19. 12. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ

(Bakara: 214)

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Hazırlayan: ERKAYALAR

------------------

BELÂLAR VE ALLAH'IN YARDIMI

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Ramazanınız hoş geçmeye devam etsin... Cenâb-ı Hak Ramazan'da bahşettiği hayırları, lütufları, feyizleri, mükâfatları cümlenize bol bol ihsan eylesin... Hepinizi sevdiği, razı olduğu kullar zümresine dahil eylesin... Ramazandan âzamî istifade etmiş olarak, Ramazanı bitirmeye muvaffak eylesin... Cümlenizi cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...

Bakara Sûre-i Şerifesi'nin 214. ayet-i kerimesi. Bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(Em hasibtüm en tedhulül-cennete ve lemmâ ye'tiküm meselüllezîne halev min kabliküm, messethümül-be'sâü ved-darrâü ve zülzilû hattâ yekùler-rasûlü vellezîne âmenû meahû metâ nasrullàh, elâ inne nasrallàhi karîb.) (Bakara: 214) Sadakallàhül-azîm.

a. Mü'minlere Belâların Gelmesi

Bu ayet-i kerimede bir soru edatıyla başlanıyor: (Em hasibtüm) "Siz sandınız mı ki, (en tedhulül-cennete) cennete gireceksiniz? (Ve lemmâ ye'tiküm meselüllezîne halev min kabliküm) Sizden önce gelmiş, yaşamış, göçmüş insanların hallerinin benzerleri, emsâli sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?..

(Messethümül-be'sâü ved-darrâü) Onlara fakirlikler, hastalıklar isabet etmişti, (ve zülzilû) ve fenâ şekilde sarsılmışlardı. (Hattâ yekùler-rasûlü vellezîne âmenû meahû metâ nasrullàh) Hattâ, peygamber ve yanındaki mü'minler, 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' diyecek kadar böyle sarsılmışlardı.

(Elâ inne nasrallàhi karîb) "Biliniz ki, âgâh olunuz, mütenebbih olunuz, uyanınız ki, şu gerçeği görün ki, Allah'ın yardımı yakındır; yakında olacak!"

Şimdi bu, bir kanun-u ilâhîyi gözümüzün önüne seriyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri, dünya hayatı imtihan yeri olduğu için, mü'min kullarını çeşitli sıkıntılara mâruz tutuyor, tâbî tutuyor, çeşitli sıkıntılara uğratıyor, üzücü olaylarla karşılaştırıyor. Halbuki mantık olarak şöyle düşünebiliriz:

"--Kişi sevdiğini korur, sevdiğini kollar, sevdiğine bir zarar gelmemesini ister. Allah da sevdiği kulları dünyada zarara uğratmamalı, uğratmaz herhalde.." diye düşünebilir kanun-u ilâhîyi bilmeyenler.

Ama, dünya hayatı imtihan olduğundan, Allah-u Teàlâ Hazretleri çeşitli imtihanları, sıkıntıları herkesin başına getiriyor da, bu imtihanın tabiatında olduğundan, özünde, kendinde mevcut olduğundan, mü'min kullarının da başına getiriyor.

Hattâ hadis-i şeriflerden biliyoruz ki: "Musibetlerin, belâların, sıkıntıların, üzücü olayların, dertlerin en ağırları, en yüksek şahıslara gelir. Önce peygamberlere gelir, en çoğu peygamberlere gelir. Ondan sonra derecesi çok yüksek kullara gelir. Ondan sonra daha aşağıdakilere, daha aşağıdakilere; böyle derecesine göre..."

Sonra da karşı tarafında işin, olumsuz, eksi tarafında, Allah'ın azılı, zalim, fâsık, fâcir, korkunç, sevimsiz kullarına da bir baş ağrısı bile vermez Allah... Saraylarda devletle, nimetle, parayla, pulla, zevkle, işretle, çalgıyla yaşarlar. Böyle yaşarlar yaşarlar, ansızın ölüm gelir, imtihan biter, mahvolurlar. Meselâ Firavun'un boğulduğu gibi; boğulduğu zaman da, aklı başına gelip de iman etmeğe kalkıştığı gibi...

Bazısı tabii onu da yapmıyor bu kâfir yaşayanlardan. Kâfir yaşıyor, kâfirce ölüyor. Bakıyorum ben, bazısı da o kâfirce yaşayıp kâfirce ölmeyi alkışlıyor. Yâni özeniyor bir de ona: "Kahraman adamdı! Ne kahramandı, ne küstahtı. Büyük küstahlıkla, inançsızlıkla yaşadı, öyle öldü. Kuyruğunu bükmedi, dik tuttu..." diye, bir de onu böyle kahraman gibi gören zihniyeti de hayretle okuyoruz, müşahede ediyoruz, izliyoruz.

Yâni şu düşünce yanlış:

"--İyi kullar, nân u nimet, izzet ü devlet, saadet ve şevketle yaşar."

