17 AĞUSTOS 1975 İSKENDERPAŞA
RÂMÛZÜL-EHÂDÎS DERSİ
Mehmed Zâhid KOTKU (Rh.A)
Hazırlayan: ERKAYALAR
---------------
ALLAH'IN SEVMEDİĞİ ŞEYLER
Eùzü billâhi mineş-şeytànir-racîm.
Bismillâhir-rahmânir-rahîm...
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn...Vel-àkıbetü lil-müttakîn...Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
İ'lemû eyyühel-ihvân... İnne efdalel-kitâbi kitâbullàh... Ve enne efdalel-hedyi hedyü muhammedin sallallàhu aleyhi ve sellem... Ve şerrel-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid'ah... Ve külle bid'atin dalâleh... Ve külle dalâletin fin-nâr... Ve bis-senedil-muttasıli ilen-nebiyyi sallallàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl...
Beraber bir salât ü selâm okuyalım:
"Allàààhümme salli alâââ... seyyidinâââ...muhammedinin-nebiyyil-ümmiyyi ve alâ... àààlihî ve sahbihî ve sellim..." (3 defa)
a. Allah'ın Sevmediği Helâl
RE. 8/2 (Ebğadul-halâl) "Helâlın en mebğûz olan kısmı, Allah-u Teàlâ'nın en sevmediği helâl, (et-talâk) boşamak." Boşamak helâl. Helâl olmakla beraber Allah-u Teàlâ hiç de sevmiyor. Ayrılık iyi bir şey değil.
"--Helâl olsun da sevilmez olsun olur mu?.." diyeceksin şimdi.
Olur. Meselâ, namaz kılmak, sevaplı bir şey. Cami dururken, evinde namaz kılsa; camiye gelmiyor, evinde kılıyor namazı... O şekilde kılması, Allah'ın sevmediği bir şeydir.
Yahut, gasb olunmuş bir yerde namaz kılıyor. Başkasının malını zorla almışlar elinden, onun arazisinde namaz kılıyor. Namaz makbul bir şey, fakat Allah onu sevmez.
Alış-veriş helâl. Ama cuma günü ezan okunduktan sonra olan alış-veriş, haram. İşte bu da aslında helâl olduğu halde, Allah bunu da sevmiyor.
Camide yemek, içmek ve konuşmak... Yemek, içmek helâl bir şeydir. Fakat camide yenildiği için, Allah sevmiyor. Ancak i'tikâfta olan yer camide... İ'tikâfta olan camide konuşabilir de. İ'tikâfta değilsen, ne yiyebilirsin, ne içebilirsin, ne de konuşabilirsin. Bu bizim (Neveytül-i'tikâf) "İ'tikâfa niyet ettim!" diyerekten girişimiz; kendimizi aldatıyoruz.
Allah'ın evidir burası. Burada edebi takınaraktan gâyet sakin bir vaziyette duracaksın. Konuşacaksan, dışarıya çık, orada konuş istediğin kadar. Ama bir türlü buna muvaffak olamıyoruz. Allah kusurlarımızı affetsin...
Bu boşamak da şeytanın en sevdiği bir şey... Şeytanın en sevdiği şey, insanları birbirinden ayırmak. Şeytanın istediği de, Allah'ın istemediğidir tabii. Onun için Allah-u Teàlâ'nın indinde en mebğuz şey, talâktır.
--E canım, çok rahatsız ediyor?..
Sabredeceğiz de mükâfat alacağız. Haddini tecavüz ederse; başka...
b. Allah'ın Sevmediği Kimseler
RE. 8/3 (Ebğadur-ricâl ilallàh, el-eleddül-hasm) "Bâtılda, bâtıl davalarda, batılın müdafaasında çok şiddetli bir hasım... [Allah'ın en sevmediği kimse budur.]
Tabii bâtıl deyince kâfidir bir kere. Bâtılın davasında çok şedid adam, "Haklı biziz!" diyor. Ama bâtıl... Kendi de biliyor batıl olduğunu ama, işine öyle geliyor.
Bu Ahmed İbn-i Hanbel'in, Buhàrî'nin, Müslim'in, Tirmizî'nin, Neseî'nin Hazret-i Aişe validemizden rivayeti.
