07. 11. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ

(Bakara: 200 - 203)

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Yayına Hazırlayan: ERKAYALAR

------------------

DÜNYADA DA, AHİRETTE DE İYİLİK

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah'ın selamı rahmeti bereketi üzerinize olsun...

Tefsir sohbetlerinden bir tanesine daha Allah'ın adıyla başlıyoruz. Bakara Sûre-i Şerifesi'nin 200. ayet-i kerimesine ulaştık. Bu ayet-i kerimeyi ve devamını okuyalım, ve üzerinde sohbetimizi yapalım. Allah-u Teàlâ Hazretleri, Rabbimiz buyuruyor ki, bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(Fe izâ kadaytüm menâsikeküm fezkürullàhe kezikriküm âbâeküm ev eşedde zikrâ, feminen-nâsi men yeklü rabbenâ âtinâ fîd-dünyâ ve mâ lehû fîl-âhireti min halâk.) (Bakara: 200)

(Ve minhüm men yeklü rabbenâ âtinâ fîd-dünyâ haseneten ve fîl-âhireti haseneten ve kınâ azâben-nâr.) (Bakara: 201)

(Ülâike lehüm nasîbün mimmâ kesebû, vallàhu serîul-hisâb.) (Bakara: 202)

Üç ayet-i kerimeyi okumuş olduk. Şimdi bunların üzerinde açıklamaları yapalım, sohbetimizi sürdürelim.

a. Kureyş'in Arafat'a Çıkmaması

Geçen hafta da, ayetlerin konuları hac ile ilgili idi. 199. ayet ve daha öncekiler de öyleydi:

(Sümme efîd min haysü efâdan-nâsü vestağfirullàh, innallàhe gafûrur-rahîm.) (Bakara: 199) ayet-i kerimesinde şöyle bir nokta daha var, onu galiba söylemeyi unuttum, arada kaldı. Onu hatırlatayım:

Kureyş cahiliye devrinde, Peygamber SAS Efendimiz'in peygamber olarak görevlendirilmesinden önceki devrede, hac yaparken Arafat'a çıkmazmış. Arafat, Harem mıntıkasının dışı. Müzdelife'ye kadar gelirlermiş, orada dururlarmış. "Biz Harem'in ehliyiz, Allah'ın sevgili kullarıyız." derlermiş. Kendilerini, "Humus" diye adlandırırlarmış. (Noktasız ha ile, kahramanlar, bahadırlar mânâsına.) Halkla beraber Arafat'a çıkmazlarmış. Orada, ahalinin Arafat'ta vakfeye durup da, geri dönüp Müzdelife'de vakfe yapmasını beklerlermiş.

Bu ayet-i kerimede, onların bu tutumlarının doğru olmadığını, kendilerine istisnâî bir durum icad etmemelerini, öyle bir durum ortaya çıkarmamalarını; veyahut eski olan o adeti şimdi devam ettirmemelerini Cenâb-ı Hak öğütlemek için:

(Sümme efîd min haysü efâdan-nâs) "İnsanlar nereye gitmişse, --Arafat'a gittiler-- nereden seller gibi akıp, vazifeleri yapıp geliyorlarsa, siz de onlar gibi, onların arasında bu vazifeyi yapın!" diye o kendilerini özel konumda saymalarının doğru olmadığını, Kureyş'in öyle düşünmesinin doğru olmadığını beyan ediyor. "Siz de insanlar gibi hareket edin, aynen onlar gibi yapın, onlar gibi Arafat'a çıkın, onlar gibi Müzdelife'ye gelin!" buyuruyor.

(Vestağfirullâh) "Ve daha önceki bu tutumunuzdan dolayı, davranışınızdan dolayı, kendinizi öteki insanlardan üstün görmenizden dolayı, hatanızdan dolayı Allah'tan özür dileyin, tevbe edin, afv u mağfiret isteyin! (İnnallàhe gafûrur-rahim.) Çünkü Allah çok çok mağfiret edicidir, çok çok merhamet edicidir; afv u mağfiret eder." buyurulmuş oluyor.

b. Mina'da Zikir

Sonra, az önce okumuş olduğum 200. ayet-i kerimeye geliyor konu. Yine hacla ilgili:

(Fe izâ kadaytüm menâsikeküm) "Menseklerinizi, nüsüklerinizi kaza ettiğiniz zaman..." Tabii bunların hepsi, Arapça kelimelerin Türkçe cümle kalıbına dökülmüş şekli; açıklamamız lâzım!

Menâsik, mensekin çoğulu. Nüsük de aynı mânâya; haccın fiilleri, yâni hacda yapılan işlemler demek. (İsm-i mekân ism-i zaman masdar-ı mîmi sigası. Mensek, çoğulu menâsik bu masdar-ı mimi olduğu zaman, ibadet etmek mânâsına geliyor. İsm-i mekân olduğu zaman, o ibadet fiillerinin yapıldığı mekân mânâsına gelir. İsm-i zaman olduğu zaman da, o işlerin yapıldığı zaman mânâsına gelir. Bu sîganın özelliği bu.) Ama burada haccın merasimleri demek, haccın işlemleri demek, haccı hac olarak tamamlayan haccın bölümleri demek.

