25. 07. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ
(Bakara: 185)
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
Hazırlayan: ERKAYALAR
-------------
RAMAZAN ORUCU
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!
Ramazanda değiliz ama, Ramazanla ilgili ayet-i kerime geldi; Bakara Sûre-i Şerifesi'nin 185. âyet-i kerimesi. Geçen hafta da 183 ve 184. ayetlerde bu oruç meselesi üzerinde konuşmuştuk. Şimdi bu 185. ayet-i kerimenin mübarek metnini okuyalım. Bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Şehru ramadànellezî ünzile fîhil-kur'ânü hüden lin-nâsi ve beyyinâtin minel-hüdâ vel-furkàn, femen şehide minkümüş-şehra felyesumhu, ve men kâne marîdan ev alâ seferin feiddetün min eyyâmin uhar, yürîdullàhu bikümül-yüsra velâ yurîdu bikümül-usr, ve litükmilül-iddete ve litükebbirullàhe alâ mâ hedâküm ve lealleküm teşkürûn.) Sadakallàhül-azîm.
Bir ayet-i kerime, altı satır. Tabii yazanların yazışlarına göre satırlar değişir ama, uzunca bir ayet-i kerime. Önce kısaca kelimelerinin mânâsını verip, sonra kelimelerin izahlarını, açıklamalarını yapmaya çalışalım:
(Şehru ramadànellezî) "O Ramazan ayı ki, (ünzile fîhil-kur'ânü) onda, içinde Kur'an indirildi. (Hüden lin-nâsi) İnsanlara bir hidayet meş'alesi olarak, hidayet güneşi olarak indirildi Kur'an-ı Kerim... (Ve beyyinâtin minel-hüdâ vel-furkàn) Ve insanları hidayete götürecek, hidayeti sağlayacak deliller ve hakla bâtılı ayıracak belgeler olarak indirildi."
(Femen şehide minkümüş-şehra) "Sizden kim ayı müşahede eder, görürse (fel-yesumhu) o ayı oruçla geçirsin, oruç tutsun o ayda."
(Ve men kâne marîdan ev alâ seferin) "Sizden kim ki hasta oldu, yahut seferde ise; (feiddetün min eyyâmin uhar) tutmadığı günlerin sayısınca oruç tutmak onun boynuna borç olur, gerekir. Yâni, tutmadığı günler sayısınca orucu tutsun!"
(Yürîdullàhu bikümül-yüsra) Allah, sizin için kolaylığı istiyor. (Ve lâ yurîdu bikümül-usr) Size zorluğu istemiyor. (Ve litükmilül-iddete) Ve müddeti tamamlamanızı, böyle kolaylıkla murad ediyor. (Ve litükebbirullàhe alâ mâ hedâküm) Ve sizi hak dine, doğru yola sevkettiği, hidayeti nasib ettiğinden dolayı, ona ta'zim ve tekbir eylemenizi istiyor. (Ve lealleküm teşkürûn.) Ve bütün bu nimetleri düşünerek şükrediciler olasınız diye, bu hükümleri sizlere bahşediyor."
Evet kısa mânâsı bu. Yâni, "O Ramazan ayı ki, içinde insanlara hidayet olarak ve hak ile batılı ayıran bir araç, hidâyetin teferruatlı belgeleri olarak Kur'an inmiştir. Kim bu ayı müşahede eder, erişir, mukim olarak ulaşırsa, bu ayda orucu tutsun! Her kim ki hasta ise, veyahut seyahatte ise, Ramazanın dışındaki başka günlerde; Ramazan geçtikten, hastalık geçtikten, o yolculuk bittikten sonraki bir zamanda, o orucu tamamlasın! Yâni saysın, kaç tane tutmadıysa, o kadar yerine tutsun! Tamamını değil, kaçırdığı günler kadarını tutsun!"
"Allah-u Teàlâ Hazretleri size kolaylık murad ediyor, ibadetlerinize her türlü kolaylıkları ihsan ediyor." Halbuki neyi dilerse onu emretmek, onun şanındandır. Rabbül-àlemîndir, insanların yaratıcısıdır, rezzâkıdır, kâdir-i mutlaktır.
(Lâ yüs'elü ammâ yef'alü.) Kendisine sorgu sual açacak bir başka üst makam, mercî olmayan en yüksek makamın sahibidir. Ama kolaylık murad ediyor, zorluk murad etmiyor. Ve emredilen orucu, (Eyyâmen ma'dûdât) "Belli günlerde..." denilen ve Ramazan ayında olduğu belirtilen orucu, sayıca tamamlamanızı istiyor.
"Ve Allah-u Teàlâ Hazretleri sizi hidayete erdirdi diye, onun size hidayete erdirmesi üzerine Allah'a tanzim eylemenizi, tekbir eylemenizi; Ramazandan sonra, Ramazanı bitirince tekbirlerle bayramlar etmenizi; hidayete erdirdiğinden dolayı, bu güzel, sevdiği, razı olduğu ibadetleri yapmaya sizi muvaffak kıldığından dolayı, tâzim eylemenizi murad ediyor. (Ve lealleküm teşkürûn) Ve tâ ki bütün bunların sizler için ne kadar faydalı, ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlayasınız ve şükredesiniz diye, böylece ahkâmını indiriyor."
a. Ramazan Ayı
Evet, bu âyet-i kerime üzerine haftalarca konuşacak malzememiz var, konular çok geniş. Önce kısa kısa başlayalım:
(Şehru ramazân) Şehr kelimesi, Türkçe'de iki tâne şehir kelimesi vardır. Biz Türklerin, ecdadımızın, onlardan gelerek bizim de kulağımıza ulaştığı şekliyle bizim de bildiğimiz iki şehir vardır:
Bir tane Farsça'dan gelen şehir; o belde demektir, kasaba demektir. İnsanların topluca oturduğu toplu oturma yeri demektir. Yâni İngilizce'deki city gibi. Arapça'da da medîne deniliyor, şehir demek.