Hayır, böyle bir şey yok! Allah'ın iyi kulları en çok sıkıntıları çekerler, en çok musibetlere uğrarlar. Ağrılar, sızılar, hastalıklar, dertler, üzüntüler onlara gelir. Onlara sabrederler, Allah'tan geldiğini bilirler, kaderin cilvesi olduğunu bilirler. Dünya hayatının imtihan yeri olduğunu bilirler. Sabredip, büyük mükâfatlar alırlar.

Çünkü derece kazanmak, mihnetlerle daha çok olur. Bir kul böyle sıkıntılara uğradığı zaman, sabrederse; sabırla, sıkıntılara tahammülle, yükselme çok daha hızlı olur. Nimetler içinde Cenâb-ı Hakk'ı bilip, Cenâb-ı Hakk'a kulluk etmek biraz müşkül olur. Nimetler içinde ilerlemek, yükselmek, derece almak da biraz zor olur. Ama sıkıntılardan, çok meşakkatlerden, sabrı nisbetinde büyük sevaplar alır mü'min.

Onun için, "Mevlâ neylerse güzel eyler, şerleri hayır eyler. Sonunda kâr edecek olan mü'minlerdir. Sabrın sonu selâmettir." diye mü'minlerin mütehammil olması; yâni dayanıklı olması, hazımlı olması, kaderin, imtihanın cilvesini kavraması, ana fikri kavraması lâzım gelir.

Bu ayet-i kerime bizim, yâni şu 21. Yüzyıl'daki müslümanların, dünyanın her yerinde çektiğimiz çileler karşısında bize bir tesellidir. Bu ayet-i kerimeyi Ramazanda dinleyen, okuyan, mânâsına muttalî olan müslüman bilir ki: Dünya hayatı böyle işte, bunun bir sevilecek tarafı yok. Meşakkatlerle, sıkıntılarla dolu. Olur böyle şeyler, mü'minin başına böyle şeyler gelir. İmtihan ediyor Allah...

Bir de işin şu yönü var, sevgili izleyiciler ve dinleyiciler: Umûmu düşünelim, halkın hepsini düşünelim!.. Bir yerde nimet varsa, neşe varsa, nefsin hoşuna gidecek tatlı şeyler varsa, herkes oraya üşüşür. Yâni bakarsınız, bir eğlence programı varsa, salonlar tıklım tıklım dolmuş, gençler bağırıp çağırıyorlar, bilet kalmamış... Ama dünyanın en büyük alimi gelse, en önemli konuşmayı yapacak olsa, halktan o kadar bir rağbet olmuyor.

Şimdi eğer Allah-u Teàlâ Hazretleri mü'min kullarını taltif etse, hep nimetler içinde yaşatsa; bu sefer nimetlere göz koyan, nimetler içinde yaşamak isteyen insanlar da, kalbinden, aklından, tefekküründen, iz'ânından dolayı böyle iman etmek yerine, nimetin aşkına, hatırına müslüman olabilir. Yâni pek çok kimse...

"Bir camide, zenginin birisi her gelene biner dolar dağıtıyor!" diye duyulsa, o cami tıklım tıklım dolar, öbür camilerde cemaat kalmaz. Neden?.. Dolar dağıtılıyor. Halbuki, "Filânca evliyaullahın camisinde namaz kılarsan, şu kadar sevap var!" desen, kimse gitmez oraya... Hatimle namaz kılınıyor, kimse gitmez veya çok az kimse gider, çok az kimse kadrini, kıymetini bilir.

İşte imtihan olduğu için, böyle herkesin rağbet edeceği şeyler müslümanlara dünyada verilmiyor ki, hakîkaten iman edenler, gerçekten işin iç yüzünü anladığı için, Allah'a iyi kulluk etmek maksadıyla imana gelenler, o sebeple müslüman olsun... Yoksa, başka bir sebeple, göz diktiği menfaatten dolayı olmasın diye; ihlâslı, hakîkî, samîmî imanlıları bulup, ayırmak, çıkarmak, belirlemek; onların gelmesini sağlamak için, Cenâb-ı Mevlâ böyle kanun koymuştur.

Onun için hadis-i şerifte buyruluyor ki:

RE. 275/13 (Huffetil-cennetü bil-mekârih) "Cennetin etrafı, nefse nâhoş gelen şeylerle çepeçevre çevrilidir." Ne demek yâni?.. Cennete gitmek için, nâhoş şeylere tahammül etmek lâzım, sıkıntılara girmek lâzım! Sabredici işlerle uğraşmak lâzım.

Fuzûlî'nin de güzel şiiri vardır. O da anlamış tabii, alim ve àrif bir kimse:

Râhat ister tab u mihnettir ibadet serteser,
Terk-i râhat rağbet-i mihnet kılan mümtâz olur;
Ol sebeptendir ki, küfr âsân olur İslâm-sâ
Arsa-yı âlemde mülhid çok muvahhid âz olur.

diyor.