Yâni insan bâtılı katiyyen böyle müdafaa edici olmamalı. Bâtıl olan şey. Allah'ın sevmediği bir yer mi, sevmediği bir yol mu?.. Git şurdan öteye...
RE. 8/4 (Ebğadul-ibâd ilâllàh) "Allah-u Teàlâ'nın sevmediği kulların en mebğûdu, Allah-u Teàlâ'nın en sevmediği insan... (Men kâne sevbâhü) Üstüne giydiği bir esvab var, farzedelim ki hoca esvabı, sarık, cübbe... Gayet şık, güzel. Herkes elini de öper, ayağını da öper meselâ. Esvabı güzel ama, (hayran min amelihî) esvabı amelinden hayırlı, esvabı yaptığı işlerden daha güzel.
(En tekûne siyâbuhû siyâbel-enbiyâ) Peygamberler gibi giyinmiş, (ve amelühû amelül-cebbârîn) fakat işleri, hareketleri zalimlerin hareketi; hareketi zalimler hareketi, işi zalimlerin işi... Zalimlerin müdafii, muhafızı, neler dersen de... Üstü güzel ama, ameli bozuk. Bunlar Allah-u Teàlâ'nın en sevmediği insanlardır."
Aklıma geldi: İnsan, Peygamber SAS'in hayatını yaşamadıkça, kemâle ulaşamaz ve hayatında muvaffak da olamaz. Hayatında muvaffak olabilmenin en büyük sırrı, Peygamber'in hayatını yaşamaktır. O nasıl bir gün aç, bir gün tokluğu ihtiyar etti; bugünkü o davacılar bir gün aç, bir gün de tokluğu ihtiyar edebilirlerse muvaffak olabilirler. Yoksa yüksek maaşlarla, yüksek, kıymetli elbiselerle halkın huzuruna çıkıp, tatlı tatlı konuşmalarla, muvaffak olamazlar bu işlerden.
Bu işlerde muvaffakıyet Peygamberinin yaptığı yapmak.. Nasıl?.. Bir gün yiyordu, bir gün yemiyordu. Bulursa yiyordu, bulmazsa yemiyordu. Üç gün yemediği de oluyordu icabında.
Hazret-i Fatıma Validemiz bir gün bir ekmek yapmış. Onlar da kaç günde bir yapmışlar da, getirmiş babasına da bir ekmek vermiş.
"--Kızım, üç günden beri benim ağzıma lokma girmemişti." demiş.
Ama kimseye de derdini söylemiyordu tabii. Bu sırrı tatmak lâzım! Öyle lâfla gemi yürümez.
Bakıyorsun konuşanların üzerindeki esvaba, hayran oluyor insan... En kıymetli esvabları giymiş; çıkmış, söylüyor. Söylüyorsun ama, senin şu hâline bak, bir de Peygamberin hâline bak!.. Bir de bizim hâlimize bak!..
Bak şimdi aşağıda da gelecek: Fukaraların zümresine düşmedikçe insan, fukaralar zümresine girmedikçe, muvaffakiyet yoktur o kimseye... Ne ordusunda, ne hayat-ı dünyasında... Mutlaka Allah-u Teàlâ'nın fazl u keremi, yardımı zuafalarla beraber oluyor. Zuafaları ne zaman yakalarsan, onların derecesine inersen, onları himaye edersen, muhafaza edersen, sen de onlar gibi yaşarsan; o zaman muvaffakiyet senin için hazır... Nerede olursa olsun.
Onun için Cenâb-ı Hak: "En mebğuz kul bana: Üstü başı güzel, peygamberler gibi giyinmiş, ama ameli ona uygun değil; cebbârîn ameli yapıyor, zalimlerin amelini işliyor." buyuruyor. Zalimlerin amelini işleyen adamı Allah sever mi hiç?..
Yine bak bu hususta:
RE. 8/5 (Ebğadun-nâs ilallàh) "Allah'ın sevmediği, en mebğuz kul, (selâsün) üç kişidir. Üç kişiyi Allah hiç sevmez." Çok bunlar ama, burda üç tanesini söyledi.
