01. 08. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ
(Bakara: 186)
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
Hazırlayan: ERKAYALAR
------------------
ALLAH-U TEÀLÂ DUALARI KABUL EDER
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!
Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin selâmı, ihsânı, ikramı dünyada, ahirette hepinizin ve sevdiklerinizin üzerine olsun... Cenâb-ı Hak sizi sevdikleriniz, eşiniz, dostunuz, çoluğunuz, çocuğunuz, akrabanızla iki cihan saadetine erdirsin...
Bakara Sûre-i Şerîfesi'nin ayetlerini okumaya devam ediyoruz, açıklamaya gayret ediyoruz. Oruçla ilgili ayetlerin arasında bir ayet-i kerime var, 186. ayet-i kerime. Bugün onu okuyacağız ve onun mânâsı üzerinde açıklama yapacağız.
Bundan önce, oruç konusunda üç tane ayet-i kerime geçmişti. Geçtiğimiz iki hafta bu ayetleri açıklamıştık. Bu ayet-i kerimeden sonra yine oruç konusuna dönecek konu.
Önce ayet-i kerimeyi okuyalım. Ezü billâhi mineş-şeytànir-racîm, bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Ve izâ seeleke ibâdî annî feinnî karîb, ücîbü da'veted-dâi izâ deàni felyestecîbû lî velyü'minû bî leallehüm yerşüdûn) Sadakallàhul-azîm.
a. Allah-u Teàlâ Yakındır
Allah-u Teàlâ Hazretleri, bu ayet-i kerimede buyuruyor ki:
(Ve izâ seeleke ibâdî annî) "Ey Rasûlüm, kullarım sana benden sorgu sual ederlerse, sorarlarsa, sormuş bulunuyorlar ise, sordukları zaman, sen şu cevabı ver: (Feinnî karîbün) Hiç şüphe yok ki, ben yakınım. (Ücîbü da'veted-dâi izâ deàn) Bana dua ettiği zaman, dua edenin duasına icâbet ederim. (Felyestecîbû lî) O halde, onlar da benim emirlerime itaat etsinler, benim imana davetime icabet etsinler; (vel-yü'minû bî) ve bana iman eylesinler. (Leallehüm yerşüdûn) Tâ ki, böylece akıl ve mantığın gerektirdiği yolda yürüme halini kazanabilsinler." Böyle hareket ederlerse, muhtemelen kazanırlar mânâsına.
Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle buyurmuş. "Kuluma ben hiç şüphe yok ki yakınım..." Bu yakın Türkçe bir kelime. Arapçadaki yakîn kelimesinin anlamı farklı.
--Neden bu ayet-i kerime nazil olmuş, niçin böyle buyurmuş Rabbimiz Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri?
İbn-i Abbas RA'nın rivayet ettiğine göre, Medine-i Münevvere'de bulunan yahudiler Peygamber Efendimiz'e demişler ki:
"--Ey Muhammed! Sen söylüyorsun ki, beyan ediyorsun ki, bizimle semânın arasında beşyüz yıllık yol var; ve yedi kat semâdan her semânın genişliği, kalınlığı da bu beşyüz yıllık yol kadar... Böyle olduğunu söylüyorsun, böyle olduğunu iddia ediyorsun. Bu kadar uzak mesafeden, Rabbimiz bizim duamızı nasıl işitebilecek, nasıl işitebilir?.." diye inanmaz bir şekilde, münkirce sormuşlar.
"Madem semâlar bu kadar uzak mesafe; beşyüz yıl mesafe uzakta birinci sema bitiyor, ondan sonra yedi kat sema var... Toplam 3500 yıl mesafe uzakta. Yâni nasıl duyacak bizim duamızı?" gibi.
Halbuki kendileri de mü'min. Mûsâ AS'a inanmışlar. Mûsâ AS'a indirilen Tevrat'a inanmışlar. Ama iş inada binince, Allah insanların basiretini bağlayınca, böyle yamuk, yalan yanlış, kendilerine bile ters düşen, kendi imanlarına bile aykırı olan itirazlar yapabiliyorlar.
Elbette Peygamber SAS Efendimiz haklı. Elbette semâvâtın boyutları metreyle, kilometreyle, mille ölçülecek kadar değil, zaman birimleriyle ölçülecek gibi. Elbette onun söylediği gibi, (hamsi mîeti âm) "Beşyüz yıllık mesafe" Tabii bu yılın da nerenin yılı olduğu, nereye göre olduğunu düşünecek olursak, bazı ayet-i kerimelerde bildiriliyor:
(Ve inne yevmen inde rabbike keelfi senetin mimmâ teuddûn) [Rabbinin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.] ayet-i kerimesi var tabii, ona da dayanarak buyuruyor ki: "Ahiretin bir günü bin yıl gibi; o zaman beşyüz yıl ne tutar?.. Bir yıl kaç günse, beşyüz çarpı üçyüz küsür; yâni kamerî yılsa 354, şemsî 365... Başka türlü bir yılsa ki, Cenâb-ı Hakk'ın gökte âlemleri çok, Allah bilir. 350 diyelim yuvarlak hesap... 350 x 500 yıl bir şey olacak, bizim yıllarımıza göre kıyas etmek için. Ondan sonra 350 x 500 x 1000 olacak, ne kadar büyük rakamlar oluyor... Elbette ilim de irfan da, çağdaş bilgiler de bunun böyle doğru olduğunu gösteriyor.
"--Şimdi bu kadar mesafedeyken Rabbimiz bizi nasıl işitecek, duamızı nasıl işitecek?" demişler.
Ey inançsız yahudi! Sen Rabbinin işitemeyeceğini mi sanıyorsun? Mesafe uzak olunca sesin gitmeyeceğini mi sanıyorsun?.. Rabbinin kulun duasını hissedemeyeceğini mi sanıyorsun?.. Allah-u Teàlâ'nın kudreti hakkında ne kadar idraksiz, ne kadar münkirâne bir soru!..
Onun üzerine bu ayet-i kerime inmiş. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
(Ve izâ seeleke ibâdî annî) "Ey Rasûlallah, ey Muhammed-i Mustafâ, kullarım sana benim hakkımda, 'Böyle bu kadar uzaktan, bu kadar uzak mesafeden nasıl işitecek?' diye soru sordukları zaman..." Yâni mesafelere mi itiraz ediyorlar. Edemezler, ilim de şimdi aynı şeyi söylüyor. Allah'ın işiteceğine mi itiraz ediyor?.. O da zaten kendi inançlarına da aykırı. Çünkü Mûsâ AS da onlara Tevrat'ı getirdi. Tevrat da ilk haliyle, bozulmamış, değişmemiş, daha Mûsâ AS'a inmiş hâliyle Allah'ın kelâmı. Allah'ın kudretine, varlığına, birliğine, her şeyi bildiğine, onların da inanması lâzım!
