25. 04. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ (Bakara: 153 - 154)

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Hazırlayanlar: Dr. Metin Erkaya & M. Esad Erkaya

------------------

SABIR VE NAMAZLA ALLAH'TAN YARDIM İSTEYİN!

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı dünyada, ahirette üzerinize olsun... Cenâb-ı Hak iki cihanda cümlenizi aziz ve bahtiyar eylesin...

a. Allah'tan Yardım İstemek

Tefsir sohbetlerimizde Bakara Sûre-i Şerîfesi'nin 153. ayet-i kerimesine ulaştık. Daha önceki hafta yaptığımız sohbette:

(Fezkürûnî ezkürküm veşkürûlî ve lâ tekfurûn.) (Bakara: 152) "Ben sizin kıblenizi değiştirdim, size peygamber gönderdim. O peygamberin şu güzel evsafı var, ne mutlu size... Binâen aleyh, siz de beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim! Bana şükredin ve bana sakın küfrân-ı nimette bulunmayın!" ayet-i kerimesi üzerinde durmuştuk.

Onun arkasından buyuruyor ki; okuyorum, bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(Yâ eyyühellezîne âmenüstaînû bis-sabri ves-salâh, innallàhe meas-sàbirîn.) (Bakara: 153)

(Yâ eyyühellezîne âmenû) "Ey iman eden mü'min kullar!" diye Rabbül-àlemîn, Mevlâmız Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri mü'minlere hitab ediyor. (İstaînû bis-sabri ves-salâh) İstiâne; avn istemek, yardım istemek mânâsına bir kelime. İstif'al bâbı bir şeyi taleb etmek, istemek mânâsına geliyor çok kere. Meselâ, isticvâb; cevap istemek.

(İstaînû bis-sabri) "Sabır ile, sabrı kullanarak, sabrı vasıta edinerek, sabır vasıtası ile yardım isteyiniz!" Tabii, yardım kimden istenir?.. Yardımı yapmağa muktedir olan kudret sahibinden istenir. Mü'minler yardımı Allah-u Teàlâ Hazretleri'nden isterler. Düşmanları ne kadar kuvvetli olursa olsun, onlar;

(Hasbünallàhu ve ni'mel-vekîl) "Allah bize yeter, o ne iyi vekildir." derler ve her türlü tehlikeye karşı yardımı Allah-u Teàlâ Hazretleri'nden taleb ve niyaz ederler.

(İyyâke na'büdü) "Sadece sana ibadet ederiz, (ve iyyâke nestaîn) sadece yâ Rabbi, senden yardım isteriz." Çünkü hakîkatte her türlü yardımı veren veya verdirtmeyen; birileri yardım etmek isteseler bile yolu kesen, kesecek kudrette olan Allah-u Teàlâ Hazretleri'dir.

İslâm tarihindeki vukat, müslümanların ihlâslı, imanlı mücadeleleri incelenirse görülür ki, nice güç durumdaki İslâm ordularına Allah-u Teàlâ Hazretleri yardım etmiş, az olmalarına rağmen gàlib eylemiştir. Nice çok düşmanları, çok çok yardımlar geldiği halde perişan eylemiştir. Bunun misalleri çoktur.

b. Sabrın Önemi

(İstaînû bis-sabri) Siz sabrederek, sabrı kullanarak, sabırlı olarak yardım isteyiniz. (Ves-salâh) Namaz ile... Sabır ile, namaz ile yardım isteyiniz! (İnnallàhe meas-sàbirîn) Hiç şüphesiz, kuşkusuz, muhakkak ki Allah-u Teàlâ sabredenlerin yanındadır, sabredenlerle beraberdir."

Daha önceki ayetlerde, mü'minler Cenâb-ı Hakk'ı zikretmekle ve şükretmekle emrolundular. Bu ayet-i kerimede de sabırla emrolunmuş oluyorlar. Bu bakımdan, bir önceki ayet-i kerimeyle bu ayet-i kerimenin mânâ ilişkisi âşikârdır.