Şimdi bu sözlerin mânâsı: İnsanın tabiatı keyif, rahat ister. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın emirleri, ibadetler, taatler hep birer külfettir, mihnettir, meşakkattir. Biraz gayret istiyor, fedakârlık istiyor böyle şeyleri yapmak... Onun için iman zordur, küfür kolaydır. Kâfir olmak, şeytanın yolunda gitmek çok kolaydır, çok rahattır, çok keyiflidir, zevklidir. Çalgılı, içkili, zinalı, fuhuşlu, paralı, pullu... Oraya kolayca ayağı kayar insanların.

Onun için yeryüzünde mülhid çok, muvahhid az olur. Öyle gevşek insan, zayıf insan, zalim insan, gaddar insan, menfaatperest insan; böyle kendisi menfaatleneceğim diye binlerce, milyonlarca insanın ezâ çekmesinden sıkılmayan, utanmayan insan çoktur.

Adam meselâ, bir kilo uyuşturucu sattığı zaman şu kadar büyük paralar alıyor diye, o kadar insanın zehirlenmesine sebep olacak zehiri satıyor. Yâni öldürüyor, katil, katilliğe sebep oluyor; ama yapıyor. Neden?.. Para çok.

İşte silah fabrikaları para kazanacak, büyük sermayedarlar silah satacak, büyük devletler, büyük silah fabrikaları zengin olacaklar, para kazanacaklar diye, harb çıkartıyorlar. Zavallı halkların arasındaki mevcut ihtilâfları değerlendiriyorlar, ölçüyorlar; "Tamam, şunu kışkırtalım, bunu kışkırtalım! İki taraf da nasıl olsa birbirleriyle savaşmak için silaha muhtaç; gelir bizden silah alırlar." diyorlar. Pahalı pahalı silâhları götürüyorlar;

"--Bak şu silahları istemez misiniz? Şu kadar fiyatı..." filân diye, onları satıyorlar.

Yâni birilerinin öldürülmesi pahasına kazanç sağlıyorlar. İşte böyle.

Hayat böyle ama, tabii bu dünya hayatı çok kısa aslında. Ahiretin yanında bir göz yumup açıncaya kadar geçen zaman. Bunu çok uzun sanıyor yaşayanlar şimdi bu dünyada ve günahlara dalıyorlar. Ama ebedî hayatta ne yapacaklar?.. Sonsuz, bitmek tükenmek bilmeyen azapların içinde ebediyyen yanacaklarını düşünmüyorlar. Yanlış hareket ediyorlar, yanlış tercih yapıyorlar.

Şimdi müslümanlar da tabii sanmasın ki:

"--Biz müslüman olduk; o halde rahat edeceğiz, huzur içinde yaşayacağız. Beş vakit namazımızı kılıyoruz, Ramazanda orucumuzu da tutuyoruz. Kur'an-ı Kerim'imizi de okuyoruz. Eh kazancımızdan fukaranın avucuna biraz da para verdik. Daha ne var yâni, daha ne olsun yâni?.. E Allah bize artık her türlü nimetleri ihsan etsin, yağdırsın, versin..."

Öyle olmuyor. Keşmir'de sıkıntı, Filistin'de sıkıntı, Kafkaslarda, Çeçenistan'da sıkıntı, Kosova'da sıkıntı, Cezayir'de sıkıntı, Afrika'da sıkıntı... Dünyanın her yerinde müslümanlar türlü türlü üzüntüler içinde... İnsanlık namına utanılacak haksızlıklar yapılıyor. Yüreği kan ağlıyor insanın, vicdanı dayanamıyor.

b. Eski Ümmetlere Gelen Sıkıntılar

(Em hasibtüm en tedhulül-cennete) "Siz cennete hemen girivereceğinizi mi sandınız, öyle mi hesap ettiniz, öyle mi sandınız? (Ve lemmâ ye'tiküm meselüllezîne halev min kabliküm) Sizden öncekilerin, sizden önce yaşayan insanların başına gelen olayların benzerleri size gelmeden..."

Tabii onlara neler oldu?.. Hastalıklara uğradılar, musibetlere uğradılar, belâlara uğradılar, istilâlara uğradılar, yakıldılar, yıkıldılar... Savaştılar veyahut kılıçtan geçirildiler, katliama uğradılar... vs.

Şu Yugoslavya'nın yakın tarihini, yâni Osmanlı'nın yenilmeye başlamasından sonra Balkanlar'daki, Bulgaristan'daki zulümleri hiç unutmamamız lâzım! Oradan gelenler de unutmamalı, çoluk çocuğuna öğretmeli!..

Bakın, bazı insanlar çocuklarına isim veriyorlar: Öcal... Allah Allah! Bu niye "Öcal" ismini veriyor? Haa, bir sebepten dolayı "Öcal" ismini veriyor; yâni çocuğunun öç almasını öğütlüyor isim vererek...

Bizim de yapılan haksızlıkları unutmamamız lâzım! Çok büyük haksızlıklar yapılıyor, çok büyük katliamlar yapılıyor. Bu katliamların sorumlularını da bilmemiz lâzım! Onların da bir daha katliam yapmamasını sağlamak ve yapmış olanları da elden geliyorsa cezalandırmaya gayret etmek lâzım!

