14. 11. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ

(Bakara: 204 - 207)

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Yayına Hazırlayan: ERKAYALAR

------------------

MÜNAFIKLARI İYİ TANIYIN!

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!

Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, her türlü mükâfat ve ikrâmı dünyada, ahirette üzerinize olsun...

Bakara Sûre-i Şerifesi'nin 204, 205, 206, 207. ayet-i kerimeleri üzerinde konuşmak istiyorum bu sefer. Önce ayet-i kerimelerin mübarek metinlerini okuyalım, eùzü besmele çekip:

Eùzü billâhi mineş-şeytànir-racîm. Bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(Ve minen-nâsi men yu'cibüke kavlühû fîl-hayâtid-dünyâ ve yüşhidullàhe alâ mâ fî kalbihî ve hüve eleddül-hısàm) (Bakara: 204)

(Ve izâ tevellâ seâ fîl-ardı liyüfside fîhâ ve yühlikel-harse ven-nesl, vallàhu lâ yuhibbül-fesâd.) (Bakara: 205)

(Ve izâ kîle lehüttakıllàhe ehazethül-izzetü bil-ismi ve hasbühû cehennem, ve lebil'sel-mihâd.) (Bakara: 206)

(Ve minen-nâsi men yeşrî nefsehübtiğàe merdàtillâh, vallàhu raûfün bil-ibâd.) (Bakara: 207) Sadakallàhul-azîm.

Allah-u Teàlâ Hazretleri, Rabbimiz bu ayet-i kerimelerde buyuruyor ki:

(Ve minen-nâsi) "İnsanlardan bazıları da vardır; bir kısım insanlar da vardır ki, (men yü'cibüke kavlühû) onun konuşması seni şaşırtır, seni memnun eder, sen beğenirsin. Senin beğeneceğin gibi konuşma yapar. (Fil-hayâtid-dünyâ) Dünya hayatında, veyahut dünya hayatı konusunda söylediği sözler seni memnun eder, sen ona hayran kalırsın, şaşırırsın. Seni hayran bırakacak, şaşırtacak sözler söyler.

(Ve yüşhidullàhe alâ mâ fî kalbihî) Ve Allah'ı da kalbindeki duyguları, düşünceleri, hisleri konusunda şahid getirir. Yâni, 'Benim kalbim temiz, niyetim iyi...' diye, yalan olarak, iyi olmadığı halde, iyiymiş gibi Allah'ı şahid getirir kalbindekilere. (Ve hüve eleddül-hisàm) Halbuki o hasımların en yamuğudur, en eğrisidir.

Böyle güzel sözleri, seni memnun edecek sözleri söyler de; (ve izâ tevellâ) dönüp gittiği zaman, yahut da bir göreve, vazifenin başına veliyyül-emr olarak geldiği zaman, (seâ fîl-ardi) yeryüzünde koşturur, gayret eder; (liyüfside fîhâ) orada fesat çıkartmak, orayı berbat etmek için gayrete kalkışır. (Ve yühlikel-harse ven-nesl) Ekinleri ve nesilleri helâk etmeye sa'yeder, gayret eder. (Vallàhu lâ yuhibbul-fesâd) Halbuki Allah-u Teàlâ Hazretleri fitneyi, fesadı, bozgunculuğu sevmez." Ama o ona aldırmaz. Eline fırsat geçti mi, böyle işleri yapmaya çalışır.

(Ve izâ kîle lehüttakıllàhe) "Ona bu yamuk işleri, hatalı, zararlı faaliyetleri dolayısıyla, 'Allah'tan kork!" denildiği zaman...' Demek ki, kendisini müslümanım diye gösteren bir kimse, Allah'a inanıyor gibi görünen bir kimse, 'Allah'tan kork, Allah'dan sakın, Allah'ın cezasına çarpılırsın, yapma, etme!' denildiği zaman, (ehazethul-izzeh) izzet-i nefsi kabarır. Ululanmak, kibirlenmek kendisini tutar. (Bil-ismi) Günah ile; yâni bu nasihati dinlemez ve bir de üstelik böyle izzet-i nefsi tutar da, günahı daha da arttırır, daha da taşkınlaşır."

(Ve hasbühû cehennem) "İşte onun hasbı cehennemdir. Yâni cehennem ona tam uygundur, yeter, tam uygun düşer. Cehenneme gidecek. (Ve lebil'sel-mihâd.) Cehennem ne kötü bir kalınma yeri, yaslanma, yatma yeridir." Yâni herkesin bir yeri yurdu oluyor, içine giriyor barınıyor yatıyor, uyuyor, dinleniyor; ama cehennem ne kadar kötü bir yerdir gerçekten...

Bu tipler münafık... Hem müslüman gibi görünüyor, karşı tarafı kandırmak istercesine, güzel sözler söylüyor. Hem de arkasından çok kötü şeyler yapıyor, bozgunculuk yapıyor, zararlı işler yapıyor.

(Ve minen-nâsi) "Ama bunun karşısında, buna mukabil, insanlardan öyle kimseler de vardır ki, (men yeşrî nefsehu) nefsini, kendisini satın alır; (ibtiğàe merdàtillâh) Allah'ın rızasını kazanmak için, kazanmayı sağlamak maksadıyla kendisini satın alır." Yâni birisine para verir, pul verir, mal verir, mülk verir de, kendisini tehlikeden, haramdan, günahtan çeker, sıyırır. O adamların elinden kendisini kurtarır. Satın almak bu mânâya.

(Vallâhu raûfun bil-ibâd.) "Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle kullarına karşı çok şefkatli, re'fetli ve merhametlidir."

a. Münafıkların Güzel Konuşması

Bu ayet-i kerimelerden birinci bölükteki ayetler, yâni: "İnsanların bir kısmı vardır ki onun konuşması, dünya hayatı konusundaki konuşması seni şaşırtır, seni memnun eder, hayretlere sevkeder. 'Allah Allah, bak sen, neler söylüyor, ne güzel söylüyor!' gibi. Ama, Allah şahidimdir, yemin ederim ki, filan da dediği halde, aslında iyi olmayan insanlar bunlar."

Süddî (Rh.A)'in ifadesine göre, bu ayet-i kerime El-Ahnes ibn-i Şerîk Es-Sakafî hakkında inmiş. Sakafî, Benî Sakif kabilesinden olduğunu göteriyor. Bu Benî Sakif de Mekke'nin, Arafat'ın ötesinde, dağlarda yaşayan kabile. Taif ve çevresi de onların elindeymiş. Nerelere kadar uzanıyorsa arazileri, oralı bir kimse.

Ahnes, hı harfi ve sin ile. Şerik de kaf harfiyle. El-Ahnes ibn-i Şerîk isimli bu münafık şahıs, Peygamber SAS'e gelmiş ve "Ben müslüman oldum!" demiş; içinden müslüman olmadığı halde, içi kâfir, dışı mü'min... Ve güzel sözler söylemiş. Yâni bir müslümanın söyleyeceği, mü'min insanın söyleyeceği sözleri söylemiş. Ama içi mü'min değil, içinde maksadı başka.