Bir de, Arapça'dan gelme şehir kelimesi var. İkiside aynı harflerle yazılıyor ama, birisi Farsça'dan gelmiş, mânâsı başka; belde demek, İstanbul Şehri, Bursa Şehri, Ankara Şehri... "Bizim şehrimiz temiz şehirdir. Bizim şehrimiz sizinkinden daha kalabalıktır. Bizim şehrimizde şunlar şunlar vardır. Bizim şehrimiz deniz kenarındadır..." Tamam bu belde demektir, Farsça'dan. Bir de Arapça'da şehir var, o da ay demek.
Demek ki bizim şunu öğrenmiş olmamız lâzım bu vesileyle: Aynı harflerle yazılan, aynı sesleri taşıyan bazı kelimeler, bazen başka dillerden gelince başka anlamlara gelir, karıştırmayalım. Meselâ Türkçe'de bir de yakın kelimesi var. Uzak değil demek, yâni hemen mesafe olarak bize yakın mânâsına. Bir de Arapça bir yakìn kelimesi var; o da şeksiz, şüphesiz inanç demek. Aynel-yakîn, hakkal-yakîn, ilmel-yakîn... diye geçiyor. İşte böyle şeyleri karıştırmamamız lâzım!
Şehir burada Arapça tabii, Kur'an-ı Kerim Arap diliyle; ay demek. (Şehru ramazânellezî) "O Ramazan ayı ki, (ünzile fihil-kur'ân) onun içinde Kur'an-ı Kerim indirildi."
Şimdi, Ramazan kelimesinin üzerinde izahlar yapılıyor. Bir; Ramazan, Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Çünkü Peygamber SAS bir hadis-i şerifinde buyurmuşlar ki:
"--Ramazan geldi, Ramazan gitti demeyin! Çünkü Ramazan Allah'ın esmâ-i hüsnâsından bir isimdir."
O zaman şehrü Ramazan demek, Allah'ın ayı demek. Yâni şehrül-Kàdir, şehrür-Rezzak gibi, Allah'ın isimlerinden birisine izafe edilmiş oluyor. Bir rivayet bu.
Bir de Ramazan; sıcaktan, güneşten taşın çok ısınıp, basıldığı zaman ayağı yakması mânâsına geliyor. Yakan, kavuran mânâsına geliyor. Neden şehrü Ramazan denmiş?.. İşte burada günahlar yok oluyor, yakılıyor, siliniyor; kullar da tabii biraz oruç tutmak suretiyle içleri yanıyor, biraz sıkıntı meşakkatle yanıp kıvranıyorlar; ama sonunda sevap kazanıyorlar. Mânâsı böyle ordan gelmiş olabilir diyorlar.
Bir de Araplar Receb, Şa'ban, Ramazan filân gibi ayların isimlerini, mevsimlerin isimlerini tesbit ettikleri zaman, örflerinde bu kararlaştırıldığı zaman hangi zamansa, o mevsimdeki duruma göre o ismi vermişler. Bu isimlendirilmeyi yaptıkları zaman, bu Ramazan dediğimiz ayın adı başkaymış. Natık ile, nun-elif-te-kaf ile natık imiş. Ama Ramazan demişler, neden? Çok şiddetli sıcaklar olmuş, bu ay da çok şiddetlerin olduğu ay mânâsına olsun diye, Ramazan demişler, deniliyor.
Meselâ ilkbahara da rebi' diyorlar. Bir de aylardan bazıları rebîül-evvel, rebîül-âhir deniliyor. Halbuki bu aylar, Arapların ayları, kamerî aylar, bizim de dînî aylarımız, sene içinde yer değiştirirler. Her sene değişirler. Yâni Ramazanı uzun yaşayanlar derler ki: "Tam harmanın olduğu zamanda biz oruç tutmuştuk." Siz de diyeceksiniz ki: "Aa şimdi kışta tutuyoruz." Böylece Rebîül-evvel, Rebiül-âhir de bazen bahara gelir, bazen yaza gelir, bazen kışa gelir.
Neden bu isimleri vermişler bu aylara? Demek ki o ayları isimlendirdikleri sırada Ramazan sıcağa rastlamış. Rebiül-evvel, Rebiül-âhir de bahara rastlamış; işte ilk bahar, ikinci bahar filan mânâsına isimleri öyle vermişler diyorlar.
Ramazanın lügat kökenini, yâni etimoloji dedikleri dil ilmi bakımından mânâsını böyle açıklıyorlar. Ama Ramazan bizim için bu âyet-i kerimede (şehru ramadàn) diye bildirilen, Peygamber Efendimiz'in zamanında kameri ayların dokuzuncusu... 1. Muharrem, 2. Safer, 3. Rebîül-evvel, 4. Rebîül-âhir, 5. Cumâdel-ûlâ, 6. Cumâdel-âhire, 7. Receb, 8. Şa'ban, 9. Ramazan... Ondan sonra 10. Şevval, 11. Zilkàde, 12. Zilhicce.
Demek ki dokuzuncu ay olarak, Şa'bandan sonra gelen, Şevvalden önce gelen bir ay olarak yeri, zamanı belli. Şehru Ramazan, nerden çıkmışsa, ne diye o kelimeyle isimlendirilmişse, isimlendirilmiş; ama işte bu, Şa'ban ile Şevval arasındaki ay.
b. Ramazan Ayı'nda Kur'an'ın İndirilmesi
(Ünzile fihil-kur'ân) "Ki, onun içinde Kur'an indirildi." Bu, onun içinde mânâsı fîhi kelimesinden geliyor. Fî Arapça'da içinde demek, fîhi onun içinde. O Ramazan ayı ki, onun içinde Kur'an-ı Kerim indirildi.
