17. 10. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ
(Bakara: 197)
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
Yayına Hazırlayan: ERKAYALAR
------------------
HACCIN İNCELİKLERİ
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı üzerinize olsun...
a. Hac Belli Aylardadır
Bakara Sûre-i Şerifesi'nin 197. ayet-i kerimesini ve 198, 199. ayetlerini okuyup, onlar hakkında sohbet etmek istiyorum, bilgi vermek istiyorum. Önce birinci ayet-i kerimeyi, 197. ayet-i kerimeyi okuyayım. Bu ayet-i kerimeler hacla ilgili. Geçen haftaki sohbetimizde hacla ilgili ayetlere gelmiştik. Bu hafta ve önümüzdeki hafta inşaallah devam edecek. Bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Elhaccü eşhurun ma'lûmât, femen ferada fîhinnel-hacce felâ rafese ve lâ füsûka ve lâ cidâle fil-hacc, ve mâ tef'alû min hayrin ya'lemhullàh, ve tezevvedû feinne hayrez-zâdit-takvâ, vettekni yâ ülil-elbâb.) (Bakara: 197) Sadakallàhül-azîm.
Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(El-haccü eşhurun ma'lûmât) "Haccetmek ma'lum olan aylardır. Yâni mâlum olan aylarda yapılan hac ziyareti hakîkî hacdır."
Bu mâlum olan aylar hangileridir?.. Tabii İbrahim AS Kâbe'yi binâ etti, İsmail AS aralarında yaşadı, ondan sonra hac yapılageldi. Eskiden beri Arapların geleneklerine yerleşmiş olan mâlûm aylar, Ramazandan sonra gelen Şevval ayı, Zilkàde ayı ve Zilhicce ayının onuna kadar olan zamandır. Bunlar üç ay oluyor, iki ay on gün oluyor. "Bu hac bilinen aylarda, halkın arasında mâlum olan bu aylarda yapılandır. Hac o zaman hac olur." denmiş oluyor bu ayet-i kerimede.
Geçen hafta da bir ara, söz arasında nesî' denilen bir cahiliye adetinden bahsetmiştim. Nesî', hac mevsimlerini ve haccın zamanını değiştirme adeti. Cahiliye devrinde Araplar bunu bazen yaparlarmış. Buradan, o nesî' adetine de, yâni haccın zamanını, mevsimini keyiflerine göre, kararlarına göre senenin şu mevsimine, bu mevsimine, şu ayına, bu ayına kaydırma adetine de karşı kuvvetli bir ifade var. Yâni, "Öyle değil, hac sadece şu mâlûm aylardadır."
Tabii Arapların cahiliye devrinde yaptıkları yanlışlık, hac mevsimini değiştirmek, aylarını günlerini keyiflerine göre senenin muhtelif zamanlarına kaydırmak, tarihî bir şey. Ama şimdi 21. Yüzyıl'da bazı kimseler kalkıyorlar:
"--Hac kalabalık oluyor. Kalabalık olduğu için haccın başka zamanlarda da yapılması olsa, rahat hac yapsalar..." gibi sözler ileri sürüyorlarmış.
Ben dışarıdan bunları duyuyorum. Ya bunlar hiç bu ayetleri okumuyorlar, bu ayetlerin tefsirlerinden haberleri yok; ya da Allah-u Teàlâ Hazretleri, "Hac şu mâlûm aylardadır." dediği halde, Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne karşı geliyorlar. Ne kadar korkunç bir şey!..
Tabii bunlar televziyonda, radyoda söylenince, bunu bilmeyen ahali de: "Ha, mâkul..." derse; o zaman Kur'an-ı Kerime, ayet-i kerimeye ters düşmüş oluyor. Kur'an-ı Kerim'in karşısına, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin ifadesinin karşısına çıkmış oluyor. Ne kadar büyük bir karışıklık, fitne ve kötü bir durum.
Demek ki mâlum aylardadır. Hac o zamandır. Onun dışında başka zamanda olmaz.
(Femen ferada fîhinnel-hac) Şimdi bu iki ay on gün dedim. Çünkü Zilhicce'nin 10'undan sonra haccın farzı olan Arafat'taki vakfe kaçmış olduğundan, Arafat'ta vakfe kaçırılınca hac olmamış oluyor. Yâni bir insan, bir gün sonra gittiğinde artık haccın zamanını kaçırmış oluyor. Namazın vakti gibi, haccın da vakti bu.