Sonra da rivayetlere göre bu Zühreoğluları'yla da arasında antlaşma olan bir adammış. Sonra, "Ben müslümanları seviyorum, mü'minim..." vs. diye yeminler etmiş. Ama Peygamber Efendimiz'in yanından çıkınca giderken müslümanların arazilerine uğramış, ekinlerini yakmış, hayvanlarını öldürmüş. Gaddar, zalim, haydut bir kimse. Bunun hakkında inmiştir. Bu sözleri söyleyip, bu işleri yapan El-Ahnes ibn-i Şerîk Es-Sakafî hakkında inmiştir deniliyor.

Bazıları, "Bütün münafıklar hakkındadır. Münafıklardan böyle sözler söyleyen, böyle hareket eden birileri hakkındadır." demiş. İbn-i Abbas RA böyle söylemiş. Demek ki, Ahnes'ten başka münafıklar hakkında olmuş oluyor.

Bazıları da, "Bütün münafıklar içindir." demiş. Doğru... Ayet-i kerimenin bir kişi hakkında inmiş olması, ayetteki hükmün, bilginin umumî olmasına mânî değildir. Bütün münâfıkların durumu budur.

Münafıklar da iki zümredir. burada onu da beyan edelim. Münafıklıktan sahabe-i kiram çok korkarlardı. Yâni içi başka, dışı başka olmaktan. Biraz kendilerinde bir kusur gördükleri zaman Rasûlüllâh Efendimiz'e üzüntü içinde gelirlerdi:

"--Ben münafık mı oluyorum yâ Rasûlallah? Şöyle şöyle oluyor." diye telaşlanırlardı.

Meselâ, gelip derlerdi ki Peygamber Efendimiz'e:

"--Yâ Rasûlallah! Senin yanındayken böyle çok güzel duygular yaşıyoruz, kendimizden geçiyoruz, çok tertemiz duygular tadıyoruz, zevklere dalıyoruz. Ama senin yanından ayrıldıktan sonra, çoluk çocuğumuzun yanına gittikten sonra, dünya sevgisi etrafımızı kaplıyor. Acaba biz münafık mıyız? Acaba tam iyi müslüman değil miyiz?.." diye böyle korkarlardı. Onun için münafıklığı biraz açıklamam lâzım:

Münafıklığın bir çeşidi vardır imandaki münâfıklık. Yâni mü'min görünüp, aslında içi kâfir olmak. Kalbinden kâfir, inanmamış ama dışından mü'min görünüyor. Bunu neden yapar?.. Ya casusluk için yapar; gelir, müslümanların arasına girer, "Ben müslümanım" der, kendisi kâfir. Orada işini yürütmek için, menfaatini sağlamak için veya zararı verecek vakti kollamak için mü'minim der, içi tamamen kâfir.

Bir de mü'minlerden de, amel ve icraatı imanına uymayan işler yaptığı zaman, onlar da münafık durumuna düşer. O zaman amelde münafıklık oluyor. Tabii kâfir olan, içi kâfir olan münâfığın durumu daha ağır.

Onun için ayet-i kerimede onlar hakkında buyruluyor ki:

(İnnel-münâfikîne fid-derkil-esfeli minen-nâr) "Hiç şüphe yok ki, böyle münâfıklar cehennemin en derin, aşağı tabakasında, en azabı şiddetli yerindedirler ve kendilerine hiç bir yardımcı bulamayacaklardır ahirette... Şefaatçi, kurtarıcı olmayacak, orada azabı korkunç şekilde çekeceklerdir." diye bildiriliyor.

Ama öteki amelde münafıklığa gelince... Tabii insan bazen böyle, insanoğlunun yapmaması gereken bazı şeyleri, bir müslümanın yapmaması gereken şeyleri yapıyor, kanıyor, aldanıyor. Kime kanıyor?.. Bir kere, kandırıcıların en ustası olan şeytan insanları kandırıyor. Herkesin bir yanından geliyor, aklını çeliyor günaha bulaştırıyor. Ondan sonra da karşısına geçip, aldattım şunu deyip seviniyor, gülüyor. Karıyı kocayı birbirleriyle kavga ettirir. Mü'mine ibadeti, taati terkettirir, harama bulaştırır... vs.

Münafıklar hakkında Peygamber Efendimiz'in hadis-i şerifi var, tarifleri var, pek çok hadis-i şerifler var:

(Âyetül-münâfiku selâsün) Münafığın alameti üçtür:

1. (İzâ haddese kezebe) Konuştuğu zaman, yalan söyler.

2. (Ve izâ vaade ahlafe) Vaad ettiği zaman, vaadinden döner.

3. (Ve ize'tümine hàne) Kendisine güvenildiği zaman, bir şey emanet olunduğu zaman emanete hıyanet eder." Veyahut, (Ve izâ àhede hàne) "Ahd ü peyman ettiği zaman, antlaşma yaptığı zaman, ahdini bozar." gibi tarifler var.

b. İslâm Düşmanlarının Çalışmaları

Tabii o mü'min olmayan insan, dikkat edilirse yamuk gidişinden, tavrından durumu belli olur. Böyle münafıklar dünyanın her yerinde, her zaman olmuştur. Böyle tatlı sözler söylerler. İnandırmak için karşısındaki insanın değerlerini düşünürler, neyi beğeneceğini bilirler, onu söylerler. Bu devirde bunlar çok... Çünkü müslümanları parçalamak isteyenler çok. İslâm'ı yeryüzünden silmek isteyenler çok. Hatta öyle hevesliler var ki, "Artık dünya üzerinde İslâm kalmasın; tamamen silelim de, sadece kendi dinimiz hakim olsun!" diye çalışıyorlar.

Biraz da onlar kuvvetlendiler. Biz darbe üzerine darbe yedik. Devletlerimiz parçalandı, birliklerimiz parçalandı. Bazı İslâm ülkeleri sömürge oldu. Geçtiğimiz 20. Yüzyıl çok acı olaylarla karşılaştık. Balkanları kaybettik, Afrika'daki ülkeleri kaybettik... İtalyanlar bir yere saldırdı, Fransızlar öteki yere saldırdı, Ruslar kuzeyden saldırdı. Balkan ülkeleri, Sırplar vs. derken, müslümanlar birbirleriyle yardımlaşamadılar, birlik beraberlik gösteremediler. İçeride de istenen sağlamlığı sağlayamadılar. Çok sıkıntılar çekti müslümanlar.

Bundan sonra da artık, özellikle eğitim öğretim ve zihniyet bakımından akıllarını çelmeye çalıştılar müslümanların. "Bunlar bir daha toparlanıp da, eski satvet ve şevketlerine ulaşmasınlar!" diye, pür dikkat çalışıyorlar.

Bakın, benim şimdi çok dikkatimi çekiyor olay: Almanya bir takım olaylara girişti. Bu maceraların sonunda İngiltere'yle, Fransa'yla, öteki ülkelerle büyük savaş yaptı, 2. Dünya Harbi. Dünya üzerinde kapıştılar. Rommel Afrika'ya çıkatma yapmıştı, oralarda savaşlar oldu. Atlas Okyanusu'nda gemiler batırdılar, çeşitli savaşlar oldu. İngiltere'ye çıkarma yapmak istediler. Sonunda Amerikalılar yardıma geldi İngiltere-Fransa tarafına... Almanlara bomba yağdırdılar, her tarafı yıktılar, dirençlerini kırdılar. Rusya da doğudan saldırdı.