Bu içinde indirilmesi ne demek?.. Burada bazı alimler diyorlar ki, meselâ Abdullah ibn-i Abbas; sahabeden, RA, kendisinden ve babasından Allah râzı olsun, şefaatlerine bizi erdirsin:
"--Kur'an-ı Kerim Ramazanda, Kadir gecesinde, semâ-i dünyaya, en yakın semaya indirildi. Beytül-izze denilen bir mübarek mahal üzerinde tecelli etti, gönderildi. Sonra olaylara göre 23 senelik zaman içinde, Peygamber SAS'e ayet ayet indi. İşte inzal-ünzile, masdarı inzal. Aynı kökten bir de tenzil var. Ünzile; hep beraber, birden bire, topluca indirildi mânâsına geliyor.
Demek ki mânevî bakımdan Kur'an-ı Kerim Cenâb-ı Hakk'ın ilminde topluca belli. O topluca hâliyle Beytül-izze'ye, semâ-i dünyaya indirilmiş. Sonra insanlar hazmede hazmede, öğrene öğrene, ahkâmı belleye belleye, tam iyi müslüman olsunlar diye, Peygamber Efendimiz'e 23 senede indirildi. Bu bir açıklama.
İkinci bir açıklama: "Kur'an-ı Kerim topluca değil de, bu ayda indirilmeye başlandı." demek. Böyle açıklayanlar da var. O zaman ilk defa Kur'an-ı Kerim nerede inmişti Peygamber Efendimiz'e?.. Mekke-i Mükerreme'de Hıra mağarasında, ibadetle meşgulken inmişti. Demek ki, ilk (İkra' bismi rabbike) ayeti, İkra Sûresi'nin başındaki beş ayet, Ramazan-ı şerifte Kadir Gecesinde indi.
Bu da dil bakımından mümkün, böyle diyenler de reddedilemez. Bu da mümkün, birincisi de mümkün. Tabii İbn-i Abbas Kur'an-ı Kerim'i çok iyi bilen bir sahabi. O öyle izah etmiş.
Bir üçüncü mânâ daha var. (Ünzile fîhil-kur'ân) demek; fîhi burada içinde değil, hakkında mânâsına. Meselâ deniliyor ki: "Hutbemiz falanca konudadır. Bugünkü hutbemiz Allah'tan korkmak konusundadır." Konusundadır kelimesi, fî harf-i ceriyle ifade edilir. "O Ramazan ayı ki, hakkında Kur'an-ı Kerim indirilmiş idi."
Bu tabii, "Oruç size farz kılındı. Allah-u Teàlâ Hazretleri orucu size farz kıldı." diye hakkında ayet indiğinden, "Hakkında Kur'an ayeti indirilmiş olan Ramazan" mânâsını verenler de var. Allahu a'lem.
Hangisiyse hangi mânâysa, ama müfessirlerin, büyük âlimlerin, eski büyük müctehidlerin açıklamaları ikiye ayrılıyor. Geçen hafta açıklamasını yaptığım ayetlerde:
(Yâ eyyühellezîne âmenû kütibe aleykümüs-sıyâmu kemâ kütibe alellezîne min kabliküm lealleküm tettekn.Eyyâmen ma'dudât) "Oruç size yazıldı, eski ümmetlere yazıldığı gibi belirli günlerde..." diye bildiriliyordu. İşte o belirli günler Ramazan günleridir. Odur, o kasdediliyor diyorlar.
Kur'an-ı Kerim'in ismine gelelim, bu kelimeyi de açıklayalım. Kur'an kelimesi üzerinde de iki açıklama var:
Bir: Kur'an kelimesi kıraatten, karaa fiilinden gelir. Karaa da okumak demek. (İkra' bismi rabbikellezî halak) diye başlıyor ilk vahiyler. Yâni Allah tarafından Rasûlullah'a okuması emredilen Allah'ın kelamları, sözleri demek. Kıraat olunan Allah kelâmı mânâsına, Allah'ın ayetleri mânâsına.
Bazıları da diyorlar ki, meselâ İmam Şâfiî o kanaatte imiş: "Bu karaa'dan değil, karane'den geliyor." diyorlar. O zaman bu Kur'ân diye okunmaz, Kurân diye okunur. Yâni r harfi cezimli değildir, elifle uzatılmıştır: Kurân."
Karane ne demek?.. Bir takım maddeleri birbirlerine yaklaştırmak demek. "İşte bu kitapta Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin emirleri bir araya toplanmış, yaklaşmış olarak yer aldığından, bunun ismi Kur'an değil, Kurân'dır." diye böyle açıklıyorlar.
Kur'an-ı Kerim nedir?.. (Hüden lin-nâsi) Hidâyet olarak, yâni hidayete sevkedici bir kitap olarak, hidayet yolunu gösteren, açıklayan bir kitap olarak Kur'an'ın indirildiği Ramazan ayı.
Tabii bu Ramazan ayı da, daha önceki haftadaki (eyyâmen ma'dudât)'ın açıklaması. Belirli günlerde oruç size farz kılındı. O belirli günler hangi günlerdir? (Şehrü ramadàn) Ramazan ayının günleridir mânâsına. Bağlantı böyle, kelimelerin bağlantısı böyle.
(Hüden lin-nâsi) "Bütün insanlar için hak yolu gösteren, Allah kelâmı Kur'an-ı Kerim. Allah kelâmı olarak bütün insanlara doğru yolu gösteren, hidâyetin ne olduğunu gösteren, yanlışlıklardan koruyan, dalâletten insanları kurtarıp doğru yola sevkeden bir ilâhi kelam olarak..."
