AKRA FM Tefsir Sohbeti

3 Kasım 1998

--------------------------------

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

ALLAH RAHMÂN VE RAHÎM'DİR

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Radyo dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, her türlü ihsânı, ikrâmı üzerinize olsun... Allah sizleri ve bizleri dünyada ve ahirette, süedâ, saidler, mutlular, bahtiyarlar zümresine dâhil eylesin... İki cihanda muradlarımızı, muradlarınızı ihsân eylesin...

Allah'ın lütf u keremiyle, ne mutlu bizlere, şükür Rabbimiz'e, Kur'an-ı Kerim üzere sohbetlere başladık. Kur'an-ı Kerim hakkında umûmî bilgiler sunduktan sonra; Ezü billâhi mineş-şeytânir-racîm demek, yâni istiàze etmek üzerinde bilgiler verdik. Sonra Bismillâhir-rahmânir-rahîm demek, besmeleyle başlamak, besmelenin mâhiyetiyle ilgili, ne olduğuyla ilgili bilgiler verdik. Sonra Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîn, ayet-i kerîmesinin izâhını yaptık.

Tabii bu besmele olsun, istiàze olsun, hamdele dediğimiz "Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîn" mübârek sözleri olsun, bunlar bâkıyâtüs-sâlihât denilen, çok kıymetli, çok değerli, çok önemli, mânâsı çok derin lâfızlar olduğunu için, mübârek lâfızlar olduğu için bunların izahları üzerinde uzunca bilgiler vermek uygun oluyor, önemine binâen...

Bunları verdik ve Fâtiha'nın, bizim sayılarımıza, saymamıza göre, bizim mezhebimizin âlimlerinin ve Türkiye'de yaygın Kur'an-ı Kerimlerin sayılamasına göre Fâtiha'nın bir ayeti olan,

"Er-rahmânir-rahîm"e ulaştık. Bu iki kelime "Er-rahmânir-rahîm", mânâca "Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîn"e bağlı, ama müstakil bir ayet-i kerime. "Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîn", lillâhi, başında lâm olduğu için esre okunuyor. Yâni lâm, harf-i cer olduğundan lafza-i celâl mecrur oluyor. "Rabbil-âlemîn" de ona tâbi olarak esre oluyor. "Er-rahmânir-rahîm" de yine ona bağlı olduğu için sonu esre okunuyor.

Biliyorsunuz, Arap dilinin özelliği, kelimenin sonundaki okunuşlar, yâni "Üstün mü okunacak, ötre mi okunacak, esre mi okunacak?" meselesi, kelimenin cümledeki dil bilgisi görevine bağlıdır. Dil bilgisi kurallarıyla ilgilidir ve mânâ çok önemlidir, en son harfin okunuşu çok önemlidir. "Er-rahmânir-rahîm", onun için.

Bu tabii başka bir yerde olsa, bu siyak içinde, sözün bu akışı içinde olmasa da başka bir yerde karşımıza çıksa tabii "Er-rahmânür-rahîm" de okunabilir, "Er-rahmânir-rahîme" diye üstünlü de okunabilir ama burda sözün akışına, öndeki kelimelere bağlı olarak "Er-rahmânir-rahîm" diye okunmuş.

a. Rahmân ve Rahîm Kelimeleri

Bu iki kelime, "Bismillâhir-rahmânir-rahîm"in izahında açıklanmıştı ki, çok önemli olan iki sıfattır. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin esmâ-i hüsnâsından, esmâ-i hüsnâ arasında yer alan iki mübârek kelimedir rahmân ve rahîm sözleri. Rahmân sözünün, Araplar'ın kullanışında, yâni Arap ülkesinde, Peygamber Efendimiz'in peygamber gönderildiği devirde, o sıralarda ayrıca bir saygınlığı ve önemi var. Bizim Allah lâfza-i celâlini kullandığımız gibi, Rahmân lâfzını da onlar o kadar, yâni âlemleri yaratan, yaratıcımızın ismi gibi kullanmışlar ve saymışlardır, özel isim gibi kullanmışlardır.

Hatta Arap dil bilginlerinden bazıları bunun Arapçayla da sınırlı olmadığını, daha eski kökteki dillere doğru gittiğini ifade eden sözler söylemişlerdir. Biliyorsunuz Araplar da başka kavimlerin kardeşi, onların dili de Sâmî dillerinden bir grup. Tabii İbrahim AS'a doğru geriye gidiyor. Ondan sonra Nuh AS'a geriye gidiyor. Ondan sonra Âdem AS'a varıyor. Yâni bu rahman kelimesinin tarihî derinliği de var ve "Rahman" deyince Allah-u Teàlâ Hazretleri hemen hatra geliyor. Herhangi bir tapındıkları, meselâ kendilerinin müşrik oldukları için çeşitli düşüncelerle tapındıkları başka varlıklar var ama, onlara o ismi vermiyorlar. Yâni "Rahman" dedikleri zaman bizim Allah lafza-i celâliyle düşündüğümüz âlemleri yaratan Mevlâyı düşünüyorlar. Önemli bir kelime, saygın bir kelime. Yâni duyanı hemen böyle kendine getiren bir söz.

Rahmân ve rahîm sözleri böyle belki Arapçayı da taşan, Arapçadan önceki ana dillere doğru da kökleri derinlere giden bir söz olmakla beraber Arapçada da anlamı var; rahime-yerhamu kökünden geldiğini biz de sezinleyebiliyorz. Rahmetmek, acımak, merhamet etmek mânâsından geldiğini. Ve tabii bu vezinde; yâni rahmân fa'lân vezninde, rahîm faîl vezninde; bu vezinde Arapçada başka sıfatlar da var. Bunların, bu vezinlerin, bu kalıpların ne mânâ ifade ettiğini de biliyoruz. Rahmân, mübâlağâ ifade eden bir kalıptır. Yâni bir kökten o kalıba bir sıfat getirilmişse o mübalağa ifade eder. Meselâ Arapçada gadibe kızdı demek, gadibe-yağdabu-gadab... Biz, ze'ye çevirerek okuyoruz, gazab diyoruz. Çok kızgınsa, kızgınlık doğmuşsa bir insan, böyle bir insana, yüzü kıpkırmızı kızarmış, çok kızmış. Ona gadbân derler, yâni çok sinirlenmiş, yüzü kıpkırmızı olmuş. Mübâlâğa ifade ediyor bu fa'lân vezni.