1. (Mülhidün fil-haram) "Mekke-i Mükereme'de veyahut Medine-i Münevvere'deki Harem diyorlar ona, oralarda haktan udul etmek, hak üzere durmamak, yaramazlıklar yapmak... Her yerde yaramazlık olur ama, orda olan yaramazlık, hiç olmaz.
2. (Ve mübteğin fil-islâmi sünnetel-câhiliyye) "İslâm'da cahiliyetin sünnetini icraya kalkıyor."
Diyor ki:
"--Adem AS'ın zamanında da insanlar böyle çıplak geziyordu canım, şimdi de çıplak gezersek ne olacak?" diyor.
Cahiliye sünnetini ihyâ ediyor. Peygamberden evvelki zamandaki cahiliye devrinde, herkes açık gezerdi. E şimdi de açık geziyorlar... İşte Allah-u Teàlâ'nın en mebğuz kullarından birisi, cahiliyet adetlerini benimseyen insanlardır. Hepimize burda ders var.
Demin camiye gelirken, çocuklar önüme geçtiler, elimi öpecekler, bir tanesi de kız... Kız ama çırılçıplak, ne diyorlar, dekolte mi diyorlar ne. Göğsü de açık, arkası da açık, kolları da açık... Çocuk ama.
-- "Sana vermem elimi!" dedim.
-- "Neden?" dedi.
--"Bak şu haline kızım, çırılçıplak..." dedim.
Çocuk tabii anlamaz onu, fakat bizde kabahat. Biz evlâtlarımızı daha küçük yaşlarındayken bu şekilde gezdiriyoruz. Sonradan önüne geçilmez tabiatıyla... Daha çocukken muhafaza etmek, bizim vazifemiz.
(Ve mübteğin fil-islâmi sünnetel-câhiliyye) "Cahiliyet sünnetini İslâm devrinde ihyâ etmeye çalışan insanlar Allah-u Teàlâ'nın en mebguz kullarıdır."
Meselâ İslâm'dan evvel içki de içilirmiş. Şimdi içki içiyor adam: "O zaman da içiyorlardı ya!" diyor. Canım o zaman cahiliyet devri idi. Cahiliyet devrinde her şeyler olmuş. Zina da yapılmış, o da olmuş, adam da kesmişler, çocuğunu da gömmüşler... E bunlar cehalet devri adeti. Bugün onların icrası caiz mi? Ama cahil adam bunu da söylüyor işte...
3. (Ve muttalibü demimriin bigayri hakkın liyührîka demühû) "Haksız yere adam öldürmek, bir kimsenin kanını akıtmak isteyen kimse."
Üç kimse: Birisi; Harem-i Şerif'te ilhad eden... İkincisi; cahillerin, cahiliyet devrinin adetlerini ihyâ etmeye çalışan... üçüncüsü de; haksız yere adam öldürüp kanını akıtan... Bunları Allah sevmez.
Bu da Buhàrî'nin, Beyhakî'nin Abdullah ibn-i Abbas RA'dan rivayeti.
Bir tane daha:
RE. 8/6 (Ebğadur-ricâl, ilallàh) Orada nâs dedi, burada ricâl diyor. "Erkeklerin Allah-u Teàlâ'ya en mebğuz olanı, Allah'ın en sevmediği kimse... (Elbelîğullezî yetehallelü bilisânihî tehallülel-bekarate bilisânihâ) Konuşurken --fesâhat diyorlar, belâğat diyorlar, edebiyat diyorlar-- güzel konuşmaya hevesli, güzel konuşmaya meraklı, onun için zorlanıyor. 'Edebiyat taslayacağım, fesahat, belâğat ızhar edeceğim...' diyerekten kelime bulmakta zorlanaraktan konuşuyor. Bu da Allah-u Teàlâ'nın en sevmediği, mebğuz insanlardan birisidir."
Anandan öğrendiğin dil, herkes de bunu pek iyi bilir; bunu söyle canım! Neyine lâzım edebiyat senin?.. Edebiyatı sen mektepte öğrenecek çocuklara ver! Fesahatini, belâğatını orda öğreteceğin adamlara öğret! Fakat cemaate hitabında ananın dili, babanın dili neyse, herkesin dili neyse, açık açık onu konuş da, herkes de anlasın!..
