaip şeyler istiyorlar!" (İsrâ: 93) diye cevap vermiş Peygamber Efendimiz.
İşte eskiden beri insanlar kendi aklına kaldı mı, aşırılığa gidiyor. Allah sevmediği halde, istemediği halde, kendi kendilerine tutturdukları yola ne deniliyor?.. Ruhbanlık... Yâni gayr-i tabiî bir tercihle tabiata, insan tabiatına aykırı bir yaşam tarzı. Onu da biliyorsunuz, işte bu kelimeden çıkıyor.
Kelimenin kökeni korkmak demek. Yâni ferhebûn, (fahşevnî) demek, "Benden korkun!" mânâsına geliyor.
"Benden korkunuz"da, bir başka mânâ da nakletmiş alimler. Yâni, "Eğer siz bu nimetleri hatırlamaz, benim ahdime, bana verdiğiniz sözlere riayet etmezseniz, daha önceki milletlerde, tarihte bildiğiniz babalarınıza, analarınıza, ecdadınıza gelen belâlar, size de gelir, haa... Ondan korkun!" diye tehdit de var. Yâni hem teşvik var; hem de yapılmadığı zaman başlarına felâket geleceğinin tehdidi de burada var.
e. Muhammed-i Mustafâ'ya İman Edin!
Ondan sonraki 41. ayet-i kerime, ahde riayetin nasıl olacağını daha güzel açıklıyor, açıyor yâni:
(Ve âminû bimâ enzeltü müsaddikan limâ meaküm ve lâ tekûnû evvele kâfirin bih, ve lâ teşterû biâyâtî semenen kalîlâ, ve iyyâye fettekùn.) (Bakara: 41)
(Ve âminû) "İman edin!" Nimetleri hatırlayın, ahdime riayet edin, ancak ve ancak benden korkun ve iman edin! Ay ehl-i kitab, ey Yâkub AS'ın soyundan gelen kavim, iman edin!.. (Bimâ enzeltü müsaddikan limâ meaküm) "Sizin yanınızdakini tasdik edici olarak indirdiğime iman edin!"
Şimdi burada, "Sizin yanınızdakini tasdik edici olana iman edin!" derken, buradaki maksad nedir? Alimler demişler ki:
(Ya'nî bihî kur'ânellezî ünzile alâ muhammedin SAS, en-nebiyyil-ümmiyyil-arabiyyi beşîran ve nezîren ve sirâcen münîran müştemilen alel-hakkı minallàhi teàlâ musaddikan limâ beyne yedeyhi minet-tevrâti vel-incîl.) diye açıklama yapmış İbn-i Kesir tefsirinde. Türkçesini söyleyelim:
"Yâni, 'Benim, ahir zaman peygamberim Muhammed-i Mustafâ üzerine indirdiğim Kur'an'a iman edin!' Kur'an'dır bundan maksat." diye söylemiş. Bazıları da, "Bununla maksat Peygamberdir, yâni Muhammed-i Mustafâ'dır, 'Benim Muhammedime iman edin!' demektir." demiş. İkisi de aynı kapıya çıkıyor zaten. Kur'an'a inanan, Peygambere inanmış olur. Peygamberimiz'e inanan, onun getirdiği Kur'an-ı Kerim'e inanmış olur. Yâni müphem olarak işaret edinmiş olan husus, (âminû bimâ enzeltü) "İndirdiğime iman edin"den murad, Kur'an olabilir. Zaten enzele-inzal fiili Kur'an'ın indirilmesi için kullanılıyor. Ama Peygamber Efendimiz de kasdedilmiş olabilir. İkisi de aynı kapıya çıkar.
Rabbimiz bu indirilenin özelliğini söylüyor bu indirilenin:
(Musaddikan limâ meaküm) "Sizin yanınızdakini tasdik edici..." Yâni, "Sizin yanınızda Tevrat var, İncil var. O Tevrat'la İncil'in ilâhî kitap olduğunu belirtiyor, doğru taraflarını tasdik ediyor. Sizin bozduğunuz, tahrif ettiğiniz kısımları beyan ediyor. İhtilâflı konularda, sizin tereddüt ettiğiniz konulara açıklık getiriyor. Ama İslâm'ın en mühim özelliği; aslında yahudilerin ve hristiyanların müslümanlara müteşekkir olması lâzım, Peygamber Efendimiz'e müteşekkir olması lâzım, Kur'an-ı Kerim'e müteşekkir olması lâzım; çünkü onları tasdik ediyor, tescil ediyor.