Rahmân, onun için çok merhametli, yâni çok lütufkâr, çok rahmedici, merhamet edici demek. Hatta o kadar rahmedici ki, mü'min olsun, kâfir olsun bütün yaratıklarına rahmediyor da, yarattığı için rızk veriyor. Hattâ kâfir olsalar, müşrik olsalar, âsî olsalar, Cenâb-ı Hakk'a karşı gelseler bile rızıklarını veriyor. Yâni Şeyh Sâdî rahmetlinin dediği gibi:

"--Ey kerim Allah! Sen ki gayb hazinelerinden ateşperest olsun, putperest olsun, hristiyan olsun, sevmediğin inançtaki insanlara, sevmediğin inançtaki kimselere bile gayb hazinelerinden lütuflar ihsan ediyorsun. Düşmanlarına bile böyle iyilik yaparken, dostlarını hiç mahrum eder misin yâ Rabbi?.. Etmezsin." diye böyle bir zarif, lâtif, edîbâne bir mânâ işlemiş, bir şiirinde. Rahmân böyle.

Onun için eserde, yâni nakledilen rivayetlerde gelmiş ki, İsâ AS buyurmuş:

(Er-rahmân, rahmânüd-dünyâ vel-âhireh; ver-rahîm, rahîmül-âhireh) buyurmuş. Yâni: "Rahmân, hem dünyada hem ahirette kullarına lütfeden..." Dünyada da işte görüyorsunuz, kâfir, mü'min, müşrik, münafık, dinli, dinsiz, ateist, teist, neyse veriyor rızkını, sıhhatini, yaşamı için gerekli maddeleri ihsan ediyor. Ama, (er-rahîm rahîmül-âhireh) "Rahimliği ahirette."

Rahîm oluşu sadece mü'minlere olacak, ahirette olacak. İmanlarından dolayı onları azabından rahimliğiyle kurtaracak, cennetine dahil edecek, nimetlerine gark edecek.

(Ve kâne bil-mü'minîne rahîmâ) ayet-i kerimede de böyle geçiyor.

Bunun Arap dilinde öteki köklerle ilgili olarak ordan çıktığını gösteren delil olarak, bir hadis-i şerifte rivayet ediliyor, Abdurrahman ibn-i Avf RA'den sahih bir hadis-i şerif, o da cennet mekân, yâni aşere-i mübeşşereden, cennetlik bir sahabi; Allah şefaatine erdirsin... Onun mübarek hadisini rivayet edelim bu konuda, Peygamber Efendimiz SAS buyurmuş ki:

(Kàlellàhu teàlâ) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki: (Ener-rahmân) "Ben rahmânım, rahman olan benim..." Daha doğrusu, er-rahmân diye geçtiği için. Yâni: "Ben rahmânım, ben çok merhametli olanım. (Halaktür-rahime) Akrabalığı, yâni insanlar arasında doğumdan dolayı olan kardeşlik, dayılık, amcalık, teyzelik gibi akrabalık bağlarını yarattım (ve şakattü lehâ ismen min ismî) ve ona kendi ismimden bir isim ihsân ettim. Yâni bu akrabalık bağlarına rahim dedim."

Sıla-i rahim diyoruz ya, yâni akrabaları ile bağları kuvvetlendirmek mânâsına. Allah, "O rahim sözünü ben verdim." diyor, "Kendi rahman ismimden çıkarttım, bu akrabalığa rahim ismini ben verdim. Kendi ismimden ona isim bahşettim. (Femen vasalehâ) Kim rahimine vaslederse..." Yâni akrabalarına iyilik yapar, iyilik gösterir, onlarla yakınlığını, dostluğunu devam ettirirse, onlara karşı sevgisini, hizmetlerini yaparsa, muhtaçsa ihtiyacını giderirse, açsa doyurursa, çıplaksa giydirirse, akrabalık şartlarına riayet ederse... "Rahimi, akrabasını kollayana, (vasaltühû) ben de kollarım, ben de ona ihsan ikramda bulunurum. (Ve men kataahâ) Kim keser, koparırsa bağları, akrabalığı, rahimi koparırsa, akrabalığı koparsa, (kata'tü) ben de ona lütfumu keserim, onunla rahmet bağlarımı koparırım." buyuruyor.

Demek ki, bu hadis-i şerifi delil getirmiş âlimler, rahman kelimesinin Arapça olduğunu ve rahime fiilinden geldiğini göstermek için ve müştak bir isim olduğunu göstermek için. Bir de böyle akrabalık bağlarına da rahman isminden Allah'ın, rahim ismini kendi isminden pay çıkartarak aynı kökten isimlendirme yaptığını Peygamber Efendimiz'in bu hadis-i şerifte belirtmesini delil göstermişler.

Demek ki Arapların bildiği ama çok saydıkları bir kelime. Bir kaç ayet-i kerimede geçiyor. O ayet-i kerimelerde o saygınlığı seziyoruz. Meselâ:

(Kulid'ullàhe evid'ur-rahmân, eyyen mâ ted'û felehül-esmâül-hüsnâ) "İster şu âlemleri yaratan yaratıcınıza rahman diye nidâ edin, Rahman adını verin, ister Allah diye ad verin; nasıl isimlendirirseniz onun her ismi güzeldir." mânâsına böyle kullanılıyor.

O bakımdan rahman sözü önemli. Bunu rahmet diye açıklarsam daha iyi olacağını düşünüyorum. Türkçe'de daha iyi anlaşılır. Rahmet, Allah'ın rahmeti dünyada herkese umûmî olarak geliyor, meselâ yağmur da şakır şakır yağıyor. Herkesi ihtiyacını karşılayacak şekilde suya kavuşturuyor. Allah'ın rahmeti, yaygın, yağmur gibi şakır şakır yağıyor. Onun için bizim beldelerimizde yağmura "rahmet" derler, "Rahmet yağıyor." derler.

Ama rahimliği --ayet-i kerimede kendisi beyan etmiş-- mü'minlere olacak. Yâni merhamet etmesi, acıması, lütfetmesi, lütfu mü'minlere olacak, cennete sokacak.

--E kâfirlere de lütfetse...

Hayır! Kâfirlere dünyada rahmeti taştı, rahmetinden istifade ettirdi, nimetlerinden istifade ettirdi ama; ahirette onları adaleti iktizâsı, imtihanı kaybettikleri için kullar kendilerine kendileri ettikleri için, cezayı hak ettiklerinden, onları cehenneme atacak.