İzâ, zaman bildiren bir edat. "Kullarım sana benden böyle soru sordukları zaman, benim hakkımda sen şöyle cevap ver!" demiyor, hemen cevabı veriyor. Doğrudan doğruya, (Feinnî karîb) "Ben yakınım!" buyuruyor.
Başka ayet-i kerimeler de var Cenâb-ı Hakk'ın yakınlığına dair. Vakıa Sûresi'nde geçiyor. Kaf Sûresi'nde var:
(Ve nahnü akrabü ileyhi min hablil-verîd) Sadakallàhül-azîm. "Biz kulumuza onun habl-i verîdinden, yâni kalbine kanı getiren koca damarından, şah damarından daha yakınız."
Evet, Cenâb-ı Hak Teàlâ bize bizden yakın; içimizi, dışımızı biliyor. Tabii tefsirde buyrulmuş ki: (İlmen ve icâbeten) "Bilgisi bakımından ve duaya icabeti bakımından o kadar yakın." Yâni o mesafeler, duayı kabul etmesine asla bir engel teşkil etmez. Cenâb-ı Hak her şeyi, her anda, uzaklık yakınlık bahis konusu olmadan bilir. (Ve litaalîhî anil-kurbi mekânen) "Mekân olarak yakınlığını düşünmeksizin" diyor.
Tabii Cenâb-ı Hakk'ın zâtını, yâni mahiyetini kul idrak edemez. İdrak edemeyeceğini anlamak biraz haddini bilmektir, anlamaktır.
(El-aczü an derekil-idrâke idrâkün) buyrulduğu gibi, anlaşılmaz.
Sıfatlarının mahiyeti de, kullar tarafından tam mânâsıyla anlaşılamaz. Zâtı anlaşılamadığı için, zâtının yakınlığı da anlaşılamaz. Ama hiç öyle uzak sanılmasın. Yunus Emre bunu, galiba bu ayet-i kerimeyi tercüme edercesine, bir şiirinde diyor ki:
İstemegil anı ırak,
Gönüldedir ana durak!
Şu anda toparlayamadım dörtlüğü, her zaman söylediğim bir dörtlük. Yâni, yakındadır, gönülde mekânı vardır. Tabii gönül de insanın iç âlemi demek. Güzelce hazmetmiş, anlamış o mübarekler bu işlerin esrarını.
Şimdi böyle akıllarının ermemesinden, hayretlerinden söyledikleri itirazkârâne, anlamsız, münkirâne bir sözden dolayı, bu ayet-i kerime inmiş deniliyor; İbn-i Abbas RA'ın rivayetine göre.
Başka rivayetler de var. O rivayetlerden birine göre sahabeden bazı kimseler, --tabii bu rivayetlerin kimden geldiğini İbn-i Kesir tefsirinde geniş geniş böyle isimleri zikrederek beyan ediyor, ben burada kısaca geçiyorum-- demişler ki Peygamber Efendimiz SAS'e:
(E karîbün rabbünâ fenünâcîhî em baìdün fenünâdîhi) "Rabbimiz yakınımızda mı ki, biz ona böyle fısıltı halinde dua edelim, münâcât eyleyelim? Yoksa uzak mıdır ki, nidâ eyleyelim, çağıralım, seslenelim? Yâ Rasûlallah, nasıl olsun bizim dua adabımız; Cenâb-ı Mevlâmıza tazarrû ve niyâzımız?.." diye sormuşlar.
Onun üzerine Allah-u Teàlâ Hazretleri bu ayet-i kerimeyi indirip, yakınlığını beyan etmiş. Bir sebeb-i nüzûl de bu.
Bir başka sebeb-i nüzül de zikrediliyor. Demişler ki:
(Fî eyyi sâatin ned' rabbenâ?) "Biz Rabbimize ne zaman dua edelim; hangi saatte, ne zaman en uygundur?"
Onun üzerine bu ayet inmiş: "Kullarım bilsinler ki ben kullarıma yakınım; (ücîbü da'veted-dâi izâ deàn) ne zaman olursa olsun, dua eden bana dua ettiği zaman, ben onun duasını duyarım ve duasına icabet ederim." diye buyurmuş. Bir rivayet de bu.
Başka bir rivayette de:
(Eyne rabbünâ?) "Rabbimiz nerededir? Yâni yerde mi diye düşünelim, gökte mi diye düşünelim?" diye soru sormuşlar. O zaman bu ayet-i kerime nâzil olmuş.
Bir rivayette de: Hayber'e giderken veya dönerken yüksek yere çıktıkları zaman yüksek sesle, "Allahu ekber" diye bağırarak, "Lâ ilâhe illallàhu vallàhu ekber. Allahu ekber ve lillâhil-hamd." diyerek, böyle gürültüyle dua ederek gidiyorlarmış. Rasûlüllah SAS Efendimiz yanlarına vararak demiş ki:
(Yâ eyyühen-nâs, irbe alâ enfüsiküm) "Ey insanlar kendinize sahip olun, böyle yüksek sesle bağırmayın! Çünkü sizin Mevlânız, sizin bizim Rabbimiz, uzak değildir ki böyle duyurulsun diye uzaktaki bir insana, çağırır gibi, haykırarak, bağırılsın. Yakındır, duaya icabet eder."
Bu sebeplerden bir sebeple bu ayet-i kerime nâzil olmuş.
b. Allah Duaları Kabul Eder
(Ücîbü da'veted-dâi) Burdaki dâì, dua eden mânâsına. Ye'si düşmüş dâì, ayın esreli olarak okunur. (İzâ deàni)'de gene ye düşmüş ve nun esreli olarak okunuyor. Ama bunların ye'li kıraatleri de var. Yâni (Ücîbü da'veted-dâî izâ deànî) diye uzatmalı kıraatler de var.
(Ücîbü) "İcabet ederim..." Yâni ecâbe-yücîbü-cevâb kökünden geliyor. İcâbet İf'al bâbından; bir soruya veya bir seslenişe, bir isteyişe karşılık vermek, cevap vermek mânâsına. (Ücîbü) "Ben icabet ederim." Hiç şüphesiz yakınım. (Ücîbü da'veted-dâ') "Dua edenin duasına icabet ederim"
Da'vetün ve duàün kelimesi, deà-yed' fiilinden masdardır. İkisi de çağırmak mânâsına veya dua etmek mânâsına kullanılıyor. Biz çağırmak mânâsına dâvet'i kullanıyoruz; dilemek, yakarmak, münâcaat etmek mânâsına da, dua'yı kullanıyoruz. Ama Arapça'da ikisi de çağırmak, davet etmek mânâsına, veyahut dua etmek mânâsına kullanılır.