İmanı ve hayatın kanunlarını, ilâhî kanunları bilmeyen cahil veya gafil olan kimseler, "İnsan mü'min olunca, ona imanından dolayı imtiyazlı bir muamele yapılacak, hiç üzüntü, elem, keder, hastalık, dert, belâ, musîbet gelmeyecek." diye sanabilir. Ama iş öyle değildir. Cenâb-ı Hak bu dünya hayatını imtihan hayatı olarak düzenlemiştir. Bizi de imtihan etmek için buraya göndermiştir. Onun için imtihanda da çeşitli sıkıntılarla karşılaşılır. Bu karşılaşılan sıkıntıların aşılması için de, insanın sabırlı olması lâzım! O sabrı tavsiye ediyor.

Müslümanın ibadetlerindeki hikmetler düşünülürse, onu sabra alıştırmaya yönelik olduğu görülür. Müslüman sabra küçükten, mükellef olduğu çağdan itibaren sabrın her çeşidine alıştırılıyor. Yâni oruçla, Ramazan oruçlarıyla, namazlara beş vakit devam etmekle, sabahleyin erken kalkmakla, teheccüd namazıyla, diğer görevlerle, ibadet ve taatlerle sabra alıştırılıyor.

Müslümanın sabrı kendisine şiar, alet ve vasıta, hız ve güç ve başarı kaynağı etmesi lâzım!

Her nimetin kazanılması birtakım külfetler sarfıyla oluyor. Mahsulün biçilmesi için ekilmesi ve bakılması gerekiyor. Tarlanın sürülmesi gerekiyor, otların ayıklanması gerekiyor. Sulama gerekiyor. Mahsulün toplanması gerekiyor, ayıklanması, ilaçlanması gerekiyor. Ondan sonra sonuç elde ediliyor.

İnsanın hayatta başarı kazanması için, iyi bir eğitim görmesi gerekiyor, okuması gerekiyor. Bunun için masraf etmesi gerekiyor, zaman harcaması gerekiyor, çalışması gerekiyor, uykusuz kalması gerekiyor. Binâen aleyh, müslüman başarı için her şeyde sabretmeli!

İmanın başı sabırdır. İyi icraat yapabilen bir müslüman olmanın başı da sabırdır. Tarikatın başı da sabırdır. Dinin yarısı sabırdır, yarısı şükürdür. Yâni önemli bir kısmı sabırdır. Ahlâkın başı, temeli sabırdır. Her türlü başarının kaynağı, sabırlı olmaktır.

Bu sabırlı olmayı, mutlaka çoluk çocuğumuza öğretmeliyiz. Uykuya dayanamıyor, uykusuzluğa dayanamıyor, yorgunluğa dayanamıyor, çalışmaya dayanamıyor... Böyle olmaz. Yâni sabrı öğrenmesi lâzım! Her işin olması zamanın gelişmesiyle, akmasıyla, geçmesiyle olduğundan, o zamanın geçmesi için de kişinin sabra sarılması lâzım!

Onun için, Allah-u Teàlâ Hazretleri bir de sabredenleri sever.

(Vallàhu yuhibbüs-sàbirîn) diye ayet-i kerimeler var. Sevdiği huylara sahib insanların bir bölüğü sabredenlerdir. Allah-u Teàlâ Hazretleri lütf u keremiyle, kuvvet kudretiyle, avn ü inâyetiyle sabredenlerin yanında olacağını da müjdeliyor. (İnnallàhe maas-sàbirîn) diye bu ayetin sonunda da bildiriyor.