Demek ki rahman ve rahim. Şimdi bu iki sıfat böyle. Yâni birisi umûmî, yaygın, şâmil; birisi husûsî, mü'minlere mahsus...

b. Korku ve Ümid

Şimdi, "'Elhamdü lilâhi rabbil-âlemîn' dedikten sonra, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin bunun arkasındaki bir ayet-i kerimede, bu iki kelimeyi bir ayet-i kerime yaparak 'Er-rahmânir-rahîm' demesi nedir?" diye bazı âlimler düşünmüşler. Diyorlar ki: "Bu bir müjdedir, bir iltifattır, bir tesellîdir, bir okşamadır.

Çünkü rabbil-âlemîn deyince, --tabii mânâsını geçen sefer izah ettim-- âlemlerin rabbi, sahibi mânâsına geliyor. Orda bir korkutma var. "Bak o sahibiniz, âlemlerin sahibi, karışmam ha!" gibi bir mânâ var. Ama "Er-rahmân, er-rahîm" deyince, orda da bir müjde var. Yâni, "Korkmayın, özellikle mü'minler korkmasın! Onlara müjdeler olsun, Allah'ın lütfu, rahmeti onlara gelecek!" mânâsına.

Kur'an-ı Kerim'de böyle korkutmayla müjdeleme, tebşir ile tehdit, tergîb ile terhîb --tergîb rağbetlendirme, terhib de korkutmak--ayet-i kerimelerde yanyana bulunur, dengeli olarak.

Meselâ Kâbe-i Müşerrefe'nin şöyle Hacerül-Esved'den, "Bismillâhi allàhu ekber" deyip tavafa başladığınız zaman, kapısının olduğu kenarını yürüyorsunuz; yuvarlak, yarım daire şeklindeki Hatîm tarafına geliyorsunuz. Dönerken Kâbe'ye bakarak böyle yürürseniz, o Hatîm'in yukarısına doğru başınızı kaldırdınız mı, ordaki ayet-i kerimeleri görürsünüz. Kâbe-i Müşerrefe'nin örtüsü üzerinde ayet-i kerimeler var, altın sırma ile işlenmiş, pırıl pırıl parlıyor, görülüyor, tavaf edenler görüyorlar. Paslanmıyor, yağmurdan, güneşten bozulmuyor. Çünkü hakîkî altından işlenmiş ayet-i kerimeler.

Kâbe-i müşerrefenin siyah örtüsünde de yazılar var. Onu da, yakınına giderseniz, siyah yazı, dokunurken dokuması yazı olarak işlenmiş, uzaktan bakarsanız siyah bir ipek örtü olarak görürsünüz. İpektir Kâbe'nin örtüsü, siyah ipektir. O da onun için bozulmuyor güneşten, yıpranmıyor, böyle bir sene duruyor. Her sene değiştiriyorlar, ondan sonra parça parça hediye ediyorlar. Kıymetli insanlara o altın yaldızlı kısımlarını; öbür nasiblilere de işte neresinden nasib olursa bir parçasını hediye ediyorlar. Elhamdü lillâh bizim de duvarlarımızı süslüyor.

O siyah örtüde de yazılı, Allah yazıyor, şöyle üçgen şeklinde lâfza-i celâl var bir, ondan sonra Yâ hannânü yâ mennân yazıyor bir satırında. Sübhânallàhi ve bihamdihî yazıyor bir satırında. Yâni bu tekerrür ediyor. Bu sübhânallahi ve bihamdihi subhânallahil azîm yâ Hannânü yâ Mennân Allah, bu böyle alt alta, üst üste, yan yana yan yana Kâbe'nin siyah örtüsü.

Ama bir üstünde kuşak hâlinde, köşelerde de madalyon hâlinde altın sırmayla işlenmiş ayetler var. İşte tam Hatîm'in yâni yarım dairenin hizasında, altınoluğun altında ayet-i kerime var. Oraya baktığınız zaman, böyle tavaf ederken okuyabilirseniz, gözleriniz âşinâysa... Buyuruyor ki Allah:

(Nebbi' ibâdî ennî enel-gafûrur-rahîm) "Kullarıma müjdele ki, ben gafur ve rahîmim! Ey Rasûlüm kullarıma benim gafur ve rahîm olduğumu müjdele!"

Tabii oraya o yazılmış, ama onun arkasından, o sûreye müracaat edip de onun arkasını okuduğumuz zaman:

(Ve enne azâbî hüvel-azâbül-elîm) diye devam ediyor. "Evet ben gafur ve rahimim, çok mağfiret ediciyim, çok merhamet ediciyim ama, azabım da çok elem verici, çok şiddetli, çok fecî, çok şiddetli azaptır." diye bildiriyor. Yâni hem o var, hem o var.

(İnne rabbeke leserîul-ikàb) "Hiç şüphe yok ki seni Rabbin ey Rasûlüm, şiddetli, sür'atli ceza vericidir, azab vericidir. Suçun cezasını kafasına indirir, suçluyu cezalandırıcıdır. (Ve innehû legafûrur-rahîm) O gafur ve rahîmdir aynı zamanda." Hemen arkasından gafûrur-rahîm'liğini de bildiriyor.

Yâni kâfiri tehdit veya âsîyi tehdit; mutî, edib kulu da taltif bir arada oluyor.

Burda da öyle. Rabbül-âlemîn deyince, "Ay!" diyecek, korkacak. "Acaba Rabbim beni affedecek mi, affetmeyecek mi? Lütfedecek mi, yoksa kahrına gazabına uğrar mıyım?" filân diye korkan kuluna, arkasından, (Er-rahmânir-rahîm) çok rahmeti yaygın, ondan sonra da merhameti, lütfu çok olan Allah, diye iki güzel esmâ-i hüsnâsından iki sıfatı ayet olarak sıralamış.

"Er-rahmânir-rahîm" iki kelimelik bir ayettir. Biliyorsunuz, ayetleri anlatırken söylemiştim. Baştaki açıklamalarımda. Ayetler bazen harf bile olur. (Elif, lâm, mîm.) Bu bir ayettir işte. Yâni üç tane harf. Öyle olabilir, böyle iki kelimeden de ibaret ayet olabiliyor. Cümle de olur. Bazen koca bir sayfa da, yâni kaç tane cümleden, hatta paragraftan ibaret ayet de olabilir.