Çeşitli sıkıntılar çektiler. (Ellezîne halev min kabliküm) Halâ; yâni yaşadılar, çekilip gittiler, ortalığı bırakıp gittiler mânâsına geliyor. Sizden önce yaşayanlar, sizden önce bu dünyada yaşayıp, burayı boş bırakıp, terkedip ahirete gitmiş olanlar. Hani nerede?.. Hiçbirisi yok işte.

Mesel de, emsâli demek yâni, dengi, benzeri demek. "Onların benzeri size gelmeden, yâni onların başına gelen olayların benzerleri size gelmeden, cennete gireceğinizi mi sandınız?"

Demek ki, kanun-u ilâhî eski devirlerden beri böyle. Eski devirlerin de mü'minleri, peygamberleri, eski ümmetler de çok sıkıntılar çekmişler. Biliyoruz, ilk hristiyanların nasıl aslanlara parçalatıldığını... Biliyoruz, Firavun'un Mûsâ AS'ın kavmine ne zulümler yaptığını... Biliyoruz Nemrud'un, İbrahim AS'ın zamanındaki hükümdarın neler neler yaptığını...

Bunlar hep böyle işte. Zalimler çıkıyor, mazlumlara çeşit çeşit zulümler yapıyorlar. Tarih boyunca böyle olmuş. İşte onlara benzer olaylar da insanların başına gelir.

Bu devirde de öyle... Bu devirde de olanlar, tarihin benzer olaylarının gelmesi, tekerrürü demek yâni. Bu devirde de bir zalim çıkıyor, şurada zulüm yapıyor. Bir başka zalim çıkıyor, burada zulüm yapıyor. İnsanları dinlerine bir baskı yapıyor, zulüm oluyor.

"--Dinini bırak! Dinini bırakırsan rahat edeceksin, bırak dinini!.." diyorlar.

Bırakırsa, imtihanı kaybediyor müslüman. Dinini bırakmayacak, imanını bırakmayacak, Allah'ın yolunu bırakmayacak, Allah'a güzel kulluğunu bırakmayacak; şeytanın yoluna sapmayacak, zalimin dediğini tutmayacak, doğru yoldan ayrılmayacak, yanlış yola sapmayacak!..

Onları, o eski insanların başına neler geldiğini tasvir ediyor: (Messethümül-be'sâü ved-darrâü) "Onlara be'sâ ve darrâ geldi, temas etti, dokundu onlara..."

Be'sâ ne demek? Beese kökünden geliyor, fakirlik demek. Bâis de yoksul, fakir mânâsına geliyor. Böyle yoksulluk, imkânsızlık, insanın hoşuna gitmediği için, nâhoş bir şey olduğundan... Aslında nâhoş olmak mânâsına bu kökten, bi'se kelimesi var Arapça'da; ne fenâ demek. Bü's, fenâlık demek; bâis fakir demek. El-be'sâü da, elif-i memdûde ile fakr demek, yâni yoksul olmak demek. "Onlara yoksulluk geldi, dokundu, yoksulluğa uğradılar."

(Ved-darrâü) Darrâ da, zarar kelimesiyle aynı kökten. Darra, ordan ed-darrâu diye sıfat gelmiş; zarar... Muzır kelimesi de bu kökten, if'al bâbından; mazarrat da sülâsîden masdar-ı mîmi. Aynı kökten çıkan kelimeleri söylüyorum ki, ana mânâyı bilesiniz diye...

Aslında zarar demek ama, özel kullanımı, ed-darrâu; Mukâtil, Süddî, Katâde, El-Hasen ve sâir tefsirle meşgul olan mübarek alimlerin verdikleri mânâ; sukm, sakam, yâni hastalık demek. Be'sâ, fakirlik demek; darrâ da hastalık demek. Aslında kötülük ve zarar, kötü olmak ve zararlı olmak kökünden geliyor bu iki kelime. Onlara kötü şeyler geldi, zararlı şeyler geldi. Yâni kötü şeyden murad, fakirlik geldi; zarardan murat, çeşitli hastalıklar geldi.

Eyyüb AS'ın nasıl hastalıklar çektiğini biliyorsunuz. Bir tâun gelip, bir beldenin ahâlisinin nasıl kırıldığını biliyorsunuz. Onların hepsi birer ikaz vesilesi.

(Ve zülzilû) "Sarsıldılar." Zülzil, sarsmaktan edilgen fiil. Yâni sarsılmak bir dönüşlü fiil oluyor, insanın kendisinin sarsılması; bir de sarstırıldılar mânâsına... Zelzele, sarsmak. Burada huvvifû, korktular mânâsına geliyor. Yâni, o eski ümmetler düşmanlardan gelen şeylerden dolayı şiddetli sarsıntıya, yıkıma uğradılar. Büyük imtihanlara tâbi oldular.

c. Ashab-ı Kirâma Eziyet Edilmesi

Hadis-i şerif okuyalım: Habbâb ibn-i Eret RA diyor ki... Allah şefaatine erdirsin, cennette buluştursun hepimizi; müşriklerin çok zulümlerine uğrayanlardan birisi... Bu mübarek sahabe diyor ki:

(Kulnâ: Yâ rasûlallah) "Biz dedik ki Peygamber Efendimiz'e: 'Ey Allah'ın elçisi, peygamberi! (Elâ testansiru lenâ, elâ ted'ullàhe lenâ) Bizim için Allah'tan yardım istesene, bizim için Allah'a dua etsene... Bizim için Allah'tan yardım istemez misin, dua etmez misin yâ Rasûlallah?..' Peygamber Efendimiz'e, müslümanların ilk sıkıntıları çektiği zamanda böyle söyledik." diyor.