Onun için hac Şevval'den başlıyor. Şevval, Zilkàde, Zilhicce... Tabii muhtelif yerlerden gelecek insanların ihramlanması, seyahatini sürdürmesi, Mekke-i Mükerreme'ye gelmesi için. Zilhicce ayının 8'inde Mina'ya çıkardı Peygamber SAS Efendimiz.
Mina neresi?.. Harem-i Şerif'ten uzakta, iki dağın arasında bir vadi. O zaman Harem-i Şerif'in çevresinde evler vardı. Orası ayrı bir yerdi. Şöyle şimdiki Aziziye'den gelinen yeri geçtikten sonra, Vadi-yi Ebtah denilen o vadiyi geçiyorsunuz... Hacca giden kardeşlerimiz hatırlasınlar diye söylüyorum. Cin Mescidi'nin yanından ilerliyorsunuz. Cennetül-Muallâ var, sahabe kabirlerinin olduğu, Mekke-i Mükerreme'nin kabristanı. Onu da geçiyorsunuz. Bir vadi ilerliyor öteye doğru.
Ondan sonra yol çatallaşıyor, bir Medine tarafına doğru gidiyor, bir Aziziye tarafına doğru gidiyor. Aziziye tarafına doğru vadiden kıvrılıyorsunuz. Oradan bir yüksekçe eşiği geçtikten sonra, Aziziye'nin kuzeyindeki dağ ile daha kuzeyindeki dağ arasında Mina vadisi var. O eşiğe Akabe deniliyor. Akabe zaten Arapça kelime olarak da eşik demek. Yâni orası biraz dağın yüksekçe kısmı, iki dağın arasında ama vadinin yolunun yüksekçe bir kısmı olduğundan, oraya kadar yokuş çıkılıp, ondan sonrada Mina vadisine doğru iniş inildiği için, oraya Akabe denmiş. O Akabe Mina'nın dışı oluyor. Büyük şeytan dediğimiz Cemretül-Akabe orada.
Peygamber Efendimiz işte bu dediğimiz yerlerden geçerek, Aziziye'nin kuzeyindeki, iki dağ arasındaki Mina'ya gelirdi. Burası 5-6 kilometrelik bir mesafe. Şimdi tüneller açıldı. O tünellerden biraz daha yakın oldu. Öbür taraflardan biraz daha dolambaçlı oluyor. Dağların vadisinden geçmek gerektiği için Peygamber Efendimiz Mina'da konaklardı. Orda beş vakit namazı kılardı.
Hangi namazları kılardı? Zilhicce'nin 8'inde sabah namazını Harem-i Şerif'te kılardı, öğle namazını orada kılardı. Ondan sonraki gelen namazlar; öğlen namazı bir, ikindi namazı iki, akşam namazı üç, yatsı namazı dört... Geceyi Mina'da geçirirdi dualarla, ibadetle, taatle... Ertesi gün sabah vakti gelince, yâni imsak kesildikten sonra sabah namazını kılar, Arafat'a doğru hareket ederdi.
Arafat tabii uzun bir mesafe. Müzdelife geçilecek, ondan sonra Tâif tarafına doğru yürünecek. Şu anda kilometresini hatırlayamıyorum ama bayağı uzunca bir mesafe, 10-12 km olabilir, belki daha fazla. O mesafe yürünüyor, ondan sonra Arafat denilen meydanlık kısma geliniyor. Meydanlık bir kısım. Ortasında böyle bir kumlu, kuru nehir yatağı var. Tabii yağmur yağdığı zaman oralarda da su olur ama, hacıların gittiği zaman orda su filân olmuyor umumiyetle... Hiç görmedik yâni sulu devri. Bayağı geniş bir nehir gibi, kuru nehir yatağı var. Yâni bir köprü yapıldığı zaman, dört-beş köprü gözü olacak kadar uzunca bir nehir. Urane Vadisi deniliyor buraya; ayn-re-nun-kapalı te... Vadi-yi Urane Arafat'ın dışıdır.
Bu Vadi-i Urane'yi geçtikten sonra Arafat başlar. Orada şu anda hacıların gittiği zaman gördükleri Mescid-i Nemîre var. Mescid-i Nemîre'nin uzunlamasına büyük, dünyanın en büyük mescidlerinden birisi. Çünkü bütün hacılar oraya toplanıyor, hac vazifesini yapacaklar. Çok büyük tutulmuş ölçeği. Ön tarafı, yâni imamın durduğu yer ve caminin üçte bir kadar kısmı, bu Urane Vadisi içinde kalıyor. Orası Arafat'ın dışı oluyor.
--Bunun önemi ne?..