Bu da'vetün veya duàün masdarından ism-i fâil dâî gelir. Bu dâî kelimesinin esre hâlinde ye'si düşer, ötreli hâlinde ye'si düşer, dâi gelir. Üstünlü halinde ye'si kalır, ed-dâiye gelir. Arapça kavâid bunlar.
"Dâvet eden" dersek, şimdi başka türlü anlaşılacak. Meselâ düğüne davet, bir ziyafete davet gibi anlaşılacak. Burda (Ücîbü da'veted-dâi), "Dua edenin duasına ben icabet ederim!" demek. Yâni burda da'vet de dua mânâsına. Çağırmak ama; niyaz etmek, Cenâb-ı Hak'tan bir şey istemek mânâsına.
(İzâ deàni) Deà, mâzi fiil. Deànî, bana dua ettiği zaman. "Dua edici bana dua ettiği zaman, ben onun duasına icabet ederim."
Şimdi Allah-u Teàlâ Hazretleri, dua edildiği zaman kendisinin duaya icabet edeceğini buyurmuş. İbn-i Kesir tefsirinde bu hususta pek çok hadis-i şerif sıralamış, bu ayet-i kerimenin izahı sadedinde. Tabii onların hepsini okusam, belki uzun zaman alacak ama, kısaca bazılarını söylemek gerekirse:
Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne bir kul dua ettiği zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin icabeti üç şekilde olur: Birinci şekil; duasını kabul eder. İkincisi; duasını, yâni isteğini ahirete tehir eder. Üçüncüsü de; onun yerine, duası ile istediği bir şey yerine bir günahını affeder. Yâni, o da bir çeşit mükâfatlandırma, isteğini karşılıksız bırakmama şekli olmuş oluyor. Böyle üç şekilden birisiyle mutlaka bir karşılığa, bir icabete mazhar olur mü'min kul.
c. Allah Kulları Cennete Çağırıyor
Bundan sonra, buyuruyor ki Allah-u Teàlâ Hazretleri:
(Felyestecîbû lî) "O halde..." Fe burda, o halde mânâsına. "O halde, onlar da bana isticâbet etsinler! Yâni benim onları çağırmama gelsinler, çağırdığım noktaya gelsinler, buyurduğum işi yapsınlar, buyruğumu tutsunlar."
Çünkü Cenâb-ı Hak neye çağırıyor kulları?
(Vallàhu yed' ilâ dâris-selâm) [Allah kullarını selâm yurduna, cennete çağırıyor.] Bir ayet-i kerimede böyle buyruluyor.
Cennete çağırıyor. Erhamür-rahimîn olduğu için, kullarına rahmetinden, gerçekleri bildirsinler diye peygamberler gönderiyor. Okusunlar diye, iyice anlasınlar diye, mübarek kitaplar, mukaddes, ilâhî kitaplar indiriyor. Mübarek insanları, peygamberleri vazifelendiriyor, her kavme gönderiyor. Hiçbir kavmi de böyle habersiz, irşadsız, peygambersiz, beşirsiz, nezirsiz bırakmadığını beyan buyuruyor. Ve rahmetinden istikbâle ait tehlikeleri bildiriyor:
"--Cenâb-ı Hakk'a âsî olursanız, kul hakkı yerseniz, zulmederseniz, günahları işlerseniz, kötülük yaparsanız; Allah bunu sizin yanınıza komaz, cezalandırır." diyor.
Dünyada insanlar kanundan kaçabilir, cezadan yakasını kurtarabilir ama, Allah'ın cezasından hiçbir yerde kurtulamaz; dünyada da kurtulamaz, ahirette de kurtulamaz.
Dünyada kanundan, devletten, veyahut işlediği suçun cezası çekmekten kaçabilir. Hapse girmişken kaçabilir, hapse girmeden kaçabilir. Ama Allah, cezalandırmayı murad ettiği kulu dünyada, ahirette mutlaka cezalandırır.
"--Eğer suç işlerseniz, ahirette ceza var!" diye bildirmek, ikaz etmek Cenâb-ı Hakk'ın lütfundandır. Bizim beşerî hukukta da deniliyor ki, "Suçun kânûnîliği esastır." Yâni kanunda, "Şu suçtur!" diye suç belirtilir; onu işlediği zaman suçlu olur. Kanunda belirtilmeyen bir şeyden, insanın yakasına yapışılmaz.
Meselâ; "Vay sen su içiyorsun; seni yakaladım, yürü karakola!" denmez. Neden? Su içmek suç diye yazılı değil. Yazılı olmayan, suç olduğu beyan edilmeyen bir şeyden dolayı ceza olmaz. Kanunsuz ceza olmaz, suç olmaz, ceza olmaz. Belirtilir.
Cenâb-ı Hak da nelerin suç olduğunu belirtiyor. Nelerin insanlığın saâdet-i dâreynine aykırı olduğunu bildiriyor.
Bu din niye gelmiş başımıza? Niye Peygamberler gönderilmiş bize?.. Bizim mutluluğumuz için. Hem de ki cihan mutluluğumuz için. Sadece dünya mutluluğu da değil, sadece ahiret mutluluğu da değil; hem dünya, hem ahiret mutluluğu için Cenâb-ı Hak göndermiş peygamberleri, bildirmiş bilgileri, haberleri, ahkâmını...
Tabii bu bir rahmettir. Acımadır. Bir lütuftur ki önceden bildiriyor. Hani biz de birisine demez miyiz hatalı bir şey yaptıysa:
"--Ben sana bunu önceden söylemedim mi?.."
"--Söylemiştin, kusura bakma, işte maalesef seni dinlemedim de ondan başıma bunlar geldi." diye o da pişman olur.
Ama ahiretteki pişmanlık fayda vermez.
Cenâb-ı Hak kulların hem bu dünyada yaşamları düzgün olsun, düzenli olsun, güzel olsun; mutlu olsunlar, aileleri mutlu olsun, toplumları mutlu olsun; zulüm olmasın, kimse kimseyi ezmesin, üzmesin, kimse kimsenin hakkını yemesin diye kanunlar koymuş. Hepsi insanlığın hayrına ve mutluluğuna. Ahiret saadetinin yollarını da göstermiş.
