02. 05. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ (Bakara: 155 - 157)

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Hazırlayanlar: Dr. Metin Erkaya & M. Esad Erkaya

------------------

BELÂLARA SABRETMENİN KARŞILIĞI

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Bakara Sûresi'nin 155. ayet-i kerimesine geldik. 156. ve 157. ayet-i kerimeler de bu konu ile ilgili. Bugünkü sohbetimi, bu ayet-i kerimeler üzerinde sürdürmek istiyorum.

a. Allah Kullarını İmtihan Eder

Daha önce şehidler hakkında, geçen hafta, "Allah yolunda canlarını vermiş o kimselere ölülerdir demeyin; onlar diridirler, fakat siz anlayamıyorsunuz." mânâsındaki ayet-i kerimelerden sonra, Cenâb-ı Hak Teàlâ Hazretleri 155. ayet-i kerimede buyuruyor ki:

(Ve leneblüvenneküm bişey'in minel-havfi vel-cûi ve naksin minel-emvâli vel-enfüsi ves-semerât, ve beşşiris-sàbirîn.) (Bakara: 155)

(Ellezîne izâ esàbethüm musîbetün kàlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râcin.) (Bakara: 156)

(Ülâike aleyhim salevâtün min rabbihim ve rahmetün ve ülâike hümül-mühtedûn.) (Bakara: 157) Sadakallàhul-azîm.

Buyuruyor ki Cenâb-ı Hak Teàlâ:

(Ve leneblüvenneküm) "Biz sizi muhakkak imtihan ederiz." Neblüve; imtihan etmek, sınamak, denemek mânâsına. Sonunda nûn-u te'kid-i sakîle gelmiş. Bir fiilin sonuna nûn-u te'kid-i sakîle gelince, o fiilin muhakkak ve muhakkak olacağını bildiriyor. Başındaki (le) de, mukadder olan bir yeminin cevabı olduğundan dolayıdır. "Yemin olsun ki, muhakkak ki sizi imtihan edeceğiz, ederiz, ediyoruz."

Bu muzàrî sîgası Türkçedeki geniş zamana da tekàbül eder, şimdiki zamana da tekàbül eder, gelecek zamana da tekàbül eder. Arapçada Türkçedeki gibi zamanların incelikleri, teferruatları için ayrıca sîgalar yoktur. Yâni, "Sizi imtihan ediyoruz. / Sizi her zaman imtihan ederiz. / Sizi ileride imtihan da edeceğiz." mânâsına da gelebilir aynı kelime.

Tabii, Cenâb-ı Hakk'ın âdetullàhıdır. Dünya hayatı insanlar için imtihan olduğundan, tabii imtihanda da sınamak olacak, denemek olacak. Elbette, muhakak ve muhakkak, insanlar ihlâslarının durumu belli olsun, açığa çıksın diye, çeşitli olaylar ile karşı karşıya getirilerek; çeşitli musîbetlere, belâlara, fitnelere, durumlara mâruz bırakılarak, elbette denenecekler.

(Bişey'in minel-havfi vel-cûi ve naksin minel-emvâli vel-enfüsi ves-semerât) "Korkudan bir şey ile..." Yâni tamâmen korku ile değil, korkudan açlıktan, malların, canların zayiatından, eksilmesinden, meyvaların eksilmesinden bir şeyle, birtakım olaylarla sizi muhakkak ve mutlaka imtihan ederiz. Bizim adet-i ilâhiyyemiz böyledir, şanımız böyledir. İmtihan ediyoruz. Halen o anda da muhakkak, bu durumlara maruz nice insan vardır. İmtihan edeceğiz, ileride de bu böyle olacak. Çünkü sàlihlerle sàlih olmayanların anlaşılması lâzım!

İleride gelecek Muhammed Sûresi'nde:

(Ve leneblüvenneküm hattâ na'lemel-mücâhidîne minküm ves-sàbirîne ve neblüve ahbâraküm.) (Muhammed: 31) "Biz sizi imtihan ederiz; tâ ki kimler Allah yolunda mücahidlerdir, cihad edicilerdir, sabredicilerdir bilelim, bilinsin diye; ve sizin ruh durumunuzun, iman durumunuzun haberi, halleri belli olsun diye." buyruluyor.

Şimdi imtihan, nelerle imtihan?.. (Bişey'in minel-havfi) "Korkudan bir miktar bir şeyle..." Bişey'in, az bir şeyle; yâni tamâmen değil, hayat her zaman öyle geçmiyor, zaman zaman azıcık bir şeyle... "Korkuyla, açlıkla, meyvaların, canların, malların zayiata uğramasıyla sizi muhakkak imtihan ederiz, edeceğiz. Bu böyledir."

Bazan imtihan sevinçli bir olayla karşılaştırıp, şükrünü ölçmek tarzında olur; bazan üzüntü, gam, keder, elem verici, acı çektirici bir şey ile karşılaştırıp, sabrını ölçmekle olur.

Bu neler olabilir, imtihan olan şeyler nasıl olabilir?.. Şöyle bildiriliyor. İbn-i Abbas RA buyurmuş ki:

(Havfül-adüv) "Düşman çıkıp gelebilir." İşte Kureyşliler kaç sefer hücum ettiler, bazı müslümanları şehid ettiler. Etrafta olanlar dâimâ mevcut oluyor. Zamanımızda da öyledir. Düşman korkusu olabilir bu; veyahut, başıma ileride hoşlanılmayan bir şey gelir diye insanın endişesi olabilir. Çünkü herkes bir yarın endişesi taşır. "Acaba yarın ne olacak?.. Acaba şöyle yapsam, şöyle olur mu, başıma şöyle bir hal gelir mi?" diye. Cenâb-ı Hak insanları dümdüz, hep böyle selâmette, huzurlu, müreffeh yaşatmaz. Bazan böyle korkulu şeylerle imtihan eder.