Bunun önemi şu: Orada bir insan akşama kadar dursa, sonra dönse Müzdelife'ye, Arafat'ta vakfe yapmamış oluyor, durma işlemini yapmamış oluyor. Halbuki Arafat'ta vakte yapmak, durup niyazda bulunmak haccın farzı.
Peygamber Efendimiz ne yapardı? Zilhicce'nin sekizinde Mina'ya giderdi. Orda beş vakit namazı kılıp ertesi sabah dokuzunda Arafat'a hareket ederdi. Arefe günü yâni, bayramdan bir önceki gün... Arafat'a da öğlenden önce varmış olurdu. Arafatta öğle vakti, ikindi vakti, akşam oluncaya kadar durmak gerekiyor. Tavsiyesi var Peygamber Efendimiz SAS'in. İlerdeki sohbetlerimizde hadis-i şerifleri mutlaka okuyacağız.
Ama orada hac dolayısıyla, haccın işlemlerinin hacılar tarafından yapılmasında bir kolaylık olmak üzere, öğle namazının vaktinde öğlenin farzı kılınıyor. Ondan sonra hemen arkasından ikindinin farzı kılınıyor. İki namaz aynı zamana alınmış oluyor. Yâni ikindi öne alınmış oluyor. Akşama kadar böylece hacıların geniş bir zamanda orada, Arafat'ta vakfe yapmaları, tazarru ve niyaz ve münacaat ve dua ve sâir zikr ü tesbihat yapmaları sağlanmış oluyor.
Şimdi bu dokuzuna Arafat'a yetişemese bir insan, akşamdan sonraya yetişirse, gene olabiliyor. Gecenin içinde yetişirse, gene oluyor. Ama imsak kesildiği zaman, yâni 10. gününün artık sabah namazının vakti geldiği zaman, haccın vakti geçmiş oluyor.
Onun için, (el-haccü eşhurun ma'lûmât) denilince, Şevval ayı, Zilkàde ayı ve Zilhiccenin onuna kadarki zaman kasdediliyor. İmam Şâfi, "Onuna kadar değil, sonuna kadar." demiş. Onun ictihadı, görüşü, Zilhicce ayının da sonuna kadar.
Bundan çıkacak sonuç nedir? İbn-i Kesir tefsirinde diyor ki: "Bunun sonucu şudur: İmam Şafî'ye göre hac bittikten sonra da, Zilhicce ayının sonuna kadar umre yapmak doğru olmaz."
Ama bizim diğer Hanefî mezhebimiz ve diğer mezhepler, "Zilhicce'nin onunda haccın işlemleri bitmiş olduğu için, hac ayları bunlardır, Zilhicce'nin onuna kadardır." diyorlar.
b. Hacda Dikkat Edilecek Şeyler
Şimdi bu vakit gelince, (Femen farada fîhinnel-hacca) "Her kim ki, bu aylarda kendisine haccı gerekli kıldıysa..." Farada burada gerekli kılmak mânâsına. Gerekli, mutlaka yapılması gereken ifadeye de farz deniliyor ya.
Bu haccı kendisine gerekli kılmak nasıl oluyor?.. İhrama niyetleniyor, "Ben hac için ihramlandım." diyor. "Lebbeyk, allàhümme lebbeyk!" diye telbiye ediyor, ihrama giriyor. İşte o zaman artık başlamış oluyor. Kendi kendisine artık gerekli kılmış oluyor. Hac yapmaya niyetlenmiş oluyor. Veyahut kurban getirmişse, kurbanını sevk ediyor kurban yerine... Bu gibi şeylerle, kendisine haccı tamamlanması gereken bir ibadet haline getirmiş olan, başlatan kimse.
"Bu aylarda haccı kim kendisine gerekli kılmışsa, yâni ihramlanmışsa... Hacca niyetlendi, artık hacı olacak, hac işlemlerine başladı ise, (felâ rafese ve lâ füsûka ve lâ cidâle fil-hac) hac işlemini yapması esnasında, hac esnasında refes de yoktur, füsuk da yoktur, cidal de yoktur." Yâni refes, füsuk, cidal olmayacak hacda...
Şimdi bunlar nedir? Bunların açıklamasını söyleyelim:
(Felâ rafese) Refes, peltek s ile; cinsel ilişki mânâsına bir kelime. Yâni artık cinsel ilişkiden de kendisini alıkoyacak. Tabii cinsel ilişki sair zaman eşiyle evlâdı olsun diye yapmış olduğu, Allah'ın müsaade ettiği, tabii bir şey. Hani "Allah'ın emriyle nikâhlıyoruz, veya kızınızı oğlumuza istiyoruz." diyoruz ya. Allah'ın emri ve sevap ve cemiyetin direği aile. Ve neslin devamı için şart, mutlaka olacak bir şey. Tabiatın gereği, insanın yaradılışı gereği.