"Onlar da bir zaman Allah tarafından gönderilmiş kitaptı." diyor Kur'an-ı Kerim. Eğer öyle demeseydi, biz müslümanların hiçbirisi Tevrat'a ve İncil'e hiç ilâhî kitap gözüyle bakmazdık. Yâni şöyle bir dönüp bakmazdık. Onların bir zamanlar ilâhî kitap olduğunun belgesini, Kur'an-ı Kerim ortaya koyuyor.
Peygamber Efendimiz beyan ediyor ama, açıklık getiriyor. Yâni, "O Tevrat ilâhî kitap idi. Ama bunu yazarken bazı yerleri sakladılar, bazı yerleri çıkardılar, bazı yerleri bozdular." Onları beyan ediyor. Bütün alimler katılıyor buna.
İncil Allah'ın kelâmıydı ama aslını muhafaza edemediler, sonradan yazdılar. Eklemeler, çıkarmalar oldu. Hatta hayret edilecek bir şey, meselâ Papalık makamı isterse bazı ayetleri inceleyip içinden çıkartabiliyor. Taa meselâ 15, 16. asırlardaki İnciller ile şimdiki incilleri karşılaştırırsanız, çıkartılmış ayetler olabiliyor.
Böyle şey olur mu? Allah'ın kelâmını çıkartmak olabilir mi?.. Olamaz tabii, olmaması lâzım!..
Onların aslından, içindeki hakikatleri tespit edilip, orada söylenen ilâhî hakikatleri tasdik edici bir kitap göndermiş olduğu için;
"--Ey benî İsrâil, inanın! Bak Kur'an'ın muhteviyatı ile, sizin okuduğunuz o eski kitapların içindeki muhteviyat, Allah'a ibadet etmek, itaat etmek meselesi aynen var. Binâen aleyh, sizin inancınızı tasdik eden --tabi doğru tarafını diye tekrar hatırlatıyorum-- yanlışlarını belirten, bu indirdiğime ey benî İsrâil, iman edin!" diye Cenâb-ı Hak emrediyor.
Sonra bir de ihtarda bulunuyor: (Ve lâ tekûnû evvele kâfirin bihî) "Sakın ola ilk kâfir olanlardan olmayın!.." Bu "İlk kâfir olan olmayın!" sözü, "Bazı insanlar inkâr edebilir, inkâr eden zümrelerin ilki olmayın!" mânâsına geliyor." demişler.
Bazıları da, daha başka ince mânâlar beyan etmişler. İbn-i Abbas RA diyor ki, şöyle Arapça metnini de okuyayım:
(Ve lâ tekûnû evvele kâfirin bihî ve indeküm fîhi minel-ilmi mâ leyse inde gayriküm.) "Başkalarının bilmediği mâzideki birçok dînî, tarihî hakikatleri siz bilip dururken, sizin yanınızda ahir zaman peygamberi gelecek diye bilgiler varken, bir takım müjdeler varken siz onun ilk inkârcısı olmayın mânâsına gelir." diyorlar.
Sonra burada (evvele kâfirin) ilk kâfir olmak; yâni, "Sizin cinsinizden, ehli kitapların içinden ilk kâfir siz olmayın!" demek. Çünkü daha evvel Kureyşliler de, Kureyş'in müşrikleri de kâfir olmuşlardı.
"--Siz ehli kitapsınız, kendisine peygamber gönderilmiş kavimsiniz, kendilerine kitap indirilmiş kavimsiniz. Bu cinsten olarak yâni Allah'ı bilen, peygamberi bilen, kitabı tanıyan bir millet olarak, birtakım kavimler olarak, bâri siz şu müşrikler gibi yapmayın! Bunların yâni ehli kitabın ilk kâfiri olmayın! Ehli kitabın önünde ilk küfür yolu açan, yanlış yola sapan insanlar durumuna düşmeyin!" mânâsına diye açıklama yapmış İbn-i Abbas RA, Allah razı olsun...
Buradaki evvele kâfirin bihîdeki hû zamiri Kur'an-ı Kerim'e gider. Yâni "Kur'an-ı Kerim'in ilk inkârcısı olmayın!" mânâsına gelebilir.