Peygamber SAS Efendimiz'den Ebû Hüreyre RA rivayet etmiş, Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:

(Lev ya'lemül-mü'minü mâ indallàhi minel-ukbeh, mâ tamia fî cennetihî ehadün; ve lev ya'lemül-kâfiru mâ indallàhi miner-rahmeh, mâ kataa min rahmetihî ehadün)

Bu da aynı mânâyı zihnimize artık kitâbe nakşeder gibi, yâni nakkaşların, kitabe yazıcıların, mermerin veya taşın üzerine böyle derin derin, artık asırlarca duracak yazıyı yazdıkları gibi, gönlümüze yazılması gereken bir hadis-i şerif. Hem müjde var, hem teselli var, hem tehdit var. Buyurmuş ki Peygamber SAS Efendimiz:

(Lev ya'lemül-mü'min) "Eğer mü'min bilseydi, (mâ indallàhi minel-ukbeh) Allah'ın huzurunda, yanında cezalardan neler var, neler var. Yâni ne çeşit cezalar var, suçlulara hazırlanmış ne çeşit ikàb, azab ve ceza var; bir bilse mü'min; (mâ tamia fî cennetihî ehadün) Allah'ın cennetine, 'Ben cennete girerim!' diye hiç kimse ümit besleyemezdi. Acaba ben cennete girer miyim diyecek hâli kalmazdı."

Hep Allah'ın azablarını düşünse, ne kadar kahhâr olduğunu, ne kadar azîzün züntikàm olduğunu okusa, sırf o bilgileri dinlese ve onları bilse ve ahirette cehennemliklere ne çeşit azabların hazırlandığını hadislerden toplasa, peygamberlerin bildirmesiyle kendisine gelen haberlerden bilse; ya da bildirilmeyen nice azaplar var, onları öğrenmiş olsa, hiç kimse cennete tama' edemezdi.

Çünkü bazı insanlar, "Ben iyi bir şey yapıyorum!" sanar da, Allah-u Teàlâ Hazretleri o iyi bir şey yapıyorum sanan insanı cehenneme sevkedebilir. O bilemez, kendisini değerlendiremez. Kendisini iyi insan sanır ama, cezayı yiyecektir. Bazı insanlar da, kendisini çok suçlu, çok günahkâr sanır ama, Allah'ın hoşuna gidecek halleri vardır. Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyi en güzel değerlendiriyor, en güzel ölçüyor.

(Ve lev ya'lemül-kâfiru mâ indallàhi miner-rahmeh) "Eğer kâfir de Allah'ın yanında Allah'ın rahmeti cinsinden, lütfu, keremi cinsinden neler neler olduğunu bilseydi, (mâ kataa min rahmetihî ehadün) Allah'ın rahmetinden hiç kimse ümidini kesmezdi."

"Canım, Allah'ın rahmeti çokmuş, sonsuzmuş, şu çeşit, bu çeşit rahmetleri var, şunları bunları hep affedecekmiş..." filân diye duysa, bu bilgiler kendisine ulaşsa, ahirete Allah'ın nasıl rahmetiyle tecelli edeceğini bilse; o zaman kâfir bile Allah'ın rahmetinden ümit kesmezdi, o kadar kâfirliğine rağmen.

Demek ki bu iki tarafı iyi düşünmesi lâzım insanların. Azapları da çok Allah'ın, mükâfatları da çok... Rahmeti de çok geniş. Affedecek, mağfiret edecek, rahmet edecek, lütfedecek, ihsan edecek, ikram edecek... Bunlar da çok. Ama, "İnce ince hesap da edecek, zerre kadar şerri olanın da cezasını verecek. Azizün züntikàm olduğu için, dünyada kendisine âsî olanları da cezalandıracak!" diye o kahırları, o mahkeme-i kübrânın şiddetini düşündüğü zaman da, "Eyvah! Böyle bir hesaba ben de tahammül edemem, ben de bir ince hesaptan geçirilirsem halim harab olur!" diye korkacak.

Zâten insanın bu iki duyguyu beraber taşıması arzu edilen bir şey. Peygamber Efendimiz'in öğrettiği bir şey, tavsiye ettiği bir şey. İnsan korku ile ümit arasında olacak. İyi bir mü'min hem Allah'ın rahmetinden ümidini kesmeyecek; Allah'ın rahmeti çok diye, mü'minleri affedecek diye, mü'minlere merhametli diye... Hem de "Acaba bilmediğim bir taraftan bir büyük suçum var da, ben onu küçük sanıyorum da, anlayamıyorum da, ama o Allah indinde büyükse; ordan acaba bir yakalanırım da, suçlu çıkarım da cezaya çarpılır mıyım?" diye korkacak.

Buna ne deniliyor?.. Havf ile recâ arasında olmak, yâni korku ile ümit arasındaki bir noktada olmak. Yâni tam korkup, tir tir titreyip, feleğini şaşırmış da olmayacak bir mü'min; tam ümitli, pür neşe, gamsız, kasâvetsiz, vurdum duymaz, aldırmaz bir kimse de olmayacak. Hem korkacak, hem umacak. Ümidini de kesemeyecek, korkusunu da yitirmeyecek.

Ama Peygamber Efendimiz tavsiye buyurmuş:

"--Ömrünün âhirine doğru ümit tarafını arttırsın!"

Çünkü artık yaşamı yaşadı, artık böyle ümit tarafını daha fazla düşünsün. Çünkü Allah hakikaten mü'minlere rahmetiyle muamele edecek. Ama gençliğinde öyle derse... Birçok kimse öyle yapıyor şimdi, duyuyoruz, yâni Türkiye'de, yaşadığımız muhitlerde: "Allah gafurur-rahimdir canım, affeder canım!" filân diye öyle şeyler yapıyor ki, ben bile tüylerim diken diken oluyor, korkuyorum. "Bu ne cesaret böyle, hiç aldırmadan bu suçları nasıl işliyor?" filân diye.

Böyle pervâsız giden, korkusuz giden, Allah affeder diye suçları biriktiren, bir gün affedilmeyecek bir duruma düşüp de, tabii cezasını çekebilir. İhtiyatlı olmak lâzım!

Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin halimliği, rahimliği, mü'mini aldatmasın. Şeytan bazen bunları öne sürerek mü'mini aldatır:

"--Canım, Allah rahimdir, halimdir, afuvdür, kerimdir. Şu gençliğini yaşa, şu günahı işle; sonra tevbe edersin, hacca gidersin, sadaka verirsin, iyilik yaparsın, mektep yaparsın, ziyafet çekersin de Allah affeder." filân diye aldatır.