Sonunda Almanya'yı yendiler, böldüler. Berlin dört bölgeye ayrıldı, araya bir duvar çekildi. Dogu Almanya Rusların nüfuzu altında kaldı. Almanlar böyle bir maceranın sonunda, fena halde yenilerek ve çok kayıplara uğrayarak, kendilerinin eskiden sahip oldukları toprakları da kaybederek, kötü bir duruma düştüler.

Ama yılmadılar ve ye'se düşmediler, ümitsizliğe düşmediler. Ve çalışmalarını devam ettirdiler, ettirdiler, sonunda ülkelerinin doğu kısmını kurtardılar. Doğu Almanya, Batı Almanya, ikisi birleşti. Berlin'i kurtardılar. Bununla da yetinmediler, mütefekkirleri, onların ülkeleri için düşünen siyasileri... Bir kısmı bunların papazdı. Meselâ Konrad Adenaur papaz, Helmut Kohl papaz. Bunlar kilisenin papazları, siyasete girmiş insanlar. Yeniden Almanya'yı kurtardıktan başka, "Avrupa devletlerinin arasında ihtilafa, kavgaya lüzum yoktur!" diyerek, onları toparladılar ve Avrupa Birliği'ni kurdular. Halbuki kavgayı kendileri çıkatmışlardı İkinci Cihan Harbinde.

Ve kocaman bir birlik haline geldiler. Amerika'yla rekabet edebilmek için, Rusya'yla rekabet edebilmek için, muazzam hamleler yaptılar. Şimdi Almanya'dan bir insan, bir kimlikle İspanya'ya kadar gidebiliyor, her tarafı gezebiliyor Avrupa'da. Yâni çok büyük gelişmeler sağladılar. Adetâ, tarihdeki büyük imparatorluklarını yeniden kurmak istiyor gibi.

Hatta, başka milletleri de o kadar özendiriyorlar ki, onlar da onların birliğine girmek istiyor. Onlarla beraber olalım diye müracaat ediyorlar. Türkiye de işte Avrupa Birliği'ne gireceğim diye uğraşıyor. Onlar da diyorlar ki: "Kıbrıs'ı verirseniz olur, şunu yaparsanız olur, bunu yaparsanız olur." Taviz koparmaya çalışıyorlar.

Ama bizim mütefekkirlerimiz, bizim siyasilerimiz bunları hiç düşünmemiş. Elden çıkan topraklardan sadece Kıbrıs'ın kuzeyi, Kuzey Kıbrıs diye biraz kurtarılabilmiş. Öbür taraflar... Balkanlar'da ne kadar katliamlar oldu, Boşnak kardeşlerimizden hepimiz gördük işte geçtiğimiz yıllarda... Makedonya'da, Bulgaristan'da ne kadar zulümler yaptılar, ne kadar müslümanları öldürdüler. Biz herhangi bir şey yapamadık. Arnavutluğa yardım edemedik, Kosova'ya yardım edemedik, ellerinden tutamadık, kalkındıramadık.

Libya bizimle birleşmek istiyordu. Libya'yla bile birleşemedik. Yâni o temâyülü anlayamadık. Kral İdris Es-Sünûsî, zaten İstiklâl Harbi'nde bizim cephemizde bizimle beraber çarpışmış insanlar, İtalyanları def ettikten sonra Türkiye'yle birleşmek istiyorlardı. Türkiye bu işlerden habersiz veya haberi olduğu halde siyasiler suçlu; haberi varsa daha suçlu... Libya'yı alabilirdik, Libya'yla birleşebilirdik. Çünkü Kral İdris Es-Sünûsî bu niyeti taşıyordu. Olmadı, Kazzafi onu devirdi. Ondan sonra kendi milletinin de canına okudu.

Halbuki biz oralarda Trablusgarb'da ve sâirede nice savaşlar yapmıştık. Eski topraklarımızdan bir kısmını, Almanya'nın Doğu Almanya'yı aldığı gibi almış olacaktık.

Menderes zamanında, Irak'ın alınması gibi bir durum biraz belirir gibi oldu, Bağdat hakkı filân diye. Muhalifler, düşmanlar meseleyi anladıkları için, ihtilaller yaptılar. Hükümeti devirdiler, krallarını öldürdüler, diktatörler başa geçti. Irak'ı birleşmekten vaz geçirdiler.

Yoksa biz basiretli siyaset gütseydik, Irak'la birleşebilecektik. Daha başka komşu, eskiden bizim olan yerlerle birleşmemiz mümkün olurdu.

Bunları bilmiyorum benden önce başkası söyledi mi?.. Hiç bunlar düşünülmüyor, bunlara göre çalışılmıyor.

Bu Kafkasya'da olaylar çıktığı zaman, ben harita aradım, doğru düzgün bir haritamız yok... Kafkas halklarıyla ilişkin bir çalışma yok... Adını ilk defa duyduğumuz kabilelerin yerlerini son savaşlarda anladık. Osetya diye bir yer varmış, Acaristan varmış, Çerkezistan varmış, Çeçenistan varmış filan diye yeni yeni anlıyoruz. Onlara ne yardım etmişiz, ne takip etmişiz, ne ilgi göstermişiz...

Oradan gelenler de, kendi ülkelerine gereken yardımı yapmamışlar. Halbuki çoğu orduya girmişlerdi, general rütbesine kadar bile çıkmışlardı. Biliyorum bir kısmının ismini...

Hasılı hepimiz suçluyuz. Yâni Türkiye'nin şu andaki yaşayanları, veyahut yaşlıları diyelim, herkes suçlu... Çünkü daha eski kaybettiğimiz toprakların acısını bile unutmuşuz, onlara ağlamayı bile unutmuşuz. Halbuki Bavyera'ya kadar topraklar bizimdi, Budapeşte'ye kadar bizimdi. İşte böyle şeyler olmuş.

Bunları niçin anlatıyorum, sözün başına dönelim: "Bizi bu halde bile bırakmak istemeyip parçalamak isteyenler var!" diye söylüyorum, yâni münafıklar var diye söylüyorum. Ve bu münafıklar tabii ilk önce ilgi toplamak için ve taraftar kazanmak için, sizin hoşunuza gidecek en tatlı sözleri söylerler. Siz neye inanıyorsanız, neyi seviyorsanız, onu öne sürerler. Ama sonradan bakarsınız ki, sizi böyle bağladıktan sonra, paketledikten sonra hiç istemediğiniz noktaya götürmüşler.

Onun için, "Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini okurken, zamane münafıklarını da tanıyın ve ona göre aklınızı başınıza toplayın!" diye, birazcık böyle acı acı bazı şeyleri beyan etmek istiyorum. "Dost acı söyler, düşman güldürür."

Maalesef, ben biraz da bazı insanlara çok kırgınım. Çünkü, böyle münafıkların münafıkça sözlerini anlamıyorlar, hemen gevşeyip onlara meylediveriyorlar, kanıveriyorlar. Çok yanlış...