(Ve lâ teşterû biâyâti semenen kalîlâ) "Benim ayetlerimi az bir bedel ile, ücret ile değişmeyin, satmayın!" buyruluyor. Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri öyle buyuruyor,
Şimdi buradan murad nedir? Bir kere âyât kelimesi, ayet kelimesinin çoğulu. Ayet kelimesi okunduğu zaman, üzerinde durulursa sondaki te okunmaz, ayeh denilir; çünkü sonunda yuvarlak te vardır. Çoğulu âyât olduğu zaman, t okunur.
Ayet iki türlü olur: Kur'an-ı Kerim'in, mukaddes kitapların, mübarek cümlelerine, ibarelerine ayet denilir. Çünkü onların her birisi bir hakikatin belgesidir, beyyinesidir. Onun için bu isimler verilir.
Bir de peygamberlere indirilmiş mucizeler de birer belge olduğundan, birer beyyine olduğu için, bir gerçeğin ispatı zımnında bir vesika mahiyetinde olduğundan, böyle yerdeki, gökteki olağanüstü olaylara da, peygamberlerin gösterdiği mucizelere de ayet denilir. Onlar da, meselâ: "Ay ve güneş birer ayettir, yâni Allah'ın varlığını gösteren birer belgedir." diye, bu mânâya da kullanılır. İkisi de var. İkisi de Kur'an-ı Kerim'de kullanılıyor. Yâni birisi kullanılıyor, ötekisi kullanılmıyor değil. Bu iki kullanım da Kur'an-ı Kerim'dendir.
"Benim ayetlerimi az bir bedelle takas etmeyin, ayetlerimden vazgeçip de az bir menfaat edinmeyin!" Yâni imanı bırakıp da, Rasûlünü bırakıp da, dünyaya ve dünyanın arzularına, kıymetlerine, servetlerine, şehvetlerine meyletmeyin! Dünyayı ve dünya şehvetlerini, arzularını tercih etmeyin. (Fe innehâ kalîletün fâniyetün.) "Çünkü onlar, cennet nimetlerine göre azdır ve fânidir."
Ne kadar çok olsa, saray olsa bile, insan seksen yıl, yüz yıl yaşasa bile; seksen yüz yıl, sonsuzluk yanında sıfır gibidir. Saray olsa bile, cennet köşleri yanında kulübe bile etmez, karınca yuvası gibi bile etmez. Yâni onların değerini bilin mânâsına.
İşte bu (semenen kalîlen) sözü, dünya demektir diye düşünmüşler bazıları. Dünyanın şehvetleri, zevkleri, menfaatleri diye beyan etmişler.
Bazıları bundan, yâni böyle mânevî bir menfaate değişmeyin demek, (tamaan kalîlen) mânâsına almışlar. İşte semenen kalil budur, tamahkârlıklar yapmayın mânâsına gelir demişler.
Bazıları da açıkca ücret, yâni ayetlerin karşılığında bir para, rüşvet, vs. almamak mânâsındadır diye o mânâda izah etmişler. Hatta bu mânâ dolayısıyla, tefsir kitaplarında, "Böyle dînî bir takım gerçekleri söylemek karşılığında para alınır mı, alınmaz mı?" meselesi açılmış.
Peygamber SAS Efendimiz'in bir hadis-i şerifi Ebû Hüreyre RA'den rivayet ediliyor:
(Men tealleme ilmen mimmâ yübteğà bihi vechullah, lâ yeteallemehu illâ liyusîbe bihî aradan mined-dünya lem yürih râihatel-cenneti yevmel-kıyâmeh.) buyurmuş. Bir tehdit ihtiva ediyor bu hadis-i şerif. Mânâsı şöyle:
"Ahirette Allah'ın rızasını kazanmaya sebep olacak olan ilmi, bir insan, dünyalık elde etmek için kullanırsa, cennetin kokusunu ahirette duyamaz." Yâni dünya menfaati için, ahiret ilimleri kullanılmamalı mânâsına... Yâni, öğrenmek de Allah rızası için olacak, öğretmek de Allah rızası için olacak, bu bir.
--Yâni dini gerçekleri öğreten insanlara ücret almak gerekir mi?..
Eğer dini gerçeklerin açıklaması onun üzerine kişisel olarak bir mecburiyetse; bunu, (Fe in kâne kad taayyene aleyhi) ibaresiyle anlatıyor müfessirler. Yâni, kendisinin boynuna söylemek borç olmuşsa, susamaz o zaman. Söylemesi gerekiyor ve bunun için bir ücret alması gerekmez. Hakikati, nerede olursa olsun, benim bildiğime göre şu şöyledir diye söyleyecek.