Şimdi şeytan ilk önce bu kötülükleri yaptırmak için uğraşır, aldatır. Adam da kànî olur:

"--Tamam canım, ben de duydum ki Allah'ın rahmeti gazabından daha fazlaymış, lütfedecekmiş. Allah'ın rahmetinden ümit kesmek harammış, yasakmış. Ayet-i kerimede:

(Lâ taknet min rahmetillâh) diye de buyruluyor. Gidelim bu akşam kafaları çekelim! Gidelim falanca eğlence yerine eğlenelim, felekten bir gün çalalım! Şu fânî dünyada işte biraz zevk yapalım! Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan... Vur patlasın, çal oynasın..." der.

İşte artık şâirlerin, gazelcilerin şarkıcıların, türkücülerin gazinoların, çeşitli eğlence yerlerinin hallerini biliyorsunuz. Tarihi de biliyorsunuz. Edebiyat tarihini, eğlence edebiyatını, meyhane edebiyatını biliyorsunuz. Şarap edebiyatını, içki edebiyatını biliyorsunuz.

İşte maalesef edebiyat kitaplarından başlıyor bu iş. Herkes bunu biraz gülerek, tebessümle, yandan çarklı tebessümle dinliyor filân. "Olur böyle şeyler!" diyor, "Gençlikte oluyor." diyor.

Ama bu, şeytanın bir aldatması. Şeytan ilk önce kenara çekiyor, bataklığa çekiyor, ayağını çamura sokuyor. Ondan sonra çıkamıyor, boğuluyor orda... Yâni günah küçüktür diye başlıyor insan, sonra o günah büyüyor. Kıvılcım küçükken büyük bir yangın oluyor, söndürülmüyor. "Bir şey olmaz" derken, yürürken yürürken...

İskoçya'nın insan yutan kumsalları varmış. Deniz çekildiği zaman çamurlu bir yer. İşte yürüyor insan, yürüyor yürüyor, bir şey olmuyor derken, birden fırt diye dizine kadar bir batarmış. Çıkayım derken, öbür dizi batarmış. Çırpındıkça daha dibe inermiş. Nihayet beline kadar, nihayet göğsüne kadar, nihayet boynuna kadar... Nihayet bir gelip kurtaran olmazsa, bağıra bağıra dibe doğru çamurun içine gider ve boğulur gidermiş. İnsan yutan kumsallar deniliyor.

Şeytan da insanı o çamurlu sahaya, batak sahaya çekiyor, alıştırıyor. Ondan sonra kişi yaptığı işin suç olduğunu bilse bile, artık kendisini toparlayıp da oradan paçayı kurtaramıyor. Çabaladıkça batıyor.

Ondan sonra da, "Olan oldu. Zâten Allah beni affetmez!" diyor. Bir de o tarafı var. Bir de o noktaya geliyor insan.

"--Allah beni artık affetmez."

"--Neden?.."

"--Ben o kadar suç işledim, o kadar çok günah işledim ki Allah beni affetmez. Benim günahlarım affolacak günahlar değil..."

Bu da yanlış. Halbuki hangi noktada olursa olsun, bir insan ne kadar suç işlemiş olursa olsun, bir mücrim hatasını anlarsa, pişman olursa, tevbe-i nasuh ile, yâni samîmî, içten bir tevbe ile tevbe ederse; Allah-u Teàlâ Hazretleri affediyor, seviyor.

Bakıyorsunuz bir eşkıyâ, bir gecede evliyâ oluveriyor. Tarih kitaplarında var, hayatımızda var. Hapisaneden çıkmışken dönüyor, tevbe ediyor. Duyuyorsunuz, meşhur bir kimse bakıyorsunuz, meselâ Ket Stivıns, Yusuf İslâm oluyor. Memleketimizde de bazı böyle sanatkârlar var. Örtünüyor, kapanıyor, namaza başlıyor, hacca gidiyor.

Mısır'da böyle bir artist, meşhur, herhalde filmler filân çeviren bir kimse... Ben Mekke-i Mükerreme'de Harem-i Şerif'te, müezzin mahfelinin yanında oturuyordum. Önümde de birileri oturuyordu. Bana dediler ki:

"--Hocam bak bu öndeki, Mısır'ın çok meşhur film artistlerinden birisi... Tevbekâr oldu, namaza niyaza başladı. Güzel bir dönüşle dönüş yaptı. İşte bak hacca gelmiş, yanındaki de çocuğu..." dediler.

Evet, böyle güzel bir dönüşle dönüş yaptığı zaman, tevbe-i nasuh ile tevbe ettiği zaman, Allah eski günahlarını siler. Bu da var... Yâni Allah'ın rahmeti geniş olduğundan, kâfir de, mücrim de, suçlu da, günahkâr da Allah'tan ümidini kesmeyecek. Dönerse, iyi kul olursa, bakarsın imtihanı kazanabilir.

Hani çocuk sınıfı tembel tembel gidiyor, gidiyor; fakat sonradan bir aklı başına geliyor. "Yâ yazık değil mi, benim annem babam beni okutmak için bu kadar masraf yapıyor!" filân diyor, bir çalışıyor. Öğretmen de acıyor, "Hadi evlâdım çalış, ben seni bir daha imtihan ederim, bir daha sözlüye kaldırırım! Şurayı çalış, burayı çalış..." diyor. Bakıyorsunuz, sınıfta kalacak gibiyken geçiyor. Çalışınca, gayrete gelince sınıfı geçebiliyor. Tembel gibi görünen bir öğrenci bile kurtulabiliyor.

Hayat da böyle. Kulluk imtihanı da böyle. Yâni şeytan bir, "Günah küçüktür!" diye günaha düşürüyor. İkincisi, "İşlediğin günahlar çok büyüdü, artık seni Allah affetmez!" diye tevbeyi geri bırakmaya çalışıyor.

Şeytanın oyunları bitmez. Anlatsak, anlata anlata bitmez. En iyisi tabii, etraftaki insanları nasıl aldattığını ibret gözüyle insanın temâşâ etmesi. Şöyle kenara çekilip, sanki şeref trübününden oyunu seyrediyormuş gibi, şu insanların hallerin ibretle seyrederse; şeytan onu nasıl aldatıyor, bunu nasıl oyalıyor, ötekisini nasıl cehennemlik hâle getiriyor; anlar. Etrafına ibretle bakan, olayları gayet güzel anlar. Tabii din kitaplarını okursa, hele hele Peygamber SAS Efendimiz'in mübarek hadis-i şeriflerini okursa, bir insan gayet güzel anlar ki, şeytanın binbir türlü hilesi var.