Böyle bir dileğe ne demiş bakalım Peygamber Efendimiz SAS?.. Tahmin edin bakalım!.. Müslümanlar ezaya, cefaya tabi tutuluyorlar, işkence görüyorlar. Bu Habbâb ibn-i Eret de çok işkence gören mübareklerden, mazlumlardan biri. "Allah'tan yardım istesene yâ Rasûlallah, bize yardım etse ya... Dua ediversene, Allah şu kâfirleri kahretse ya, bizi kurtarsa ya..." gibi. Ne tahmin edersiniz?..

(Fe kàle) "Buyuruyor ki, Peygamber Efendimiz: (İnne men kâne kableküm) Sizden öncekiler, hiç şüphe yok ki, muhakkak ki, (kâne ehadühüm yûdaul-minşâru alâ mefrakı re'sihî) başının, saçlarının ikiye ayrıldığı orta yerine testere konuluyordu; sizden eski, evvelki ümmetlerde işkence yapılan kişinin, müslümanın başına testere konuluyordu, (feyahlüsu ilâ kademeyhi) ayaklarına kadar böyle kesiliyordu. (Ve lâ yasrifuhû zâlike an dînihî) Bu muamele onu dininden döndürmüyordu. Kafasından ayağına kadar kesilmek, onu dininden döndürmüyordu."

(Feyümşatu biemşâtil-hadîd) "Demirden taraklarla, tarak gibi böyle dişli dişli, sivri sivri demirden işkence aletleriyle kazınıyordu vücudları; (mâ beyne lâhmihî ve azmihî) kemiğiyle etinin arası birbirinden ayrılıyordu, eti kemiğinden ayrılıyordu işkencede; (lâ yasrifühû zâlike an dînihî) bu işkence de onu dininden döndürmüyordu." Dönmüyorlardı mübarekler.

Tabii burada söylenmeyen bir şeyi, bildiğiniz bir şey olduğu için, ben hemen hatırlatıvereyim: Bir de ateşten hendekler açıp, hendekler yapıp, içine çok muazzam ateşler yakıp da, mü'minleri ateşlere atan zalimler de olduğunu, Kur'an-ı Kerim'den biliyorsunuz; Ashab-ı Uhdud'u biliyorsunuz.

(Sümme kàle) Sonra Peygamber Efendimiz "İşte böyle testereyle ortasından vücudu biçiliyor, demir dikenlerle etiyle kemiği arası taraklarla açılıyor, kemiği etinden ayrılıyordu." dedikten sonra buyurdu ki:

(Vallàhi leyütimmennallàhu hâzel-emre) "Allah'a yemin olsun ki, bu işi Allah mutlaka tamamlayacak, Allah bu İslâm'ı mutlaka tamamlayacak!.." Yâni, "Şimdi işkence görüyorsunuz, sizi dinden döndürmeye çalışıyorlar, İslâm'ı söndürmeye çalışıyorlar. Mü'minler az olduğundan, azınlıkta olduğundan Mekke'de baskı yapıyorlar. Vallàhi Allah bu dini mutlaka tamamlayacak!.."

(Hattâ yesirer-rakibu min san'ài ilâ hadramevt) "Hattâ bir binekli süvari, atlı adam San'a şehrinden Yemen'in Hadramut'a kadar yolculuk yapacak da, (ve lâ yehàfu illallàh) Allah'tan gayrı bir korkusu olmayacak." Yâni Allah'tan korkmak tabii. Müslüman zaten iyi halde de Allah'tan korkar. "Allah'tan başka korkulacak bir şey olmayacak. (Vez-zi'be alâ ganemihî) Hayvanına, ganemine, koyununa kurt saldırırsa diye ondan korkacak. Yoksa başka haydut, eşkiya, çete, katil, yol kesici, katı-ı tarik, harami, kırk harami, otuz harami... ne ise öyle şey olmayacak." diyor Peygamber Efendimiz.