Başka neyle imtihan eder?.. (Vel-cûi) Cû', açlık demek. Açlık nasıl olur?.. Kıtlık olur; rızkı, kazancı, o günkü nevâlesi olmaz, aç kalır. (Ve naksin minel-emvâl) Mallardan bazılarının zâyi olması, eksilmesi. Bu nasıl olur?.. Helâk olur, Karadeniz'de gemisi batar, tarlada harmanı yanar, dolu yağıp mahsulü zarara uğratır...

(Vel-enfüsi) Canlardan eksiklik nasıl olur?.. İnsanın yakını ölür, veyahut katlolunur, şehid olur. "Eyvah, falanca kabileden, filânca şehirden şu kadar insan şehid oldu... Çanakkale Harbinde şu şadar insan şehid oldu, İstiklâl Harbinde bu kadar şehid oldu, Balkan Harbinde şu kadar..." diye tarih kitaplarında okuyoruz.

Tarih boyunca sadece bizim şu söylediğimiz zamanlara ait değil... Şimdi de işte Çeçenler, işte geçtiğimiz yıllarda Bosna'daki durum, işte daha başka yerlerde olan savaşlar... Candan eksiklik de böyle olur

(Ves-semerât) Meyvalarda da, bazan mahsûl vermez ağaç. Zeytin ağacı meselâ, bakıyorsunuz bir sene bol mahsûl oluyor, bir sene bakıyorsunuz hiç mahsûl olmuyor ağaçta... Ama ben bizim zeytin toplayışımıza çok hayret ediyorum. Zeytin ağacına sopalarla vura vura düşürüyorlar zeytinleri. İnce kaçak filiz dalların hepsi yerle düşüyor. Ağaç kendisini bir senede toparlayamıyor, bir sene mahsul vermiyor, ikinci senede veriyor.

Ama hurmada ve sâirede de olurmuş, Peygamber Efendimiz'in zamanında da görülmeyen bir şey değil. Müfessirler bildiyor ki, bazan bir hurma ağacında bir tane hurma olurmuş. Halbuki hurma kocaman bir salkımdır, kilolarla tutar. Tam verdiği zaman çok bol olur ama, bazan böyle eksiklik oluyor.

Bunların hepsi imtihandır. Buğday ekersin, tarladan doğru düzgün bir mahsûl alınmaz. Mısır ekersin koçan vermez. Elma vs. dökülür, kirazlar olmaz. Ters, soğuk veya kavurucu bir rüzgâr eser, çiçekken tahrib olur, ağaçlarda meyva olmaz, o sene olmayıverir. Bunların hepsi imtihan tabii... Çiftçinin, işçinin, her insanın çeşit çeşit imtihanı.

İmam Şâfiî'den rivayet edilmiş bir yorum var, misallendirme olsun diye, Rahmetullàhi Aleyh'in sözünü de böylece kaydetmiş olalım. Allah-u Teàlâ Hazretleri bizleri korkudan, açlıktan bir şeylerle imtihan ediyor bizleri; neler olabilir diye onun zikrettiği şeyler:

(Bişey'in minel-havfi) Korkuyla imtihan ediyor, korkulu bir şeyle karşılaştırarak imtihan ediyor; bu nedir?.. (Havfullàhi teàlâ) Bakalım kulum Allah'tan korkan, günahlardan sakınan bir kul mu?.. Böyle bir imtihan.

(Vel-cûi) Açlıkla imtihan; o ne demek?.. (Sıyâmi şehru ramadàn) Ramazan ayında aç duruyor, bu da bir imtihan.

(Ve naksin minel-emvâl) Mallardan bazı eksiltmeler, zayiat; o nedir?.. Sadaka veriliyor, zekât veriliyor, kasadaki, kesedeki, anbardaki varlıktan veriliyor, mal azalıyor. Zekâta delâlet ediyor. (Vel-enfüsi) Canlardan noksanlık. İnsanlar hasta oluyor, vefat ediyor. (Ves-semerât) Mahsullerden zayiat. Bu da mevcut evlatların ölümü demiş.

Tabii bu kelimeler, bu anlamları da kapsadığı için, bunlar da misallendirme oluyor. Bu söylenenler de imtihandır. Yâni İslâm'ın emirleri, Allah'tan korkmak, mehàfetullah, oruç, zekât, sadaka, çoluk çocuğunun vefat etmesi... Çünkü Arapçada bir söz vardır:

(El-veledü semeratül-kalb) "Çocuk kişinin gönlünün, kalbinin meyvâsıdır; canıdır, canından bir parçadır."

Böyle isimlendirilmiş, hadis-i şerifte de böyle geçiyor. Buradaki semerât da, işte insanın gönlünün meyvası olan evlâtlar... Onların eksikliği de, evlâtların ölmesi.

Eskiden tabii, bir hayli çocuk ölümü olurdu. Çünkü doğum mühim bir olay, çocuğun büyütülmesi de çok zor bir iş. [O zaman salgın hastalıklar var, beslenme yetersizlikleri var.] O zor şartlar altında, birkaç tane çocuğu vefat ederdi insanların.

b. Çocuğunun Vefatına Sabreden Kimse

Bu hususta, evlâdın gönlün meyvesi olmasına misâl olarak bir hadis-i şerif zikredelim. Ebû Mûsâ el-Eş'arî RA'dan rivayet edilmiş. Bu nakledilen hadis-i şerifte buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:

RE. 63/1 (İzâ mâte veledül-abdi) "Kulun çocuğu vefat edince, (kàlellàhu teàlâ limelâiketihî) Allah-u Teàlâ Hazretleri meleklerine buyurur ki:

([E] kabadtüm veledi abdî?) "Ey meleklerim, siz benim kulumun yavrusunu mu ruhunu kabzettiniz, aldınız?"

(Feyeklûn: Neam.) "Evet yâ Rabbi!"

(Kàle: [E] kabadtüm semerete fuâdihî?) "Kalbinin, gönlünün semeresini mi kopardınız?"