Dinin inceliklerini anlamanın yolu nedir sevgili izleyiciler?.. Hadis-i şerifleri okumak... Yâni dini doğru yorumlamak için, Kur'an-ı Kerim'i doğru anlamak için, en iyi çare Peygamber Efendimiz'i iyi tanımak, hadis-i şeriflerini iyi öğrenmektir.

Ben de onun için Kur'an-ı Kerim'i, ayetleri anlatıyorum derken, hemen her vesile ile hadis-i şeriflerden istifade ediyorum, onları size naklediyorum ki, Kur'an-ı Kerim doğru anlaşılsın. Yanlış yorumlanmasın ve insanlar da şeytanın çeşitli oyunlarına kanmasın, tuzaklarına düşmesin, helâk olmasın.

Yâni günahkâr insan ümidini kesmeyecek. Allah Erhamür-râhimîn'dir, Rahmânür-rahîm'dir, affedebilir. Hangi noktada olursa olsun, hayatının hangi noktasında olursa olsun, dönecek, iyi kul olmaya başlayacak. Belki ondan sonraki çalışmalarıyla Allah onu affeder, eski günahlarını siler, cennete girebilir.

Ama mü'min de korkacak. Yâni, "Ben Allahın mü'min kuluyum. Allah beni cennetine sokmayacak da kimi sokacakmış yâni?" filân gibi acaib sözler söyleyenleri de çok duymuşsunuzdur.

Allah'ın hiçbir şeye mecburiyeti yok. Sonra bizim ibadetlerimiz de cenneti kazanmak için yeterli değil. Bütün ömrümüzü ibadetle geçirsek, bir gözümüzün, bir kulağımızın, bir aklımızın, bir sıhhatimizin bedelini ödemeye yetmez. Bizim yaptığımız işlerin ne kıymeti var? Zâten ibadete kuvveti de o veriyor. İbadeti sevme aşkını, şevkini de o veriyor. Her şeyimiz gene ondan. Kimin malını kime satıyoruz da, kimden ne ücret istiyoruz yâni?.. Hepsi Allah'ın fazl ü kereminden.

Onun için mü'min de şımarmayacak. Mü'min de haddini bilecek. Bilecek ki bunlar Allah'ın kendisine bir ikramıdır. Şükrünü artıracak, edebini artıracak. Allah'a sevgisini artıracak, "Yâ Rabbi, ben senin yüzü kara bir kulun iken, sen bana öteki kullardan farklı şu şu şu ikramları yaptın. Yâni benim ne özelliğim var, ne üstünlüğüm var? Sırf senin lütfundan bu. Bak Bosna'daki kardeşlerimiz ne sıkıntılar çekiyorken, falanca beldedeki kardeşlerim su bulamıyorken, açlıktan, yoksulluktan kırılıyorken; Somali'deki müslümanlar şöyle iyi, Afrika'daki müslümanlar böyle temizken şöyle yoksul... Elhamdü lillâh benim yediğim önümde yemediğim elimi uzattığım yerde, ardımda, sağımda, solumda türlü türlü nimetler... Sana çok şükür yâ Rabbi!" diyecek, şükrünü artıracak, edebini artıracak.

Şımarıklığını artırmayacak. Yâni "Ben mü'minim!" diye küstahlığını artırmayacak, kabarmayacak hindi gibi. Yâni hindi kabarıyor da ne oluyor? Yâni şöyle sakin dururken birden bir bakıyorsunuz, tüylerini kabartıyor kabartıyor kabartıyor, ooo... Boğa kadar böyle kocaman bir şey oluyor ama, o boğasından ne olacak? Kedi onun üstüne fırt diye bir atladı mı, veya köpek hart diye boğazından bir ısırdı mı, hindinin kabarmasının bir kıymeti kalmıyor. Kabarması boşuna...

Yâni öyle baba hindi gibi boş yere kabarmayacak. "Allah'ın cezası olabilir." diyecek. "Ben bunun hesabını bilmiyorum." diyecek. "İbadetlerimin kıymeti var mı, yok mu onu da bilmiyorum. Beş para eder mi, on para eder mi? Bunun ölçüsünü de bilmiyorum. Allah biliyor bunları..." diyecek, haddini bilecek.

Allah edepli kulu seviyor. Onun için Hocamız (Rh.A) Mehmed Zâhid Efendimiz'in misafir kabul odasında kocaman bir levha vardı, bizim evde duruyor. Orda yazıyor:

Her şey en geridedir,
Her şeyden önde, en önemli olan edeptir.

İlim en geridedir. Yâni "Ben alimim!" dersen olmaz, "Ben àbidim!" dersen olmaz. En önemli olan edepli olmaktır. Ebepli oldu mu, Allah tevfîkini refîk eder, gönlünü çevirir, aklını döndürür, gayret verir, kuvvet verir. Bakarsın, basit bir köle iken büyük bir alim olur.

Peygamber Efendimiz'in zamanında öyle oldu. Çarşıdan para ile satın alınmış köle iken, sonra herkesin el pençe divan durduğu büyük alim oldular o mübarekler. Neden? Allah'ın verdiği ilimle, takvâ ile, ibadetle böyle mümtaz oldular.

Yüksek bir insan da, anadan babadan soylu, zengin, varlıklı bir insan da sonra perişan olabiliyor, fenâ durumlara düşebiliyor. En önemli olan edeptir. Büyüklerimiz bunu söylemişler.

Edep ne demek? Edep, hatadan sâlim hareket etmek demek. Yâni her işin hatasız yapılmasına edep denir. Hata olmamasına dikkat etmeye edep denir.

O halde, biz de kulluğumuzu güzel yapmaya dikkat edeceğiz. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a, şükran ve takdim duyguları dolu olarak, yâni teşekkür duygusu, minnet duygusu dolu olarak, övgülerle, onun rahman ve rahim olduğunu düşünürek, ona kulluğumuzu hatasız yapmaya çalışacağız.

Her şeyin hatasız yapılması için gerekli, şöyle yapılacak, böyle yapılacak diye madde madde sıralanan şeylere edep derler. Namazın hatasız olması, makbul olması için neler lâzım? Şu olacak, bu olacak, şu olacak bu olacak... Sıralanıyor.