Halbuki Peygamber Efendimiz "Gerçek mü'min aldanmaz." diye buyuruyor. Bir defa aldansa ikinci defa aldanmaz. Yâni bir mü'min, bir yılan kendisini bir delikten bir defa soksa ikinci defa artık orada tedbir alır. Ama Türkiye'de ve diğer İslâm ülkelerinde olaylar daima aynı, aynı filimler çevriliyor, aynı oyunlar oynanıyor, aynı zararlar veriliyor. Halk hâlâ dostunu düşmanını anlayamamış oluyor. Demek ki münafıkları teşhiste kusur var. Yâni münafıkları anlayamama var. Bu da imandaki kusurdan kaynaklanıyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri basiret ihsan eylesin...

c. Münafıkların Yalan Söylemesi

Şimdi bu adam böyle tatlı sözler söyleyip, bir de ne yapıyor: (Yüşhidullàhe alâ mâ fî kalbihi) "Kalbindekilere de Allah'ı şahit getiriyor." "Bak benim kalbim çok temiz, vallàhi, Allah biliyor ki, Allah çok iyi bilir ki..." gibi böyle yeminle veya tatlı laflarla böyle söylüyorlar. Onlara hiç kanmamak lâzım! Çünkü o onu kullanıyor.

Münafikun Sûresi'nin başındaki ayet de çok çok ibretlidir bizim için. Buyuruyor ki Cenâb-ı Hak Münafikun Sûresi'nin 1. ayet-i kerimesinde, bismillâhir-rahmânir-rahim:

(İzâ câekel-münâfikne kàlû neşhedü inneke lerasûlüllàh) "Ey Rasûlüm sana münafıklar geldikleri zaman derler ki: Şehadet ederiz ki sen Allah'ın rasûlüsün!" Tamam güzel söz söylüyorlar, mü'minin söylemesi gereken sözü sölüyorlar, müslüman olmuş gibi görünüyorlar.

Allah-u Teàlâ Hazretleri onların yalancı olduğunu biliyor ama, "Onlar yalancı!" dese, o zaman birileri de sanacak ki, (enneke le rasûlullah) sözü yanlış. Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:

(Vallàhu ya'lemü inneke lerasûlüh) Allah biliyor ki sen onun elçisisin! Evet, elbette o öyle ama, (Vallàhu yeşhedü innel-münâfikîne lekâzibûn) Allah da şehadet eder ki münafıklar yalancıların ta kendileridir." Yâni istihza ediyor Cenâb-ı Hak onlarla.

Müslümanların bunları anlaması lâzım, bilmesi lâzım! Alâmetleri de Rasûlullah tarafından söylenmiş, bunlara kanmaması lâzım!

Kur'an-ı Kerim ayetlerinin kıraat farkları oluyor, farklı rivayetler oluyor ya, bu (yüşhidullâhe alâ mâ fî kalbihi) kısmı için, (yüşhedullâhu alâ mâ fî kalbihi) diye de kıraat var. O zaman mânâ şöyle oluyor:

"Onlar dünya hayatı konusunda böyle tatlı tatlı laflar söylerler ama, Allah onların kalplerinde ne kadar kötü fikirler taşıdıklarını görüyor, biliyor. Allah şahid olduğu halde, böyle tatlı tatlı sözler söylerler. Yâni bu büyük bir cür'et oluyor. Allah'ın kalplerinden geçenleri gördüğünü, bildiğini bildikleri halde bu sahtekârlığa devam ediyorlar.

Çok büyük bir şey tabii. İsyan çok korkunç bir şey... Allah'ın her şeyi gördüğünü, bildiğini düşündüğü halde, böyle şeyler yapmak çok fena.

Bu (fîl-hayâtid-dünyâ) yâni dünya hayatı konusunda, dünya hayatı hakkındaki sözleri. Tabii bu ne mânâya geliyor: Onlar belki dünya hayırları, menfaatleri, faydaları konusunda vaadlerde bulunuyorlar, "Böyle yapacağız, şöyle yapacağız..." filan diyorlar. Ahiretle ilgili bir şey değil de, bu yaşamla ilgili belki böyle kandırıcı sözler söylüyorlar.

Bu zamanın münafıkları da, etrafına adam toplamak için, yine dünya menfaati de sağlarlar. Hatta ben duydum ki, bazı misyonerler kandırmak istedikleri kimselere maaş bağlıyorlarmış: "Ayda sana şu kadar, 400 mark, 500 mark vereceğiz, sen bizim toplantılarımıza gel!" diyorlarmış. 500 marka tenezzül eden onların toplantılarına gidiyor.

Bir gidiyor, iki gidiyor... Onlar da tabii gelen insanı nasıl yakalayıp, nasıl kullanacaklarını çok iyi bildiklerinden:

"--Haydi bakalım şu vazifeyi yap!.. Haydi git, sen de şunu yap!.. Haydi git bakalım, üç tane Türk'ü daha getir; getirmezsen parayı vermeyiz!" diyorlar.

Böylece bizim kendi evlatlarımızı kendimiz aleyhine, dinimiz aleyhine kullanıyorlar. Kimseden de ses çıkmıyor.

Benim en çok hayret ettiğim şeylerden birisi de, bu konularda geçenlerde gazeteden, mecmualardan bazı haberler okudum. İşçi Partisi'nden bazı kimseler ve onların yayınlarının yazarları, İzmir'de bazı toplantılara katılmışlar; bunları onlar yayınlıyorlar. Tabii onlar esas itibariyle İşçi Partisi... Asıl dinci olduğunu söyleyen partilerin, bu işleri ortaya koyması lazım! Onlar bir şey demiyorlar. Ne günlere kaldık ey gàzi hünkâr!.. İnsan hayretler içinde kalıyor.

(Ve hüve eleddül-hısàm) "Bu lafı söyleyen, tatlı lafı söyleyen insan, hasımların en yamuğudur." Eled, ledid kelimesinin çoğuludur. Lüd, bunun ism-i tafdilidir. Bunun da çoğulu lüdd gelir, dalı şeddeli olarak, yamuk demek... Yâni hasımların en eğri büğrüsü, en yamuğu.

Münafığın en büyük vasfı budur, yamukluktur. Yâni her kılığa girer, her tarafa yamulur. Dosdoğru kafir olsa anlarsın, direk gibidir, görürsün. Ama münafık böyle her kılığa girip yamulduğu için, kıvrıldığı için, kıvırttığı için anlaşılması zordur.

Edebiyatçılardan birisi onun için demiş ki:

"--Pirincin içindeki siyah taştan korkma!"

"--Neden?.."

"--Pirinç beyazdır, taş da siyah; hemen görürsün, ayıklarsın. Ama mermer parçasıysa, beyazsa, pirinç gibiyse; o zaman hapı yutarsın. Ağzına kaşığı attığın zaman, çiğnediğin zaman mermer parçası iki dişin arasına geldi mi, ne kadar fena olur taş çiğnemek. Sözü söylerken bile insan bir fena oluyor.

Münafık da böyledir işte. Yâni beyaz pirincin arasında beyaz taş parçası, mermer parçası gibidir. Aslında düşmanların en yamuğu olduğu halde, böyle tatlı tatlı laflar söyler. Bir de Allah'ı sözlerine şahit getirir. Yalancılıklarına şahit getirir. Ekseriyetin kıraatine göre mânâ bu.