Mükâfatları da beyan etmiş ki, insanlar şevk duysun. Çünkü dünyada da ödül konuldu mu bir şeye, onu yapmak isteyenlerin şevki artar ve ona koşanlar çoğalır. "Falanca yerde bir güzel cami yapılacak, bunun için yarışma açıldı. Birinciye şu kadar mükâfat verilecek." deyince mimarlar başka işleri bırakırlar, oraya güzel bir bina tasarlarlar. Birinci oldukları zaman da, büyük mükâfatları alırlar.
İşte Cenâb-ı Hak hem cezayı, hem mükâfâtı bildirmek için rahmetinden, yâni merhametinden dolayı, acımasından, erhamür-râhimîn olduğundan, çok şefkatli olduğundan dolayı, kullarına bunları bildirimiş. Cahil kalmasınlar, yanlış işler yapıp da başlarını derde sokmasınlar; hem dünyada kendi kendilerine ezâ cefâ edip, kendi hayatlarını kendileri zehir zıkkım etmesinler, hem ahirette yakalarından adâlet-i ilâhiyeye tutulup, cezalarını çekmesinler diye suçları bildiriyor, iyilikleri bildiriyor.
İnsanlar öyle yaptığı zaman, rûhen, bedenen, her yönden sağlıklı oluyorlar. Yâni hem ruhları rahat oluyor... İnançlı bir insanın ruhunun rahatlığını düşünün, güzelliğini düşünün! Mevlânâları, Yunusları düşünün... Yâni ne kadar tatlı insanlar ki, onların tatlı duyguları hâlâ bizi hayrân ediyor, hâlâ bizi etkiliyor.
Hem ruhları rahattır, hem de bedenleri sağlıklıdır. Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin tavsiyelerine uygun yaşayarak, bedenlerini yıpratmamışlardır. Bedene zararlı şeyleri yapmamışlardır. Sağlıkları da yerindedir, ömürleri de uzun olur, ak sakallı olurlar, dinç olurlar, uzun yaşarlar, mutlu olurlar. Hem dünyada, hem ahirette aziz ve bahtiyar olurlar.
Din bundan dolayı iyi. Hem dünya hem ahiret saadetini sağlamak için, hem insanı yanlış inançlardan korumak için, hem bedeni korumak için, hem aklı korumak için, hem nesli korumak için, hem malı korumak için hükümler indirmiştir Allah... Her şeyi koruyor. Her şeyi... İslâm ve dinin ahkâmı her yönden güzel.
Bu insanların bu dine, İslâm'a, imana, ahkâm-ı ilâhiyeye düşmanlıkları cahilliklerindendir. İyice inceledikleri zaman, her şeyin, her ilâhî, dinî hükmün ne kadar güzel, ne kadar faydalı olduğunu görüp anlayacaklar. Kendilerinin düşündüklerinin ne kadar yanlış olduğunu, beşerin şaşırdığını, ama Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi nasıl güzel öğrettiğini anlayacaklar.
Cenâb-ı Hak insanları cennete çağırıyor. Yâni sonuç itibariyle, cehennemden korunmaları için ikaz ediyor. Peygamberlerin iki sıfatı var mühim, önde gelen. Birisi beşir olmaları veya mübeşşir olmaları, müjdeleyici olmaları; ikincisi nezir veya münzir, korkutucu, ikaz edici, uyarıcı olmaları... Yâni "Aman yapmayın! Şöyle yaparsanız, şöyle olur." demek inzardır. "Şöyle yaparsanız, şu mükâfatlara erersiniz." demek tebşirdir, müjdedir. Peygamber Efendimiz'in bir sıfatı da böylece mübeşşirdir.
(İnnâ erselnâke şâhiden ve mübeşşiren ve nezîrâ) [Şüphesiz biz seni şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.] Ayet-i kerimede böyle geçiyor.
Bir adı da Büşrâ'dır, müjdenin ta kendisidir Peygamber Efendimiz.
Allah insanları cennete çağırıyor. Başka?.. İmana çağırıyor. "Mü'min olun, inançsız olmayın, ilâhî gerçeklere göz yummayın, inkâr etmeyin! Dünya sadece sizin bu gördüğünüz taştan, ağaçtan, buluttan, dağdan, ovadan ibaret değildir, görmediğiniz varlıklar vardır. Elektrik gibi, ışık gibi görmediğiniz varlıklar vardır. Görmediğiniz, bilmediğiniz şeyleri bilin, öğrenin, iman edin!" diye imana çağırıyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.
Başka neye çağırıyor?.. Ve itaate çağırıyor. İmana ve itaate çağırıyor. Yâni, "Asî olmayın, karşı gelmeyin, isyan etmeyin!" diye itaate çağırıyor. Tabii imanın ve itaatin, yâni Allah'a inanıp da Allah'ın emirlerini tutmanın mükâfatı nedir? Cennettir. Böylece cennete çağırıyor.
(Felyestecîbû li) "Madem ben onlar dua ettikleri zaman onların dualarına karşılık veriyorum, dualarını ya şu şekilde ya bu şekilde karşılıyorum; o halde onlar da benim dâvetime icabet etsinler, benim çağrıma uysunlar, benim çağırdığım noktaya gelsinler, benim istediğim gibi kul olsunlar!" diye Cenâb-ı Hak emrediyor bizlere... Hem duayı emrediyor, duayı işaret buyuruyor. Bazı ayet-i kerimelerde de, doğrudan doğruya duayı emrediyor:
(Ve kàle rabbükümud'ni estecib leküm) [Rabbiniz şöyle buyurdu:] "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim!" diye emrettiği ayetler de var.
Sonra Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyi de yasaklıyor:
(Kul yâ ibâdiyyellezîne esrafû alâ enfüsihim lâ taknet min rahmetillâh) [De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin!] buyruluyor.
Duayı da emrediyor. Dua edeni seviyor. Dua etmemek, Allah'a yanaşmamak, yönelmemek ihtiyacını arzetmemek de çok yanlış bir şey oluyor bu durumda.
"Binâen aleyh, madem ki ben onların dualarını kabul ediyorum, istediklerini veriyorum, hacetlerini reva ediyorum, ihtiyaçlarını karşılıyorum, rızıklarını gönderiyorum. O halde, onlar da benim davetime icabet etsinler. "
(Velyü'minû bî) "Bak peygamber gönderdim Muhammed-i Mustafâ'mı, ona kitap indirdim, Kur'an-ı Hakim'i, ahkâm-ı ilâhiyyeyi, Şeriat-i Garrâ-yı Ahmediye'yi de kullara ilettim, bildirdim. Onlara inansınlar, bana inansınlar; (leallehüm yerşudûn) ola ki, böylece onlar aklın ve mantığın gösterdiği yolda yürümüş insanlar haline gelirler."