Demek ki sabrı öğreneceğiz, sabrı çoluk çocuğumuza öğreteceğiz. Sabrı şiar edineceğiz, sabrı kullanacağız. Her şeyin sabırla olduğunu bileceğiz. Bir taraftan insanın kendi nefsinden gelen istekler vardır veya isteksizlikler vardır. Bitmez tükenmez nefsânî arzular, şehevât-ı nefsâniyye dediğimiz şeyler; bir taraftan da yapılması gereken, ama meşakkatli olan güzel şeylere karşı da tenbellenmeler, isteksizlikler vardır. İnsanın nefsine karşı mücadele etmesi gerekiyor, bu bir sabır işi... Diğer taraftan kâfirlere karşı mücadele etmek gerekiyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin emirlerini, ibadetleri yapmak için sabretmek lâzım; ne kadar meşakkatli zahmetli olsa da... Günahları, haramları da ne kadar câzibeli, ne kadar iştiha çekici, ne kadar hoş görünüşlü olsa da, onları da yapmamak için diretebilmesi, sabredebilmesi lâzım!

Bunu şuna benzetmiş alimler: İnsan hastalandığı zaman acı ilaçları içiyor, acımasına rağmen iğneyi yaptırıyor, kesme biçme olduğu halde ameliyata bile razı oluyor; çünkü sonunda sağlık var... Binâen aleyh acı gelen, zor gelen, meşakkatli olan şeyleri de yapacak ki insan; sonunda sevap var, Allah'ın rızası var.

Nefsânî şeyleri de yapmayacak. Bir takım cazibeli zehirli çiçekler oluyor, zehirli bitkiler oluyor, zehirli meyvalar oluyor. Onları yediği zaman zehirleniyor insan. Bunun gibi, cazibeli olduğu halde nefsânî şeyleri de yapmamak gerekiyor.

Bazıları, "Sabır burada husûsî bir maksadla kullanılmıştır. Burdaki sabırdan maksad oruçtur." demişler. O zaman, "Ey iman edenler, oruç tutarak, namaz kılarak Allah'ın yardımına mazhar olmayı düşünün!" demek olur. Bazılarına göre bu sabırdan maksad cihaddır. Elbette cihad ederek, cehd sarfederek, düşmanla, nefisle mücadele ederek bu işler olacağı için, onu kasdediyor diye tefsir edenler var. Ama umîmî mânâsı zaten bunları da içine alıyor.

Sabrı çok önemli bir huy olduğundan, güzel ahlâk olduğundan, kendimize ve çoluk çocuğumuza öğretmeliyiz. "Evlâdım, bak buna sabretmen lâzım! Sabır çok sevaplıdır." diye öğretmemiz lâzım!

c. Namazın Kıymeti

İkincisi de namaz. (Salât yazılıyor, üzerinde durulduğu zaman salâh diye okunuyor.) Namaz da çok yüce, çok değerli, çok önemli bir ibadettir. Peygamber SAS Efendimiz'in hali ve adeti anlatılırken buyrulmuş ki:

RE. 529/18 (Kâne izâ hazebehû emrun sallâ) Hazebe, zor bir işin ansızın gelip insana çatması demek. "Peygamber Efendimiz'e zor, elem verici, üzücü bir iş gelip çattığı zaman, Efendimiz hemen namaza dururdu." Çünkü, namaz mü'minin mi'racıdır. Çok şerefli bir ibadettir ve zikrin her çeşidini, duanın her çeşidini, en güzellerini ihtiva ediyor. Hürmetin, Cenâb-ı Hakk'a kulluğun ve saygının, ta'zimin her çeşidini ihtiva ediyor.

Cenâb-ı Hakk'ın çok sevdiği bir ibadettir. Kul namaza durduğu zaman, "Allahu ekber" deyince, Cenâbı Hakk'ın divanına, huzuruna girmiş olur. Hattâ camide namazı beklerken, ezan okunacak da namazı kılacağız diye beklerken bile, namazdaymış gibi muamele görür, öyle sevap kazanır ve melekler ona dua ederler.