Kaza etmek de, yerine getirmek, îfâ etmek mânâsına. "Haccın işlemlerini ifâ ettiğiniz zaman, (fezkürullàhe kezikriküm âbâeküm ev eşedde zikrâ) Allah'ı zikrediniz, babalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta daha şiddetli bir şekilde zikreniz!" buyuruyor.

Şimdi menâsik, haccın fiilleri nelerdir?.. Tabii en önemli mensek, nüsük Arafat'a çıkmak, Arafat'ta vakfe... O olmayınca hac olmuyor. Onu yaptılar, Müzdelife'ye seller gibi aktılar. Mina'ya yerleştiler, şeytanları taşladılar ve bu arada fırsat bulanlar --herhalde o zaman olabiliyordu-- fırsat bulanlar gitti, ifada tavafı diye adlandırdığımız farz tavafı da yaptı. Böylece kurban kesme, tavaf, şeytan taşlama, Arafat'ta daha önce vakfe yapmak gibi vazifeler tamamlandı. Şimdi Mina'da artık oturdular.

(Fe izâ kadaytüm menâsikeküm) "İşte bu hac fiillerini, işlemlerini ifâ ettiğiniz zaman, (fezkurullàh) Allah'ı zikrediniz!" Yâni Mina'nın günlerinin, gecelerinin zikirle geçirilmesinin işareti, emri olmuş oluyor.

Nasıl zikrediniz?.. (Kezikriküm âbâeküm) "Sizin babalarınızı zikretmeniz gibi; (ev eşedde zikrâ) yahut daha şiddetli bir zikirle Allah'ı zikrediniz!"

Bundan murad nedir?.. Müfessirlerin, tefsir ilmiyle uğraşan alimlerin bir kısmı demişler ki, meselâ Atâ' Rh.A bunlardan birisi:

(Hüve ke kavlüs-sabiyyi ebehû ve ümmehû) "Annesine babasına çocuğun: 'Anneciğim, babacığım!.. Anneciğim, babacığım!' demesi gibi. Bir onu bilir, annesini babasını bilir çocuk, hep onları yâd eder." Yâni çocuk nasıl annesine babasına düşkünse, nasıl hep onu anıyorsa... Hatta biraz annesi uzaklaştı mı, çocuk başlıyor ağlamaya...

"--Yavrum otur işte, bir şey yok, karnın tok, her türlü şey tamam, niye ağlıyorsun?"

Annesini istiyor. "İşte böyle bunun gibi, siz de Cenâb-ı Hakk'ı böyle istekle, arzu ile, aşk ile, hiç ayrılık olmasın gibi duyguyla zikredin!' demektir. Bunun mânâsı budur." diye bu mânâYa olduğunu rivayet ediyorlar.

İbn-i Abbas RA'dan --hem kendisinden, yâni Abdullah'tan, hem de babası, Peygamber Efendimizin amcası olan Abbas'tan Allah razı olsun; bütün ashabından razı olsun, şefaatlerine erdirsin-- bu mânâda zikredilmiş.

Ama bir diğer anlatım, anlama, tefsir daha var, o da yine İbn-i Abbas RA'dan rivayet edilmiş. İbn-i Abbas RA diyor ki:

"Cahiliye devrinde, yâni İslâm'dan önce, cahiliye devrinin Arapları hac vazifesini yaptığı zaman..." Pekiyi cahiliye devrinin Arapları niye haccediyor?.. Çünkü hac İbrahim AS'dan beri, İsmail AS'dan beri yapılagelen bir şey... Bunlar eksikleriyle, kusurlarıyla yapa yapa biraz bozmuşlar ama, yine de yapıyorlar. Yâni kökeni, işin aslı yine İbrahim AS'a, İsmail AS'a dayanıyor. Hatta ondan önce, ondan sonraki peygamberlerin de bu mübarek yerleri gelip ziyaret ettiklerini anlatmıştık ilgili ayet-i kerimelerde.

O cahiliye devrinde Peygamber Efendimiz'in irşadı olmadığı için, eski peygamberlerin anlattıkları da unutulduğu için, cahiliye Arapları böyle Mina'da, Müzdelife'de toplanırlarmış. Bu haccın Arafat'dan sonraki kısmında ecdadına, atalarına dair öğünçlerini dile getirirlermiş:

"--Benim babam şöyle yemekler pişirir, yoksullara şöyle dağıtırdı. Şöyle hayır yapardı, böyle hayır yapardı; diyetleri öderdi, köleleri kurtarırdı. Şu kadar mal falanca yere gönderir, şu kadar hayır filanca yere gönderirdi." diye, böyle kendi dedelerinin öğünülecek fiillerini sayıp döküp onları yâd ederlermiş.

O zaman buradaki ayet-i kerimelerden mânâ, "Öyle değil de, yâni onu yapmayın da, onun yerine Allah'ı zikredin!" mânâsı olmuş oluyor.

İster birinci olsun, yâni "Çocuğun anne babasını istemesi gibi, hatta daha fazla, siz Allah-u Teàlâ Hazretleri'ni zikredin!" ya da, "Babalarının öğünçlerini dile getirip de öğündüklerinden daha fazla, Cenâb-ı Hakk'ı zikreyleyin! O yanlış işleri, boş övünmeleri bırakın da, güzel olan, ibadet olan Cenâb-ı Hakk'ın zikriyle meşgul olun!" buyruluyor.