Bu yahudiler de; "Evet, bizim kitaplarımızda ahir zaman peygamberi vardır, onun haberi vardır, biz onu zaten bekliyorduk." diyeceklerdi, hakikatleri söyleyeceklerdi. Bunun için başka menfaatler düşünmeyeceklerdi. Başka menfaatlerle bu gerçeği söylemekten dönük durmayacaklardı.
Ama eğer mecburi olmayan, üzerine taayyün etmeyen, kendi şahsına mecburi olmayan bazı bilgileri başkasına öğretmek caiz midir, değil midir?.. "Eğer kendisinin başka geçimi yoksa, bunu öğretmekle meşgul olduğu zaman kendisinin çoluk çocuğunun işleri yürümüyorsa, yürümeyecekse; o zaman beytül-mâlden ücret alabilir." diye beyan edilmiş.
Onun için imamların, hocaların, müftülerin o vazifelerle çok meşgul olduğundan, başka iş yapamadığından maaş almaları caiz oluyor. Ama öyle bir durum yokken, dünya menfaati elde etmek için bu ilimler kullanılamaz.
Nitekim Sahîh-i Buhàrî'de ve başka hadis kaynaklarında bildiriliyor:
Übadetübnü Sâmit RA, ehl-i suffadan birisine Kur'an-ı Kerim'den bir şeyler öğretmiş. Nasıl öğrettiyse, ezberletti mi, yoksa mânâsını mı anlattı, nasıl olduysa... O da ona memnuniyetinden bir kavs, yâni yay hediye etmiş. Ok ve yay harp silahı ya o zaman... Bir yay hediye etmiş. O da gelmiş Rasûlullah SAS'e sormuş:
"--Ben bunu alayım mı?.. Ben buna Kur'an öğretmiştim, o da bana bir yay hediye etti." diye sorunca, Peygamber SAS buyurmuş ki:
(İn ahbebte en tetavvaka bikavsin min nârin fakbülhu) "Eğer ahirette boynuna cehennemden bir yay boğazına sarılmasını istiyorsan, sevinirsen, memnun olursan al o zaman." buyurmuş. Yâni, "Bu ateşten bir yay olur, cehennemlik olursun, cehennemde ceza çekersin." mânâsına. Anlayınca, ona o yayı iade etmiş.
Demek ki, dünya menfaati celbetmek için, ahiret ilimleri araç olarak kullanılmaz. Söylemesi gerektiği zaman, Allah rızası için söyleyecek. Ama eğer başka yerden geçimini sağlayamıyorsa, o zaman almasında bir beis olmuyor. Çünkü çoluk çocuğunun ve kendisinin ihtiyaçları oluyor. Beytül-mâlden alabiliyor. Mecburî olmadığından dolayı, isterse başkası öğretebilir. Zaten bilinen gerçekler
Anlaşmalı olursa, önceden konuşmalı olursa; olabilir diye bahis açmışlar. Yâni, "Siz böyle hafife almayın, azıcık dünya metaı karşılığında ahiretlerinizi değişmeyin!" buyurmuş oluyor. Burada be harf-i cerri, bâyı mukabeledir. Yâni ayetlerin muhteviyatını icra etmek yerine ,ondan yan çizip, ona mukabil semeni kalili tercih etmek... O dünya menfaatını tercih etmek yasaklanmış oluyor.
(Ve iyyâye fettekùn.) "Ve benden korkun!" Takvâ ne demekti? Sakınmak demekti. Aslında vikàye kökünden geliyordu. Korunmak, insanın kendi kendisini koruması, korunması... Sakınmak mânâsına geliyordu. "Ancak ve ancak benden sakının!"
Takvânın tarifi nedir:
(Et-takvâ en ta'mele bitàatillâh recâe rahmetallàh) "Allah'ın rahmetini umarak Allah'a itaat işlerini yapmak, ve Allah'a isyandan, Allah'ın azâbından, ikàbından korkarak çekilmeye takvâ denir." Tarifi budur.
"Benden korkun!" buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri o kavme... Tabii o kavme buyuruyor da, biz de takvâdan muaf mıyız?.. Hayır hepimiz takvâyla vazifeliyiz.
f. Bile Bile Hakkı Gizlemeyin!