(Feyeklûn: Neam.) "Evet yâ Rabbi!"

Tabii, melekler bunu kendi bildiklerine yapıyor değil. Ölüm ve hayat mukadderâtın cilvesi, Cenâb-ı Hakk'ın emri. Cenâb-ı Hakk'ın emrini tutuyorlar, ama Cenâb-ı Hak soruyor, onlar da cevap veriyorlar.

(Kàle: Femâzâ kàle?) "Siz böyle yapınca, kul ne dedi? Çocuğu vefat edince, bakalım babası ne diyor?"

(Feyeklûn: Hamideke vestercia) "Sana yine hamd ü senâ etti. Hamd Allah'ındır, hüküm Allah'ındır diye, senin azametini, şanını ifade eden sözler sarfetti. Yâni ileri geri kötü şeyler söylemedi ve istircâ eyledi." Bunun ne olduğunu, biraz sonra ayet-i kerimede göreceğiz. "Yâni, 'Biz Allah'ın kullarıyız, hüküm onundur, neylerse eyler. Biz onun mülkü olduğumuza göre elbette böyle olacak, nasıl olsa biz ona döneceğiz. Zaten bir zaman gelecek, her yaşayan ölecek, ahirette de onun huzuruna varacağız, ona kavuşacağız. İyi insanlar mükâfâtı alacak.' mânâsına gelen bir söz söyledi, hamd ü senâ etti."

Yâni sabırlı davranmış, edebini muhafaza etmiş. Öyle dediğini melekler Cenâb-ı Hakk'a bildirince, Cenâb-ı Hak zaten biliyor ama, böyle mükâmele, sorma ve cevapların böyle söylenmesi suretiyle, dinleyenlerin hatırında olay daha iyi kalacağından, konunun iyice anlaşılması için, SAS Efendimiz, Allah-u Teàlâ'nın böyle buyurduğunu ve meleklerin böyle cevap verdiğini naklediyor.

(Kàle: Übnû lehû beyten fil-cenneh) "Ey meleklerim! Böyle sabredip de, benim hükmüme rıza gösteren bu kulum için cennette bir ev, bir köşk inşâ edin! (Ve semmûhü beytel-hamd) Hamd dolayısıyla kazanılmış ev, hamd evi, hamd sarayı ismini verin!" diye, Peygamber Efendimiz Allah'ın öyle diyen kulunu sevip mükâfatlandırdığını, hadis-i şerifte bildiriyor.

İnsanlar böyle korkuyla, açlıkla, meyvaların, canların, malların zayiatıyla imtihan olunacak, muhakkak imtihan olacaklar. Sonuçta ne olacak?.. Sonuçta tabii, Cenâb-ı Hak sabredenlere çok büyük ecirler verecek. Bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(İnnemâ yüveffes-sàbirûne ecrâhüm bigayri hisâb) (Zümer: 10) "Sabredenlere ancak mükâfat hadsiz hesapsız veriliyor." Ötekilere bir hesap dairesinde, bir rakamla, yetmiş misli, yediyüz misli ama, sabredenlere bigayri hisâb veriliyor.

Tabii sabretmeyip de imtihanı kaybedenler de tabii, edepsizliklerinin, sabırsızlıklarının, başarısızlıklarının cinsine göre muameleye uğrayacaklar. Ama sabredenler kazanacak. Onun için âyet-i kerimede buyruluyor ki: (Ve beşşiris-sâbirîn) "Sabredenleri müjdele!"

Âdetullah böyledir. Allah'ın âdeti böyledir dünya hayatında olaylar böyledir. Cenâb-ı Hak mü'min kullarını ve bütün insanları çeşitli şekillerle imtihan eder. Sabredenlere çok büyük mükâfatlar olduğundan, (ve beşşiris-sâbirîn) sabredenleri müjdele diye, Allah-u Teàlâ Hazretleri emrediyor.

c. Musîbet Karşısında İstircâ Edilmesi

Ondan sonraki 156. âyet-i kerime, bu sabredenlerin nasıl kimseler olduğunu belirtiyor:

(Ellezîne) o sabredenler öyle kimseler ki, (izâ esâbethüm müsîbetün) onlara böyle elem veren, üzen bir hâdise başlarına geldiği zaman, bir musibet kendilerine isâbet ettiği zaman, o sabredenler ne derler? (Kàlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râcin) İşte deminki hadis-i şerifte geçen söz. Ne derler?.. Kàlû, dediler demek ama, bu Arapçanın özelliğindendir, kesin vuku böyle olacak şeyler mazi sigasıyla anlatılır.

Derler ki: (İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciun) O sabredenler bu sözü söylerler. Bu ne demek? (İnnâ) "Hiç şüphe yok ki bizler, biz Allah'ın kulları, (lillâh) Allah'ınız, Allah'ın kullarıyız; Allah'ın mülküyüz, malıyız, Allah'ın yaratığıyız. Bizi Allah yarattı, bize hayatı Allah verdi. Bize görme, işitme, konuşma, akıl, fikir, güç, kuvvet, el, ayak bütün nimetleri Cenâb-ı Hak verdi. Hayatı sürdürmemiz onun lütfuyla, takdiriyle, nimetleri sayesinde. Her şeyimiz onun...

(İnnâ lillâh) Biz Allah'ın kullarıyız, kölesiyiz. İnsan kölesi olunca ne yapar? Kölesine, "Otur! Kalk! Git su getir! Git meyvaları topla! Git şunu yıka! Git sobayı yak! Git içeriyi temizle!.." gibi her şeyi söyleyebilir. Çünkü onun emrinde... Biz de Allah'ın kullarıyız, elbette biz Allah'ınız.