(Ve lâkinneküm kavmün testa'cilûn.) "Böyle olacak ama, siz acele olmasını isteyen bir topluluksunuz." diyor. Yâni sabretmeyi tavsiye ediyor. Yâni acele sayıyor, onların dua istemelerini...

d. Mü'minlerin Fitnelerle Denenmesi

Bu konuda buna benzer, bu mânâyı ifade eden başka ayet-i kerimeler de var. Meselâ:

(Elif, lâm, mîm. E hasüben-nâsü en yütrekû en yekùlû âmennâ ve hüm lâ yüftenûn.) "Elif lâm mim. İnsanlar sandılar mı ki, amennâ dedikten sonra bırakılacaklar da, fitnelere, imtihanlara, sıkıntılara uğramayacaklar?.. Bir kenarda rahat duracaklar, bırakılacaklar mı sandılar?" (Ankebut: 1-2)

(Ve lekad fetennellezîne min kablihim) "Halbuki öyle değil; bilakis biz daha öncekileri imtihanlara, sıkıntılara uğrattık. (Feleya'lemennallàhullezîne sadakù ve leya'lemennel-kâzibîn.) Muhakkak ve muhakkak Allah imanında, ihlâsında, kulluğunda sıdk u sadakat üzere olanları bilecek ve yalancı olanları, dönek olanları, gevşek olanları, imanda sebatsız olanları bilecek ve bildirecek, gösterecek; olaylar bunu açığa çıkartacak." (Ankebut: 3) diye bildiriyor ayet-i kerime.

Buralardan anlaşılıyor ki, çeşitli sıkıntılar eski ümmetlere oldu, bize de oluyor; olunca sabredeceğiz. Tabii belâlara, musibetlere karşı tedbir alacağız. Düşman geliyorsa, düşmanın saldırısına karşı tedbir alacağız.

En şiddetli belâlardan birisi düşmandır. Geldiği zaman evi barkı yıkar, çoluk çocuğu alır, ırz, namus, mal, mülk, can... her şey gider. Düşünün ki, ülkelerinde sıkıntı olan insanlar, işte bunları çekiyorlar.

Bir de Ahzab Savaşı'nı, yâni Hendek Savaşı'nı hatırlayalım:

(İz câüküm min fevkıküm) "Hani sizin üzerinizden, yukarı tarafınızdan gelmişlerdi; (ve min esfele minküm) ve aşağı yanınızdan... (Ve iz zâgatil-ebsâr) Gözler korkudan böyle kaymıştı, (ve belegatül-kulûbül-hanâcir) ve yürekler ağza gelmişti. (Ve tezunnûne billâhi zunûnâ.) Ve münafıklar da, Allah hakkında çeşit çeşit, kötü kötü düşüncelere, zanlara düşmüşlerdi." (Ahzab: 10)

(Hünâlikebtüliyel-mü'minûne ve zülzilû zilzâlen şedîdâ.) "İşte öyle, orada mü'minler sıkıntılara uğratılıp, şiddetli bir şekilde sarsılmışlardı." (Ahzab: 11) İşte bu zülzilû orada da geçiyor, burada da geçiyor.

(İz yekùlül-münâfikùne vellezîne fî kulûbihim meradun mâ veadanallàhu ve rasûlühü illâ gurûrâ.) "Münafıklar da ne demişlerdi o olaylarda: 'Allah ve Rasûlü bizi ancak aldattılar. O vaadettikleri şeyler aldatmaca, bak dedikleri çıkmadı.' demişlerdi." (Ahzab: 12)

Halbuki, Rasûlüllah'ın dedikleri çıkacak ama, sabretmiyorlar. Hendek harbinde bile mağlub olmadılar.

Herakliyus, Peygamber Efendimiz'in muasırı olan Bizans Hükümdarı. Bu şeyi merak etti, Peygamber Efendimiz'i tahkik etti. "Bir adam çıkmış o diyarlardan, Peygamber olduğunu söylüyormuş; o nasıl bir zâttır?.." diye araştırdı. "O zaman, bunu bilen bir kimse getirin bana soruşturayım!" dedi.

Ebû Süfyan'ı buldular, onu götürdüler. Ebû Süfyan, bilgili bir insan, Kureyş'in reisi, tecrübesi var, seyahatleri var. Ona sordu, tercüme ettiler, cevapları aldı. Çok şeyler sordu da... Ebû Süfyan o zaman müslüman olmuş değil. Sonra, Mekke fethinde müslüman oldu, Muaviye'nin babası. "

Herakliyus Ebû Süfyan'a bir de sormuş ki: (Hel kateltümûhu) "Siz onunla savaş yaptınız mı?" (Kàle: Neam) Ebû Süfyan dedi ki: "Yaptık."

(Kàle: Fe keyfe kânetil-harbu beyneküm) "Ne oldu o savaşta aranızda?" (Kàle: Sicâlen yüdâllü aleynâ ve nüdâllü aleyhi) "Bazen bizim lehimize, bazen onların lehine; bazen onlar kazandı, bazen biz kazandık."

O zaman Herakliyus demiş ki:

"--Tamam bu peygamberlerin vasıflarına uyuyor."

Her soruyu soruşundan sonra, "Tamam, peygamber vasfı bu!" diyor. Bütün cevaplar peygamber olduğunu gösteriyor. Sonunda Peygamber Efendimiz'in gerçek peygamber, ahir zaman peygamberi olduğunu anladı, iman etmeye kalktı. Fakat çevresindekiler müsaade etmediler, itiraz ettiler.