Tamam böyle bir şey gerekli ve sevaplı ve insan evlendiği zaman dininin yarısını kurtarmış oluyor. Bekâr kaldığı zaman tehlikeler ve kusurlar, günahlar, flörtler, ve sâireler yapıp da günaha gireceğinden, bekârlıkta durması doğru olmuyorlar.
Amma hacca başladı mı, artık hac bir ibadet, önemli bir ibadet, ciddi bir ibadet, uzun bir ibadet. Hacta refes yok. Bir; doğrudan doğruya cinsî ilişki. İki; bu ilişkiye dair laflar, sözler, sohbetler. Bu da uygun değil. Yâni sözünü etse, ağzında küfür gibi söylese, o da doğru değil. Yâni ağzını bozarak müstehcen konuşsa, o da doğru değil. Veyahut bunun sohbetini yapsa, o da doğru değil. Veyahut da o noktaya götürecek, insanın kendisi tutamamasına sebep olacak başlangıçları da yapmaması gerekiyor. Yâni "Sonunda dayanamadı" denecek bir duruma sürüklenmemek için, uzak durması gerekiyor. Bunlar olmayacak. Bir, bu. Yâni hanımıyla haccediyorsa bile, otelde aynı odada kalıyorlarsa bile, olmayacak.
(Ve lâ füsûka) Füsuk ne demek? Cenâb-ı Hakk'ın emrine aykırı işler yapmak, emrinin dışına çıkmak demek. Böyle şeyler de olmayacak. Allah'ın yasakladığı işlerden kaçınacak. Çünkü hac, muazzam bir ibadet. Onun sevabı kaçarsa, çok büyük kayıp olur. Hem masraflı, hem uzun, hem zahmetli...
Onun için oruçta olduğu gibi şey olmayacak, cinsel ilişki yasak. Bir de hac güzel bir, mühim bir ibadet olduğundan, sevabı kaçmasın diye yasak şeylerde işlemeyecek.
(Ve lâ cidâle) "Cidal de yok." Cidal ne demek: Câdele-yücâdilü-mücâdeleten-ve cidâlen; mufâale babından masdar. Cedel yapmak, çekişmek, mücadele etmek, kavgalaşmak, münakaşa yapmak mânâsına... Yol arkadaşlarıyla, veya karşılaştığı kimselerle, veyahut hizmetçileriyle, veyahut arabayı süren insanlarla, devesini kendisine kiralayan veya çadırı kiralayan kimselerle ve saireyle münasabetlerinde çok dikkatli olacak. Böyle cidal, kavga, gürültü, patırtı cinsinden şeyler olmayacak. Ağırbaşlı bir şekilde, haccın mânâsını kavramış, Cenâb-ı Hakk'ın güzel ibadetine başlamış olmanın vakarı içinde haccı yapacak.
Ve hayır hasenat işleyecek tabii. (Ve mâ tef'alü min hayrin) "Hayır cinsinden işlediğiniz her şeyi, (ya'lemhullah) Allah-u Teàlâ Hazretleri bilir." Şimdi tabii hacda neler hayır?..
Bir kere:
(El haccül-mebrûr, leyse lehû cezâün illel-cenneh) "Mebrur, güzel bir hac yaptı mı insan, cennetlik olacak." Cennet vaad edilen çok kıymetli bir ibadet. Ama haccın böyle uyduruk kaydırık, eksikli bozuklu, çarık çürük bir şeyi olmaması lâzım! Hacc-ı mebrur olursa, mükâfâtı cennet oluyor.
Mebrur ne demek: İyi, yapılmış bir iyilik demek. Hacc-ı mebrur da, iyi yapılmış hac. Onun için sormuşlar Peygamber SAS Efendimiz'e:
"--Haccın mebrurluğu nasıl sağlanacak?.."
Peygamber Efendimiz bu hususta tavsiyelerde bulunmuş:
"--Hacı tatlı dilli olacak, gönül alıcı olacak, mükrim olacak. Yâni kesesinin ağzını açacak, arkadaşlarına ikramda bulunacak. Çevresine ikramda bulunacak. Herkesin hayır duasını alacak. İyilik yapacak..."