Namaz son derece müessir, son derece tesirli bir ibadet şeklidir. Onun için Peygamber SAS Efendimiz: "Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi ve (cuile kurretül-aynî fis-salâh) namaz kılmak benim gözümün şenliği, gözümün sürûru kılındı." buyurmuştur. Yâni, "Namaz kılmayı ben çok seviyorum, namaz kılmanın aşığıyım." demiş oluyor.

d. Sabrın Karşılığı

Mü'minler ne yapacaklar?.. Sabredecekler, sabrın her çeşidini gösterecekler. Nefislerini terbiye etmek için oruçsa oruç, cihadsa cihad, nefse muhalefetse muhalefet; düşmana karşı savaşmak, sabretmek, kaçmamak; ama her anda Cenâb-ı Mevlâ'dan uzak olmamak, "Allàhu ekber" deyip onun divanına durmak, Cenâb-ı Hakk'ı iltica eylemek...

Bu tefsir ettiğimiz daha önceki ayet-i kerimelerde de geçmişti. Daha önceki ümmetlere de:

(Vestaînû bis-sabri ves-salâh, ve innehâ lekebîratün illâ alel-hàşiîn) (Bakara: 45) buyrulmuştu. Yâni, "Sabırla, namazla siz de Cenâb-ı Mevlâ'dan istiàne eyleyiniz! Şüphesiz o (sabır ve namaz), Allah'a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir." diye, Bakara Sûresi'nin evvelki ayetlerinde, daha önceki ümmetlere de aynı tavsiyenin yapıldığı beyan buyruluyordu.

(İnnallàhe maas-sàbirîn) "Allah sabredenleri sever ve onların yanında yer alır."

(İnnemâ yüveffes-sàbirûne ecrâhüm bigayri hisâb) (Zümer: 10) buyruluyor ileride gelecek bir ayet-i kerimede. İnnemâ edât-ı tahsistir. "Sadece sabredenlere ecirleri, mükâfâtları, sabrettikleri için alacakları sevaplar bigayri hisâb verilecek." Başkalarına tabii bir hesap var, miktar var. İyi amelinin cinsine göre mükâfâtın de derecesi var, miktarı var.

Meselâ, "Dört çeşit amel yediyüz misli sevapla karşılanır." buyuruyor Peygamber Efendimiz. "Birisi, insanın evine, ailesine masrafı; bire yediyüz... Birisi, anasına babasına masrafı; bire yediyüz... Birisi Cenâb-ı Hakk'ın yoluna, cihada masrafı; bire yediyüz..." Bir de o hadis-i şerifte özel bir davranış tavsiye buyurulmuş: "Ramazan bayramında kurban kesmek, bire yediyüz." diye bildiriliyor. Meselâ bu yediyüz rakamı.

Ama, başka bir hadis-i şerifte buyruluyor ki:

(Zikrullàhi teàlâ efdalü indallàhi minen-nafakati fî sebîllâhi bimieti dereceh) "Allah-u Teàlâ Hazretleri'ni zikretmek, fî sebîlillâh masraf yapmaktan, Allah yolunda cihada para sarfetmekten yüz kat daha sevaplıdır." buyruluyor. Yediyüzün yüz katı, yetmişbin; demek ki zikrullahın sevabı yetmişbindir.

Gizli yapılan zikrin sevabı, --her zaman, her vesileyle, şevk olsun, kıymetini bilsinler de icrâ etsinler diye kardeşlerimize söylüyorum-- içten, kalbden yapılan zikrin sevabı bunun yetmiş katıdır. Yâni yetmişbinin yetmiş katı, dört milyon dokuzyüzbin oluyor.

(İnnemâ yüveffes-sàbirûne ecrâhüm bigayri hisâb) Ama, sadece sabredenlerin mükâfâtları bigayri hisab verilir. Cenâb-ı Mevlâ sabredenleri sevdiğinden, onlara sevabı artık sayıya sığmayacak şekilde, çok çok verdiğini beyan ediyor.