O zaman dedi ki Herakliyus: (Kezâlikel-rusûlü) "Evet peygamberler de böyledir. (Tübtelâ sümme tekûnü lehel-àkıbeh) Musibetlere uğrarlar ama, sonuç onların lehine olur." Evet sıkıntılar çeker. Çeker ama, hak peygamber sonunda vazifesini yapar, müslümanları Allah galip getirir. Mü'minleri her devirde galip getirir.

Onun için ne yapmak lâzım?.. İmtihanda sağlam durmak lâzım, imtihanı kazanmak lâzım!..

(Meselüllezîne halev min kabliküm) Yâni eski ümmetlere uygulanan kanun-u ilâhi. Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:

(Feehleknâ eşedde minhüm batşen) "Biz onlardan daha güçlü kuvvetli imkânları olan, tutuşu sağlam olan kavimleri helak ettik. (Ve medà meselül-evvelîn.) Evvelkilerin böyle hadiseleri, olayları, kıssaları, fıkraları, hisse alınsın diye hep geçti."

(Hattâ yekùler-rasûlü vellezîne âmenû meahû) Peygamberler ve yanında olanlar ne dediler: (Metâ nasrullàh) 'Düşmanlara karşı Allah'ın bizi takviye edip de, onları yenmemiz ne zaman olacak?' dediler. Yâni olacağını biliyorlar.

Metâ; zaman sorusu, zamanı sormak için kullanılan edat. "Allah'ın yardımı ne zaman?.." Yâni, "Allah'ın yardımı var mı, yok mu?" demiyorlar; "Allah'ın yardımı gelecek ama, ne zaman?" diyorlar. Yâni bir an evvel yardımın gelmesini ve sıkıntıdan hemen kurtulmayı istedikleri için, "Aman Allah'ın gelmesi beklenen yardımı nerede? Bir an evvel gelse..." dediler.

e. Allah'ın Yardımı Mutlaka Gelecek

(Elâ) "Biliniz ki..." Elâ edât-ı tenbihdir. Bir kimseyi uyarmak için kullanır Araplar bu edatı. Elâ; âgâh olun, yâni uyanın, dikkat edin, aklınızı başınıza toplayın! Hatta biz ne yaparız birisine; "Hey, şişşt!.." filan deriz. Adam başka tarafa bakıyorken, ismini filan da bilmiyorsak. Öyle deyince, adam döner, bakar. Biraz da tabii üslup olarak, âmmi bir üslup.

Tabii burada elâ, âmmî bir uslüp değil, kibar bir uslüp. "Bak uyanınız, dikkat ediniz, aklınızı başınıza toplayınız, şu gerçeği iyice kavrayınız ki..." Elâ bu mânâya geliyor. E ve lâ'dan müteşekkil. E soru edatı, lâ da hayır. "Öyle değil mi?" mânâsına ama, kelime anlamı değil, tabir olmuş oluyor.

"Uyanınız ki, iyice kavrayınız şu hakîkati ki, (inne nasrallâhi karib) Allah'ın yardımı yakındır. Muhakkak ki, Allah'ın yardımı karîbtir, yakındır." Karîb ne demek?.. Yakın demek.

Şimdi Arapça'da iki kelime var, bizim halkımızın kullandığı; onu da aklıma gelmişken beyan edivereyim: Kaf ile olan karib, kurbiyyet kelimesiyle ilgili; yakın demek.

"--Şu köye gitmek istiyorum ben; bu köy yakında mı, uzakta mı?.." diye adres soruyorsunuz.

Yakın, karîb; bu kaf harfiyle. Yâni batılıların q dedikleri harf ile. P ile r arasında İngilizcede q harfi var ya, işte onun gibi; karîb.

Bir de ayının noktalısı gayın harfi var. Gayınla yazılan garib var bir de. Garîb de, gurbette olan demek. Yâni onun mânâsı başka.

(Elâ inne nasrallàhi karîb) Bu kaf ile. Niye ben bu iki kelimeyi şimdi burada söylüyorum?.. Çünkü Türkçe'nin telaffuzunda, bazı yörelerde k harfi g gibi telaffuz edilir. Meselâ; Konya demez, Gonya der... Koyun demez, kuzu demez; goyun, guzu der.

Şaka olarak da, hani bir fıkra anlatılıyor:

"--Ben öyle kafı gayın okuyan Gonyalılardan değilim, goyun guzu demem." demiş.

Yâni böyle g diye okunduğu zaman, Arapça'da başka bir kelime çıkıyor ortaya. Bunun kaf olduğunu bilmek lâzım!..

(Elâ) "Dikkat edin ki, (inne) muhakkak (nasrallàhi) Allah'ın yardımı, (karib) yakın; yâni çok yakında gelecek."

Biliyorsunuz, Elem neşrahleke Sûresi'nde:

(Fe inne meal-usri yüsrâ. İnne meal-usri yüsrâ) "Hiç şüphe yok ki, zorluğun yanında bir kolaylık var. Gerçekten zorluğun yanında bir kolaylık var!" buyruluyor. Yâni sıkıntının, zorluğun yanından, arkasından Cenâb-ı Hak kolaylığı ihsan eder. Sabredenlere büyük mükâfât var.