Ama öteki kıraate göre: "Allah onun kalbindeki yamuk fikirlerin nasıl yamuk olduğunu gördüğü halde, onu düşünmez de, böyle işler yapar, tatlı sözler söyler, kandırmaya çalışır." mânâsına.

(Ve izâ tevellâ) Tevellâ iki mânâya geliyor. Birincisi; vellâ müdbiren yâni arkasını dönüp gitmek mânâsına geliyor. Yâni senin yanında bulunduktan sonra, ayrılıp gidiyor. Senin yanında tatlı tatlı konuşuyor, ondan sonra ayrılıp gidiyor ya, arkasını dönüp gitti. Dönüp gittiği zaman mânâsına gelir tevellâ.

İkinci mânâsı da; tevellî, bir işin başına velî olmak, veliyyül-emr olmak mânâsına. (Ve izâ tevellâ) "Bir işin başına geçtiği zaman, yâni bir işte yönetici durumuna geldiği zaman; (seà fîl-ardı) o zaman, yeryüzünde gayret gösterir..." Yâni seà-yes'à, gayret göstermek ve koşuşturmak mânâsına. Bu maddi olarak hızla koşuşturmak mânâsına da gelir. Ama mânevî olarak benzetme yoluyla, kötülükleri yapmak için, çok böyle gayret sarfetmek mânâsına da gelir.

Koşuşturur. Niçin?.. (Liyüfside fîhâ) "Yeryüzünü fesada uğratmak için koşuşturur." Fesada uğratmak ne demek, bozmak demek. Kevn, olmak, yapmak demek; fesad, olan şeyin bozulması demek. Meselâ; çocuk küçük küçük oyuncak parçalarını bir araya getiriyor, bir ev yapıyor. Öteki yaramaz çocuk da geliyor, bir vuruyor, darma dağın dağıtıyor. Yapmak ve bozmak... Fesad bozmak demek, efsede-yüfsidü de o mânâya.

(Liyüfside fîhâ) "Yeryüzünde bozgunculuk yapmak için yapar bu koşuşturmayı; eline fırsat geçince veya dönüp gidince..."

(Ve yühlikel-hars) Ehleke-yüklikü; helâk etmek demek, yok etmek demek. Neyi yok ediyor?.. (El-hars) "Ekini, mezruatı, ziraat olarak yere dikilmiş, emek sarfedilerek büyüsün de yiyelim diye ekilmiş ekinleri; (ven-nesl) ve nesilleri helak ediyor." Hars bitkilerin sonucudur, bitkilerdir. Nesil de hayvanlar, yâni canlılar içindir, hayvanât içindir. İnsanlar için de, başkaları için de...

Bu adam ne yapmış, bu münafık --eğer El-Ahnes İbn-i Şerîk kastediliyorsa-- ne yapmış?.. Peygamber Efendimiz'e tatlı tatlı, "Ben müslüman oldum!" diye güzel güzel sözler söyledikten sonra, vaadlerde bulunduktan sonra, giderken ekinleri yakmış, harmanları yakmış. İşte hars bu. Ondan sonra koyunları, develeri öldürmüş, istifade edilmez hale getirmiş, kırmış, geçirmiş... Ven-nesl de bu.

Münafık, eline fırsat geçti mi, böyle her türlü zararı yapar. Onun için mü'minlerin ihlâslıların çok dikkat etmesi lâzım! Münafıkları iyi tanıması lâzım! Ve münafıkları tanıdıktan sonra da göz açtırmaması lâzım, fırsat vermemesi lâzım!

Öyle fırsatlar veriyorlar, öyle işlerin başına getiriyorlar ki; hortumlayıp bitiriyor. Her türlü zararı yapıyor. Öyle zararlar veriyorlar ki, milleti birbirine kırdırıyor. Getiriyorsunuz bir hayırlı iş yapsın diye bir şeyin başına; bir düzen kuruyor, bir oyun oynuyor, iki tarafı birbirine kırdırıyor. Türkiye'de yıllarca gençler birbirleriyle nasıl çarpıştılar. Birileri bu işi yaptı, becerdi. Sokaklarda tabancalar, ölenler, kalanlar... Nice insanlar öldü. Okullarda, camlar, çerçeveler, nasıl zararlar oldu...

Onun için, ne yapmamız lâzım? Her yerde, her zaman ihlâslı insanları iş başına getirmemiz lâzım! İhlâslı insanlara görev vermek lâzım. Ötekileri de zarar vermesin diye, pür dikkat göz hapsi altına alıp, dikkat etmek lâzım!

(Vallàhu lâ yühibbül-fesâd) "Halbuki Allah bozgunculuğu sevmez. Cenâb-ı Hak zararı, fesadı, bozgunculuğu, öldürmeyi, üzmeyi, kırmayı, vurmayı sevmez." İslâm'ın fikri budur. Allah-u Teàlâ Hazretleri İslâm dinini insanlara, beş ana hususu korumak için göndermiştir. Dinin özeti budur: Nesli korumak için, malı korumak için, imanı korumak için, canı korumak için... Bir şey daha vardı, onu her zaman hatırıma tam getiremiyorum. [Aklı korumak.] İslâm'ın ana gayeleri bunlar.

Bir kimsenin canına kıyılmak, eğer bir başkasının canına kıydıysa, kısastan dolayıdır. Ya da harbe darbe kalktıysa, onu engellemek içindir. İslâm sulhu esas alır, selâmeti esas alır. İnsanları tatlılıkla iknâyı esas alır.

Ama başkaları hiç öyle yapmıyorlar. Hatta bir de kurnazlık yapıyorlar, müslümanları saldırgan ve bozguncu, savaşçı gibi gösterip, savaşçılığı asıl dünyanın her yerinde kendileri yapıyorlar. Yüzyıllardır bunu görüyoruz. Empeyalizmin en büyük oyunlarından birisi budur. Buyurun Rusya'ya bakın, buyurun dünyanın her yerine saldırıp müstemleke edinen müstemlekeci devletlerin yaptıklarına bakın!..

Fransa'nın Cezayir'deki nüfusun üçte birini kırdığını duyduysanız, tabii ne kadar üzülmüşsünüzdür. İlk defa duyduysanız, ne kadar hayret edeceksiniz. Bir ahalinin üçte birini kırmak... Korkunç! Korkunç rakamlar!.. Cezayir tarihini okuyuverin, açın elinizdeki umûmî kitaplara, tarih kitaplarına, geçtiğimiz yakın zamanın yakın tarihini anlatan kitaplara bakın, göreceksiniz.

Hâlâ da öyle. "Şimdi Cezayir'de devlet güçleriyle, kökten dinci güçler çarpışıyor..." diyorlar. Hepsi masal, hepsi dış görünüş... Aslında emperyalizm, devlet gücü vasıtasıyla halkı kırmaya devam ediyor. Yâni geçtiğimiz asırda kırdığı yetmiyormuş gibi, hâlâ devam ediyor.

Libya'ya da girdikleri zaman İtalyanlar, o libyalı kardeşlerimizin yıllarca yaptıkları ziraatleri, yetiştirdikleri ağaçları, vahaları, bahçeleri yaktılar, yıktılar... Libya'nın ahâlisini de aynı şekilde kırdılar, geçirdiler...