Şimdi daha önceki ayet-i kerimelerden, şimdiki ayet-i kerimeden ve bundan sonraki ayet-i kerimelerden görülecek ki, hac ibadeti ihrama girildiği zamandan itibaren hep zikirle dopdolu olan bir ibadettir. Telbiye zikirdir, yâni "Lebbeyk allàhümme lebbeyk..." diye ihramı giyip, dualar ederek Kâbe'ye doğru seyahat, Lebbeyk çekmek zikirdir. Arafat'ta yapılan faaliyetlerin kısm-ı a'zamı --namaz önceden kılınıyor, geniş bir zaman kalıyor-- zikirdir.

Müzdelife de zikirdir. Geçen hafta okuduğumuz ayet-i kerimelerde geçti, şimdi de "Bu vazifeler bittikten sonra, yine Allah-u Teàlâ Hazretleri'ni zikredin!" deniliyor. Çünkü zikrullah çok sevaplı bir ibadettir. Zikrullah hocaların uydurması, mürşidlerin kendilerinin zihinlerinden buldukları bir şey değildir; Kur'an'ın emridir, görüyorsunuz. Hac ibadeti zikirle dopdoludur, namaz da zikirle dopdoludur. Onun için zikrin kıymetini herkes bu ayet-i kerimeleri görünce iyice anlasın!..

"Şimdi, babalarınızı zikreder gibi, yâni eskiden babalarınızı zikrediyordunuz şimdi bırakın öyle boş öğünçleri, Allah'ı zikredin!"; ya da, "Çocuğun babasını aşk ile, şevk ile, sevgi ile anlattığı gibi, bu sefer Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerini yâd edin! Kudretini, sanatını, hikmetini dile getirin! Sohbetiniz hep ma'rifetullah çevresinde olsun!" gibi bir mânâ.

(Ev eşedde zikrâ) "Ya babalarınızı andığınız gibi, yahut daha çok şiddetli bir zikirle zikrediniz!" Buradaki ev tereddüt için değildir, şek için, şüphe için değildir; hatta daha fazlası mânâsınadır. Onu da müfessirler beyan ediyorlar. Onun için, "Babalarınızı zikreder gibi, hatta daha fazla zikrediniz!" diye açıklamayı öyle yapabiliriz.

c. Allah'tan Yalnız Dünyalık İstemek

Ondan sonra cahiliye devrindeki insanların hac esnasındaki bir davranışları daha ortaya konuluyor, onların doğru olmadığı anlatılıyor:

(Feminen-nâsi men yeklü rabbenâ atinâ fîddünyâ ve mâ lehü fîl-âhireti min halak.)

(Feminen-nâs) insanlardan bir kısmı vardır ki, (men) onlar derler: (Yeklü rabbenâ atinâ fîd-dünyâ) "Yâ Rabbi bize dünyada dünyalık ver." derler. (Ve mâ lehü fîl-âhireti min halak) Ve böyle dua eden için ahiretten hiç bir hisse, nasib, haz yoktur. Yâni istemiyor, istemediği için verilmez." Yahut da, "Duasının içine ahireti katmıyor, sadece dünyalık istiyor." mânâsına.

Ne derlermiş eskiden?.. Derlermiş ki: (Allahümmec'alhu âme gaysin) "Yâ Rabbi, bu yılı yağışlı bir yıl eyle!" Arafat'talar, Müzdelife'deler, Mina'dalar akılları dünya ile dolu. Diyorlar ki: "Aman iyi yağmur yağsın." Çünkü Arabistan'da sıcaklar çok oluyor, yağmur yağdı mı yeşillik oluyor, güzel oluyor, otlar büyüyor. Veya, (âme husbin) yâni, "Otlar çok bitsin, dizboyu olsun, hayvanlar otlasın, semirsin, şişmanlasın, sütler bollansın!" filan tabii sonuç itibariyle oraya bakıyor iş maddiyata.

(Âme vilâdin hasenin) "Doğum çok olsun!" Yâni, "Hayvanların doğumu çok olsun, koyunlar kuzulasın, develer yavrulasın, sürüler çoğalsın!" veyahut, "Allah hayırlı evlatlar versin, çoluk çocuğumuz çoğalsın!.." Çünkü cahiliye devri insanları bir de çoluk çocuğunun çokluğuyla, kavim ve kabilesinin kalabalıklığıyla da memnun olurlardı, övünürlerdi ve kuvvet bulurlardı. Yâni ne kadar çok erkek çocuğu varsa, ne kadar çok akrabası varsa, o kadar herkes ayağını denk alırdı onunla konuşurken. Onlar da onun için isterlerdi.

Hep böyle şeyler isterlermiş. Onlar dünyalık şeyler. Yâni otlar sararır, hayvanlar ölür, çoluk çocuk dağılır gider, dünyada kalır her şey.