Osmanlı dînî edebiyatında güzel bir şiirin bir iki beytini hatırlatıyor bana bu âyet-i kerime. Şair diyor ki:

Vücûd cûd-u ilâhî hayât bahş-i kadîm

Bizim varlığımız, Allah'ın cûd ü kereminin bir eseri. Hayat, şu yaşam dediğimiz olay da bahş-i kadîm, Cenâb-ı Hakk'ın ezelden lütfettiği bir ikram... Her şeyimiz onun yâni. Her şeyimiz Allah tarafından bize verilmiş, biz de Allah tarafından yaratılmışız. Elbette neylerse eyler.

(Lâ yüs'elü ammâ yef'alü) "Yaptığından kimse kalkıp da soru sorabilecek durumda değildir." Neyi dilerse onu yapar, neye hükmederse kendisi hükmeder. Hüküm onundur, mülk onundur.

Kullara düşen nedir? Allah'ın hükmünü kabul etmek, takdirine rıza göstermektir. Sabreden kullar ne diyorlar?.. Allah'ın takdirine rıza gösterip, "Biz zaten Allah'ın kullarıyız! Elbette nasıl isterse, ne takdir ederse onu yapar." derler. İbrâhim Hakkı Erzurûmî (Rh.A), ne güzel söylemiş:

Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Yaptığı her şeyde güzelliğini sezebilmek büyük bir irfan derecesi... Mukadderâtın her cilvesinin bir başka yönden, bir başka türlü güzel olduğunu arifler anlar

Sonra bu sabırlılar ne derler? "Biz Allah'ın mülküyüz. Kullarıyız elbette nasıl isterse öyle yapacak. (Ve innâ ileyhi râciûn.) Hiç şübhe yok ki biz ona rucû edicileriz, yâni rucû edeceğiz."

Ne demek? İmam Fahreddin-i Râzî büyük müfessir, Tefsir-i Kebir'in sahibi; diyor ki: "Bu âhireti anlatıyor. Yâni ahiretin var olduğunun ifadesi bu. Biz Allah'ın kullarıyız, ona rucû edeceğiz; yâni âhiret hayatı var."

Ahiret hayatı var ne demek?.. Ahiret hayatı var demek, insan yok olmuyor demek, insan Cenâb-ı Hakk'a kavuşacak demek. Çok büyük bir müjde.

(Ve beşşiril-mü'minin) "Ne mutlu; mü'min olarak, Cenâb-ı Hakk'a böyle sevdiği kul olarak kavuşmak ne kadar güzel bir şey!"

Ve âhirette, dünya imtihânını başaranlara cennât-ü âliyât var, nice nice cennetler var! Cennette köşkler ve gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin hayal bile edemediği, tasavvur bile etmekten çok daha yüce, çok daha fazla nimetler var. Biz ona döneceğiz tabii.

Orada mü'min için elem yok, ebedi saadet var, saadet-i ebediyye var. Dünyadaki sıkıntılar imtihandır. Ona döneceğiz, orada rahat edeceğiz. Sabrettiğimiz için, orada Cenâb-ı Hak mükâfatlandıracak.

Burada bu söz, çok güzel bir söz: (İnnâ lillâh, ve innâ ileyhi râciûn) "Biz Allah'ın kullarıyız, Allah'ın mülküyüz, Allah'ınız, biz ona döneceğiz." Çok derin anlamlar taşıyan, çok güzel bir söz. Kadere rıza ve teslim olmak var. Allah'ın hükmüne itiraz etmemek, edebini muhafaza etmek var. Olayları sabırla karşılamak ve sarsılmamak var.

Sarsılmamak deyince, rahmetli Hacı Bayram imamı Zekâi Hocamız aklıma geldi. "Zekâi Lâ yetezelzel" derdi. Soyadı Sarsılmaz'dı; Lâ yetezelzel, sarsılmaz demek. Zekâi Hocamız gibi, Allah bütün geçmişlerinize rahmet eylesin.

Mü'min sarsılmaz olayların karşısında. Bilir ki Allah'tan geliyor, bilir ki imtihandır. Bilir ki, sabrederse mükâfatı vardır. Bilir ki, âhirette elem keder yoktur, hepsi bu dünya hayatında... Dünya hayatında böyle olacak olduktan sonra, insan bunu tabii karşılar.

Hastahaneye giden bir insan, doktora iğne yapma der mi?.. Biliyor ki hastahanede iğne olacak. Ver ilacı içmeyim der mi? Biliyor ki hastalığının geçmesi için, acı da olsa ilacı içecek. Ameliyat etmeyin beni der mi? Demez, çünkü iyi olmak için razı olarak gider hastaneye.

İşte o sabredenler ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman, "Biz Allah'ın kullarıyız olabilir. Bunlar dünya hayatının cilvesidir, kaderin civesidir, Rabbimizin takdiridir. Biz ona döneceğiz. Âhiret var, âhirette mükâfat var; elem keder yok. Âhiret hayatı olması büyük müjde.

Bu söz çok mühim sözdür, işte buna istircâ deniliyor. Musibetin karşısında, "İnnâ lillâh, ve innâ ileyhi râciûn" demek. Arapça da buna istircâ derler, râciun kelimesiyle ilgili olarak isimlendirilmiş. Orada istircâ, Cenâb-ı Hakk'a dönmeyi ifade ediyor. Döneceğini düşünüyor, sabrediyor; cenneti düşünüyor, sabrediyor; mükâfâtı düşünüyor, sabrediyor. Cenâb-ı Hakk'ın kullarını imtihana hakkı olduğunu, bunun ülûhiyyetinin şânı olduğunu biliyor; olgun karşılıyor.

d. Ümmü Seleme RA'nın Duası

Bununla ilgili, çok çok sevaplı olduğuna dair hadis-i şerifler var. Onlardan bir tanesini anlatmak istiyorum. Diyor ki, Ümmü Seleme Validemiz RA:

(Etânî ebû selemete yevmen) Kocası Ebû Seleme bir gün Ümmü Seleme'nin yanına gelmiş. Ebû Seleme ne demek?.. Seleme'nin babası demek. Ümmü Seleme ne demek? Seleme'nin annesi demek. Yâni bunların karı koca olduğu bu künyelerinden belli. Tabii asıl adı vardır ama, böyle ebû'lu, üm'lü lakaplar asil kimselere söylenir. İsim söylenmez; falancanını babası, filancanın anası diye söylenir.