Başka?.. (Ve beyyinâtin) "Açıklamalar olarak..." (Minel-hüdâ vel-furkan) Furkan da hak ile bâtılı fark etmek, fark ettirici şey demek. "Hak ile bâtılı fark ettirici, ayırtıcı, ayırmayı sağlayıcı bir güzel malzeme olarak, âlet, vasıta olarak ve hidâyetin belgelerini; yâni Kur'an-ı Kerim doğrudan doğruya hidâyettir ama içindeki her âyet de hidayetin belgeleridir."
Yâni neden dalâlet değil de hidayettir? İşte, Kur'an-ı Kerim'de âyetleri oku, belgeleri gör. İşte şu ayette hırsızlık kötülüğü belirtiliyor, şu ayette insanların haklarına riayet belirtiliyor, şu ayette gıybet edilmemek anlatılıyor, vs. vs... Ayet ayet, bütün Kur'an-ı Kerim ayetlerinin her birisi birer güzel hidayet belgesi.
(Femen şehide minkümüş-şehra felyesumhu) "O halde, madem Ramazan böyledir; hidayet olarak Allah'ın kelâmı Kur'an içinde bildirilmiş olan Ramazan ayı, böyle kıymetli güzel bir aydır. Orucun belirli günleri Ramazan ayıdır, oruç bunda farz kılınmıştır. (Femen şehide minkümüş-şehr) O halde ey müslümanlar, sizden her kim şehre, aya şahid olursa, (felyesumhu) o ayı oruçla geçirsin!"
Şimdi burada, (Femen şehide minkümüş-şehra) "Siz müslümanlardan, kim aya şahid olursa..." Ay bir zamandır, görünmez. Bu ne demek?.. Yâni, "Kim sağlıklı, afiyetli olarak, mukim olarak, şartlarına hâiz olarak bu aya girerse; bu ayın içinde oruç tutsun!" mânâsına.
Bir de, "Ay'ı kim müşahede ederse, aya kim şahid olursa"dan maksat, "Ayın geldiğini belirten hilâli kim görürse, o orucu tutsun!" demek olabilir. O zaman eş-şehr, hilâl mânâsına gelir. Çünkü Ramazanın geldiği hilâlden anlaşılıyor.
Şimdi, her şey teferruatlı olarak alimlerimiz tarafından güzelce, derin derin incelenmiş. Hesapla da ayın geldiği anlaşılabilir. O zaman bu da düşünülmüş. Fakat halkın büyük çoğunluğunun, filâncanın hesaplamasına muhtaç duruma getirilmesi yerine, herkesin ibadeti kolayca yapabilmesi için, Cenâb-ı Hak bütün herkesin kolaylıkla müşahade edebileceği bir şeye bağlamış orucun başlamasını. Hilâli görmeye bağlamış.
O bakımdan son derece güzel! Yâni kimseyi kimseye muhtaç etmeden, kişisel olarak dağdaki çoban bile gözleriyle hilâli görüp, Ramazanın geldiğini anlayıp, Ramazana başlar, tutar. Ondan sonra da, bayram hilâlini görünce Ramazanı bitirir, bayram eder. O kadar güzel bir şeye bağlanmış.
Anlayanlar için burda İslâm'ın kolaylık dini olduğu ve kimseyi kimseye muhtaç etmeden herkese ibadet etme fırsatı veren, çok güzel bir din olduğu kolayca görülüyor.
Şimdi hilâli görmek dedik. Burda çeşitli vaazlarımda anlatmışımdır sizlere, bu hususta çeşitli konuşmalarım, yazılarım oldu. Çünkü önemli bir konu. Herkes şikâyet ediyor:
"--Niye müslümanlar bir zamanda oruca başlamıyorlar? Niye bir zamanda bayram etmiyorlar?" diye.
Biz de onların cevabını veriyorduk. Onun için konuşmalar ve yazmalar olmuştu. Bir de bu önemli bir mesele olduğundan, mü'minlerin ibadeti meselesi olduğundan, yanlış hareket edenlerin yanlış yaptığını beyan etmek, hakkı söylemek bakımından bu meseleyle ilgileniyorduk.
Şimdi Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
(Eşşehrü tis'un ve ışrûne) "Bir kamerî ay 29 gündür." Kamerî, yâni güneşi değil de ayı esas alan hesaplama sisteminde, bir ay 29 küsür gündür. Yâni ay dünyanın etrafında döner, tekrar güneşle dünya arasıda, aynı hizaya tekrar gelinceye kadar 29 gün geçer. Bir turunu, bir dönüşünü 29 küsür günde tamamlar. Küsürâtından dolayı, bu tamamlamada hilâli bazen görürüz, bazen göremeyiz 30. günde görürüz, bazen 29. günde görürüz. Böyle kamerî takvimlerde ayların kaç gün olduğunu, takviminize şöyle kuş bakışı bir bakarsanız görürsünüz: 29, 30, 29, 30, 29, 30, bazen böyle iki 29, bir 30 filân, bazen iki 30 bir 29... Böyle gider. Neden? O küsüratın eklenmesi dolayısıyla meydana gelen durumdan dolaydır bu.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
"--Ay 29 gündür."
Tabii küsürattan dolayı şey olmaz, orucun tutulması güne göredir. Binâne aleyh 29 günden sonra, akşamleyin güneşin batmasından sonra, güneşin battığı tarafa bakılacak. Güneş battıktan sonra incecik hilâl görünürse, yeni ay ertesi gün yeni ayın biridir. Bu kadar basit bu mesele.