Rüşd nedir? Yerşudün, reşede-yerşüdü; aklın mantığın icab ettiği şekilde hareket etmek demek. Böyle hareket edene râşid, veya reşîd derler. Meselâ bir insan küçükken yanlış işler yapar, annesi babası ikaz eder. Ama bunları anlayacak, akıllıca mantıklıca hareket edecek hale geldiği zaman, reşîd oldu derler.
Sebilül-reşâd da aklın, mantığın, ilmin, imanın gösterdiği yol demek oluyor. "Benim davetime icabet ederse kullarım ve bana iman ederlerse, ola ki böyle yaptıkları takdirde, aklın mantığın yolunu tutturmuş olan, akıllıca yürüyen insanlar durumuna gelirler. Hidayet üzere olmuş olurlar. Dinlerini ve dünyalarını sağlam bir zemine oturtmuş olurlar." buyuruluyor.
d. Allah İsteyene Mutlaka Verir
Şimdi bu ayet-i kerime münasebetiyle, tefsirlerde bu ayetlerle ilgisi bulunan hadis-i şerifleri sayfalarca zikretmiş müfessirler, ayeti daha iyi anlamamıza vesile olur diye. Ben onlara uyarak, onlardan bazılarını size nakletmek istiyorum.
Peygamber Efendimiz SAS Ebû Hüreyre RA'ın rivayet eylediğine göre buyurmuş ki:
T. 3727 (Yenzilu rabbünâ külle leyletin ilâ semâid-dünya hîne yebkà sülüsül-leylil-ahîru feyeklü: Men yed'nî feestecîbe lehû, ve men yes'elünî feu'tiyehû, femen yestağfirunî feağfira lehû)
Bu hadis-i şerifin mealini nakledelim:
"Rabbimiz Tebareke ve Teàlâ, bütün her gece, gecenin son üçte biri kaldığı zaman, dünya semâsına nüzûl eyler." Yâni sabahla akşamın arasında geceyi üçe bölersek, üçtebiri gitti, yarısı gitti, üçte ikisi gitti; üçte biri kaldığı zaman Cenâb-ı Hak Teàlâ Hazretleri en yakın semâya, dünyanın en yakın semâsına nüzûl eyler. Yâni Cenâb-ı Hak geceleyin insanlara yaklaşır, nüzül eyler ve buyurur ki:
(Men yed'nî) Ey insanlar, kim bana dua ediyor bakalım? (Feestecibe lehû) Ben onun duasına icabet edeyim, istediğini vereyim. (Ve men yes'elünî) Kim benden bir şey istiyor? (Feu'tiyehû) Ona istediğini vereyim. (Femen yestağfirunî) Kim bana tevbe ve istiğfar ediyor, gecenin bu vaktinde? (Feağfire lehû) Günahını afv ü mağfiret edeyim." diye seslenir.
Demek ki, dua edenin duasını kabul edeceğini, Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerifinde bildiriyor.
Tabii bu semâ-i dünyaya nüzûl hakkında ulemâmızın, ilm-i kelâm alimlerimizin çeşitli görüşleri var. Cenâb-ı Mevlâ'nın nüzülü... Tabii biz bunun nasıl bir nüzûl olduğunu bilemeyiz. Mahiyetini bizim anlayamayacağımız bir şekil ile bir yaklaşma oluyor. Biz bunu te'vil de etmeyiz derler bazıları.
Bir kısım mütekellimler de, itikad alimlerimiz de, selefin bir kısmı da derler ki: "Mânâsı; rahmetini indirir, meleklerini indirir." demek olabilir.
Bazısı da bu bir istiâredir. Yâni, "Kullara, dua edenlere teveccüh eder mânâsı anlaşılsın, icabet eder mânâsı anlaşılsın diye, böyle buyrulmuş. Yâni burada duaya teşvik var." derler.
Bu bir hadis-i şerif. Bu hadis-i şerifi dinledikten sonra, bu ayetten sonra yapılabilecek akıllıca bir şey nedir?.. Gecenin son üçte bir vakti kaldığı zaman, yâni seher vakitleri, sahur vakitlerinde uyanıp, abdest alıp, dua edip, namaz kılıp, bu mükâfatları kazanmaktır. Çünkü ayet-i kerimede:
"--Dua edenin duasına ben karşılık veririm, mükâfatını veririm!" buyuruyor.
Hadis-i şerifte de böyle bilgiler sunulmuş:
"--Kim benden bir şey istiyor, haydi istesin de, istediğini vereyim! Kim benden affını diliyor, haydi affedeyim!" diye bildiriliyor.
Selmân-ı Fârisi RA'den rivayet edildiğine göre, Peygamber SAS buyurmuş ki:
T. 3789 (İnne rabbeküm hayiyyün kerîmün yestahyî min abdihî izâ rafea ileyhi yedeyhi en yeriddehümâ sıfran hàibeteyni) Ebû Dâvud ve Tirmizî rivayet etmiş bu hadis-i şerifi. Hasen demişler. Sıfır demek, hâlî (boş) demek burada. Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:
(İnne rabbeküm hayiyyün kerîmün) "Ey kullar, ey mü'minler! Bilin ki, sizin Rabbınız utanır, hâyâ sahibidir ve cömerttir; kerimdir, kerem sahibidir, güzel hasletlere sahiptir, asaletlidir. (Yestahyi min abdihî) Kulundan utanır; (izâ rafea ileyhi yedeyhi) kulu, iki elini kaldırdığı zaman kendisine, onları bomboş, içine bir şey koymadan, duasını kabul etmeden döndürmekten; yâni, boş döndürmekten, mahrum bir şekilde döndürmekten utanır." buyurmuş.
Demek ki Cenâb-ı Hakk'ın lütfu o kadar çok ki; kul, günahkâr da olsa, suçu kul işliyor, elini kaldırıp da Allah'dan bir şey istediği zaman, Allah affetmemeye utanıyor. Kul binbir hatayı işlemekten utanmıyor da, Cenab-ı Hak reddetmeye utanıyor. "Sen edepsizsin, sen kusurlusun, sen günahkârsın, sen suçlusun; kabul etmeyeceğim!" demiyor. Elini kaldırıp dua ettiği zaman, utanıyor, veriyor. Ellerini boş döndürmüyor.
e. Dua Etmenin Âdâbı
Ubâdetübnüs-Sàmit RA'den rivayet edilmiş. Yine böyle güzel, bizim içimizi açan, müjdeli hadis-i şeriflerden. Buyurmuş ki, Peygamber Efendimiz:
T. 3806 (Enne rasûlallah SAS kàl: Mâ alel-ardi müslimün yed'ullàhe bida'vetin illâ a'tâhullàhu iyyâhâ, ev sarafa anhü mineş-şerri mislehâ, mâ lem yed'u biismin ev katîati rahimin. Fe kàle racülün minel-kavmi: İzen nüksiru. Kàl: Allàhu ekser.)