İslâm'da Kur'an-ı Kerim'de müslümanlara tavsiye edilen, zafer kazanmak için edinilmesi istenen iki şartı, sabır ve takvâdır.

(İn tasbirû ve tettekù) "Ey mü'minler, eğer sabrederseniz, takvâ ehli olursanız, zafere erersiniz." deniliyor Kur'an-ı Kerim'in ayet-i kerimelerinde.

Ne yapacağız?.. Sabredeceğiz, sebat edeceğiz. Yâni öyle, "Aaa, olmadı, gelmedi!" filan diye ümitsizlik yapmayacağız, zaman gerektiğini bileceğiz. Bir işin olması için, oluşması için zaman lâzım! O zamanı beklemeyi bileceğiz. Yâni sabırlı olacağız ama, tedbiri alacağız. İşin oluşması için de, oluncaya kadar beklemesini bileceğiz.

Sabredeceğiz. Düşmanın karşısında sabredeceğiz, tedbirleri almakta sabredeceğiz... Meşekkatin üstümüze yüklendiği sırada sabredeceğiz... Sabırlı olacağız, sımsıkı duracağız. Bir de takvâ ehli olacağız, Allah'tan korkacağız. O zaman, Allah'ın yardımı mü'minlere mutlaka gelecek.

(Ve kâne hakkan aleynâ nasrul-mü'minîn.) [Mü'minlere yardım etmek bize hak oldu.] ayet-i kerimesinde Allah mü'minlere yardım edeceğini, mü'minleri kurtaracağını bildiriyor.

Kesin bildirecek ve gelecek yardım ama; sabredeceğiz, bir de takvâ ehli olacağız. Sabretmezsek gelmez. Takvâ ehli olmazsak günahkâr olursak, gelmez; aksine belâ gelir. "Sizi günahkârlar, edepsizler! Sizi àsîler, mücrimler!" diye, Allah cezalandırır.

Bazen düşmanların gelmesi, kıtlık, zelzele, hastalık Allah'ın kahrı oluyor, cezası oluyor. Yâni, "Sizi zalimler sizi, Allah'ın emrini tutmuyorsunuz ha!.." diye, Allah cezaları gönderiyor.

Takvâ ehli olacağız, sabırlı olacağız. O zaman Allah'ın yardımı karîbdir, yakındır.

f. Allah'ın Kullarına Gülmesi

Ebû Rezin RA'den hadis-i şerif. Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:

(Acibe rabbüke min kunûti ibâdihî ve kurbi gaysihî) "Cenâb-ı Hak, yağmurun yağması, yardımın gelmesi yakınken, 'Gelmedi, susuzuz, kavruluyoruz, yardımsızız!" diye kullarının ümitsizliğe düşmesini şayân-ı taaccüb olarak görür. (Feyenzuru ileyhim kanitîne) Bu ümitsizliğe düşmüş olanlara, 'Olmuyor galiba, yok galiba, gelmiyor galiba?..' gibi hale, düşüncelere düşmüş olanlara bakar; (feyezallu yedhakü) onlara güler Cenâb-ı Hak... (Ya'lemu enne ferecehüm karîbun) Ve bilir ki, onların o sıkıntıdan kurtulup feraha ermeleri yakındır."

Yâni şöyle diyelim, nasıl bir misâlle anlatalım?.. Meselâ: Babası sabahleyin çocuğunun çok sıkı tenbihlediği şeyi;

"--Aman baba, ne olur işte akşam ödev yapacağım, çok mühim; şunu al gel!.. Şu malzemeyi al gel, şu kitabı al gel!.. İmtihanım var, gece çalışmam lâzım!.." diye istediği şeyi, babası alıyor, getiriyor, arabada.

Çocuk:

"--Baba aldın mı?.. Unuttun mu yoksa, eyvah, mahvoldum!.." filan diye telaş ediyor.

Nasıl güler babası... Aldığı, getirdiği şeylerin orada, arabada olduğunu bildiği için, nasıl tebessüm eder. Bunu gözümüzün önüne getirelim!..

Cenâb-ı Hak da kulun öyle acelesine bakar. "Nerede yâ Rabbi yardım?.. Ne zaman bu açlığımız, susuzluğumuz, kıtlığımız gidecek?.. Yağmur ne zaman yağacak, yardım ne zaman gelecek?.." filân deyişlerine, güler; gülerek nazar buyurur. Çünkü yakın, hazırlamış, gönderecek; onlar da boyna acele edip duruyorlar.

Acele etmeyeceğiz, bileceğiz ki Cenâb-ı Hak mü'min kullarına yardımını gönderir. Bu devirde de öyle... Bizim ülkemizde de öyle, Çeçenistan'da da öyle, Cezayir'de de öyle... Dünyanın her yerinde öyledir.

Sıkıntı çeken müslümanlar sabretsinler, takvaya sarılsınlar, müttaki kullar olsunlar! (Elâ inne nasrallàhi karîb.) Allah'ın yardımı yakın!..

Allah'ın rahmeti, yardımı, lütfu, keremi hepinizin üzerine olsun, aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!..

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühü!..

19. 12. 2000 - İSVEÇ