Tabii, bilmeyenler bu işi çok karıştırıyorlar. Meselâ, bir mübarek hacı teyzeden bahsettiler. Bu ihtiyar hacı teyzelerin de dindarlığı çok sağlam olur, çok ihlâslı olurlar mübarekler. Allah razı olsun, dualarından bizleri eksik etmesinler... Bu hacı teyze, yana yakıla:
"--Herkes, 'Hilâli gördüm, hilâli gördüm..." diyor. 'Hilâli görmek çok önemli, aman hilâli görmeye gidelim, gözleyelim! Ramazan hilâli, bilmem bayram hilâli.' diyorlar. Yâ Rabbi, bana bunu da göster!" demiş.
Geceleyin kalkmış, abdest almış, namaz kılmış... Ondan sonra pencereyi, perdeyi açmış, bakmış, gök yüzünde hilâl görmüş:
"--Oh çok şükür, ben de hilâli gördüm!" demiş.
Şimdi bu tabii, gülünecek bir durum. Yâni saf, dindar bir hacı teyzenin bir davranışı... Hilâl gece görünürse, kıymeti yok! Çünkü o dolunay olmuştur, dolunaydan sonra ay eksilmeye başlamıştır. Daha gece sabaha doğru görünmeye başlarken, gittikçe yok olur. O bir ayın sonuna doğru olan eski hilâldir, o önemli değil. O daha yeni ayın başlamadığını gösterir. Güneş battıktan sonra arkadan görünüyorsa, o zaman demek ki yeni ay başlamış.
O halde bunu bir esasa bağlıyor Peygamber Efendimiz:
(Lâ tesmû hattâ teravhu) "O yeni hilâli görmeden oruca başlamayın. (Ve lâ tuftırû hattâ teravhü) Ramazanı da, yeni hilâli görmeden bitirmeyin..." E ne olacak? (Fein gumme aleyküm fakdirû lehû) Yâni "Eğer karanlık olursa, yâni bulutlu olursa, hilâli gözlediğiniz zaman, hilâlin görüneceği yerde hava bulutlu olursa, veya sisli olursa, görünmezse o zaman takdir ediniz, hesab ediniz!"
Ne demek? Başka hadis-i şeriflerde belirtilmiş: (Fakdirû selâsîn) "İçinde bulunduğunuz ayı otuza tamamlayın!"
Yâni Ramazan hilâlini gözlüyorsunuz, daha Şa'bandasınız.. O zaman hava bulutlu oluverdi, göremediniz; Şa'banı otuz sayacaksınız. Bu kadar kolay. Ramazan ayı içindesiniz, bayram hilâlini gözlüyorsunuz akşam. Bulutlu oluverdi. O zaman Ramazanı otuz gün tutarsınız. Ondan sonra bayram olur. Bu kadar güzel tarif edilmiş hadis-i şerifte.
Bu hususta pek çok sahih hadis-i şerifler var. Başka bir ayet-i kerimede de:
(Yes'elûneke anil-ehilleh) "Hilâlleri sana soruyorlar ey Rasûlüm! (Kul hiye mevâkìtü lin-nâsi vel-hac) De ki: Bunlar insanlar için vakit ölçeğidir ve haccı da belirten bir alâmet-i semâviyedir." diye bildiriliyor. Demek ki, hilâle bakılacak.
Bu hilâle bakma meselesinde, şimdi ulaşım imkânları, haberleşme imkânları çoğaldığı için, eğer bir beldede hava bulutlu olur da, öbür tarafta bulutsuz, berrak olursa; onlar öbür tarafa haber verirler. Meselâ İstanbul umûmiyetle bulutlu olur da, Urfa, Antep havası berrak olur, biraz kara iklimi olduğu için. Veyahut Gemlik'ten, Edirne'den daha berrak görünür. Veya İzmir'den, Çeşme'den daha berrak görünür... Haberleşilirse, doğru söyleyen insanlar haber verirse, o zaman ötekiler de ona riayet ederek orucu tutarlar.
Şimdi tabii bu bazı ülkelerde Ramazan bir gün önceden başlıyor, bayram bir gün önceden geliyor. Bu sefer bizim Türkiye'deki kardeşler birbirlerine baskı yapıyorlar:
"--İşte falanca yerde Ramazan başlamış, sen niye oruç tutmuyorsun?"
Veyahut:
"--Ramazan bitmiş, bayram olmuş. Sen bayram gününde niye oruç tutuyorsun?" diye.
Bilmiyorlar dış şartları. Halbuki işin esası hilâli görmektir. Hilâl görünmeyecek bir durumda iken bazıları hesaba dayalı olarak, "Yeni ay doğmuştur." diyorlar. Çünkü kendileri bu işlerden hiç anlamadıkları için, işi gayr-i müslimlere bırakmışlar. Onlar da hadis-i şerife göre, Peygamber Efendimiz'in tavsiyesine göre değil de, kendi bilimsel kanaatlerine göre, nazarî olarak:
"--Ay, dünya, güneş aynı hizaya, ictimâ noktasına, kavuşum noktasına gelmiştir; bir saniye sonrası yeni ay demektir." diyorlar.
Ama hilâlin görünmesi mümkün olmuyor o sırada. Bu bakımdan onlar haksız yere, hilâl görünmediği halde ilân etmiş oluyorlar. Berikiler de, orada görülmüş sanarak ona uymaya kalkıyorlar, bu yanlış oluyor. Halbuki görünmedi. Hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz görmeyi tavsiye ediyor.