(Femâ lehû fil-âhireti min halâk) Halak hı harfiyle; nasib mânâsına, hisse mânâsına, kısmet mânâsına, pay mânâsına. Yâni, "Ahiretten bir payları yok!" Dualarında da bir şey istemiyorlar, ahiretten bir istekleri yok! Dualarının bir bölümü ahirete ait değil. Onun için, vermez Allah. Dünya ehli çünkü... Onun için, bu dünya ehli olan insanların ahirette de ellerine bir şey geçmez .

d. Allah'ın Sevdiği Dua

(Ve minhüm) "Ama buna mukabil, insanların da bir kısmı vardır ki, (men) onlar ne derler? (Yeklü rabbenâ âtinâ fîd-dünyâ haseneten ve fîl-âhireti haseneten ve kınâ azâben-nâr.) 'Yâ Rabbi, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından, cehennem ateşi azabından koru yâ Rabbi!' diye dua eder."

Yâni hem dünyayı istiyor, dünyada iyilik istiyor, hem ahirette iyilik istiyor; hem de cehennem ateşine, azabına düşüp de azab görmek istemiyor, ondan korunmayı istiyor Cenâb-ı Hak'tan. Ahirete ait de endişeleri var. Bu makbul, bu güzel.

Allah'ın sevdiği dua ediş şekli bu. Şimdi burada, bu makbul mübarek insanların, yâni bu sevdiği şekilde dua eden iyi insanların, dünyadan istedikleri hasene nedir, ahiretten istedikleri hasene nedir?.. Hasen kelime olarak, iyi demek; hasene de iyilik demek. "Yâ Rabbi, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Ve bizi cehennem ateşinin azabından koru!" ne demektir?..

Diyor ki müfessirler: Bu çok derli toplu bir dua, şumüllü; yâni kelimenin altında yatan mânâlar çok zengin, çok çeşitli... Dünyaya ait hayırlar çok, hepsini birden ihtiva ediyor. Nelerdir?.. Meselâ, iyiliklerin kendilerine gelmesi, kötülüklerin def olması. Hasene istendiği zaman, kötülük gelmesin demek.

Meselâ, dünyevî isteklerden afiyet: İnsan önce hasta olmamayı, ağrısı sızısı olmamasını ister tabii. Sonra dâru rahbeh diyor veya dârun rahbetün; geniş bir ev ister. Daracık olursa, girdiği zaman rahat edemez, geniş bir yer ister. İşte şöyle bir konağı olsa, odaları çok olsa filan diye.

Veyahut zevce-i hasene ister. Geçimli, güzel, kendisiyle mutlu olacağı, güzel bir eşi olsun ister. Geniş rızık ister, faydalı ilim ister. Ahirete yarayacak amel-i salih ister, güzel bir binek ister... Bunlar her devirde, her ülkede, her insan için geçerli olan şeyler. Bunların hepsini ihtiva ediyor hasene sözü.

Ne ister bir de (senâün cemil), yâni güzel bir yâd ile anılmayı ister insan. Arkasından dedikodu yapılmasını, kötülenmesini, çekiştirilmesini istemez. Herkesin kendisini güzel sözlerle anmasını ister. Nâmının, yâdının güzel olmasını ister.

İşte bunların hepsini sağlıyor; "Ya Rabbi bize dünyada iyilik ver." dediği zaman, bu kelimenin içine bunların hepsi giriyor.

Ama özel olarak da, tek kelimeyle mânâlar verenler de olmuş. Meselâ, demişler ki: "Dünyada iyilik ilimdir." Evet hakîkaten ilimdir, ibadettir. Hakîkaten ilim çok kıymetli. Hem dünyadaki gelişmeler için ilim lâzım, ahiretin derecesini kazanmak da gerekli. İbadetleri kusursuz, en güzel şekilde yapmak için ilim lâzım! Ahiretteki iyilik de cennettir.

Bazıları da, "Dünyada iyilik, helâl rızıktır. Ahirette de mağfirettir." demiş. Allah mağfiret etti mi, ne mutlu...

Hazreti Ali Efendimiz'in de bir sözü var tek kelimeyle: "Dünyada iyilik sàlih hanımdır, eştir. Ahirette iyilik de cennettir." demiş. Tabii, Hazreti Ali Efendimiz bu ifadesini neye dayandırıyor?.. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:

(Ed-dünya metâun) Dünya faydalanılan, bir müddet için istifade edilen bir yerdir ve dünyalıklar da böyle istifade edilen şeylerdir. (Ve hayru metâihâ) Dünyanın faydalanılan varlıklarının en hayırlısı da, (el-mer'etüs-sàlihah) saliha bir hatundur, iyi bir zevcedir." Tabii erkek için iyi bir hanım, hanım için de iyi bir koca demek oluyor.

Bunların hepsini özel olarak açıklasak dahi, kelime genel. Hepsini birden istemiş oluyor insan. Dünyada iyilikler bunlar.

Ahiretteki iyilikler ise tabii, cennete girmektir. Cennete girmeden önce de, arasat meydanında çok büyük korkular çekecek insanlar. El-fezeül-ekber deniliyor, çok büyük korku,Êçekince, sakınma, titreme olacak. Çünkü, "Acaba hesabı nasıl gidecek? Acaba cennete girecek mi, yoksa cehenneme düşecek mi?" diye tir tir titreyecek. Sonra bazıların hesabı kolay görülecek, bazıları hesapta çok sıkıntı çekecekler. Hesabın kolay görülmesi gibi öncelikler.