Peygamber Efendimiz'in de adı Muhammed olduğu halde, Ebül-Kàsım denildiği gibi. Meselâ yahudiler geldiği zaman, "Yâ Ebel-Kàsım!" diye hitap ederlerdi. İsmini söylemek nezâkete uymuyor, künyesiyle konuşuyor Araplar.

Ebû Seleme gelmiş. (Min indi rasûlüllàh) Rasûlüllah'ın yanından gelmiş. Demek ki mescide gitti, namaz kıldı, Resûlullah'ın sohbetini dinledi, geldi. (Fekàle) Demiş ki hanımına, bu Ümm-ü Seleme'ye: (Lekad semi'tü min rasûlillâh kavlen sürirtü bihî) "Rasûlullah SAS'den bugün bir söz duydum ki, ondan sevindim. Yâni beni çok sevince gark eden bir söz duydum. Buyurdu ki Peygamber Efendimiz..." Peygamber Efendimiz'in hadisini hanımına anlatıyor:

(Lâ yusîbü ehaden minel-müslimîne musîbetün) Müslümanlardan birisine bir musibet isabet eder de, (feyesterciu inde musîbetihî) o da musîbetle karşılaşınca istircâ ederse, yâni "İnnâ lillâh, ve innâ ileyhi râciûn" derse... (Sümme yeklü) Bir de şu duayı okursa musibete uğrayan kişi:

(Allàhümme ecirnî fî musibetî ve ahlif lî hayran minhâ) "Allahım, beni musibetimden dolayı mükâfatlandır." Müsibete uğrayana, sabrettiği için büyük mükâfatlar var. "Ve bu musibetimin arkasından, kaybımın, sıkıntımın üzüntümün arkasından daha hayırlısını bana halef olarak ihsan eyle... Yâni arkası hayır gelsin..." diye böyle dua ederse; (illâ fuile zâlike bihî) bu kula istediği ihsan olunur." Yâni, musibetinden dolayı büyük sevaplar yazılır kendisine; ve sonunda dünyada da güzel olayla taltif olunur, mükâfatlandırılır.

(Kàlet ümmü selemeh) Ümmü Seleme RA diyor ki: (Fehafiztü zâlike minhü) "Kocamdan bu sözü duyunca, bu duaları hatırımda tuttum."

(Felemmâ tüveffiye ebû selemete) Kocası Ebû Seleme ileride vefat edince, çok üzülmüş. (İsterci'tü) "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn." demiş. Kocası ölen bir hanımın, üzüntüsünü düşünün! (Ve kultü) Sonra demiş ki:

(Allàhümme ecirnî fi musîbetî) "Yâ Rabbi, beni şu kocamın ölme musibetiyle karşılaştırdın. Sabrediyorum, sen beni bundan mükâfatlandır! (Ve ahlif lî hayran minhâ) Bu musibeti giderdikten sonra, yerine daha hayırlı bir şeyi başıma getir, yâni beni mükâfatalandır." diye duayı yapmış. Çünkü öğrendiği hadiste böyle söylenmişti.

(Sümme raca'tü ilâ nefsî) Bu duayı yapmış, sonra da demiş ki: (Fekultü: Min eyne lî hayrun min ebî selemeh?) "Bana Ebû Seleme'den daha hayırlısı kim olabilir?" demiş. Demek ki kocası mübârek, çok iyi geçinmişler; çok sevdirmiş kendisini Ümm-ü Seleme'ye. Onun için, içinden kendi kendine "Ben böyle dua ettim ama, ondan hayırlısı ne olabilir?" demiş olduğunu anlatıyor.

(Felemmâ inkadad iddetî) "Benim bu iddet zamanım geçince..." Biliyorsunuz bir hanımın kocası ölünce, iddeti vardır. Yâni kocasının ölümünden sonra, bir müddet bekler. Ona iddet deniliyor. "İddet bitince, (iste'zene aleyye rasûlüllàh sallallàhu aleyhi ve sellem, ve ene edbağu ihâben lî) ben bir deriyi terbiye etmekle meşgulken, Rasûlullah SAS ziyaretime geldi. (Fegaseltü yedeyye minel-kuraz, ve ezintü lehû) Ellerimi yıkadım, Rasûlullah Efendimiz'in içeriye girmesi için, 'Buyrun, girebilirsiniz!' dedim."

(Fevada'tü lehü visâdete edemin) Deriden bir yastık koymuş, altına, (haşruhâ lîfun) içi hurma lifiyle dolu. (Fekaade aleyhâ) Rasûlullah SAS oturmuş, (fehatabenî ilâ nefsî) ve, "Senin kocan öldü, yalnız kalıyorsun; ben seni nikâhıma almak istiyorum!" diye arzusunu bildirmiş. (Felemmâ ferağa min makàletihî) Resûlullah bu iyilik teklifini söyleyince..." Çok büyük lütuf, çok büyük şeref, çok büyük ikram. (Kultü) Demiş ki:

(Yâ rasûlallàh, mâ bî en lâ yekûne biker-rağbetü) "Benim sana karşı hürmetim, rahmetim, sevgim, saygım, meylim yok değil; var. Elbette çok şeref duyarım amma, (velâkinimreetün fî gayretin şedîdetün) ben kıskanç bir kadınım. (Feehàfü en terâ minnî şey'en yuazzibüniyallàhu bihî) Eşin olduğumdan dolayı bir hatalı iş yaparım da, Allah beni azablandırır diye korkarım. (Ve ene imreetün kad dehaltü fis-sinni ve ene zâtü iyâlin) Sonra ben öyle bir kadınım ki, yaşlandım, yaşlı bir kadın oldum ve çoluk çocuk sahibiyim." demiş.