Ama lâfa gelince Avrupalılar medenî, Avrupalılar sulhçu filân gibi... Bu da işin bir başka aldatmacası, bir başka çirkin tarafı.

Haçlı orduları Antakya'ya girdiği zaman, Kudüs'e girdiği zaman kadınları ve çocukları nasıl öldürdüklerini tarih yazıyor. Çocuk etini yediklerini kendi papazları kitaplarında, hatıralarında yazıyor.

Biz de tarihi hiç okumamış bile olsak, gazete okumak kâfi, televizyona bakmak kâfi, Boşnakların ne kadar zulme uğradığını, Çeçenlerin ne kadar ezildiğini her zaman görüyoruz. Her gün haberlerde bunları görmemiz mümkün. Daha bilmediğimiz nice nice zulümler oluyor, Allah biliyor. Allah bizlere uyanıklık versin...

d. Münafıkların Cezası Cehennemdir

Münafık, "Ben mü'minim, müslümanım, İslâm'a geldim, imana geldim, müslüman oldum." dediği için; o biraz yamuk iş yaptığı zaman, etrafındakiler ne yaparlar? Nasihat ederler: "Niye böyle yapıyorsun" derler, şaşırırlar veya düzeltmek için nasihat vazifelerini yaparlar.

(Ve izâ kîle lehû) "Böyle bu yamuk adama düşman tatlı sözler söylüyor ama fırsat buldu mu yakıp yıkıyor, öldürüyor. Buna (ittekıllâh) 'Allah'tan kork yâhu!' denildiği zaman, (ehazethül-izzetü) kibirlenmeye tutulur. 'Allah'tan kork!' deyince sinirleniyor, nefsi kabarıyor. (Bil-ismi) Günahkârlığı daha da kendisini sarıyor, böyle daha beter günah olacak işler yapıyor." Yâni nasihati dinlemek, kabul etmek tarafına hiç yanaşmıyor. Hıncından dolayı nasihat karşısında da nefsi kabarıyor ve daha yeni günahlara giriyor.

(Fehasbühû cehennem) "Buna ancak cehennem çâredir. Cehennem buna ceza olarak yeter. Oraya gittiği zaman, görür gününü." manasına geliyor.

Hasb, kâfidir, yeter manasına geliyor. Meselâ, (Hasbünallàh) ne demek?.. "Allah bize kâfidir, yeter." demek. Bu (hasbühû cehennem) ne demek? Cehennem ona ceza olarak kâfidir; onun yaptığı bu münafıklıkları, kâfirlikleri burnundan getirmek için kâfidir."

(Hasbiyallah) ne demek?.. "Allah bana yeter." demek.

Cehennem, Allah'ın azap yurdunun, yerinin ismidir. Bu Arapça'da ceheme maddesinden gelmiştir deniliyor. Sert ve çirkin ve olmak manasına. Orası da sert cezaların ve her türlü çirkin, pis kokular, irinler ve sâire olan bir yer olduğundan, cehennem kelimesi cehm kökünden gelmiştir deniliyor.

Bir de bu kökten cehman kelimesi var. Cehman da, dibi görünmez derin kuyu demek. Cehennemde tabii Gayyâ kuyusu filân var. Böyle derin azap vâdileri var. Oralardan böyle isimlendirilmiş olabilir.

"Dışardan gelmiş, Arapça'ya girmiş bir kelimedir" diyenler de var. Hattâ aslı cehennam'mış diyorlar. Tabii Arap diyarına böyle yabancı kelime nereden gelir?.. Daha önce oralarda, çevrede yaşamış eski medeniyetlerden gelir. Arapların yukarısında Bâbilliler vardı, Asurlular vardı. Kuzeybatılarında Mısırlılar vardı. Habeşistan vardı aşağılarında. Bunlar tabii eski medeniyetler...

Cenâb-ı Hak hiçbir ümmeti peygambersiz bırakmamıştır. Tabii onlara da peygamber göndermiştir, onlar da aynı hakikatleri söylemiştir. Orada da cehennem kelimesi geçmiş olabilir. Onun için, Araplara da oradan gelmiş olabilir, fark etmez.

Nitekim, firdevs kelimesi, batı dillerinde de var paradayz diye, --paradise yazılıyor-- Fransızca'da, Almanca'da, İngilizce'de var... Neden? Çünkü Hazret-i İsâ da söylemiş, daha önce Hazret-i Mûsa da söylemiş: "Cennetlerden birisinin adı Firdevs'tir." diye. Onun için bu bilgiyi onlar da biliyorlar. Bizim Peygamberimiz'e de inen ayetlerde de, onun için Firdevs kelimesi geçmiş.

Hàsılı, cehennem Allah'ın azap yurdu, ahirette kâfirleri içine atıp da yakacağı azap yeri. Büyüklüğü ne kadar?.. Tariflere sığmaz derecede korkunç ve büyük bir varlık, mekân.

Aslında ayet-i kerimelerde buyruluyor ki: "Allah'ı zikretmeyen, tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur." Her varlığın kendine göre bir zikri, tesbihi, hareketi var. Cehennemin de öyle bir şahsiyeti var, kişiliği var. Meselâ cehenneme kâfirler atıldıkça, Kur'an-ı Kerim'de beyan ediliyor ki, daha ilerdeki ayetlerde gelecek:

(Yevme neklü licehennem) Allah-u Teàlâ Hazretleri cehenneme: (Helimtele'tü) "Kâfirlerin hepsi atıldı. Doldun mu ey cehennem?" diye soracak.

(Ve teklü) O da Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne diyecekmiş ki: (Hel min mezîd) "Var mı yâ Rabbi daha fazla kâfir, onların da gönder, onlara da iştahım var... Onları da alırım, onları da yakarım, yutarım!" diye cevap verecekmiş. Böyle bir korkunç yer.

Peygamber-i Zîşân'ımız, Mi'rac'da Allah-u Teàlâ Hazretleri'nden cehennemi de kendisine göstermesini istedi de, onun kapakları açıldı ve Peygamber Efendimiz cehennemde azap görenleri, ve sâireleri gördü. Ama hemen kapattırdı, çünkü seyri dahi son derece korkunç.

Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi cehennemden korusun... Evlâtlarımızı, çocuklarımızı, kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, komşularımızı, milletimizi, ümmetimizi, bütün insanları cehenemden korusun...

Bütün insanlar cehenneme düşmez de cennete giderse, hepsine cennette yer var!.. Yâni cennette de, cehennemde de yer darlığı, yer sıkıntısı yok... Yeter ki, insanlar akıllarını başlarına toplasınlar, cennette gidecek işler yapsınlar. Cennette yer var, izdiham bahis konusu değil.

Cennete en sonuncu olarak gidecek insanın bile mükâfatı, bu yeryüzü ve bu gökler kadar geniş bir yerin kendisine verilmesi... Ve o sanacak ki, en büyük mükâfat kendisine verildi. Mülkünün, sahip olduğu cennetteki mekânların bir ucundan, öbür ucuna gide gide bitmeyecek kadar geniş mekânları olacak.

Allah bizi cennetliklerden eylesin, cehenneme düşürmesin... Sıratı yıldırım gibi geçenlerden eylesin... Ama işte kâfirler, münafıklar, böyle imansızlar belâlarını orda bulacaklar. Cehennem onlara ceza olarak yeter.