Arş-ı A'lâ'nın gölgesinde gölgelenmek ne kadar güzel! Arasat meydanında başında gölge olması ne güzel... Gölge olmayıp, güneşin altında terlere batması ne kadar zor.

Susadığı zaman, kendisine su sunulması. Meselâ, küçük yaşta çocukları ölenlere, o evlatları ahirette annelerine, babalarına su ikram edecekler.

Bunlar da cennetten önceki güzel şeyler.

El-Kàsım Ebû Abdurrahman der ki: (Men u'tıye kalben şâkiran) "Kime şükredici, şükür dolu bir gönül verilmişse, (ve lisânen zâkiran) zikredici bir dil verilmişse, (ve ceseden sàbiran) ve sabırlı bir vücuda sahib kılınmışsa; (fekad ûtiye fid-dünyâ haseneten ve fil-âhirati haseneten) işte buna dünyada da iyilik verilmiş, ahirette de iyilik verilmiş demektir. (Ve vukıye min azâbin-nâr) Ve cehennem azabından korunmuş demektir."

Bunlar verildiği zaman, bunlara göre hareket ettiği zaman, insan cehennemden korunur."

e. Peygamber Efendimiz'in Tavsiyesi

Bu çok güzel bir dua. Hem dünyada hem ahirette Allah'dan iyilik istemek dengeli bir şey. Peygamber SAS Efendimiz'den bir hadis-i şerif var. Ahmed İbn-i Hanbel Rh.A'in kitabında, Enes RA'den rivayet edilmiş. Onu okuyalım teberrüken, bunu güzel anlatacak. Bu duanın Peygamber Efendimiz tarafından tavsiye edildiğini de göreceğiz:

(Enne rasûlallàh sallallàhu aleyhi ve sellem, àde racülen minel-müslimîn) "Peygamber Efendimiz müslümanlardan bir efendiyi, hastayı ziyarete gitti." Âde, iyadetül-marîd, hasta ziyaret etmek demek. Yâni kelimenin kendisinde hasta ziyaret etmek mânâsı var.

"Müslümanlardan bir kimseyi ziyaret etti hastalığı için. (Kad sâra mislel-ferh) Ama, kuş yavrusu gibi böyle hastalıktan erimiş, küçülmüş, ufacık kalmış, küçülmüş bir kimseyi ziyaret etti." Bir deri, bir kemik kaldı demek ki.

(Fekàle lehû rasûlüllah sallallàhu aleyhi ve sellem) O hastaya Peygamber Efendimiz dedi ki: (Hel ted'ullàhe bişey'in ev tes'elühû iyyâhu) "Sen Allah'a bir dua etmedin mi, bir şey istemedin mi ey mübarek?.."

(Kàle) Adam cevap vermiş Peygamber Efendimiz'e: (Neam) "Evet istedim, istemez olur muyum? (Küntü eklü) Derdim ki ben duada: (Allàhümme mâ künte muàkıbî bihi fil-ahireti feaccilhu lî fid-dünyâ) 'Yâ Rabbi, beni cezalandıracağın bir şey varsa, o cezamı dünyada ver; dünyada çekeyim de ahirette çekmeyeyim!' derdim, böyle dua ederdim." dedi.

(Fekàle rasûlallàh sallallàhu aleyhi ve sellem) Bunun üzerine Peygamber Efendimiz dedi ki: (Subhànallàh, lâ tutîkuhû) "Hay Allah, sübhànallàh, sen bunu yapamazsın, buna takat getiremezsin!" Allah azabı tamamen affetmeye kàdir. Ahirette vereceğini dünyada ver demek yanlış. Allah'ın azabına dünyada da dayanılmaz, ahirette de dayanılmaz!

(Fehellâ kulte) "Şöyle söylemeli değil miydin: (Rabbenâ âtinâ fîd-dünyâ haseneten ve fîl-âhireti haseneten ve kınâ azâben-nâr.) 'Yâ Rabbi bana, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Ve bizi cehennem azabından koru!' demeli değil miydin?" dedi.

Tabii bu tavsiyeyi o hasta yaptı, uyguladı. Bu duayı etmeye başladı. Rivayet ediliyor ki: (Fedeallàhe) "Öyle dua etti o hasta, (fe şefâhu) hastaya Allah şifayı verdi. Bu (fedeallàhe) "O hasta Allah'a bu duayla dua etti." mânâsına da gelir, "Peygamber Efendimiz, o hasta için Allah'a dua etti." mânâsına da gelir. Peygamber Efendimiz dua etmiş o anda, o da şifa bulmuştur. Müslim de rivayet etmiş bu hadis-i şerifi.

Demek ki: Böylece dua etmek, hem dünyada, hem ahirette iyilik istemek uygun. Çünkü mü'min hem dünyasını, dünyadaki hayatını kollayacak, hem de ahiretine çok büyük bir şekilde dikkat edecek.