Hoşuma gidiyor; bazen arkadaşların evine misafir gidiyorum, bir arkadaşın evine götürdüler bizi. Abdest almam icab etti, alt kata götürdüler. Ev güzel, iki katlı, geniş, manzaralı... Abdest alma yerinde, kapıda baktım talimatnâme:

"--Şöyle yapılacak, böyle yapılacak, içeri şöyle girilecek, içerde şöyle yapılacak, çıkarken böyle yapılacak..."

Her şey güzel. Yâni, "Su çekilecek, temiz bırakılacak, falanca yer ıslatılmayacak, havlu şöyle kullanılacak, bilmem ne böyle kullanılacak..." diye yazmış.

İşte bunlar edeptir. Yâni her şeyin hatasız olması, işlemi, düşüncesi mü'mine hakim olacak. "Ben hatasız bir kulluk yaparak, ömrümü Allah'ın sevgisini, rızasını kazanacak şekilde geçirmek istiyorum!" diye düşünecek. Böyle yaparsa Allah kuvvet verir, gayret verir, nimet verir, ikram verir, her şeyini büyültür.

Etrafınızda bir sürü insan vardır, duymuşsunuzdur. Maydonoz satmaktan başlamıştır, sonra en zengin insan olmuştur. Çobanlıktan başlamış, en büyük alim olmuştur, atom alimi olmuştur, uluslararası şöhret kazanmıştır. İşte bilmem hiç kimsenin beğenmediği fakir bir ailenin çocuğudur, çok çocuklu, barakada, gecekonduda oturan... Ama edebiyle, çalışkanlığıyla yükselmiş, yüksek haller kazanmıştır.

Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi, haddini bilen, edebini takınan, kulluğunu güzel yapan ve dünyada, ahirette Allah'ın rahmanlığından, rahimliğinden istifade eden, nimetlenen kullarından eylesin. Yolunda dâim, zikrine müdâvim eylesin...

Ümmet-i Muhammed'e hüsn-ü hizmetle hâdim olmayı, hizmetler yapmayı, arkamızda güzel eserler bırakmayı, başka insanlara bize dua etmelerini sağlayacak iyilikler yapmayı, devamlı iyilikler yapmayı nasib eylesin... Evlâtlarımız, çocuklarımızı güzel yetiştirmeyi nasib eylesin... Dinimizin gelişmesi için, aziz ve muhterem kardeşlerim, güzel müesseseler kurmamızı nasib eylesin...

c. Hayırlarınızı Kurumlaştırın!

Biliyorsunuz, bir insanın kişisel olarak bir şeyler yapması şahsî bir iştir. Ama müessese kurması, yâni hizmeti kurumlaştırması, o müesseseyi çalıştırması dâimî bir şeydir. Bunun sevabı çok fazladır.

Bakın İsveçli bir alim kimyada bir şeyi bulmuş; bilmem trinitrotoluen denilen patlayıcı madde, biraz çalkandı mı pat diye patlıyor. Hani kibritin maddesini biraz bir yere sürttüğünüz zaman, cırt diye ateş alıyor, onun gibi. Su gibi olan, sıvı olan madde biraz sallandı mı hemen bom diye patlıyor.

Şimdi bunu şişede, damacanada götürse, sallandığı zaman patlayacak. "Ne yapalım, ne yapalım?" diye alimler bunu düşünürken, işte bu Alfred Nobel denilen kişi --Nobel mükâfatı filân diyoruz ya-- bir çaresini bulmuş. Gur denilen, kiezelgur denilen, böyle bir kil gibi, toprak gibi bir maddeye bu patlayıcı maddeyi emdirmiş. Gözenekli olan bu maddenin içine sallanan sıvı emildiği zaman sallanma diye bir şey kalmıyor. Kiezelgur da o sıvıyı emdiği zaman, hamur gibi oluyor, lokum gibi oluyor. Tamam, patlamayan bir şey.

Tabii bu buluşunu uygulamaya geçirmiş. Dinamit dediğimiz şey, dinamit lokumu oluyor. E güzel bir şey, yâni tehlikeli bir şeyi tehlikesiz hale getirmiş. Ama uygulama korkunç. Bombalara dinamitler girmiş. İnsanlar bombalardan ölmüş filân, derken insanlık çok zarar görmüş.

Şimdi bu zararına üzülmüş, pişman olmuş. Ama pişmanlık, kişisel olarak "Pişman oldum!" demek bir küçük iş. Ama o pişmanlığını kurumlaştırmış, kazandığı serveti vakfetmiş, ortaya koymuş. Demiş ki:

"--Bundan sonra insanlığa iyi bir şeyler yapan, hizmet eden kimselere şu servetimden şu kadar mükâfat verilsin! Her sene seçilsin bunlar, onlara bu kadar para verilsin!"

İşte bu, bir şeyin kurumlaşması. Güzel...

Meselâ bakın ben --sevgili kardeşlerim beni affedin ama, diyâr-ı gurbetten bazı ikazlar yapmam da gerekiyor, yapmak da zorundayım--şimdi camide vaaz veriyordum. Hocamız emretmişti, Mehmed Zâhid Hocamız:

"--Gel evlâdım, çık şu kürsüye!"

"--Pekâlâ..."

El-emrü fevkal-edeb, emrettiği için yapmak zorundayım. Vaaz ediyordum, ama caminin için küçük, hadi avlusuna da dinleyiciler geldi. Nihayet elli kişi, yüz kişi, bin kişi, iki bin kişi diyelim... İskenderpaşa Camii'nin hacmi belli. Sultan Ahmed Camii'nde de vaaz ettim, --inşaallah Ayasofya'da da olur-- Süleymaniye'de de vaaz ettim. Kocatepe'de de nasib oldu. Ankara'da Hacı Bayram'da da, başka camilerde de, bizim Özelif Camisi'nde de vaazlar yaptım.

Ama bu şimdi mahdut. Vaazlarımız daha çok insana ulaşsın diye ne yaptık?.. Dergileri çıkartmaya başladık kardeşler olarak, cemaat olarak, ihvan olarak. İslâm dergimiz, Kadın ve Aile dergimiz, İlim ve Sanat dergimiz, Gül Çocuk dergimiz, Panzehir dergimiz... Bunlar niçin oldu? Bu bir kurumlaşmadır. Böylece vaaz kişisel olmaktan çıkıyor, hizmet bir topluluğun güzel hizmeti haline geliyor ve kalıcı oluyor. Söz unutulur ama, yazı kalır. "İşte benim şu mecmuanın ciltleri, hiç eksiksiz kütüphanemde var. İşte bak ne güzel yazılar var, hazine gibi." diye insan açar, bakar.