Zâten Rasûlüllah Efendimiz, onun çoluk çocuğu olduğundan, yaşlı olduğundan, himaye etmek için istiyor.

Efendimiz bu sözleri dinledikten sonra buyurmuş ki:

(E mâ zekerti minel-gayreti) Senin şu anlattığın, söylediğin kıskançlık duygun var ya, (fesevfe yüzhibehallàhu azze ve celle anke) bu duyguyu Allah senden çekip alacaktır. Yâni sakin, kıskançlık duygusu olmayan bir hanım haline getirecektir Cenâb-ı Hak seni. Sonra, (ve emmâ mâ zekerti mines-sinni) yaş mazeretini de söyledin, yaşlı bir kadın oldum dedin; o sözüne gelince, (fekad esàbeni mislüllezî esàbeke) ben de senin durumundayım. Sana gelen o yaşlılık bana da geldi, ben de yaşlıyım. (Ve emmâ mâ zekerti minel-iyâl) Çoluk çocuğum çok dedin; (feinnemâ iyâlüke iyâlî) senin çocukların benim çocuklarım demektir." dedi.

Bunun üzerine Rasûlüllah'a: (Kàlet: Fekad sellemtü lirasûlillah sallallàhu aleyhi ve sellem) "Peki, tamam, emrin başım üstüne, teslim oldum, kabul ediyorum." dedi.

(Fekàlet ümmü selemete ba'düh) Sonra, Ümmü Seleme bu olayı anlatırken demiş ki: (Ebdeleniyallàhu biebî selemete hayran minhü: Rasûlüllah sallallàhu aleyhi ve sellem) "Duada, 'Bu musibetten sonra, bana daha hayırlı bir durum ihsan et!' deniliyordu ya; ben de, 'Ebû Seleme'den sonra, daha hayırlı kim olabilir?' diye düşünmüştüm ya; bak duamı Cenâb-ı Hak kabul eyledi ve daha hayırlısı olan bir kimseyle, yâni Rasûlüllah'la evlenme şerefine beni erdirdi." diyor.

Bu, Sahîh-i Müslim'de olan bir hadis-i şeriftir, başka kaynaklarda da vardır. Demek ki; istircâ dediğimiz, "İnnâ lillâh, ve innâ ileyhi râcin" sözü, son derece sevaplı bir sözdür.

e. Musibete Sabır ve İstircâ

Bu konuyla ilgili bir başka rivayet, tefsir kitabında var. Onu da anlatalım, hatırda iyice kalsın. Ebû Sinan diyor ki:

(Defentü ibnen lî) Bir çocuğum vefat etti, onu mezara gömdüm. (Feinnî lefil-kabri) Daha kabirden çıkmamıştım; çocuğu gömdüm, kabrin içindeydim. (İz ehaze biyedihi ebû talhah, ya'nî elhavlânî) O esnada, Ebû Talha el-Havlânî elimi tuttu, (fe ahraceni) beni mezardan çıkarttı, (ve kàle lî) ve bana dedi ki: (Elâ nübeşşiruke) 'Sana ben bir müjde vereyim mi?' (Kultü: Belâ) 'Evet, tabii, ver!' dedim." diyor.

O da müjde olarak demiş ki: (Haddesenid-dahhàkübnü abdurrahmânibni àzib, an ebî mûsâ, kàle: Kàle rasûlüllah sallallàhu aleyhi ve sellem) Filanca râvîden duydum ki, Rasûlullah SAS şöyle buyurmuş:

(Kàlellàhu) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur ki: (Yâ melekel-mevt!) "Ey ölüm meleği, ey Azrail! (Kabadte velede abdî) Kulumun oğlunun, yavrusunun mu ruhunu kabzettin, öldürdün, canını aldın? (Kabadte kurrete aynihî) Gözünün şenliğini mi aldın? (Semerate fuâdihi) Gönlünün meyvasını mı aldın?.."

(Kàle: Neam) Melekül-mevt de: "Evet yâ Rabbi, emrin üzere öyle yaptım."

(Kàle: Femâ kàle?) "Ne dedi?"

(Kàle hamideke vestercia) "Hamd etti yâ Rabbi sana! İstifini bozmadı, sana kulluğunda bir edepsizliğe sapmadı, itiraza geçmedi; yine hamd etti."

Biliyorsunuz, her halde Allah'a hamd edilir. Yâni musibetli, üzüntülü halde de hamd edilir, sevinçli halde Allah'a şükredilir. Yâni Allah, bir yerden bir ikram gönderdi, geldi, aldın; "Cok şükür Yâ Rabbi!" dersin. Ama (Elhamdü lillâh, alâ külli hâl), yâni her halde Allah'a hamdedilir. İşte bunun da çocuğu ölmüş, hamd Allah'ındır diyor. Hamd alemlerin Rabbine aittir. Yâni şükürden, hamdin biraz farklı tarafı var.

(Vestercia) "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râcin dedi, hamd etti." (Kàle) Allah-u Teàlâ Hazretleri meleklere buyurur ki:

(Übnû lehû beyten fil-cenneh) "Onun için cennette bir köşk bina edin, (ve semmûhü beytel-hamd) ve ona Hamd Evi adını verin!" diye emreder.

Demin okuduğumuz hadis-i şerifin, artık kimin başından geçtiğine dair isimleriyle tekrar ifadesi olmuş oluyor. Tabii bu müjde... Çocuğu ölen Ebû Sinan'ı teselli etmiş oluyor ve "Sen de böyle (İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn) dersen, sabredersen, Allah da sana cennette bir köşk bina edecek!" diye müjdelemiş oluyor.