Bir hususu daha bu dua münasebetiyle hatırlatayım: Hacca gitmiş olan kardeşlerimiz hatırlarlar, tavaf ederken bu duayı ediyorlar. Nerde ediyorlar? Rükn-ü Yemânî'ye geldikleri, orayı selâmladıkları, Hacerül-Esved'e doğru yürümeye başladıkları zaman, bu duayı ediyorlar. Neden?.. Çünkü Peygamber SAS Efendimiz orada bu duayı okurdu, Efendimiz'in sünnetine uygun olarak yapıyorlar. Hattâ Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:

(Mâ merartü aler-rükni illâ raeytü aleyhi meleken yeklü âmin. Feizâ merartüm aleyhi feklû: Rabbenâ âtinâ fid-dünyâ haseneten ve fil-âhirati haseneten ve kınâ azâben-nâr.) "Ben ne zaman o rüknü, o köşeyi geçsem, orada bir meleğin durduğunu ve âmîn dediğini hep gördüm. Onun için, siz de Kâbe'nin etrafını dönerken, tavafta orayı geçerken, 'Rabbenâ, âtinâ fid-dünyâ haseneten ve fil-âhireti haseneten ve kınâ azâben-nâr' diye dua edin!" diye tavsiye etti.

Bu da 201. ayet-i kerime olmuş oluyor.

f. Çalışana Karşılığı Var

(Ülâike lehüm nasîbün mimmâ kesebû, vallàhu serîul-hisâb.) (Bakara: 202)

(Ülâike) "Onlar" mânâsına geliyor. "Onlar, (lehüm nâsîbün) işte onların nasibi vardır, (mimmâ kesebû) iktisab ettiklerinden, kazandıklarından bir nasibleri vardır."

Şimdi bu onlardan maksat, bazı müfessirlere göre hem sadece dünyayı isteyenler, hem de dünya ve ahireti beraber isteyenlerin hepsine giden bir söz, çünkü umûmî bir hüküm. "Kim neyi kesbederse, neyi isterse, neyi kazanmak isterse, neye çalışırsa..." Yâni dünyaya çalışana Allah dünyalığı verir; dünya ve ahireti beraber isteyene de dünya ve ahiretin hayırlarını verir. Her ikisine de çalıştıklarının karşılığı vardır.

Kesbetmek, bir şeyi kazanmak demek. Yâni çalışıp da elde etmek, iktisab etmek mânâsına geliyor. Yâni kim neye çalışırsa, o iktisab ettiği şeyden dolayı Allah onun istediğini verir, ordan bir nasibi olur. Demek dünyayı isteyenlere Allah dünyayı verecek mânâsına da geliyor.

Ya da ülâike'den maksat sadece güzel dua eden, hem dünya hem ahireti beraberce isteyen ise; onlara böyle yaptıklarından dolayı nasib vardır. (Vallàhu serîül-hisâb) "Allah çok süratle hesap görücüdür, hesabı çok süratle olandır."

Şimdi tabii şeyden nasibi vardır denilince halbuki sadece dünya için isteyenlerin 200. ayet-i kerimenin sonunda: (Ve mâ lehû fil-âhireti min halàk) Ahiretten bir hazları, nasibleri olmadığı bildirilmişti. Buradan sadece güzel dua edenlerin böyle davranışlarından dolayı güzel mükâfatlara ereceği anlatılmış oluyor diye de düşünebiliriz. Böyle güzel dua eden, hem dünya hem ahireti beraberce düşünüp de ahiretin de kurtulmasını isteyene bu davranışından dolayı nasibi vardır, çünkü Allah duaları kabul edicidir, süratle hesabı görücüdür, kullara dilediklerini verir." manasına geliyor.

Bu arada, bu 201. ayet-i kerimeyle ilgili bir rivayeti buradan nakledelim, Said ibn-i Cübeyr (Rh.A)'den:

(Câe racülün ilebni abbâs) "Adamlardan birisi, bir insan, bir kişi Abdullah ibn-i Abbas'a geldi." (Radıyallàhu anhümâ) O alim bir zât, fakih bir zât, müfessir, tefsiri çok iyi bilen bir kimse. (Fekàle) Soru sormuş, demiş ki:

(İnnî ecertü nefsî min kavmin alâ en yahmilûnî) "Ben bir kavimle, bir takım insanlarla beni taşımaları için anlaşma yaptım. (Ve vada'tü lehüm min ücretî) Ücretimden de tenzilât yaptım onlara; (alâ en yed'nî ehucce meahüm) buna mukabil, ben de onlarla beraber müsaade etsinler de hac edeyim diye, ücretten tenzilât yaptım, az versinler diye.

"Bu olur mu?" diye sordu İbn-i Abbas'a. O zaman, Abdullah ibn-i Abbas bu ayet-i kerimeyi okumuş: (Ülâike nasîbün mimmâ kesebû...) "Sen bu ayette anlatılan durumdasın; yâni hem maddî ücret almış olursun, hem de mânevî yönden sevabını almış olursun. Bu ayet-i kerimenin hükmü altına giriyorsun." diye bildirmiş.

g. Sayılı Günlerde Allah'ı Zikredin!

Bundan sonraki ayet-i kerimeyi de okuyuverelim, 203. ayet-i kerime, bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(Vezkürullàhe fî eyyâmin ma'dûdât, femen teaccele fî yevmeyni felâ isme aleyhi, ve men teahhara felâ isme aleyhi limenittekà, vettekullàhe va'lemû enneküm ileyhi tuhşerûn) (Bakara: 203)

Bu ayet-i kerime de, demin okuduklarım gibi zikretmeyi emrediyor: (Vezkürullàhe fî eyyâmin ma'dûdât) "Sayılı günlerde Allah'ı zikrediniz!"