Bir de hilâl, meselâ Malezya'da görülmez de, Avustralya'da görülmez de, daha batıda bir ülkede görülür. Meselâ güneşin batma vaktinde, Türkiye ile Avustralya arasında şu anda yedi saat fark var. Bazen bu daha da büyüyebilir. Meselâ, Londra ile daha büyük vakit farkı var. Amerika ile daha büyük... Avustralya'da, Malezya'da, Pakistan'da hilâl görülmez de, Avrupa'da görünür. Çünkü onların güneş batma zamanına kadar sekiz saat geçmiştir. O süre içinde de, ay kavuşum noktasından daha yukarıya kaymıştır; orada görülebilir. Veyahut bunların hiçbirinde görülmez, Amerika'da görülebilir. Çünkü Amerika'da akşam olması, artık daha da geç vakitte oluyor.
Onun için, beldelerin de bulunduğu kıtaya göre önemi var. O bakımdan herkesin oraya buraya bakıp, bilmeden bu işe karışması uygun olmuyor. Meselâ bizim bu aya Avustralya'da başlamamız, Türkiye'den farklı. Bizde görülmüyordu, Türkiye'de görüldü. İçinde bulunduğumuz bu ay bir gün fark etti. Doğru... Bizim için de doğru, Türkiye için de doğru. Çünkü arada yedi saatlik fark var.
İşte bu meseleleri bilmeyenler, bu işleri biraz karıştırıyorlar, başka yerlere uyuyorlar. İşin içine başka siyasî şeyler de girebiliyor. Meselâ bana dediler ki:
"--Hiçbir zaman Cezayir'le Fas aynı zamanda Ramazan yapmaz, bayram yapmaz."
Neden? O ülkelerin yöneticileri, halkları birbirinden koparmak, ayırmak için bunu böyle âdet edinmişler.
Bütün bunları, hesaplamayı da bildiği halde, gayet güzel açıklayan alimlerimiz, uygun olan şeyi, hadis-i şeriflerin kesin beyanına göre hilâli görmeye bağlamışlardır. Hesaplama bu esasa uymuyor. Esas hilâli görme olunca, o zaman ona uyan insanlara tâbi olmak lâzım! Uymayanlara aldırmamak lâzım!
Sonra Kur'an-ı Kerim'de bu ayet-i kerime böyle: "Bu ay'ı kim görürse..." Hilâli demek yâni, "Bu aya kim girerse, mukim olarak bu ayı kim idrak ederse orucu tutsun." diyor. Pekiyi seferdeyse, yâni seyahatteyse, seyahatin zorlukları var veyahut hastaysa, oruç tuttuğu zaman hastalığı artacak veya tutmak istese bile tutamayacak... Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
(Ve men kâne marîdan) "Her kim ki hasta oldu ise, hasta bulunuyorsa; (ev alâ seferin) veyahut seferde bulunuyorsa, yol üzerinde, sefer üzerinde bulunuyorsa, seyahat etmekte bulunuyorsa; (feiddetün) onların boynuna saymak vardır..."
Neyi saymak?.. Tutamadığı günleri hatırında tutmak. (Min eyyâmin uhar) "Onları hatırında tutup başka günlerde, yâni hastalığın geçtiği günlerde, seyahatten döndüğü, mukim olduğu, rahata erdiği zaman tutmak." Eyyâm günler demek; uhar, öteki demek. Ramazandan öteki, hasta ve seferde olduğu günlerden öteki günlerde, tutamadığı günlerin sayısınca saymak onların borcudur, yâni o kadar orucu ödemeleri lâzımdır. Bu, Ramazanda bu sebeplerle oruç tutamayanların, sonradan tutamadıkları günler kadarını tutarak tamamlamaları gerektiğini gösteriyor.
Şimdi bu hususlarda tabii hadis-i şerifler var. Onları beyan etmek istiyorum. Bir kere hasta oruç tutmayacak ama, bu "Hastayım!" demek bazı dini zayıf kimselerin de istismar ettiği bir konu oluyor:
--Niye oruç tutmuyorsun?
--Hastayım efendim, tutamıyorum.
--Ne hastalığın var, turp gibisin, gayet iyisin.
--İşte yok efendim, sigara içmeyince elim ayağım titriyor da, hasta oluyorum da ondan...
Bu, beynamaz özürü dediğimiz gibi, dinen makbul olmayan bir özürdür. Nasıl bir hasta oruç tutmayacak?.. Oruç tuttuğu zaman hastalığı artıyorsa, hastalığı daha kötüye gidiyorsa, o zaman tutmayacak. Hastalığına bir zararı olmuyorsa, o zaman orucu tutacak. Tutması daha iyi.
Seferde oruç... Seferde oruç tutmak veya tutmamak serbest. Tabii bu hususta da bazıları farklı fikirler beyan etmişler. Ama tutabilir veya tutmaz. Çünkü Enes RA'den, bir hadis-i şerif şöyle:
(Sâfernâ mea rasûlillah SAS) "Peygamber Efendimiz'le sefere çıktık, (fî ramadàn) Ramazan ayında. (Felem yaibis-sàime alel-muftir) Bazımız oruç tuttu, bazımız oruç tutmadı. Peygamber Efendimiz oruç tutanı veya oruç tutmayanı ayıplamadı."
Demek ki, ikisi de olabilyor. Tutanı da ayıplamadı. O, Cenâb-ı Hakk'ın bu müsaadesinden faydalanıyor, sevap kazanayım diye, tutabilirim diye tutuyor. Ötekisi de ruhsattan, müsaadeden istifade ediyor, tutmuyor.
Bir keresinde Peygamber Efendimiz bakmış ki birisinin başına insanlar üşüşmüşler, gölge yapmışlar, tedavi etmeye çalışıyor.
"--Ne oldu buna?" demiş.
Demişler ki:
"--Oruçlu yâ Rasûlallàh!"
O zaman demiş ki:
(Leyse minel-birri es-sıyâmü fis-sefer) "Seyahatteyken oruç tutmak takvâ değildir." Yâni bunu yapmaları lüzumlu değil. "Böyle eğer halsiz düşecekse, başkalarına yük olacak duruma gelecekse, o zaman tutmasın!" mânâsına.