Geliyoruz 42. ayet-i kerimeye:
(Ve lâ telbisül-hakka bil-bâtıli ve tektümül-hakka ve entüm ta'lemûn.) (Bakara: 42)
(Ve lâ telbisül-hakka bil-bâtl) "Hakkı batıl ile örtmeyiniz, (ve tektümül-hakka) ve hakkı gizlemeyiniz; (ve entüm ta'lemûn) gerçekleri bildiğiniz halde, sakın böyle bir şey yapmayınız!"
İbn-i Abbas RA'a göre bunun mânâsı şöyle:
(Lâ tahlitul-hakka bil-bâtıl, ves-sıdka bil-kezib) "Doğruyu, yalanı, hakkı, batılı ağzınızda evirip, çevirip, karıştırıp insanları şaşırtmayın!" mânâsına gelir. Yâni,
(Ve eddün-nasîhate liibâdillâhi min ümmeti muhammed) "Siz şimdi şahid durumundasınız. Ümmet-i Muhammed'e gerçekleri söyleyin, ortadaki insanlar da bilsin!" Eski ehl-i kitap gerçekleri söyleyince, "Haa, bunun kökeni varmış, mazisi varmış, aslında bu böyleymiş." diye, halk daha rahat gelecek.
Ama onlar hakikatları evirip çevirip de, ağızlarını eğip büküp de... Kendi kitaplarında var. Yok diyemiyorlar, çünkü var. Ama evirip çevirip lafı kıvırttırınca, milleti tereddüde düşürüyorlardı.
Nitekim Peygamber Efendimiz yahudi havrasına gitmiş, yanında ashabdan bazı kimselerle:
"--Ey yahudiler, ben Tevrat'ta size bildirilen ahir zaman peygamberiyim, bana iman edin! Tevrat'ta benim hakkımda şu şu ayetler var, değil mi?" diye sormuş; hiç cevap vermemişler.
"--Değil mi?" diye sormuş, cevap vermemişler.
"--Değil mi?" diye sormuş cevap vermemişler.
"--Ben tebliğatımı yaptım." demiş, çıkmış. Giderken, arkasından yahudi hahamı Abdullah ibn-i Selâm RA koşuyor. Diyor ki:
"--Yâ Rasûlallah, haklısın! Ben şehadet ederim ki, Tevrat'ta onlar var. Sen haklısın, ben sana iman ettim. Onlar kıskançlıklarından veya başka duygulardan evet diyemediler, sustular." diyor.
Yâni bu rivayet edilen Abdullah İbn-i Selâm olayından anlıyoruz ki, hayır da diyemiyorlar; çünkü var kitaplarında... Bazı hahamlar da müslüman oluyor, bazı papazlar da müslüman oluyor. Demek ki, var... O zaman büyük büyük lafı kıvırtmakla, tam doğru düzgün söylememekle, eveleyip geveleyerek milleti şaşırtmış oluyorlar; (ve tektümûnel-hakka) hakkı ketmetmiş oluyorlar. O yasaklanmış oluyor. Bilip dururken, hakkı bildiği halde söylememek suçtur, şahitlikten kaçınmak suçtur.
Davalarda da öyledir. Birisinin birisini döğdüğünü gördünüz, ama döven adamdan korkuyorsunuz, şahitlikten kaçınıyorsunuz... Olmaz. İslâm'da şahitlikten kaçınılmaz, yalan şahitlik yapılmaz.
Bu da en büyük şahitlik, yâni iman şahitliği. Onlar "Şehadet ederiz ki, bizim kitaplarımızda bu vardır." deseler, daha kolay anlayacak. O kadar mücadele olmayacak, gecikme olmayacak. Bu hakikatlerin izahını böyle açıklıyorlar tefsir kitaplarında.
g. Namaz Kılın, Zekât Verin!
Sonra 43. ayet-i kerimede, yeni tekliflerini de söylüyor Allah-u Teàlâ Hazretleri. Yâni, "Hakkı gizlemeyin, hakkı batılla örtmeyin!" dedikten sonra:
(Ve ekîmus-salâte ve âtüz-zekâte verkeù mear-râkiîn.) (Bakara: 43)
(Ve ekîmus-salâte) "Ve namazı kılın!" Yâni;
(Emerahum en yusallû mean-nebiyyi sallallàhu aleyhi ve sellem) Peygamber Efendimiz'le beraber namazlara gelip, namazları kılmayı Allah emrediyor. "Huzuruma gelin, o Peygamberimle benim huzurumda namazları kılın!" demiş oluyor.