Tirmizî rivayet etmiş bu müjdeli hadis-i şerifi. Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz bu müjdeli, mübarek hadis-i şerifinde:
"Yeryüzünde Allah'a dua eden hiçbir müslüman kul yoktur ki, Allah ona istediğini vermesin. (İllâ âtâhullàhu iyyâhâ) O istediğini Allah ona verir, ille verir. (Ev sarafa anhu mineş-şerri mislehâ) Yahut da ona mukabil, onun gibi, onun kadar önemli bir kötülüğü onun üzerinden def eder. Gelecek belâ gelmez veya bir günahını affeder." Demin söylediğim gibi.
(Mâ lem yed'u bi ismin ev katiati rahimin) "Ama günahı dua olarak istemedikçe yahut akrabalığın şanına, sıla-i rahime aykırı, akraba aleyhine dua etmedikçe duasını kabul eder." Öyle yaptığı zaman etmez demek yâni.
İnsan günahı dua ile nasıl ister? Günaha nasıl dua eder? Meselâ:
"--Yâ Rabbi, elime fırsat ver de şu adamın kafasını parçalayayım!" dedi.
E bu bir dua ama, o adam da Allah'ın iyi bir kulu... Hatta sen haksızsın, ona kızgınlığından şimdi günaha dua ediyorsun. O zaman duasını kabul etmez. Veyahut "İşte şu benim amcam, dayım, akrabam, yengem, ne ise Allah kahretsin..." bilmem ne diye akrabasının aleyhinde dua ediyor. O zaman kabul etmez. Çünkü Cenâb-ı Hak günahı sevmez, sıla-i rahimi sever. Akrabalık bağlarına aykırı hareket etmeyi sevmez.
(Fekàle racülün minel-kavm) Bu müjdeli hadis-i şerifi duyanlardan bir zât, RA, ismi yok ama, ordaki o dinleyenlerden bir tanesi dedi ki: (İzen nüksir) "O zaman biz de çok dua ederiz Yâ Rasûlallah! Madem böyle ille veriyor Cenâb-ı Hak istediğini, ya da bir günahı üzerinden def ediyor; o halde fırsat bizim, o zaman çok çok dua ederiz." demiş.
Peygamber Efendimiz de buyurmuş ki: (Kàl: Allàhu ekser) "Sen dua edersen, Allah sana vermekten gocunacak mı, çekinecek mi, sana daha çok imkânlar verir. Yâni sen ne kadar çok dua etsen, o senin istediğinden daha çoğunu verir. O da senin duana icabet eder."
Ebû Hüreyre RA'den bir hadis-i şerife geçiyorum. Hani bu hadis-i şeriflerin şu faydası var; ayet-i kerimede "Bana kulum dua ettiği zaman, ben onun duasına icabet ederim!" buyrulmuştu. Bu dua nasıl olacak, onları anlamamıza yardımcı olduğu için, bu hadis-i şerifleri okumam lâzım!
Buyurmuş ki Peygamber SAS:
T. 3707 (Kàle Rasûlullah SAS: Üd'ullahe ve entüm mûkınûne bil-icâbeh, va'lemû ennallàhe lâ yestecîbu duàen min kalbin gàfilin lâhin)
Tirmizi rivayet etmiş bu hadis-i şerifi, hasen garib demiş. Peygamber Efendimiz diyor ki:
(Ud'ullàh) "Allah'a dua ediniz! Nasıl bir şekilde? (Ee entüm mûkinûne bil-icâbeh) Allah duanıza mutlaka karşılık verecek diye, hiç tereddüt etmez vaziyette, sağlam sağlam dua edin; (va'lemû) ve bilin ki, (ennallàhe lâ yestecibu duâen) Allah bir duayı kabul etmez, (min kalbin gàfilin lâhin) boş şeyle meşgul, gàfil bir gönülden çıkan duayı kabul etmez."
Demek ki aklı başka yerdeyken, gàfilken, isteksizken, aykırı şeylerle aklı meşgulken yapılan duayı kabul etmez. Kendisini toplayacak, dikkatini toparlayacak, bütün kalbiyle duanın karşılığının geleceğine inanarak, canlı canlı dua edecek.
Ebû Hüreyre RA'den yine. Peygamber SAS buyurmuş ki:
T. 3591 (Leyse şey'un ekreme alellàhi mined-duà') Bu da bizim için ne büyük devlet ve nimet! "Allah'a duadan daha sevimli, kıymetli, asaletli gelen bir şey yoktur." Duayı çok sever Allah... Yâni kendisine dua edilmesini, niyaz edilmesini, yalvarılmasını, münacaat edilmesini istenilmesini sever.
Neden?.. Duayı inanan insan yapar da ondan. Allah'ın vereceğini bilen insan yapar. İnançlıların işi olduğundan ve Allah yerin göğün hâkimi, sahibi, yerdeki gökteki hazinelerin mâliki olduğundan, her şey onun kudretiyle olduğundan dolayı, onu anlamış olduğu için, kulun duasını sever ve duadan daha kıymetli asaletli, hoş şey yoktur Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne...
Onun için duayı aşk ile, şevk ile, Allah'ın sevdiğini bilerek, tatlı tatlı yapacağız sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!..
Enes RA'den, bu bizim dua mecmuamızda, Hocamız'ın hadislerden topladığı, her sabah okunsun diye kardeşlerimize yadigâr bıraktığı bizim Evrâd-ı Şerife kitabımızda baş sayfada geçiyor. Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:
T. 3593 (Edduâu muhhül-ibâdeh) "Dua ibadetin özüdür, iliğidir, canıdır." Yâni kemiğin içinde nasıl iliği en kıymetli yeriyse, onun gibidir. İlik gibidir, öz gibidir. Dua, çok önemlidir.
f. Allah'tan Afiyet İsteyin!