İşte sabredenler, kendilerine böyle bir musibet geldiği zaman, "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn" derler, istircâ ederler. Artık bunu öğrendiniz. Siz de başınıza üzücü olaylar gelirse hayatın akışı içinde, kaderin cilvesi olarak, imtihan olarak; bu sözü söyleyeceksiniz, bu teslimiyeti göstereceksiniz, bu rıza makamını kazanacaksınız.

f. Sabredenlerin Mükâfâtı

(Ülâike aleyhim salevâtün min rabbihim ve rahmeh) "İşte onların üzerine Rablerinden salevât ve rahmet vardır." Yâni Allah'ın salevâtı ve rahmeti onların üzerine olacaktır, demek. (Ve ülâike hümül-mühtedûn) "Ve işte onlar asıl hidayet üzere olanların, dosdoğru gidenlerin, eğri büğrü yolda değil, tam sağlam yolda gidenlerin ta kendileridir." (Bakara: 157) diye medhediyor. Şimdi onların üzerine Allah'ın salevâtı vardır, salâtları vardır ve rahmeti vardır.

Salevât ne demek? Salevât, İbn-i Abbas RA'dan rivayet edildiğine göre, (mağfiretun mir-rabbihim) Rablerinden mağfiret demektir. "Salevât vardır onların üzerinde" ne demek? Salevât, bütün günahlarının affolunması mânâsına, bir geniş mağfiret oluyor.

Niye salât denmedi de, salâten ve rahmeten denmedi de, salevât çoğul geldi; bu ne demek?.. Yâni mağfiretten sonra mağfiret, peşpeşe mağfiret, tekrar tekrar mağfiret, yâni tamamen mağfiret... Onun için çoğul geldi.

Tabii bu salât kelimesi teveccüh kökünden geliyor, yâni yönelmek. Cenâb-ı Hakk'ın teveccühü oluyor. Teveccühü de mağfiret şeklinde, günahların affedilmesi şeklinde tecellî ediyor.

İbn-i Kesir'de de: (Salavâtün min rabbihim)'den maksad (senâun minallàhi aleyhim) diye tevcih eylemiş, izah eylemiş. Yâni Cenâb-ı Hak'tan onlara, "Aferin, ne kadar güzel, kulum imtihânı başardı. Ne güzel bir tavır takındı, ne güzel söz söyledi." mânâsına senâ vardır.

Said ibn-i Cübeyr'in tefsirine göre de, (emenetüm minel-azâb) azabdan emniyette olmak, azaba uğramamak vardır. Yâni, günahların afvolması gibi bir mânâ oluyor yine.

(Ve rahmetün) "Ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti, onlara... Allah onlara mağfiretini ve rahmetini ihsan edecek." Bir kulun Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine ermesi ne demek?.. Dünyada ve âhirette gözlerin görmediği nice nice nimetlere, nice nice lütuflara erecek demektir o.

(Ve ülâike hümül-mühtedûn) "İşte asıl hidayet üzere bulunanlar da onlardır. Yâni doğru hareket tarzı odur." Aksi; sırât-ı mûstakîmden, hidâyet yolundan ayrı, aykırı bir davranış olurdu. Böyle davranmasalardı, böyle düşünmeselerdi, böyle sözler, dualar etmeselerdi Cenâb-ı Hakk'a; yanlış olurdu. İşte hidâyet üzere olanlar bunlardır diye, Cenâb-ı Hak onların tavrının güzel olduğunu beyan buyuruyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri'nden dileriz ki; cümlenize, cümlemize Rabbimiz Tebareke ve Teàla Hazretleri hem dünyada, hem âhirette hayırlar versin.

(Rabbenâ âtinâ fid-dünyâ haseneten ve fil-âhireti haseneten ve kınâ azâben-nâr) [Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver; bizi cehennem azabında koru!]

Hem dünyada hayırlar isteriz, hem âhirette. Çünkü sahabeden bazıları şöyle dua etmişler: "Yâ Rabbi belâ, mûsibet, üzüntü, elem, keder ne vereceksen, bana dünyada ver; âhirette rahat edeyim!" demişler. Yanlış! Böyle diyenlerin doğru bir seçim yapmadıklarını, çünkü Cenâb-ı Hak'kın rahmetinin çok engin olduğunu bildiriyor Peygamber Efendimiz.

Dünyada da iyilik iste; verir, eksilmez hazinesinden... Ahirette de iyilik iste; onu da verir. Kul Allah'ın kulu olduğuna göre, her şey ondan olduğuna göre, dua etmek de ibadet olduğuna göre, Cenâb-ı Hak'kın da hazineleri sonsuz olduğuna göre ve dua edilmesini sevdiğine göre:

(Ud'nî estecib leküm ) "Bana dua edin, ben duanıza icâbet edeceğim, istediğinizi vereceğim!" diye de vaad buyurduğuna göre, vaadinden de hulfü olmadığına göre; elbette hem dünyada, hem âhirette iyilik isteriz, istiyeceğiz ve isteyiniz! Hem kendinize, hem yakınlarınıza, sevdiklerinize, hem dünya, hem âhiret iyiliklerini isteyiniz!

Amma kaderin cilvesi olarak da, başınıza üzücü bir şey gelebilir. Elbette gelecek, çünkü ölüm var, ölümsüz değil hayat... Ölüm acı bir şeydir. Çocuğu ölse, kalbinden bir parça kopmuş gibi olur. İşi bozulsa, zarar etse, hastalansa; bunların hepsi zor şeyler. Ama zorluklara göğüs germek mü'minin, mertliğin şânıdır, hâlidir. Mü'min böyle merdâne hareket eder, sağlam durur.

Cenâb-ı Hak'tan âfiyet isteyin, isteyelim, istemeliyiz! Ama musibet gelince de, sabretmeliyiz. Saberedenlere çünkü Cenâb-ı Hak'kın mağfiret arkasından mağfireti, peşpeşe mağfireti vardır ve rahmeti vardır. Rahmet-i Rahmân'a erecekler, mağfiretine mazhar olacaklar, dünya ve âhiretleri mâmur olacak, âhirette cennetiyle cemâliyle müşerref olacaklar. Hidâyet üzere olmak ne güzel!