Bu eyyâmin ma'dûdat, aded kelimesinden ism-i mef'ul, ma'dûd; yevmin ma'dûd, eyyâmin ma'dûdât, sayılı günler. Bunlar hangileridir? Kurban bayramının birinci gününe Araplar yevmün-nahr derler, yâni kurban kesme günü. Ondan sonraki günlere eyyâm-ı teşrîk derler. Teşrîk, --kefle değil kaf harfiyle-- yüksek sesle "Allàhu ekber" demektir, yâni sesini yükseltmek demektir. İşte bu kurban bayramının ilk kurban kesme gününden sonraki günlere eyyâm-ı teşrìk derler. Yâni yüksek sesle Allah-u Ekber deme günleri.

Bunlar üç gündür. Bayramın birinci günü yevmün-nahr diye geçiyor. Ondan sonra üç gün daha... Kurban bayramı dört gün diyoruz ya, dördüncü gün ikindiye kadar üç güne eyyâm-ı ma'dûdât denir. Bu üç gün daha ziyade hacıların tavaf da yapıp, ondan sonra Mina'da zikrettikleri zamanlar olmuş oluyor. Bir önceki, daha önceki ayet-i kerimelerde geçtiği gibi.

(Vezkürullàhe fî eyyâmin ma'dûdât) "Bu eyyâm-ı teşrikta, yâni Kurban bayramının ikinci, üçüncü, dördüncü günlerinde Allah'ı zikrediniz."

Buradaki zikirden maksat bazı âlimlere göre Kurban bayramında farzlar biter bitmez, "Allàhümme entes-selâmü ve minkes-selâm, tebârekte yâ zel-celâli vel-ikrâm" demeden tekbir getiriliyor: "Allàhu ekber, allàhu ekber... Lâ ilàhe illallàhu vallàhu ekber... Allàhu ekber, ve lillâhil-hamd." deniliyor.

Bu işte onu emrediyor. Yâni bu tekbir getirmek, Arafe günü sabah namazından sonra başlar. Yâni daha Arafat'a çıkmadan ,Mina'daki sabah namazını kılınca oradan başlar, Arafat'ta devam eder, Müzdelife sabah namazında devam eder. Ondan sonra Mina'daki günlerde: "Allàhu ekber, allàhu ekber..." diye tekbir getirilir. O günler kasdediliyor diye bildiriliyor.

Tabii birinci güne, yevmün-nahr deniliyor. Yâni kurban kesme günü denilir ama, Kurban bayramının öteki, eyyâm-ı teşrik denilen günlerinde de kurban kesilebilir yâni, onlar da kesilebilecek günlerdendir.

h. Bayram Günleri Oruç Tutmayın!

Peygamber SAS Efendimiz bu günlerde yenilip içilmesini, çünkü bu günlerin müslümanların bayramı olduğunu beyan etmiş. Buyurmuş ki:

(Yevmü arafete ve yevmün-nahri ve eyyâmüt-teşrîkı ıydünâ) "Bu günler, yâni Arafe günü, kurban kesme birinci günü, eyyâm-ı teşrìk günleri bizim, (ehlel-islâm) müslümanların bayramıdır. (Ve eyyâmü eklin ve şürbin) Yiyip içme günleridir bu günler." Artık haccı yaptılar, Allah'a güzel ibadetler ettiler. Yeme içme günleridir.

Hattâ bunu, "Bugünler yeme içme günleridir, oruç tutmayın!" diye münâdiler çıkartıp ilân ettirmiş Peygamber Efendimiz:

(Lâ tesmû hâzihil-eyyâm) "Bu günler oruç tutmayın, bu bayram günlerinde oruç tutmayın! (Feinnehâ eyyâmü eklin ve şürbin ve zikrullàhi azze celle) Bu günler yeme, içme ve Allah'ı zikretme günleridir." buyurmuş.

Senenin içinde oruç tutulmayan günlerden dördü bunlardır, biliyorsunuz.

İşte böyle Mina'da yeyip içip, Cenâb-ı Hakk'a hamd ü şükürler, umûmî olarak çeşitli zikirlerle, zikrin her türlüsüyle meşgul olmak da kasdedilmiş olabilir. Hususî olarak, namazların arkasından teşrik tekbirleri denilen, bu günlere ait tekbirleri getirmek mânâsına da alınmış. Bayramın dördüncü günü ikindiden sonra artık tekbirler kesiliyor, akşamleyin denilmiyor.

(Femen teaccele fî yevmeyni felâ isme aleyhi) Birinci güne ayrı isim verilmediği için, yevmün-nahr diye, ikinci ve üçüncü günler iki gün diye geçiyor. "Mina'da bu zikir günlerinde iki gün durup da, ondan sonra acele eden; acele davranıp, kalkıp, artık yerine yurduna, kasabasına, kabilesine, beldesine gitmeye kalkışan insana hiçbir günah yoktur. Onun üzerine bir günah yazılmaz." Çünkü vazifeler bitmiştir, Cenâb-ı Hak hoşnud olmuştur. Bu ibadeti böyle yapmalarıyla, buraya kadar yapmalarıyla tamamlamış oluyorlar, eksiklik kalmamış oluyor. Onların bir günahları yoktur, gidebilirler.