Demek ki seferdeyken oruç tutmak da mümkün, tutmamak da mümkün. Tutmadığı zaman, sâir günlerde onları ödemesi burada tavsiye buyruluyor. Tutarsa, tutabilir. Ama tuttuğu zaman başkasına yük olacak, halsiz olacaksa; o zaman Efendimiz tavsiye eylememiş.
Şimdi bu geçen haftaki oruç ayetiyle ilgili bir husus var burada. Bazı sahabeden bu konuyu şöyle anlayanlar var: "İlk zamanda oruç emredildiği zaman isteyen oruç tutuyordu, isteyen tutmayıp fidye veriyordu. Sonraları bu hüküm değişti ve herkesin Ramazanda oruç tutması emredildi. Ancak hasta ve seyahatte olanların tutmamasına ruhsat verildi, iş değişti." deniliyor.
Yalnız hasta olup da hastalığı geçmeyecek durumda, devam edecek durumda olan olursa, bu durumda olanın yine fidye vermesi hükmü devam ediyor.
Sonra bu seferde oruç tutmakta bir konuyu daha kaydetmiş kitaplar: Eğer sefer bir günahlı yolculuksa, o zaman bu müsaadeden istifade edemez. Çünkü günahkârın Allah'ın verdiği bir ikramdan istifadeye hakkı yoktur. Seferin sevap üzerine, hayır üzerine olması lâzım! Günah üzerine olmaması lâzım!
(Yurîdullàhü bikümül-yüsr) Demek ki Cenâb-ı Hak, "Seyahatte tutmayabilir" diye müsaade buyurunca veya hasta olan tutmayabilir buyurunca; "Allah size kolaylık murad ediyor. (Ve lâ yürîdü bikümül-usr) Size zorluk istemiyor."
Yüsr kolaylık demek, usr da zorluk demek.
(İnne meal-usri yüsran) diye Elem neşrah leke Sûresi'nde de geçiyor ya bu iki kelime.
Allah kolaylığı murad ediyor. Cenâb-ı Hak müslümanlara, hele hele biz ümmet-i Muhammed'e, ahir zaman ümmetine başka ümmetlerden daha fazla kolaylıklar ihsan etmiştir. İşte bunlardan birisi de, böyle hasta olduğu zaman, seyahatta olduğu zaman orucun tutulamaması müsaadesidir.
Su olmadığı zaman teyemmüm, cihadda elde edilen ganimetlerin helâl olması gibi, Cenâb-ı Hakk'ın bu ümmete mahsus bazı kolaylıkları olmuş, sevdiğinden dolayı. Cenâb-ı Hak kolaylaştırmak murad ediyor. Onun için, "Tutamıyorsanız, o günleri başka zaman ödersiniz." diye tavsiye buyuruyor.
(Ve litükmilül-iddete) "Müddeti tamamlamanızı murad ettiği için, böyle emrediyor Allah."
Demek ki, Ramazanın tamamını tutacak. Öyle yarısını tutmak, yarısını tutmamak yok. Eksiği varsa, onu tamamlayacak. Çünkü iddet, sayı demek; günlerin sayısının tamamlanması, yâni eksik bırakılmaması demek. Eksik bırakılmamasını Cenâb-ı Hak murad ediyor. Veya, "Eksik bırakılmaması için..." mânâsını veren âlimler de var.
Bu tükmilû'nun, tükemmilû kıraati de var. O zaman, (Ve litükmilül-iddete) "Gün gün, tutamadığınız günleri tamamlamanız için..." mânâsına geliyor.
(Ve litükebbirullàhe alâ mâ hedâküm) "Size hidayet vermesi sebebiyle Allah'a tekbir edesiniz diye." Şimdi bu tekbir etmek, tabii gönülden olur, sözle olur. Bundan murad nedir, nasıl olacak?
Bir; Allah'ın varlığını, adâletini, lütfunu anlayıp, inanıp, onu görüp; ma'rifetullaha ait her türlü mânevî bilgilere sahip olup, şekki, tereddütü kalpten çıkarmak.
Sonra, söz olarak da Cenâb-ı Hakk'ın şânının ulu olduğunu gösteren sıfatlarını, esmâ-i hüsnâsını bilmek ve ikrar etmek.
Bir de Allah'ı tekbir eylemenin icrâ şekli de namaz gibi, oruç gibi sâir farz kıldığı vazifeleri, ibadetleri yapmak.
Tekbir, bu üç mânâya da gelen bir şey. Cenâb-ı Hakk'ı büyüklemek. Yâni namaz kılıyorsun, Cenâb-ı Hakk'ı büyüklemiş oluyorsun, tekbir etmiş oluyorsun. "Allah büyüktür" demiş oluyorsun. Allah-u Teàlâ Hazretleri Ramazanda orucu bu sebeple, bunun için emretmiştir mânâsına geliyor.
Bir de burada bir ince şey var. Ramazanın îfâ edilmesinden, oruçların tutulmasından sonra bayram olacak ve müslümanlar bu ayı başarıyla bitirdik diye, Cenâb-ı Hakk'a şükranlarını, ona karşı sevgi ve bağlılıklarını ifâde etmek için, Ramazan bayramı gelince, sözle de tekbir alacaklar, "Allàhu ekber, allàhu ekber..." diyecekler.
Tekbir kısaca, ezanda söylenildiği gibi "Allàhu ekber" demektir. Geniş şekliyle de: "Allàhu ekber, allàhu ekber, lâ ilâhe illallàhu vallàhu ekber, allàhu ekber ve lilâhil-hamd." Böyle denilince, tabii hamd de söylenmiş oluyor, Allah'ın birliği de söylenmiş oluyor. Bu daha büyük bir şekilde... Bu tekbiri böyle bayramlarda, Ramazan bayramında içinden yapmak, bizim mezhebimize göre tavsiye ediliyor.