Sabrı öğrenin!.. Sabrı hem kendiniz öğrenin aziz ve sevgili dinleyiciler ve izleyiciler; hem de çoluk çocuğunuza sabır denilen şeyi öğretmek için, "Bu sabrı nasıl öğretiriz?" diye düşünün taşının!

Şimdi çocuğu meselâ sabah namazına getireceksiniz:

"--Evlâdım, hadi canım kalk, bak ezan okunuyor; sabah namazına gidelim, sevap kazanalım!"

Çocuk kalkamıyor, kalksa uykusuzluğa dayanamıyor, gözlerini oğuşturuyor, kenara yığılıyor, tekrar yatıyor. Neden?.. Uykuya sabrı öğrenememiş. Ama eğer sen onu küçükten yetiştirirsen, öğrenir.

Hani rahmetli halamızın Medine'deki hikâyesini hep anlatırım vaazlarımda. Teheccüd ezanı okunurken, evin hanımı gitmiş, bebeği beşikten uyandırmış. Hala da sormuş:

"--Niye uyandırıyorsun bu çocukcağızı?"

"--Ezan okunuyor, teeccüd ezanı..."

Demiş:

"--Çocuk, altında bez var, daha küçük, beşikte, yâni ne olacak?.."

"--Olsun, kocam bu vakitte uyandırmamı istiyor, uyandırmazsam kızar." demiş.

Peki kocası niye o vakitte uyandırıyor bebeği? Çocuk o saatte uyanmaya alıştı mı, vücut ona göre alıştı mı, artık teheccüde kalkmakta zorlanmaz.

Şimdi kendi kendinize sorun: Uykunuzu bölüp teheccüde kalkabiliyor musunuz? Uykusuzluğa sabredebiliyor musunuz? Veyahut daha başka namaza, niyaza devama; veyahut Allah yolunda bir meşakkatli durum olduğu zaman sabredebiliyor musunuz? Edemiyorsunuz. Edemiyorsanız, demek ki sabır eğitimi eksik olmuş.

Bunu düşünerek, çoluk çocuğumuzu açlığa karşı, susuzluğa karşı, yorgunluğa karşı, uykusuzluğa karşı alıştırarak, biraz onu da öğretmeliyiz. Yâni çukulata almayı öğretip, oyuncaklarla odaları doldurup, gönlünü şen etmeyi öğrendiğimiz gibi, sabretmeyi de öğretmeliyiz.

Şimdi burada bizim kardeşlerimize ben söyledim, Allah razı olsun, onlar da çalışmaları ilerlettiler; bir izci takımı kuruyoruz burada. Kurdular, açılışını yaptılar.

Tabii bizim kendimize göre kıyafetimiz var, müslüman olduğumuz için. "Ama biraz dağda, bayırda yürümeyi, asta üste muameleyi öğrensin... İntizamı, düzeni öğrensin, çalışmayı öğrensin, yardımı öğrensin..." diye böyle bir şeye girdik. İzci birliğimizi Melbourn'da arkadaşlar kurdular. Ben de Melbourn'a gidince önümüzdeki günlerde. göreceğim; ikinci bir açılış merasimi yapacağız inşaallah... Türkiye'de de çocuklarımızı biraz yetiştirmeliyiz.

Biz sabah namazına gidiyoruz arkadaşlarla, bakıyorum sabahın köründe, yâni etraf iyi görünmüyor, karanlık vakitte, idman için, vücudu sağlıklı olacak diye, bisiklete binmiş, tenha yolda, karanlık yolda gidiyor. Ormanın içinde kadın yürüyor... Yâni, "Yürürsem ayaklarım kuvvetlenecek, ciğerim kuvvetlenecek temiz havada..." diye yapıyorlar bunları. Yâni kendilerini meşakkate alıştırıyorlar.

Bu meşakkate alışmak, İslâm'da bir eğitim işidir. Bunun öğretilmesi lâzım ve bu okuduğumuz âyetlerde bunlara işaret var. Onun için siz de çocuklarınızı şükre de alıştırın, sabra da alıştırın! Nimetleri verdiğin zaman şükretsin, teşekkür etsin, memnun olsun, sevinsin, yüzü gülsün! Amma yorucu, üzücü, sıkıntılı, acı, elem verici bir şey olduğu zaman da, sabretsin!..

Bizim dişci bir kardeşimize gitmiştim ben. Yâni sözü çok da uzatmak istemiyorum ama, güzel bir misal. O anlattı. Bir hanımefendi kız çocuğuyla gelmiş dişciye... Tabii çocuk dişçide dişi acıyacak diye korkuyor. Zaten dişi ağrıyor. Koltuğa oturacak. .

"--Anne korkuyorum, acır mı?" demiş.

Annesi -- dikkat ettim-- dedi ki:

"--Evet evlâdım, acır ama bunun olması lâzım! Acıyor ama, bunu yaptığımız zaman diş tedavi olmuş olacak, ondan sonra acı olmayacak. Şu anda biraz çekeceksin, sabret evlâdım!" demiş.

"--Pekiyi anneciğim!" demiş kız.

Acıdığı halde, gayet güzel durmuş ve dişinin tedavisini yaptırmışlar.

İşte bak, bu bir eğitim. Çocuğa, "Hiçbir şey olmayacak, bak, otur, bilmem ne..." filan diyorlar. Ondan sonra acıyınca da, çocuk basıyor feryadı. Feryâd u figan, bağırma, çağırma acıyı azaltmıyor, sadece ortalığı velveleye vermiş oluyor. Yanlış bir şey... Çocuğumuzu güzel eğitmeye çalışalım!..

Allah-u Teàlâ Hazretleri çocuklarımızı güzel yetiştirmeyi nasib eylesin... Güzel günlerini görmemizi nasib etsin... Onlarla bizleri, sevdiklerimizi hep beraber cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin...

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

02. 05. 2000 - AVUSTRALYA