Tabii bunlar başkalarıyla ilgili münasebetlerinde. Yâni tatlı dillilik, güleç yüzlülük, yumuşaklık, uyumluluk; hac arkadaşlarıyla kavga yok, gürültü yok, küfür yok, müstehcen konuşma yok, Allah'ın yasakladığı şeyler yok... Tatlı dilli olacak, kesesinin ağzını açacak. Meşrubat ısmarlayacak, yemek ısmarlayacak, arabayı tutuverecek... Buna benzer, başka insanların hayır duasını almak için yapabileceği iyilikler.
Başka ibadet ve taatler; kişisel olan, şahsî olan, kendisiyle ilgili olan namaz kılmak, Kur'an okumak, tesbih çekmek, bazı günler oruç tutmak gibi, neler olursa olsun Cenàb-ı Hak bunların hepsini biliyor. Hacı da bildiğini düşünecek. (Ve mâ tef'alü min hayrin ya'lemhullah) Allah hepsini biliyor, görüyor diye, o şuuru takınacak. Tabii Allah her zaman her şeyimizi biliyor ama, "Ben Cenàb-ı Hakk'ın beni gördüğünü, her yaptığımı bildiğimi düşünmeliyim!" diyerek, o mantıkla haccını yapacak.
c. Yol Azığı Hazırlayın!
(Ve tezevvedû) "Ve levâzımâtınızı sağlayın!" Zâd, yol için insana gerekli olan yiyecek, içecek, giyecek ve malzeme demektir. Tezevvüd de, yol için gerekli levâzımâtı, araç ve gereçleri yiyecek, içecek ve saire almak demek.
Biz karayoluyla bir hacca gitmiştik. Seyyar yüznumaları, çadırları bile almıştık, arabamızın üstüne koymuştuk. Ama kır tecrübemiz olmadığı için dört dane kazık aldık. Sandık gibi kumlara sapladığımız zaman beton gibi, bir parmak gitmiyor. Yâni betonun sertliğinden değil, kazığı siz sokamıyorsunuz. Dört tane kazığı soksanız bile bu kazıkların dik olarak durması mümkün olmuyor. Rüzgar yandan vurduğu zaman yelken gibi deviriyor aşağıya. Tepelerinden iplerle uzağa bağlanması lâzım. Çadır ipleri ve çadır kazıkları olması lâzım.
Bizim tabii izciliğimiz, böyle seyahat tecrübemiz olmadığı için, ondan sonra bütün kardeşlerime bu gibi şeyleri öğrenmesini tavsiye ettim. Hatta zaman zaman beş yıldızlı otellerden de daha ileri olan çok yıldızlı yâni gökyüzü altında çadırlı toplantılar yaptık, aile eğitim toplantıları, çocuklara izci, oymak başkanlarını tuttuk dersler versinler, kırda ihtiyaçlarını görmeyi öğrensin çocuklar diye yâni dört duvarın arasında böyle tecrübesiz, bilgisiz bir şehir çocuğu olarak kalmasın diye onları sonradan sağlamaya çalıştık.
(Tezevvedû) "Yol için gerekli hazırlıklarınızı alın" diyor, Allah-u Teàlâ Hazretleri emrediyor. Bu kısmın yâni bu emrin sebebi olarak müfessirler diyorlar ki: "Yemenliler..." Yemen, biliyorsunuz Hicaz'ın güneyinde bir ülke. Oradan kuzeye doğru yürüdükleri zaman artık 600 km, 700 km, 800 km yâni İstanbul'dan Kayseri'ye kadar, Adana'ya kadar, Antep'e kadar daha fazla yol yürünerek Hicaz'a geliyorlar.
Onlar hiç yanlarına hazırlık almadan yola çıkarlarmış Yemen'liler. Biz Allah'a tevekkül ediyoruz derlermiş, yiyecek, içecek almazlarmış. Yiyecek içecek almayınca ne oluyor: Geldikleri zaman hacılardan bekliyorlar yâni başkaları kendilerine ikram ederse o zaman yiyecekler diye dilenme gibi durumlar oluyor. Bu kısım onların hakkında. Öyle yaptıkları için onlara nasihat olarak, Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle buyurmuş diye müfessirler beyan ediyor.
(Ve tezevvedû) Yol hazırlığı yapın, kuru yiyeceklerinizi alın yanınıza, gerekli eşyanızı alın. Öyle kimseye yük olmadan yolculuğunuzu yapın diye tavsiye ediyor.