Hatta Abdullah ibn-i Abbas gözleri rahatsız olduğu zaman, yanındaki hizmetini gören zâtla beraber Ramazan bayramına giderken, tekbir seslerini duymuş; "İmam hutbeye mi çıktı? Niye böyle tekbir alıyor bu insanlar?" diye şaşırmış. Burdan anlaşılıyor ki, tekbirden maksat Ramazan bayramı namazı da olabilir.
Öyle anlıyor Abdullah ibn-i Abbas RA. Onun için böyle halkın, "Allàhu ekber, allàhu ekber..." demesini yadırgamış. "Hutbede aldığı tekbirle beraber alınması lâzım!" diye, o kanaatte olduğunu beyan etmiş.
Bizde bayram hilâlini görünce, tekbir almak da müstehabtır. Peygamber Efendimiz'den ve eski mübareklerden rivayet edildiği üzere, namaza giderken de böyle içinden tekbir eder sessizce. Kurban bayramında sesli tekbir eder. Çünkü orda hadis-i şerifler öyle bildiriyor. Her şey hadis-i şeriflere göre, teferruat ile yapıldığı için.
(Ve lealleküm teşkürûn.) "Tâ ki şükredesiniz diye." Burada da tabii bayramın sevincine, şükrüne işaret var. Ayet-i kerimenin böyle bitmesi, Ramazandan sonra bayram yapılmasını da gösteriyor.
Demek ki aziz ve sevgili kardeşlerim, dinleyiciler ve izleyiciler; bu ayet-i kerimede geniş geniş Cenâb-ı Hak oruç tutmamızı emrediyor. Tutamayanların, hasta veya yolcu olanların ödemesini emrediyor. Demek ki ödemesi de lâzım, tutulması esas.
Ondan sonra da Cenâb-ı Hakk'a kavlen ve fiilen, itikad ve icraat olarak, düşünce olarak ve söz olarak Cenâb-ı Hakk'ı ululamak, tekbir eylemek tavsiye ediliyor. Müslümanlar bunları aynen uygulamışlardır. Ramazanın sonunda bayram ederek ve bayramda tekbirler getirerek, namaz kılarak îfâ etmişlerdir.
(Ve lealleküm teşkürûn.) "Ve tâ ki, ola ki şükredesiniz." diyor.
Çok şükür Cenâb-ı Hakk'a ki, bize en güzel ibadetleri emretmiş ve zorluk göstermemiş. Zorluk olduğu zaman, meşakkat çıktığı zaman, işin yapılmasında bir sıkışma olduğu zaman, müsaade tarafını ihsân eylemiş. Hamd ü senâlar olsun... Elhamdü lillah, alâ ni'metil-islâm ve tevfîkıl-îmân ve hidâyetir-rahmân... İslâm'ın her ibadeti güzel!
Bugün camide de okuduk, Râmuzül-Ehâdis'den bir hadis-i şerif: "Bir kul oruçlu olarak sabahlarsa, ne sevaplara nail oluyor! Göğün kapıları açılıyor, ondan sonra kaç rekat namaz kılarsa ne büyük sevaplara nâil oluyor. Tekbir ve tehlil getirirse, yetmiş bin melek akşama kadar onun sevabını yazıyor."
Oruç çok muazzam bir ibadettir, sevabı çok yüksektir. Ramazanda farzdır, Ramazanın farz orucunu tutacağız. Bu güzel ibadeti, Ramazanın dışındaki bazı zamanlarda da tutmayı, Peygamber SAS kendisi tavsiye buyurmuştur. O zamanlarda da tutalım! Çünkü Ramazanın dışında da tutulduğu zaman, aynı fayda yine elde ediliyor ve sevaplar kazanılıyor. Sağlık, âfiyet de kazanılıyor.
Peygamber Efendimiz Ramazanın dışında ne zamanlar oruç tutardı?.. Haftada; pazartesi, perşembe günleri oruç tutardı. Ayda; her ayın başında, ortasında, sonunda tutardı. Ayın ortasındaki 13, 14, 15. günleri eyyâm-ı bîyz orucunu tutardı. Şevvalin altı gün orucunu tavsiye ederdi. Zilhiccenin on gününde orucu tavsiye ederdi. Arefe gününde, yâni Kurban bayramı arefesinde oruç tutmanın geçmiş senenin ve gelecek senenin günahlarına kefaret olduğunu, vaazlarda kaç defa söyledim. Onları tutardı, tavsiye buyururdu. Muharremin orucunu tavsiye buyururdu, tutardı kendisi. Recebde, Şa'banda çok oruç tutardı.
Demek ki Ramazan orucu farz ama, öteki oruçlar da sevap kazanmak için birer fırsat. Sık sık onları hatırlayın ve tutun aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Çünkü bizim bu zamanda, az yemekten halsiz, bîtab düşüp de hasta olmak gibi bir durum yok. Aksine çok yemekten çeşitli hastalıklara uğramak durumu var. Oruç bizler için, çok çok daha önemli bir ibadet.
Oruç tutanın ruhu incelir, kalbi nurlanır, sevabı çok olur. Bu nafile oruçları, söylediğim vech ile tutun!
Ramazanlara da Cenâb-ı Hak sağlık ve âfiyetle eriştirsin... Nice nice Ramazanlara eriştirsin, nice nice bayramlara eriştirsin... Güzel güzel ibadetleri yapmayı, sizlere bizlere nasib eylesin...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
25. 07. 2000 - AVUSTRALYA