Ali ibn-i Hüseyin Zeynel-Àbidîn'den, yâni Hazret-i Hüseyin'in oğlu Ali'den rivayet olunuyor ki:

(İzâ cemeallàhul-evvelîne vel-âhîrîn) "Allah-u Teàlâ Hazretleri evvelki insanları ve sonraki insanları, yâni bütün insanları topladığı zaman..." Nerede toplayacak?.. Ba'sü ba'del-mevt, sûra üfürüldükten sonra mahşer yerinde toplayacak. (Yünâdî münâdin) "O zaman bir münâdi, yâni seslenici, çağırıcı, tellal, bağıran kişi nidâ edecek: (Eynes-sâbirûne) 'Nerede sabreden Allah'ın sabırlı kulları, hangileri?' diye seslenecek mahşer halkına; (liyedhulül-cennete kablel-hisâb) 'Cennete hesapsız girsinler!' diye seslenir." (Liyedhulül-cennete kablel-hisâb) veya (liyudhilül-cennete kablel-hisâb) olabilir. Ama birincisi daha uygun.

"--Hesapsız cennete girsinler diye sesleniyoruz, nerede Allah'ın sabırlı kulları?" diye bir münâdi seslenir.

(Kàle feyekmü unukun minen-nâs) İnsanlardan bazıları boyunlarını uzatırlar, (feyetelakkà hümül-melâikeh) melekler onları karşılarlar. Sabırlılar çıksın denildiği için, bunlar çıkıyor meydana. Melekler onları karşılarlar, karşılarına dikilirler, (feyeklûn) derler ki: (İlâ eyne yâ beni âdem)

"--Ey âdem oğulları, nereye gidiyorsunuz?"

(Feyeklûn) Sabırlı oldukları için topluluktan ayrılan bu kişiler derler ki: (İlel-cenneti)

"--Cennete gidiyoruz."

(Feyeklûn: Ve kablel-hisâb)

"--Hesap görmeden evvel mi gideceksiniz cennete?" (Kàlû: Neam)

"--Evet." derler.

(Kàlû: Ve men entüm)

"--Peki siz kimlersiniz?

(Kàlû: Nahnus-sabirûn)

"--Biz Allah'ın belâlarına, musibetlerine rıza gösterip, sabretmiş kullarız."

(Kàlû: Ve mâ kâne sabruküm)

"--Neydi sizin sabrınız, hangi konudaydı?" diye melekler sorarlar.

(Kàlû: Sabernâ alâ tâatillâh)

"--Allah'a taat ve ibadetleri yapmak konusunda sabrettik, sebat ettik; gevşeklik göstermedik, nefsimizin tembelliğine fırsat vermedik... Allah'a kulluğu, ibadetleri, emirleri yapmakta vazifemizi yerine getirdik. (Ve sabernâ an ma'sıyetillâh) Allah'ın günahlarına karşı da sabrettik. Zevkli de olsa, câzibedâr da olsa, çekici de olsa, tahrikkâr da olsa, biz günahlara kaymadık, onlara karşı kendimizi tuttuk; tövbe tövbe dedik, başımızı çevirdik, bakmadık, gitmedik, yapmadık, sabrettik. (Hattâ teveffânallàh) Allah bizim ruhumuzu kabzedip vefâtımız gelinceye kadar, Allah bizi dünya hayatından ayırıncaya kadar, ölümümüz mukadder olduğu zamana kadar sabrettik."

(Kàlû: Entüm kemâ kultüm) Melekler derler ki:

"--Evet siz söylediğiniz gibisiniz, söylediğiniz haktır. (Üdhulül-cennete) Haydi girin cennete! (Feni'me ecrül-âmilîn) İlmiyle amel eden, Allah'ın emirlerini tutan, İslâm'ı lafta bırakmayıp icraatı da yapan kullara ne mutlu!" derler.