(Ve âtüz-zekâh) "Zekâtınızı verin!" Yâni Peygamber Efendimiz'e zekât ayeti geldi, bildirdi. O kadar fakir var, zekât verilecek. Zenginden alınacak, fakire verilecek. "Siz de bu mâli ibadete iştirak edin!" denilmiş oluyor.
(Verkeù mear-râkiîn) "Rükû edenlerle beraber siz de rüku edin. Yâni;
(Emerahum en yerkeù mear-râkiîne min ümmeti muhammed) "İşte bak, gözünüzün önünde yeni Peygamber ve ona tâbi olanlar ezanlar okuyorlar, rükûlar ediyorlar, namazlar kılıyorlar. Haydi bakalım siz de kenardan kenardan öyle bakmayın, ibadetlerinizi yapın!" diye, Allah-u Teàlâ Hazretleri böylece onlara emrediyor.
Şimdi burada bir (ve âtez-zekâh) "Zekâtı verin!"de açıklama şöyle: Zekât nedir?
(Farîdatün vâcibetün lâ tenfeul-a'mâlu illâ bihâ ve bis-salâh) Yâni, "Bu namaz ve zekât bir farizadır ki, başka ameller bunlar yapılmadan kabul olmaz. Bunlar esaslı amellerdir, önemli amellerdir." Onun için öncelikle zikredilmiş oluyor. Onları yapmaları lâzım!
Yâni insan kişisel olarak namazı kılacak; ondan sonra da çevresel olarak da kesesini açacak, fakirlere karşı vazifelerini yapacak. Zengin fakire yardım edecek, zekâtını verecek.
Yâni bu ayet-i kerimede (Verkeù mear-râkiîn)'den, cemaatle namaz kılmak da çıkıyor. Yâni birisi kenara çekilip de, "Ben evimde kılıyorum!" demesin. İşte bak, "Rükû edenlerle beraber rükû edin!" diye Allah-u Teàlâ Hazretleri emrediyor. Beraberce topluca namaz kılmak da önemli bir husus ve müslüman için çok kuvvetli bir sünnet... Evinde kılmak, hatta "Cami komşusu olan bir evde, camiye yakın bir evde, evde namaz kılmak bile uygun olmaz." diye hadis-i şerifler var.
İşte böylece, bu okuduğum ayet-i kerimeler devam edecek. Bundan sonraki haftalar, Benî İsrail'e olan nasihatler ve onlardan istenen hususlar, iman etmeleri, gerçekleri saklamamaları, namaz kılmaları, zekat vermeleri, Rasûlullah'a tâbi olmaları, bildikleri hakikatleri açıklamaları anlatılmaya devam edecek müteakib ayet-i kerimelerde...
Cenâb-ı Hak bizi, emirlerini duyan, işiten, işittiğine de tâbî olan, işittiğini uygulayan, emrini kabul edip emre itaat eden mü'min kullarından eylesin... Şu dünya hayatı fânîdir, hepimiz gelip geçiciyiz, fânîyiz. Hepimiz ahirete gideceğiz, Cenâb-ı Mevlâ'nın divanına duracağız.
Ben müslüman olarak doğmuşum, müslüman olarak büyümüşüm, bunları öğreniyorum, müslümanlığımı yaşıyorum. Başkaları başka türlü doğmuş bile olsa, Rus veya Yunan veya İngiliz veya Afrikalı putperest kavimlerinden, veya kutuplarda Eskimolardan; kim olursa olsun, bu gerçekleri duyunca onlar da Cenâb-ı Hakk'ın kulu oldukları için, Cenâb-ı Hakk'ın emirlerini tutacaklar ve doğru yola dönecekler.
Allah-u Teàlâ Hazretleri hepimize doğruyu göstersin, doğruyu görüp, doğruya tâbi olamayı nasip eylesin... Hakkı hak olarak görüp ona uymayı, bâtılı bâtıl görüp ondan korunmayı nasib eylesin... Hem dünyada hem ahirette cümlemizi saadete erdirsin... İki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin...
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri! Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühü!..
13. 04. 2001 - Mekke-i Mükerreme