(Ve men teahhara felâ isme aleyhi limenittekà) "Amma Allah'tan korkanlar için, böyle geriye kalıp da üçüncü günü de tamamlamak, eyyâm-ı teşrîkın üçüncü günü de --bayramın dördüncü günü oluyor-- Mina'da kalmak, yine şeytan taşlamak, şeytanı taşlarken yapılan dualar ve namazların arkasından yapılan tekbirler, böyle devam ederse, bir gün daha olursa; bu müttakîler için daha uygundur."

Yâni mümkünse, şartları elveriyorsa böyle yapmak daha iyi olur. Çünkü üç günlük sevap, iki günlük sevaptan elbette daha fazladır. Hem de orda biraz daha sabretmek müttakî kulların şiârı olmuş oluyor.

i. Ahiret Haktır

(Vettekullàh) "Allah'tan korkun, sakının! (Va'lemû enneküm ileyhi tuhşerûn) Biliniz ki ey insanlar, hiç şüphe yok ki sizler ona yöneltilip, sevk edilip, götürülüp, onun huzurunda toplanacak, haşrolacaksız."

Haşrolma günü, haşrolma yerine ne diyoruz? Yevm-i mahşer diyoruz, mahşer günü diyoruz. Cümle evvelîn ve âhirîn, bütün insanlar, bütün sorumlular, mahşer günü Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin huzuruna gidecekler.

Tabii mahşer gününün en mühim özelliği mahkeme-i kübrâsıdır, insanların amellerinin tartılmasıdır. Sevaplarının, günahlarının alınması-verilmesidir, cezâlarının verilmesidir. İyilerin cennete sevki, kötülerin de cehenneme atılmasıdır. İnsanın bunu hiç hatırından çıkarmaması lâzım! Ahirete iman İslâm'ın en önemli, en belirgin, bâriz, şeffaf, apaçık iman esasıdır.

Bazı kimseler ahirete inanmaz. Bazıları da diyor ki:

"--Cennet de, cehennem de bu dünyada..."

Öyle şey olmaz! Bir ahiret hayatı var ahirette. Cennet de, cehennem de bu dünyadadır demenin hiçbir aslı, esası yok...

Şöyle bir yorum ile olursa olur: "Cennet de, cehennem de bu dünyada kazanılıyor. Güzel işler yaparsan, cenneti kazanırsın bu dünyada. Güzel işler yapmazsan, ahiretteki pişmanlık fayda vermez. Günahlarla ömür geçirirsen, ahirette cennete gidemezsin!" mânâsını söylüyorsa, eh yâni onu da açıkça söylesin o zaman, şeffaf olsun:

"Cennet ve cehennem haktır, vardır; ahiret vardır, haktır, (Âmentü bil-âhireh) "Ahirete inandım!" desin de, ondan sonra, "Ahireti kazanmak dünyadadır." desin. Yoksa öyle lastikli konuşup da, "Ahiret yoktur, öldükten sonra dirilmek yoktur, cennet yoktur, cehennem yoktur." gibi bir kanaate geçerse, düşerse bu işin, bu lâfın ötesi; o zaman adam kâfir olur.

Ahiret var çünkü, ahirete iman en önemli, İslâm'ın, Kur'an'ın, Peygamber Efendimiz'in üzerinde durduğu en önemli iman esasıdır. Haktır, gerçektir, ahiret olacak, mahşer olacak, mahkeme-i kübrâ olacak... Ameller tartılacak... Sırat haktır, cennet cehennem haktır. İyiler cennete gidecek, kötüler cehnenneme gidecek

(Va'lemû) "Biliniz ey insanlar, (enneküm) hiç şüphe yok ki sizler, (ileyhi tuhşerûn) mahşer günü onun huzuruna gideceksiniz. Oraya varmak olacak."

Yoksa bu dünyada ne yaparsan yanında kâr kalır deyip, Epikürist bir felsefe ile, hedonist felsefe ile, zevk ü sefâ ile, çalıp çırpıp... Çalmak çırpmak iki mânâya; hem onun bunun malını çalıp çırpmak, hem de sazı sözü dımbırdatmak. Artık ne mânâya ise... böyle ömür geçirenler bilsinler ki, elbette ahirette Allah-u Teàlâ'ın huzuruna çıkacaklar. Bakalım o zaman ne cevap verecekler?..

Bu dünyada bütün kötülerin cezası görülemiyor. Tabii Cenâb-ı Hak dünyada da cezalandırır, ahirette de cezalandırır. Ama bir kısmı belli olmuyor. Ama ahirette, kâfirler için ebedî azab vardır; mü'minler için ebedî nîmet ve cennet ve naîm ve safâ vardır.

Bunları hiçbir zaman hatırdan çıkartmayın! Bu ayet-i kerimenin sonu böyle işte, bunu ikaz ediyor: "Biliniz ki, hiç şüphe yok ki, sizler Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda toplanacaksınız, haşrolacaksınız!"

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi arif, uyanık, gerçek müslümanlardan eylesin... Ahirete hazırlanmayı nasîb eylesin... Dünyayı gafletle geçirmemeyi nasîb eylesin... Cennetiyle, cemâliyle cümlemizi müşerref eylesin...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

07. 11. 2000 - ALMANYA