(Ve lebi'sel-mihâd) Buradaki le te'kid içindir, muhakkak ki mânâsına. Kelime asıl bi'sedir. Bi'se, ne kadar fenâ mânâsına zem kelimesi. Ni'me ne kardar güzel demek onun zıddı, bi'se ne kadar fena demek. (Bi'sel-mihâd) "Ne fenâ mihâddır."

Mihâd da, mehd kelimesiyle ilgili. Çocuğun kaldığı, yatırıldığı yere mehd diyoruz, beşik demek. Mihâd da, insanların gidip böyle kaldığı, yattığı yer mânâsına. "Cehennem ne kötü bir kalacak yerdir, ne kötü bir yataktır."

Hani deniliyor ki: "Falanca hayduta filânca kişiler evlerinde yataklık etmişler." Yâni onu barındırmışlar manasına. Yâni yatak sözüyle ilgili, ama barınak filân manasına, gidip tıkılacağı hapishane, zindan gibi düşünebilir.

e. Nefsini Satın Alan Kimse

Bu üç ayet-i kerime münafıklar, yâni imanda münafıklığı olup, kalbinden kâfir olup, öyle yaşayıp, ölenler hakkında... Bunlara mukabil, 207. ayet-i kerime de, iyi insanların zikrini anlatan, hâlini anlatan bir ayet-i kerime:

(Ve minen-nâsi men yeşrî nefsehübtiğàe merdàtillâh, vallàhu raûfün bil-ibâd.) (Bakara: 207)

(Ve minen-nâs) "Buna mukabil insanlardan öyleleri vardır ki, (men) o kimse (yeşrî) satın alır (nefsehû) kendi nefsini." Niçin satın alır, kimden satın alır? bir kere diyelim önce. Kendisini yakalamak isteyen, tutmak isteyen, bırakmamak isteyen kimselerden kendisini satın alır. Niçin? (İbtiğâe merdàtillâh) "Allah'ın rızasını elde etmek için alır, kendini tutmak isteyenlerden satın alır. (Vallàhu rafun bil-ibâd) Allah böyle mü'min kullarına çok merhametlidir."

Deniliyor ki: "Bu ayet-i kerime, Süheyb ibn-i Sinan er-Rûmî hakkında nâzil olmuştur." Bir rivayet böyle. Bir rivayet, Hazret-i Ali hakkında nazil olmuş olduğunu söylüyor. Bir rivayette de, "İyiliği emreden, kötülüğü men eden bir kişi hakkında inmiştir." deniliyor. Yâni şahsiyetin kim olduğu belirtilmeden böyle rivayetler var.

Süheyb ibn-i Sinân'ın, RA, hâlini okuyalım, anlatalım:

Süheyb ibn-i Sinan köle olarak Mekke'de bulunuyordu. Yakalamışlar, getirmişler, orada yaşıyordu. Çok hünerliydi, becerikliydi. Orada yaşadığı sırada kılıç filân yaparak, Mekkelilerin bilmediği işleri becererek, alnının teriyle para kazanmış, mal mülk sahibi olmuştu. Böylece kendisini de böyle boyunduruktan, kölelikten kurtarmıştı.

Bu zât müslüman oldu. Peygamber Efendimiz Medine'ye hicret ettikten sonra Medine-i Münevvere'ye o da hicret etmek istedi. Onun hicret edeceğini anlayınca, müşrikler, Mekke'nin kâfirleri dediler ki:

"--Süheyb, sen buraya yokluk içinde geldin. Hiçbir şeyin yokken, burada mal mülk sahibi oldun. Sen şimdi böyle malını mülkünü alıp da gitmek istiyorsun. Biz seni bırakır mıyız?.. Mümkün mü, kesinlikle bırakmayız!.." dediler.

Onun üzerine Süheyb dedi ki:

"--Pekiyi, ben malımı, mülkümü size bıraksam, o zaman Medine'ye hicret etmeme müsaade eder misiniz?.."

Bazı rivayetlerde de demiş ki:

"--Ben ihtiyar bir adamım, benim düşmanlığımdan bir şey olmaz. Ne olacak; ihtiyarım, savaşamam, bir şey yapmam. Ben verdiğim sözden dönmek istemiyorum, mü'min oldum bir kere... Malım mülküm çok, onları size bırakayım. Bırakın gideyim!" demiş.

Onlar da gitmesine razı olmuşlar.

Bazıları razı olmuş ama, tarih kitaplarında yazılıyor ki, Medine-i Münevvere'ye giderken Mekke'den çıktığı sırada Süheyb-i Rûmî Hazretleri'nin arkasına gene Mekke'nin bazı eşkiyası takılmış. Süheyb-i Rûmî dönmüş bakmış ki, birileri kendisini takip ediyor. Atından, devesinden, neyse bineğinden inmiş ve okunu önüne koymuş. Yâni oklarını koyduğu torbaya kinane derler Araplar, ok kuburu diyorlar. Okları koyup da arkasına astıkları ok torbası diyelim. Bir siperin arkasına çekilmiş ve ok torbasını da önüne koymuş. Kendisini takip eden, engellemek isteyen o Kureyşlilere demiş ki:

"--Bakın, biliyorsunuz ki sizin en iyi ok atanınızım!.."

Nişancıymış ve çok güzel ok atarmış. Oku atmakta iki şey var. Bir, oku çok kuvvetli çekip ileriye kadar atmak, uzun menzile, mesafeye atmak... Bir de, attığı zaman vurmak... Herhalde Süheyb-i Rûmî Hazretleri böyle demircilik filân yaptığından --çekiç, balyoz savuran insanların pazuları ne kadar kuvvetli olur bilirsiniz-- anlaşılan böyle zayıf, nahif bir insan değildi. Demek ki, uzağa atıyordu. Bir de çok iyi nişancıymış.

"--Bakın, benim bu hâlimi biliyorsunuz. Ben bu ok torbamdaki okların hepsini tam isabetle atıp da, sizden o kadar insan öldürmeden, bunlar bitmeden teslim olmam. Ayrıca oklarım bittikten sonra da kılıcımı çekerim, kılıcım elimde kırılıncaya kadar sizinle çarpışırım... Ne istiyorsunuz?.." demiş.

Demişler ki:

"--Sen malını mülkünü aldın, gidiyorsun!"

Demek ki, yanına aldığı biraz para pul bir şeyler vardı. Onlar da belki, aldığını bildikleri için arkasına düştüler. O da torbayı savurmuş. Dönmüş gitmişler.

Şimdi, işin bir başka ilginç tarafını size naklederek sohbetimi tamamlamak istiyorum: Süheyb böyle pazarlık yapıp da Medine'ye doğru yola çıktığı zaman, daha yoldayken, Medine'ye gelmeden, bu ayet-i kerime inmiş. Peygamber SAS Efendimiz, bu ayet-i kerimeyi ashabına okumuş:

(Ve minen-nâsi men yeşrî nefsehübtiğàe merdàtillâh, vallàhu raûfün bil-ibâd.) (Bakara: 207)

Bakın, çok önemli, tarih bunu böyle yazıyor. Peygamber Efendimiz'in nübüvvetinin nişanelerinden, peygamber olduğunun delillerinden... Daha Süheyb gelmedi. Herhangi bir bilgi getiren kimse gelmeden, bu ayet-i kerimeyi okumuş ve demiş ki:

"--Suheyb kazandı. Suheyb kazandı. Yâni imanını kurtarmak için malını verdi, Allah'ın Rasûlünün emrettiği hicret etme vazifesini yerine getirdi."