Evet hacda iyilik yapmak var, iyilik yapmak, hayırdua almak var ama yük olmak yok. Zaten tasavvufu tarif ederken büyüklerimizden bir tanesi çok güzel bir söz söylemiş, ben onu çok severim,
Tasavvuf yâr olup, bâr olmamaktır,
Gül-i gülzâr olup, hàr olmamaktır.
Ne demek yâr olup, bâr olmamak: Bâr yük demek; bâr-ı gîran, ağır yük. Bârgir, yükü taşıyan. Bargiri biz beygir yapmışız, yük taşıyan ata beygir diyoruz.
"Tasavvuf yâr olup, bâr olmamaktır," Yâr olacaksın, dost olacaksın, ahbab olacaksın, ahbaplık edeceksin ama yük olmayacaksın! Maddî bakımdan yük olmayacaksın, mânevî bakımdan yük olmayacaksın, hizmetlerini yaptırtmaya koşturtmayacaksın. Onun bunun sırtından geçinmeye, beleşçiliğe parazit deniliyor. Onun eski adı nedir, Arapçası tufeylîlik.
Tufeyle, Türkçesi asalak deniliyor. Meselâ bir ağacın üstüne bir başka otun tohumu geliyor, orada yerleşecek bir kabuk aralığı buluyor, kökünü salıyor, o ağacın suyunu emiyor, o ağacın kökünü kurutuyor. Ökse otu meselâ. Asalak bitki deniliyor, yâni o ötekisinin sırtından geçiniyor. Toprağa git, toprağa kökünü sal, kendi suyunu kendin al, kendi büyü, öbür ağacı öldürme. Ama işte onun da hikmeti vardır. Çeşitli ibretler var.
Yâr olacak, bâr olmayacak tasavvufta insan. Yâni iyi arkadaşlık edecek de, kimseye yük olmayacak. Ah güzel tasavvuf... Yûnus'un, Mevlânâ'nın tasavvufu, ah eski büyüklerin tasavvufu... O olsaydı şimdi, ülkemiz gül gülistan olurdu. Bütün çektiklerimizi o güzel tasavvufun, o güzel tasavvufi ahlâkın olmayışından çekiyoruz milletçe.
Şimdi, "Hazırlığını yapsın herkes!" diyor Allah-u Teàlâ Hazretleri. Yâni yiyeceğini, torbasını alsın, ihtiyaç malzemesini alsın, ondan bundan dilenmesin. Kimseye yük olmasın. Bilakis başkasına ikramlarda bulunsun meselâ. Öyle sevap kazanır.
(Ve mâ tef'alü min hayrin ya'lemhullàh) Hurma bile verse Allah onu bilir. Bilmekle kalmaz Cenàb-ı Hak, mükâfâtını da verir, hediyesini, ikramını da verir. Tamam. Arkasından da duvarlarımıza yazmamız gereken bir ibare geliyor: (Fe inne hayre zâdit-takvâ) "Çünkü azıkların, yol hazırlıklarının en hayırlısı takvadır."
Şimdi birinci cümleyle bunun ilişkisini düşünecek olursak ne var: "Müttakî insan olun, Allah'dan korkun, sakının, onun bunun sırtından nasıl olsa geçiniriz diye düşünmeyin! Öyle takvâ ehli olun da, kendi yol hazırlığınızı yapın. Yoksa öyle onun bunun sırtından geçinirim diye kötü niyetli, fikirli olursanız, takvâ ehli olmazsanız. O zaman kıymeti olmaz." gibi bir mânâ çıkıyor. Daha başka nice mânâlar da var.
Biz hepimiz ahiret yolcusuyuz. Ahiret yolunun da en önemli gereç, araç, zâd ve levâzimâtı nedir?.. Takvâdır. Takvâ ehli olursa bir müslüman, dünyasını ahiretini kurtarır, cennete gider. Takvâsız olursa, her şeyi kaybeder. Takvâ çok önemli. Onun için burada o belirtiliyor. "En hayırlı levâzımât, yol araç gereçi, en hayırlı azık takvâdır. Takvânızı takının, kimseye yük olmayı düşünmeyin, yol hazırlıklarınızı yapın!" deniliyor.
Tabii takvânın da böyle yiyecek, içecek cinsinden olmayıp, mânevî bir şey olması ayrıca önemli. Çünkü biz mânevî bir yolculuk halindeyiz dünyada. Bu dünya bir imtihandır, bu dünyada biz bir yolcuyuz. Bir yerden geldik, gidiyoruz, ahirete gidiyoruz. Burada bize takvâ lâzım! Her işimizi müttakî kul olarak yapmalıyız. O çıkıyor karşımıza.
d. Ey Akıl Sahipleri, Benden Sakının!