Dergileri çıkarmak bir kurumlaşmaydı. Bu güzel bir şey. Bunun desteklenmesini rica ediyorum sizlerden. Yâni alarak destekleyin, yazı yazarak destekleyin, yükün bir yerinden tutarak destekleyin. Çünkü kurumlaştığı zaman hizmetler kolay götürülür. Ama tek başına benim götürmem zor olabilir, imkânsız olabilir. Benim hayatımla sınırlı olabilir, ben öldüğüm zaman iş bitebilir... filân. Kurumlaşmak güzel.

Sonra dergilerin yayınlanmasında sorunlar oldu. Sorunlar olunca, okunmasında sorunlar olunca kolay değil. Evet, Türkiye'nin çok basılan, çok okunan, çok sevilen dergileri oldu ama yetmedi, bu sefer ne yaptık? Radyo yayınlarına geçtik, çok güzel oldu. Radyo yayınları harika oldu. Allah'a sonsuz hamd ü senâlar olsun, ikiyüz elli yerden, belki daha artmıştır, ikiyüz altmış yerden yansıtıcılarla uzaydan yayınladığımız şeyler kasabalara da dinlettiriliyor. Herkes yanına şöyle küçükcük bir basit radyo bile alsa en güzel konuşmaları, sohbetleri, bilgileri, vaazları, tefsir derslerini, hadis derslerini, fıkıh derslerini dinleyebiliyor.

Bu yaygın bir hizmettir. İşte bak camiye insan haftada bir gidebilir, iki gidebilir, hadi babayiğit her gün gitsin. Ama bunu radyo yaptığımız zaman, bu çok güzel bir kurum... Herkes dinleyebiliyor. Camiye gelemeyen de dinleyebiliyor. Evde ev hanımı da dinleyebiliyor. Çocukları var, camiye gelemiyor ama radyoyu açıyor, mutfakta yemeğini yaparken güzel ilimleri dinleyebiliyor. Bu bir kurumlaşmadır. Bizim Ak Radyo'muz çok güzel bir kurumdur. Lütfen bunu da çok destekleyin. Yâni var gücünüzle destekleyin!

Sonra tabii duymak güzel bir şey ve bazen sadece duymak gerekiyor. Meselâ şöfor taksinin, otomobilin radyosunu açıyor, seyahat ederken dinliyor. Başka şey yapamaz. Ama görerek dinlemek daha güzel olduğundan, bir de televizyon kurduk. Televizyon muazzam masraflı bir şey. Biz de âcizâne, fakirâne, yoksul bir topluluğuz. Kimseden bir destek almıyoruz, yurt içinden, yurt dışından fazla bir gelirimiz yok. İhvânımızın, kardeşlerimizin masraflarıyla, el emekleriyle, alın teriyle bir televizyon...

Kimisi diyor ki:

"--Efendim bunu görüntüsü güzel değil!"

E görüntüsü güzel değilse, bir alet al, güzel bir görüntü çıksın. Sen de bir katkıda bulun! Biz o kadarını yaptık, sen de öbür tarafını tamamla!.. Televizyon çok büyük bir hizmet, yâni milyarlık bir hizmet, çok büyük bir başarı. Elhamdü lillâh, Allah onu da nasib etti.

Sonra gazete çıkarttık, bu da bir kurumlaşmadır. Televizyon da kurumlaşmadır, radyo da kurumlaşmadır. Gazete çıkarttık, Sağduyu, ismi güzel... Ben burdan, geliyor bir iki gün arayla, izliyorum, yazıları gayet doyurucu, gayet zengin... Başka gazeteleri de okuyorum. Yâni Almanya'dayken sekiz-on tane gazete alıyorduk, okuyorduk; boş... İki üç tane yazısına bakıyorsunuz; birisi ötekisinin kopyası, isimlerinin farklılığının hiç önemi yok. Bir tanesini aldın mı, hepsindeki haberleri öğreniyorsun.

Ama bizim gazetemizin içinde zengin malzeme var... O da bir kurumlaşma. Onun da yaşaması lâzım. O da büyük masraf gerektiriyor. Lütfen bunları destekleyin, yâni İslâm'a hizmetleriniz kurumlaşsın!

Şimdi ben size uzak kıtalardan hitab ediyorum ama, çağdaş alet ve cihazlarla bakın bu hitablar olabiliyor. Demek ki bunları kullanmamız lâzım. Bunların daha iyilerini kullanmamız lâzım. En iyilerini kullanmamız lâzım! Bu da el birliğiyle olacak.

Lütfen hayırlarınızı kişisellikten çıkartarak kurumsallaştırın! Yâni yaygınlaştırın, devamlılaştırın, sağlamlaştırın! Hayrınız, sevabınız dâimî olsun. Yâni siz hayatta olmasanız bile, eseriniz arkada olduğu için, o çalıştıkça sevap kazanmaya devam edersiniz. Bunlar el birliğiyle olacak.

Bakın ben bu dış ülkeleri gezdikçe dünyayı daha iyi anlıyorum, Türkiye'dekinden çok daha iyi anlıyorum. Büyük devletler, başarı kazanan devletler bu başarılarını kurumlaşmaya, kurumsallaşmaya borçludur. Biz de ictimâî bakımdan, ticârî bakımdan, ilmî bakımdan, her yönden kurumlaşmak ve böyle kurum halinde, müessese halinde; kişisel gayretlerle değil de kurum halinde çalışmalar yapmak zorundayız. O zaman daha güzel olur, daha yaygın olur.

Bakın böyle bir tefsir dersi, şimdi bu yapıla yapıla bir zaman gelecek Kur'an-ı Kerim'in tefsiri tamam olacak. Süzgeçten geçirilir, ayıklanırsa, güncel bir Kur'an tefsiri olacak. Ne kadar güzel!

Onun için lütfen iyi şeyleri destekleyin, kurumlaştırın, yardımcı olun ki sevabınız çok olsun. Allah-u Teàlâ Hazretleri sizi iki cihanda taltif eylesin, mükâfatlandırsın... İki cihanda aziz ve bahtiyar olun...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû, aziz ve sevgili izleyiciler!..

03. 11. 1998 - AVUSTRALYA