Yâni onlara gıbta ediyorlar, onları medhediyorlar. İşte bu sebeplerden dolayı, sabrın mükâfatı çok olduğundan, müslümanın sabretmeye kendisini alıştırması lâzım! İbadetleri yapmakta sabretmesi, günahlardan kaçınmakta sabretmesi, bir de Cenàb-ı Hakk'ın kendisine takdir buyurduğu olaylar, vukuat karşısında; hayatında hastalık geliyor, daha başka şeyler geliyor, onlara karşı da, "Cenàb-ı Hakk'ın takdiridir." diye sabretmesi lâzım!..

e. Şehidlere Ölüler Denilmemesi

Bundan sonraki, 154. âyet-i kerimede de buyruluyor ki:

(Ve lâ teklû limen yuktelü fi sebilillâhi emvât) "Allah yolunda, fî sebîlillâh, katlolunan, savaşta öldürülen, şehid edilen kimselere siz 'Bunlar ölülerdir, ölmüşlerdir!' demeyiniz. (Bel ahyâün) Aksine, bilakis onlar ölü değil, dirilerdir. (Velâkin lâ teş'urn.) Siz onların o hayatını, ölü olmadıklarını, diri olduklarını anlayamıyorsunuz."

Bu âyet-i kerimenin sebebi nuzülünün Bedir Harbi'nde şehid olanlar hakkında olduğu belirtilmiş. Bedir Harbi'nde bazıları hayatını kaybedince, Medine'deki veyahut başka yerlerdeki kâfirler, münafıklar bunlar hakkında ileri geri laflar etmeye başlamışlar.

Bedir'de kaç kişi öldürülmüş?.. Ondört müslüman öldürülmüş; altı tanesi muhacirlerden, sekiz tanesi de Medine-i Münevvere'nin ensarından. Bunların isimleri tefsir kitaplarında kaydedilmiş.

Bunlar hakkında demişler ki, kâfirler ve münafıklar:

"--Kendilerine zulmederek bu insanlar kendilerini öldürüyorlar. Muhammed'in gönlünü yapmak için, emrini tutmak için, kendilerine zulmederek, kendilerini öldürüyorlar. Hiç bir faydası yok bunun!" gibi kâfirce bir söz söylediler.

Bunun üzerine, Cenàb- Hak Teàlâ Hazretleri bunların aleyhinde, bunların sözlerinin kâfirce bir söz olduğunu, yanlış ve haksız olduğunu belirtmek için, bu âyet-i kerimeyi indirdi.

Daha başka ayetlerde, meselâ Âl-i İmran Sûresi'nde de, bu Allah yolunda öldürülenlerin Cenàb-ı Hakk'ın indinde mânevî rızıklarla rızıklandırıldıkları, onların ölmedikleri, şühedâ hayatı denilen bir hayatla berhayat oldukları, hayatta oldukları bildiriliyor.

İşte kâfirler öyle dediler diye Cenàb-ı Hak Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki: (Ve lâ teklü) "Siz demeyiniz ey mü'minler, siz öyle sanmayınız, (limen yuktelu fi sebilillâhi) Allah yolunda yapılan cihadda öldürülenler için, şu sözü söylemeyiniz; (emvâtün) 'Onlar ölmüşlerdir demeyiniz. Yâni onlar ölmediler, onlar Cenàb-ı Hakk'ın huzurunda ikrâm-ı ilâhiyyeye mazhardırlar."

Tabii bu Âl-i İmrân'da da bildiriliyor:

(Ve lâ tahsebennellezîne kutilû fi sebilillâhi emvâtâ, bel ahyâun inde rabbihim yurzekn. Ferihîne bimâ âtâhümullàhu min fadlihi ve yestebşirûne billezîne lem yelhak bihim min halfihim ellâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn.)

[Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar diridirler; Allah4ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde, Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.] (Âl-i İmrân: 169-170)

Âl-i İmrân Sûresi'ndeki bu ayet-i kerimelerde, Allah yolunda öldürülenlerin nice nimetlere mazhar oldukları bildiriliyor. Bir de onların memnun ve mesrur oldukları Cenàb-ı Hakk'ın nimetleriyle ferahnâk oldukları, sevinçli oldukları belirtiliyor. Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerden dolayı çok çok sevinçli oldukları belirtiliyor.

Ve ölmemiş olan, gazi olmuş olan, hayatta kalmış olan mü'minleri de müjdelemek istedikleri; "Ey mü'minler! Bakın biz şehid olduk, biz çok memnunuz, bu tarafta çok büyük nimetlere nail olduk. Siz de bu hususta fedâ-yı can etmekten çekinmeyin! Çok büyük faydası var, çok büyük sevabı, ecri, mükâfatı var." diye böyle müjdelemek istedikleri, Âl-i İmrân'daki bu âyet-i kerimelerde belirtiliyor.

Tabii bu insanlar, bu dünyadaki her şeyi bile şu gözleriyle tam göremiyorlar, şu kulaklarıyla tam duyamıyorlar. Havâss-ı hamsenin, yâni beş duyunun zaafları var, eksiklikleri var, hududu var, tahdidi var. Yâni sınırlı bir görüş, sınırlı bir duyuş, sınırlı bir duygu...

Hatta bazı umursamadığımız, küçümsediğimiz, aşağı gördüğümüz hayvanlar, bizden daha iyi duyar, daha iyi görür. Meselâ bir baykuş, gecenin karanlığında çok daha iyi görür. Meselâ bir at, bizim duyamayacağımız sesleri, çok daha uzaklardan gelen sesleri duyar.

İnsanoğlunun dünyadaki şeyleri hissetmesi bile, hislerin sınırlı olması dolayısıyla tam değil, belli bir noktaya kadardır. Bazı şeyleri de hiç göremiyor, hissedemiyor; ama zararına uğruyor. Radyasyon gibi, şu ışınlar, bu ışınlar gibi veyahut daha başka şeyler. Zararı kendisine geliyor, öldürecek duruma ulaştırıyor, hâlâ orada o zararın olduğunu anlayamıyor insanlar.

Sonra, birtakım var olan şeyleri, fiziğin, kimyanın var dediği şeyleri göremiyor. Çünkü gözleri, kulakları onları algılayacak kadar hassas yaratılmamış; ama var.

İşte Allah yolunda öldürülenlerin de hayatta olduğunu anlamamaları, insanların zaafındandır. Demek ki bedenen bunlar toprağa düştüler, kanları aktı, gömüldüler filan diye, bunlar hayatlarını kaybetmiş değiller.

İnsanların bir bedeni var, bir de ruhu var. Ruhun başlı başına kàim ve bedenden ayrı bir varlığı olduğu, bu âyet-i kerimede çok güzel anlaşılıyor. Ölümden sonra da, ruhun lezzetleri alarak, nimetlere mazhar olarak bir çeşit hayatla devam ettiği, gayet güzel ifade edilmiş olduğundan, ruhun bekàsı ve müstakillen varlığı da anlaşılmış oluyor.

Tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri, bizi bu dünyaya bir zaman için gönderdi. Yâni şehid olan da ölecek, savaştan kaçan da ölecek... Nasıl olsa hayatın sahibi olan insanlar, bir zaman gelecek kimbilir nerede, nasıl, kaç yaşında, genç veya yaşlı hayatını yitirecek. Bu hayatın sonu olacak; bu kesin...

Binâen aleyh, böyle dedikodu etmeye ancak kâfirler kalkışıyorlar. Yâni İslâm'a söz ulaştırmak, dil uzatmak, müslümanları caydırmak veya kendilerine bir bakıma taraftar kazanmak, haklı göstermek için böyle şeyleri yapıyorlar.