(Vettekûni yâ ulil-elbâb) Vettekûni, vettekûnî'nin kısaltılmışı. Böyle kısaltmalar oluyor her dilde. Yâni "Benden sakının!" buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri. Benden sakının ey insanlar, ey kularım benden sakının" demiş oluyor.
Hitap kime: (Yâ ulil-elbâb) Yâ nidâ edatı, yâni seslenme sözcüğü. Biz Türkçede ey diyoruz. Arapçada da ey var aynı zamanda. Ulî, sahipleri mânâsına bir kelime. Öteki kelimeyle tamlama teşkil ediyor. Ulil-elbâb, lüb sahipleri, elbâb sahipleri demek oluyor. Ulî'nin tekili nedir, yâni sahibi diye kısa bir kişi için söyleyeceksek, erkekse zû deriz. Zü, zâ, zî cümledeki yerine göre olabiliyor. Zi'sini tanıyoruz. Meselâ zîşan dersek şan sahibi demek, şanlı demek. Zîkıymet dersek, kıymet sahibi, kıymetli demek.
Kadın olursa ne deniliyor: Zâti deniliyor. Yâni kadına zî denmiyor, o erkek için kullanılan bir kelime. Zâti sahibi demek. Meselâ, (zâti şevketin) şevket sahibi bir kadın. (Zâti ilmin) ilim sahibi bir kadın. Hani bizim ayrıca şu muhterem zât filan diye kullandığımız zât var, o ayrı. Bu sahip mânâsına gelen, kendinden sonraki gelen isimle tamlama yapan bir kelime.
Zû ve zâti, çoğulu ulî geliyor. Yâni çoğulu, tekil kelimelerle hiç ilgisi olmayan bir şekilde geliyor. Özel bir kelime, sahipleri demek. Ulî ve ulû iki şekilde gelir. Ne zaman ulî gelir, ne zaman ulû gelir; yâni u'su da kısa, vav olduğu halde kısa. Teferruatlı bilgi veren Kur'an-ı Kerimler'de de kısa olduğunu belirten işaret yazılır. Çünkü elif var; ûlî okunmasın, ulî okunsun diye kısaltma yazısı konulmuştur. Ulî niye burada ye ile geldi? Çünkü (yâ) var. Yâ gelince muzaf ve muzafun ileyhte, tamlamada birinci kelime üstünlü olacak. Bu mansub hali ulî olduğundan ulîl-elbâb deniliyor.
(Vettekni yâ ulil-elbâb) "Ey elbâb sahipleri!" Elbâb da, lüb kelimesinin çoğulu. Lüb ne demek? Yürek demek, gönül demek, akıl demek. Yâni, "Ey gönül sahipleri, ey akıl sahipleri, benden korkun, sakının!" denmiş oluyor.
Demek ki akıllılığın şânı, insanın aklının fikrinin kâmil olmasının sonucu, Allah'tan korkmaktır. İnsan Allah'tan kormuyor: pervâsız, günahkâr, zalim, fasık, facir, şeytanlaşmış bir kimse... Demek ki akılsız... Aklı olsaydı, kendisini ahirette mahvedecek olan işleri yapmazdı. Yaptığına göre aklı yok. "Ey akıl sahipleri aklınız varsa, benden korkun!" demek bu. Yâni aklı olan Allah'dan korkar. Çünkü yeri göğü yaratan, yerin göğün, ins ü cinnin sahibi, bizim de yaratanımız.
Şimdi insan yaratanına karşı gelir mi? Gelmez. Ne zaman gelmez? Gelenler var. Akıllıysa gelmez. Akıllı, imanlı, tertemiz akıllıysa... Yâni akıl var ama, herkesin aklı var. Şimdi kimse ben akılsızım demiyor. Hatta delilere bile doktorlar kabul ettiremiyormuş deli olduğunu. Gel hastaneye gidelim dediği zaman çoğu kere deliler şey diyormuş: "Ya benim bir şeyi yok, gitmem" diyormuş, hastalığını kabul etmiyormuş. Yâni akıllı olsa hastalığını kabul edecek. Bende bir anormallik var diyecek. Hastaneye gideyim de doktorlar ilaç versin diyecek. Ama kabul etmezmiş.
Akıllılık alâmeti kusurunu bilmektir, anlamaktır, Allah'tan korkmaktır. Aklın alameti kendisini tehlikeden korumaktır. O adam kendisini tehlikeden korumuyor... Ne yapıyor?.. Allah'ın gazabını çekecek işler yapıyor.