Belâğat, fesâhatte cemaatin çoğu anlamaz sözü. Çünkü içine Farsça karıştıracak, içine Arapça karıştıracak, bir terkib cümle... Fakat lisanlar ayrı. Söz güzel ama çok kimse anlamaz bunu.
Onun için Cenâb-ı Peygamber buyuruyor ki: "Allah-u Teàlâ'nın sevmediği insanlardan birisi de o insanlardır ki, hitab ederken belâğat, fesâhat meraklısı, böyle zorlanaraktan; (tahallülel-bekarate bilisânihâ) hayvan dilini ağzında çevirmesinde nasıl güçlük çekiyorsa; o da konuşurken öyle güçlük çekerekten konuşması...
Bir de var ki fesâhat, belâğat tabiat haline gelmiştir insanda, hiç zorlanmaz. Akar ağzından, normal konuşma gibi böyle... O müstesna. Burdaki hüküm zorlananlar için bu.
Fakat böyle olmakla beraber bu yabancı dillerle karışık olaraktan söylenen sözü çok kimse anlamaz. Anlamadıklarından size bir misâl söyleyeyim:
Vaktiyle böyle ikiye bölünmüş millet. Bir takımın yağmurları bol, erzakları bol. Bir takımına da yağmur yağmamış, erzak gelmemiş, şimdiki gibi vasıtalar yok duyuracak insanlara... Aç kalmışlar. Demişler ki:
"--Bizim filân memlekettekilerin bollukları çok, erzakları çok. Gidelim oraya, hâlimizi anlatalım da, bize de bir şeyler bulsunlar, versinler..."
Bulmuşlar güzel konuşan insanlarını, yollamışlar. Gitmişler, güzel güzel anlatıyorlar ama, bu fesâhat, belâğat denilen edebiyatla konuşuyorlar. Herkes dinlemiş dinlemiş gitmiş, ne dediklerini anlamamışlar bile adamların.
Memlekete döndükten sonra bakıyorlar ki, hiç bir şey gelmemiş.
"--Yâ siz oraya gittiniz de ne yaptınız?.."
"--Söyledik ya..."
"--Nasıl söylediniz bakalım?.."
"--Böyle böyle..."
"--Canım o sözü kim anlar? Siz anadilinizle söyleyecektiniz: 'Yâ ne yapıyorsunuz, biz aç kaldık! Sizin yok mu bize verilecek yardımınız?' filân diye açık konuşacaktınız." demişler.
Hemen bir cemaat yollamışlar, onlar böyle açık açık anlatınca:
"--Ne bilelim? O adamlar geldiler, söylediler ama, ne dediklerini anlayamadık!" demişler.
Onun için en iyisi ana dilindir.
Yine bakınız:
RE. 8/7 (Ebğadu halîkatillâh) Hâlika, mahlûk. Allah-u Teàlâ, orda ricâl dedi, ötede nâs dedi, ötede ibâd dedi, burada da Allah'ın mahlukları... "Allah-u Celle ve A'lâ'nın mahlûklarından en mebğuz olan insanlar, Allah-u Teàlâ'nın sevmediği en fenâ insanlar... Mebğuz, gadaba uğramış, sevmiyor Allah-u Celle ve A'lâ kıyamet gününde..." Kimmiş?.. (El-kezzâbûn) "Yalan söyleyenler."
Yalan söylemeye daha çocukluk devresinden itibaren alışmamak lâzım! Çünkü hepimizin bildiği bir şey, alışılan bir şeyi bırakmak kadar zor bir şey yok... Yalana alıştın mıydı, onu terkedemezsin, mutlaka gene söylersin.
Binâen aleyh, daha küçüklük devresinden itibaren çocuklarımızın üzerinde çok titizlikle duraraktan, onlara yalanı konuşturtmamak lâzım. Hata ediyorlarsa, onlara tatlı tatlı, güzel güzel şeylerle; "Aman yavrum bir daha yapmayasın, etmeyesin..." diyerekten söylemeli. Bazen kırarlar, dökerler çocuklar; "Zararı yok çocuğum, sen sağ ol; gene alırız, gene yaparız..." demeli.