İbn-i Ömer RA'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah SAS buyurmuş ki:
T. 3778 (Men fütiha lehû bâbun mined-duâi fütihat lehû ebvâbur-rahmeh, ve mâ suilallàhu şey'en ehabbe ileyhi min en yüs'elel-àfiyeh, ve enned-duâe yenfeu mimmâ nezele ve mimmâ lem yenzil) Burada da çok bilgiler var duayla ilgili. Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:
(Men fütiha lehû bâbün mined-duâ) "Kime duadan bir kapı açılmışsa, yâni dua etmek nasib olmuşsa..." Dua edebiliyor, dua imkânı verilmiş. Ne mutlu ki dua edebiliyor. Ne demektir bu?.. (Fütihat lehû ebvabur-rahmeh) "Demek ki. rahmetin kapıları ona açılmış ki, böyle dua etme fırsatına nail olmuş, eline o imkân geçmiş." Ötekisinin dua edecek vakti olmaz, imkânı olmaz, Allah aklına getirmez, dua ettirmez. Demek ki, dua ettirmeyi nasib etmişse, rahmetinin kapıları açılmış demek. Bu çok güzel.
(Ve mâ suilallàhu şey'en ehabbe ileyhi min en yüs'elel-afiyeh) "Ve Allah'tan afiyet istemekten daha güzel bir şey istenmemiştir." Demek ki, istenecek şeylerin başında en güzeli afiyet imiş. "Yâ Rabbi, bana afiyet ver!" demekmiş.
Peygamber Efendimiz'in afiyet hakkında öğrettiği dua şöyledir:
(Allahümme innâ nes'elükel-afve vel-àfiyeh, vel-muàfâted-daimeh, fid-dîni ved-dünyâ vel-âhireh) Cemî olarak söyledim ben, yâni: "Yâ Rabbi! Bize dinde, dünyada, ahirette afiyet ver ve daimi bir esenlik ihsân eyle..." mânâsına.
Müfred olarak da: (Allàhümme innî es'elükel-afve vel-afiyeh, vel-muàfàted-dâimeh, fid-dîni ved-dünyâ vel-âhireh) denilebilir.
Rivayetlerde bazı kelimeler var, bazı kelimeleri yok. Ama böyle dua edilmesini tavsiye etmiş Peygamber Efendimiz. Bu ve bu buna benzer şekilde.
Allah'tan istenen şeylerin en kıymetlisi afiyettir. Ondan daha sevimlisi yoktur diyor. Yâni Allah afiyeti de sever. Vermeyi en çok sevdiği şey de, afiyettir. Bize de en lâzım olan afiyettir.
Birisi bir şey yediği zaman, kahve, çay içtiği zaman, "Afiyet olsun!" diyoruz. Afiyet ne demek?.. Maddî, mânevî zararlardan dünyada, ahirette uzak, esen ve berî olmak demek. Yâni zarar, hasar, şer, kötülük gelmeyecek demek. İşte afiyet odur. "Afiyet olsun!" yâni, "Hiç hastalık, zarar, eksik, kusur, elem, keder gelmesin!" demek oluyor.
En iyi şey, en kıymetli şey, her türlü iyiliği içine alan, en derli toplu, en güzel kelime bu.
(Ve enned-duàe yenfeu) Bu da çok önemli. "Dua fayda verir... Neye?.. (Mimmâ nezele) İnmiş olan bir derdin, hastalığın, kederin, üzüntünün, gamın kaldırılmasına da fayda verir. (Ve mimmâ lem yenzil) Henüz gelmemiş olan mukadderatta, alın yazısında gelecek olan bir belânın da gelmemesini sağlar." Gelecekti ama gelmez, kurtulur. Yâni dua ettiği için kurtulur, gelecek olan belâ gelmez, döner; kurtulur.
Selman RA'den; buyurmuş ki Peygamber Efendimiz SAS:
(Lâ yeruddül-kadàe illed-duàü) "Allah'ın hükmü ilâhisini, kazâ ve kaderini duadan başka bir şey çevirmez." Çünkü dua da bir kader-i ilahidir. O da Allah'ın takdiriyle oluyor. (Ve lâ yezîdü fil-umri illel-birr) "Ve ömrü de ancak ana babaya iyilik yapmak, veya umûmî olarak herkese iyilik yapmak arttırır."
Demek ki hayır sahibleri uzun yaşar. Onun için, yapabildiğinizce hayrat ü hasenatı çok yapmaya çalışın!
g. Allah Dua Etmeyene Kızar
Ve Ebû Hüreyre RA'den çok mühim bir noktayı öğreneceğiz bu hadis-i şerifte.
T. 3595 (Kàle rasûlüllàh sallallàhu aleyhi ve sellem, men lem yes'elillâhe yağdabu aleyhi) "Kim dua edip, Allah'tan bir şey istemiyorsa, Allah ona gazap eder"
"--Vay isteksiz kul vay, vay edepsiz vay! Hiç elini açıp da dua etmiyor!.. Vay hain vay, vay zalim vay!" diye Allah ona gazap eder."
Ebû Hüreyre RA'den yine. Peygamber Efendimiz bir şey daha buyurmuş. Bu da dua ile ilgili bir önemli noktayı öğretecek bize:
T. 3609 (Yüstecâbu liehadiküm mâ lem ya'cel, yekl: Deavtü felem yestecib lî) "Sizden birinizin duası kabul olur, duasına Allah tarafından icabet olunur, şu şartla: 'Dua ettim de, Allah bana karşılık vermedi.' diye acele karar vermediği takdirde."
Çünkü duanın, istenilen şeyin verilmesi şıp diye de olur, biraz Allah'ın hikmetinden dolayı tehirli olur, üç beş gün sonra olur, başka zaman olur; veyahut o anda olur da, sen sonra anlarsın.
"--Yâ Rabbi sen bana bir ev ver!" dersin; veyahut dersin ki:
"--Ben bu evde kiradayım, bu evden çıktığım zaman kendi evime çıkayım..." dersin.
Çıkarsın bir eve, yine kiraya; "Allah duamı kabul etmedi." dersin. Halbuki oturduğun evi sahibi sana satar, demek ki sen kendi evine çıkmışsın. Bazen anlayamaz kul duasının kabul edildiğini. Halbuki kabul edilmiştir.
Demek ki acele etmeyecek, acele karar vermeyecek, "Allah benim duamı kabul etmiyor!" demeyecek.
Peygamber Efendimiz'e, (Ve mel-isti'câl) "Bu acele etmek nedir? Nasıl oluyor bu?" diye sorulmuş. Buyurmuş ki Efendimiz:
(Yeklu: Kad deavtü ve kad deavtü felem era yestecib lî, feyestahsir inde zâlike ve yedaid-duà') "Der ki: 'Dua ettim, Allah duama karşılık vermedi. Dua ettim, Allah duama karşılık vermedi, kabul etmedi' der, ümitsizliğe düşer ve dua etmeyi terkeder." Halbuki ısrar edecekti yanlış yaptı. İşte ondan dolayı, duayı terkettiği için kabul edilmemiş olur.