İnsanların hayatları zaten belirli; yaratıldığı zamandan, doğduğu zamandan belirli... Yâni kâfir öyle ölüme gidenleri tenkid ediyor; haydi bakalım, kendisinin üzerinden ölümü defetsin bakalım, ölmesin, elindeyse kendisini korusun! Kendi hayatını sonsuza dek sürdürebiliyorsa, sürdürsün. Nasıl olsa kendisi de ölüyor.

Binâen aleyh, o tenkidlerin hiç aslı yok! İnsanlar şu veya bu sebeple ölecekler. Ne mutlu güzel bir sebeple, Cenàb-ı Hakk'ın yolunda, Cenàb-ı Hakk'ın istediği bir şekilde, hayatı böyle şehid olarak son bulanlara!..

Cevat Rıfat Atilhan (Rh.A)'i, bir bayramda ziyarete gitmiştik Kızıltoprak'taki evine... O zaman üniversite öğrencisiydik. Baktık ki, bir alt katta oturuyor, alt katta camların hiç teli yok, demiri yok. Yâni bir kırılsa, içeri hemen girecekler. Orada arkadaşlardan birisi dedi ki:

"--Üstad! Böyle hiç tedbir yok, camlar kırılabilir. Demir yok, alt katta duruyorsunuz. Yâni tehlikeli değil mi?" gibi bir soru sordu.

O da imanlı bir cevap verdi, yâni imanının kuvvetini gösteren güzel bir cevap verdi, dedi ki:

"--Çocuklar, ben harbde bulundum. Filistin cephesinde kıtalar arasında haber götürmek için postacı idim. Bu kıtadaki haberi öbür kıtaya götürmek için. Alırdım haberi çantama koyardım ve bir taraftan öbür tarafa giderken her tarafımdan kurşunlar vızır, vızır, vızır, vızır, cızırdayarak, cıvıldayarak, vızıldıyarak geçerdi ama, görüyorsunuz Cenàb-ı Hak öldürmeyince ölmüyor insan, bu vakte kadar yaşadım. İşte karşınızdayım diye söylemişti."

İllâ harbe giren herkes ölecek diye bir kural yok. İşte Bedir savaşında, 313 kişi kadar müslümanlardan 14 kişi vefat etmiş; yâni çok az bir sayı. Bir savaş oluyor, vefat edenler edenler çok az; geriye kalanlar, muzaffer olarak dönenler çok daha fazla, kâfirlerden öldürülenler çok daha fazla.

Bazen insan durduğu yerde vefat ediyor. Bazen bir kaza oluyor, zelzele oluyor, vefat ediyor. Binâen aleyh bütün bunlar gösteriyor ki, kâfirlerin o dedikodularının hiç bir aslı, esası yok! Ne mutlu Cenàb-ı Hakk'ın yolunda cihad edenlere ve bu uğurda şehidlik mertebesine erip canını verenlere, o ilâhi makamlara, ikramlara nâil olanlara!..

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizleri, böyle bozguncu dedikodulardan yılmayan, onlara aldanmayan, kapılmayan ve Cenàb-ı Hakk'ın yolunda emirlerini tutmak hususunda gayretini eksiltmeyen, fütur getirmeyen, fetrete düşmeyen, gevşemeyen has, hakîkî, hàlis muhlis kullardan eylesin...

Çünkü mü'min kulun başına --önümüzdeki hafta inşaallah okuyacağız-- Cenàb-ı Hak çeşitli imtihanlar gönderir. Onlardan, başına gelen olaylardan dolayı fütur getirmemek lâzım! "Allah-u Teàlâ Hazretleri, imtihan için bunları gönderiyor." deyip, Allah yolunda malıyla, canıyla gayret gösterip cihad etmek lâzım!..

Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle ömür geçirip, rızasını kazananlardan eylesin cümlemizi... Allah hepinizden razı olsun...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû, aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!..

25. 04. 2000 - AVUSTRALYA