"--Sen bunu niye kırdın?!" diye tokadı vurdun muydu, ertesi gün kırdığı vakitte, "Ben kırmadım!" der. Yalanı söyler, tokadı yedi çünkü. Bir daha tokat yememek için, "Ben kırmadım..." diyecek. Buna meydan vermemek lâzım.
Birincisi: Kezzâbûn. Her ne şekilde olursa olsun yalancıları Allah sevmiyor. Hem de ebgaz diyor; en mebğuz, en sevmediği...
İkincisi: (Vel-müstekbirûn) "Kibirliler, mağrurlar, kendini beğenenler..."
Üçüncüsü: (Vellezîne yeknizûnel-bağdàe liihvânihim fî sudûrihim) "Kardeşlerine içlerinde kin besliyor. Kardeşlerine içlerinde sakladıkları kin besleyenler. (Yeknizûnel-bağdà') Hani parayı gizleyenler gibi, bu da buğzunu gizliyor." Şimdi onlara karşı diyor ki:
(Feizâ lekùhüm) "Siz böyle size karşı içlerinde buğz besleyenlerle karşılaştığınız vakitte, onlara boyun bükmeyin, onlara eyvallah etmeyin!" Ya?.. (Tehallekù lehüm) "Onlar gibi, siz de onlara şiddet gösterin!"
(Vellezîne izâ duù ilallàh ve ilâ rasûlihî) "O adamlar ki, Allah ve Rasûlüne dâvet ettiğiniz zaman; 'Ya ezan okundu, hadi gel camiye gidelim! Hadi sünnet-i seniyedir, bunu da yapalım!..' dediğiniz vakitte, (kânû bitàan) sanki ölüme sevk olunuyormuş gibi kaçar. Ölüme sürüklenen insan nasıl kaçarsa, o da öyle kaçar, gelmez. Zor gelir ona.
(Ve izâ duù ileş-şeytàni ve emrihî) "Şeytana ve onun emrine davet ettiğiniz zaman; 'Gel bugün denize gidelim, sinemaya gidelim, şuraya gidelim, buraya gidelim...' dediğiniz vakitte, (kânû sirâa) koşa koşa, sür'atle gider oraya."
İşte bunlara karşı geldiğiniz vakitte, siz de onlara karşı böyle suratınızı asın!
c. Zayıflara İkram Edin!
RE. 8/8 (Ebğûnî) Cenâb-ı Peygamber buyuruyor: "Beni ve benim rızamı istiyorsanız, , benimle olmak istiyorsanız, beni seviyorsanız, (duafâeküm) siz zaiflerinize ikram edin, zuafânıza ikram edin!"
İnsanda şey var ya, bir şeyler geliyor insanın aklına, düşünceler gelir. Şimdi bu şikayet tarzıyla değil de, adaletsizliğin icabı. Şimdi maaş veriliyor tabii herkese. Maaş verirken,
--Senin derecen hangi dereceden?
--İlk mektepten.
--Senin aylığın bu kadar...
Orta mektep bu kadar, lise bu kadar, üniversite de bu kadar...
Şimdi kapıcı, bir dairenin kapıcısı, ilk mektepten şehadetnâmesi var. Kaç para alır? İlk mektep şehadetnâmesi sahibi ne alacaksa, o da onu alır.
Fatih camisinden, farz edelim imam efendi... Onun da ilk mektep şehadetnâmesi var elinde, o da aynı parayı alır. Yâni takdirsizliğe bakın! Şimdi bir caminin imamıyla, bir kapıcının müsavâtı adalet midir?.. Ama anlatamazsınız bunu. Bu adam bu kadar sene tahsil etmiş, okumuş, Kur'an'ını öğrenmiş, ibadetini öğrenmiş, nasihat etmesini öğrenmiş, bir şeyler öğrenmiş de, bugün onu ilk mektebin insanıyla beraber müsâvi tutuyorsunuz.
--E ne yapayım, sizi de okuyaydınız arkadan!
--E, var mıydı o zaman senin mektebin?..
Bundan evvelki devirlerde camilerin kendilerinin kadrosu varmış. Meselâ Fatih Camiindekiler sekiz altın alırmış, on altın alırmış. On altın ne eder? Sekiz bin lira yapar, altı yedi bin lira yapar. Ama alıyor iki bin lira...