Çünkü o zaman mü'minlerin Peygamber Efendimiz'in etrafında toplanması, hicret etmesi gerekliydi. O hicret etmeyenler sorumlu oluyorlardı ve onlar hakkında ayet-i kerimeler var, önümüzdeki sohbetlerde gelecek. Şu anda da fazla uzamasın diye, onları bahis konusu etmek istemiyorum. Hicret etmeyenlerin cezaya çarpılacağı da bildiriliyordu. Onun için fırsatını bulan hicret ediyordu. Hatta hasta hasta haliyle hicrete kalkışıp da, yarı yolda ölenler bile vardı. Ama Rasûlullah emretti diye gidiyorlardı, "Ben hastayım..." diye duraksamıyorlardı.

Bu ayet-i kerime indi. Hazret-i Ömer, Ebûbekr-i Sıddîk gibi zât-ı muhteremler, bu ayet-i kerimenin Süheyb hakkında indiğini öğrenince, Medine'nin Mekke tarafına çıktılar, gözetlemeğe başladılar ve Süheyb Hazretleri'ne dediler ki:

"--Alışverişin mübarek olsun, kazançlı olsun!" mânâsına, (Rabihal-bey'u) demişler.

Yâni bu harre tarafından, Medine-i Münevvere'nin etrafında develerin yürüyemediği kayaların böyle eğri büğrü, sivri sivri, develerin ayaklarını, insanların ayaklarını kestiği kısımlar var; oraya harre deniliyor. Volkanik arazi, yürümek mümkün değil. Vasıta da geçemez yâni. Onlar tabii olarak koruyordu Medine'yi.

O harrede, Mekke'den gelen yolun ağzında karşıladılar onu Ömer ibnül-Hattab ve diğer mü'minler ve

"--(Rabihal-bey') Alış-veriş kârlı oldu, alış veriş kârlı olsun!" dediler.

O da demiş ki cevap olarak, Arapça bilinsin diye ibareyi söylüyorum, böyle denilince ne denilecek, yâni "Alış-verişiniz kârlı olsun, mübarek olsun!" demişler,

"--(Ve entüm) "Sizin de mübarek olsun!" demiş, (Felâ ahzarallàhu ticârateküm) "Ticaretinizi sizin de ziyana uğratmasın ama, (ve mâzâke) ne oluyor?" demiş.

Yâni bilmiyor meseleyi. Süheyb-i Rûmî yoldan yeni geliyor. Onlar, "Ticaretin hayırlı olsun, kârlı olsun, mübarek olsun, maşallah, kârlı oldu!.." filan diye karşılıyorlar.

"--İyi tamam, sizin de ticaretiniz kârlı olsun, Allah size de kâr versin ama; neden?" diye sormuş.

Bilmiyor meseleyi. O zaman demişler ki:

"--Senin hakkında ayet-i kerime indirdi Allah-u Teàlâ Hazretleri: 'Böyle insanlardan bazıları var ki kendi nefsini Allah'ın rızasını kazanmak için düşmanlardan satın alıyor.' diye."

Süheyb-i Rûmî, "Paramı vereyim de, beni salıverin!" demişti ya; "İşte o mübarek olsun!" dediler, kutladılar.

Peygamber Efendimiz SAS, Medine'ye gelirken Süheyb'in başına gelen bu mücadele ve çekişmeye muttali olunca, iki defa: (Rabiha süheybün, rabiha süheybün) "Süheyb kazandı! Süheyb kazandı!.." demişti.

--E nasıl kazandı, nasıl kâr etti? Paracıklarının hepsi gitti, malları Mekke'de kaldı. En son, torbasına aldığı parayı da verdi. Parasız, pulsuz Medine'ye geldi...

Olsun. (Rabiha süheybün) "Süheyb kâr etti, Süheyb kâr etti!.." Kârı ortada. Çünkü bakın asırlar sonra hâlâ nâmı yürüyor. Allah şefaatine erdirsin... Ahiretini kazandı. Hakkında ayet indi, Allah razı oldu, Rasûlüllah râzı oldu. Bundan büyük kâr mı olur?..

Ama dünya malı geride kaldı. Malı mülkü insana Allah veriyor. Yâni Allah yolunda fedâ olan malın, kat kat fazlasını Allah gene verir. Vermese de insan fakir yaşasa bile, ahireti kazandığı zaman en büyük zenginliği kazanmış oluyor aziz ve muhterem kardeşlerim!

Allah-u Teàlâ Hazretleri görüyorsunuz mü'minleri mükâfatlandırıyor, hareketlerini mükâfatsız bırakmıyor, bol bol nimetler, mükâfatlar ihsan ediyor.

(İbtiğàe merdàtillâh) İbtiğà, bir şeyi kazanmak, istemek mânâsına Arapça'da. Dükkâna girdiğin zaman, dükkâncı sana Arapça'da sorar:

"--(Mâ tebğà) Ne istiyorsun?"

Bu tebğà fiilinin iftial bâbı, istemek, talep etmek manasına.

(İbtiğâe merdàtillâh) Merdàt da radiye-yerdà'dan masdar-ı mîmîdir, yâni o da masdardır. Razı olmak mânâsına, rıdà manasına, rıdan mânâsına ama, masdar-ı mîmîdir. (İbtiğâe merdàtillâh) "Allah'ın hoşnut olmasını elde etmek için, nefsini satın alanlar da vardır insanlardan..."

Nasıl satın aldı?.. "Mallarımı veriyorum, her şeyimi veriyorum; beni serbest bırakın!" dedi, Rasûlüllah'a kavuştu. Hicret etti, hicret vazifesini yapmış oldu. Rasûlüllah'ın rızasını, sevgisini kazanmış oldu. Allah'ın rızasına erdi.

(Vallàhu raûfun bil-ibâd) "Allah-u Teàlâ Hazretleri kullarına Raûf'tur." Raûf ne demek? Re'fetli, yumuşak kalpli, seven, şefkatli mânâsına gelir. Kullarına ama, hepsine değil; mü'min kullarına... Zalimleri, kâfirleri cezalandırıyor. Buradaki el-ibâd, (ibâdihil-mü'minîn) mânâsına, "Mü'min kullarına karşı çok sevgili, şefkatli, merhametlidir." demek.

Bu tabii büyük bir müjdedir. "Kim böyle Allah'ın rızasını kazanmak için fedâkârlık yaparsa, Allah da şefkatinden, merhametinden ona kat kat mükâfatlar verir." denmiş oluyor.

Rabbimiz cümlemizi münafıkları tanıyan, münafıklara aldanmayan, Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanmak için her türlü varlığını, müktesebâtını icabında fedâ etmekten çekinmeyen, Rabbinin rızasını kazanan kullarından eylesin...

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler, esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtuhû!..

14. 11. 2000 - ALMANYA