Yine Ebû Hüreyre RA'den. Bu da bir adab öğretiyor bize duada. Rasûlullah Efendimiz buyurmuş ki:
(İzâ deâ ehadüküm felâ yekl: Allahümmağfirlî in şi'te, allahümmerhamnî in şi'te, velâkin liya'zimil-mes'elete, fe innallàhe lâ mükrihe lehû. Fezâdel-buhàrî: Allàhümmerzuknî in şi'te, liya'zime mes'eletehû feinnehû yef'alü mâ yeşâ', felâ mükrihe lehû.)
Bu hadis-i şerifte SAS Efendimiz buyuruyor ki:
"Sizden biriniz dua ettiği zaman 'Yâ Rabbi istersen beni affet!.. Yâ Rabbi dilersen beni mağfiret eyle!..' demesin; (velâkin liya'zimil-mes'eleh) isteğini kuvvetli söylesin, ısrarlı söylesin. Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri zaten bir şeyi istemezse, onu yaptıracak, zorla icbar edecek, bir şeyi zorla yaptıracak hiç bir varlık yoktur. Dilerse yapar zaten. Onun için, 'Dilersen affet, dilersen mağfiret eyle!' demesin."
Buhari'nin rivayetinde bir ilâve daha var: (Allàhümmerzuknî in şi'te) "'İstersen beni rızıklandır!' da demesin. (Liya'zime mes'eletehû) İsteğini kuvvetli söylesin. Çünkü (Feinnehû yef'alü mâ yeşa') Cenâb-ı Hakk dilediğini yapar. (Felâ mükrihe lehû.) Onu icbar edecek herhangi bir tesir bahis konusu değildir zaten. 'İstiyorum yâ Rabbi!' diye candan söylesin."
h. Duada Salât ü Selâm Getirilmesi
Fudàle ibn-i Ubeyd RA'dan:
T. 3708 (Semian-nebiyyü sallallàhu aleyhi ve sellem racülen yed' fî salâtihî) "Peygamber SAS bir adamı duydu ki, dua ediyor namazda, onu işitti. (Felem yusalli alen-nebiyyi sallallàhu aleyhi ve sellem) Ama o Peygamber Efendimiz'e salat ü selam getirmiyordu. Onun üzerine Peygamber Efendimiz dedi ki: (Accele hâzâ) 'Bu adam acele etti.' dedi. (Sümme deâhu fekàle lehu) Sonra onu çağırdı veya bu konuyla ilgili olarak bir başkasını çağırdı ve buyurdu ki:
(İzâ sallâ ehadüküm) "Sizden biriniz namaz kıldığı zaman veya dua ettiği zaman..." Burada sallâ demek namaz kılmak mânâsına da gelir, dua etmek mânâsına da gelir.
"Dua ettiği zaman, (fel yebde' bihamdillâhi ves-senâi aleyhi) Allah'a hamd ederek, onu şanına uygun kelimelerle senâ ederek başlasın! (Sümme liyusalli alen-nebiyyi sallallàhu aleyhi ve sellem) Sonra Peygamberine, yâni Muhammed-i Mustafa Efendimiz'e salât-ü selam getirsin. (Sümme liyed'u mâ şâe) Sonra neyi isterse onu istesin."
Zaten biliyorsunuz, Fatiha Sûresi'nin bir adı da, istemeyi öğretme sûresi... Yâni istemenin âdâbı öğretiliyor. Orada da dikkat edilirse önce hamd ediliyor, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları söyleniyor. Ondan sonra, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nden dileği söyleniyor.
Tabii Peygamber Efendimiz'e salat ü selam getirilmediği zamanda, dua acele edilmiş oluyor. Acele edildiği zaman da kabul edilmiyor. Onun için duamızda Peygamber Efendimiz'e salat ü selâm getirelim. Dua ettiğimiz zaman salat ü selâmı unutmayalım.
Büyüklerimiz bize bu âdâba göre her şeyi güzelce öğretmişler, küçükten bizi güzel yetiştirmişler. Çünkü biz namaz kıldık mı, bitiriyoruz, ondan sonra (Alâ rasûlinâ salâvât) diye Peygamber Efendimize salat ü selam ediyoruz. Ondan sonra tesbihat okuyoruz, Ayetelkürsi'yi okuyoruz. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin çok sevdiği şeyler...
Ondan sonra Sübhànallah, Elhamdü lillah, Allàhu ekber'leri 33'er defa çekiyoruz, 99 ediyor. Yüzüncü olmak üzere de "Lâ ilâhe illallàhu vahdehû lâ şerike leh, lehül-mülkü ve lehül-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr." çekiyoruz. Ondan sonra,"Sübhàne rabbiyel-aliyyil-a'lel vehhâb" diyoruz. "Aliyyü a'lâ olan, vehhâb olan Allah'ın şânı her noksandan münezzehtir." deyip, öğüp ellerimizi açıyoruz, duayı öyle ediyoruz.
İşte duanın âdâbına uygun olarak bizi dedelerimiz yetiştirmiş, hocalarımız, mürşid-i kâmillerimiz --Allah makamlarını yüksek eylesin-- yetiştirmiş, güzel bir şekilde dua ediyoruz. Böyle aşk ile, şevk ile, içten, inanarak, heyecanlı bir şekilde, gevşek değil, gafil bir kalb ile değil, güzelce dua edelim!.. Allah duaları kabul ediyor.
Tabii bu ayet-i kerimede duadan sonra da, "Benim iman davetime, itaat, ibadet davetime de siz icabet edin!" diyor. İcabetsiz, imansız, duanın tabii olmayacağı da oradan anlaşılıyor.
Mü'min olarak, mü'min-i kâmil olarak, mutì olarak ibadet ve taat ehli, âbid, zâhid kul olarak Cenâb-ı Hakk'a dua edeceğiz. Cenâb-ı Hak istediklerimizi verecek. Verildiğini de görüyoruz.
Allah-u Teàlâ Hazretleri dünya ve âhiretin hayırlarına erdirsin... Muradlarınıza nâil eylesin... Hacetlerinizi revâ eylesin... Evlâtlarınızı hayırlı evlât eylesin... İşlerinizi rast getirsin... Cümlenize helâl, hayırlı, bol kazançlar ihsân eylesin... Cümlenizi cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin... Allah hepinizden razı olsun.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhü!...
01. 08. 2000 - AVUSTRALYA