Allah'ın gazabı nasıl tecelli eder?.. Çok çeşitli şekillerde tecelli eder. Bazen yıldırım düşürür kafasına. Bakarsın adamı, azılı kâfiri yıldırım çarpmış. Bazen de mühlet verir, Firavun'a mühlet verdiği gibi. Mühlet verir verir, ondan sonra suda garkeder. Bazen Nemrut gibi mühlet verir, ondan sonra helâk eder. Yâni bir mühlet, zaman tanıması, mühlet vermesi aldatmasın.
"--Ben günah işliyorum da, Allah beni cezalandırmıyor."
Bekle, sen cezalandırmıyor sanıyorsun ama, gelecek. Cezası gelecek. İnanmayan tabii gelmiyor sanıyor. Ama sonra burnundan fitil fitil Allah getiriyor. Aklı varsa bir insanın Allah'tan korkması lâzım!
Lübbün, bir şeyin özü demek. Yâni meselâ bir meyvanın ve sairenin özü. Kabuğunu kırdığın zaman, içinden çıkan özü. Ona lüb derler. İnsanın da tabii, insan olarak kıymeti kalıbında değildir. İçindeki, gönlündeki, aklındaki, fikrindeki meziyetlerdendir. Pehlivan gibi olsa, tuttuğu zaman demiri bükecek gibi olsa, vurduğu zaman kapıyı kıracak gibi olsa; ama aklı olmasa, içi olmayan çekirdek gibi oluyor. İçi bozulmuş çekirdek gibi oluyor. Onun için akla, temiz akla lüb denmiş. İç, öz. "Ey kafasında beyni olan, özü olan insanlar, benden korkun!" diye Cenàb-ı Hak emir buyuruyor, tavsiye buyuruyor. Allah-u Teàlâ bizi aklı selim sahibi eylesin...
Tabii herkesin bir çeşit aklı var ama, bazısının aklı çok yanlış çalışıyor. Yok demek... Var ama yok sayılır. Bazısının aklı son derece hatalı sonuçlara götürüyor, hatalı işler yaptırıyor. Demek ki, yanlış.
Bazen insanların akılları ters çalışır. Doğru çalışması için, aklın kuvvetli bir eğitimi olması lâzım! Kuvvetli bir eğitim... Meselâ ben bu dış ülkelerde gezdiğim zaman dikkat ediyorum, görüyorum bu ülkelerde aydın kimsenin gerçeği bulması için, kanıtlaması için, bulduğu zaman da kabul etmesi için, çok güzel temel veriyorlar. Siz ona İslâm'ı anlatıyorsunuz; düşünüyor, kararını veriyor. Tamam haklısınız diyor, müslüman oluyor. Ama eğer bir akıl terbiyesi, mantık terbiyesi veyahut düşünme terbiyesi, fikir terbiyesi, güzel düşünme öğretilmemişse; anlatıyorsun, anlatıyorsun yine ters sonuç çıkartıyor. Gerekeni yapmıyor.
Demek ki, herkeste birazcık akıl emâresi var ama, hastalıklı olunca işe yaramıyor. Salim olması, tam olması lâzım, tertemiz olması lâzım! İşte öyle olanlara, yâni içinde özü, cevheri var, içi boş değil mânâsına, ulil-elbâb deniliyor. Yâni öz, cevher sahibi, yâni temiz akıl sahibi, mantık, muhakeme sahibi, fikir sahibi bilge insan demek.
Allah-u Teàlâ Hazretleri hepimizin aklını akl-ı selim eylesin... Hepimizi ulil-elbâbdan eylesin... Şöyle gönlü olan, hal ehli olan insanlardan eylesin... Kendisini münevver sanıp da, cahillerin en cahili olmaktan; doğru yapıyorum sanıp da, yanlışların en kötüsünü yapmaktan; ben biliyorum deyip de, en cahil kalmaktan cümleyi korusun... Şaşıranlara da Cenàb-ı Hak doğru yolu ihsan eylesin...
Bu sefer böyle bir ayet-i kerimenin izahıyla bu kadar vakit geçtiği için, bundan sonraki sohbetimizde yine hacla ilgili ayetler üzerinde devam etmek üzere, sohbetimizi burada nihayetlendiriyoruz.
Allah hepinizden razı olsun... Razı olduğu kul olarak yaşayıp, huzuruna sevdiği kul olarak varmanızı nasib eylesin... Cennetiyle cemâliyle cümlenizi müşerref eylesin... Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekàtühü!..
17. 10. 2000 - İSVEÇ