Binâen aleyh, "Siz Allah'ın rızasını istiyor, Peygamberinin rızasını da istiyorsanız ve gàyelerinize de ulaşmak istiyorsanız, zuafânızı himaye ediniz!.. Zuafânızı himaye ediniz!" Ne kadar güzel!..
Peygamber SAS zuafa tabakasıyla beraber oldu. Onlardan ayrılmadı hiç... Hatta zenginler geldiler:
"--Yâ Rasûlallah, bu fukarayı aramızdan çıkar da, bizimle ayrı sohbet yap! Biz bu fukaraların, zuafâların arasına girmek istemiyoruz. Onlar gitsinler, bizimle konuş. Sonra biz gidelim, onlar gene gelsin..." dediler.
Allah Celle ve A'lâ buyurdu ki:
(Vasbir nefseke meallezîne yed'ùne rabbehüm bil-ğadâti vel-aşiyyi yürîdûne vechehû) [Sabah akşam Rablerinin rızasını diyleyerek ona yalvaranlarla beraber sen de sabret!] Bu fukaralardan ayrılma, o zenginlerin lâfına da bakma! İster gelsinler, ister gelmesinler... Onun canı istediği vakitte camiye gelir, istediği vakitte gelmez. Ama fukara her zaman ibadettedir.
Binâen aleyh, siz Allah-u Teàlâ'nın rızasını istiyorsanız, onun ikramına da lâyık olmak istiyorsanız zuafânızı himaye ediniz!..
Niçin?.. Sebebi: (Feinnemâ türzekùn) "Siz zuafâlarınızın sayesinde merzuk olursunuz."
Dün arkadaş gelmiş, Şuhut tarafından:
"--Yağmurdan mahsüller yerde çürüyor." diyor. "Allah bereketi verdi ama, mahsülü kaldırıp da ambara koymak müşkül. Bütün gün yağmur. Islaktan kaldırıp da, makine işleyemiyor. Çürüyecek mahsül, eğer böyle giderse. Konya ovası da böyle..." diyor.
Onun için, himaye, rızıklarınızın bol olması, zuafânıza olan yardımın neticesidir.
İkincisi: (Ve tünsarûn) "Muharebelerde nusret edişiniz, gàlib gelişiniz de, (biduafâiküm) o zayıflarınızın sebebiyledir. Allah onlara acır, ondan dolayı size yardım eder."
Meleklerini de yollar, başka kuvvetler de yollar. Her çeşit imdatları var Cenâb-ı Hakk'ın. Bakarsın o sûretle de nusrete erişirsiniz.
d. Ölüye Ağlamanın Sınırı
RE. 8/9 (İbkîn, ve iyyâkünne ve naîkaş-şeytàn) [Ağlayınız, fakat şeytanın çığırtkanı olmaktan sakınınız!]
Bu ağlamalar, işte cenazelerde oluyor ya, ekseriyetle kendini bilmeyen insanlar cenazalerde feryad ü figân eder, ağlarlar, üstlerini başlarını yırtarlar. Mezmum şeydir bu.
Bu Allah-u Teeàlâ'nın emridir, herkesin başına gelecektir. Ama genç ölmüş, ihtiyar ölmüş, nasıl ölmüşse ölmüş... (Feinnehû mehmâ kâne minel-ayni vel-kalbi feminallàh ve miner-rahmeh) "Bunun için, ağlar insan gözünden. Kalbi üzülür, gözü ağlar. Eh, o rahmet-i ilâhîdir."
(Ve mâ kâne minel-yed, vel-lisân) "Ama böyle üstünü başını yırtarsan, o da nedendir? (Femineş-şeytàn) O zaman işin içine şeytan karışmıştır." Sen şeytana hizmetkâr oluyorsun o zaman. Aleme de maskara oluyorsun.
e. Hac Esnasında Mekkeliler
RE. 8/10 (Ebliğû ehle mekkete) "Siz ehl-i Mekke'ye, Mekkelilere söyleyiniz, tebliğ ediniz; (vel-mücâvirîn) Mekke'de mücâvir olanlara, oturanlara da söyleyiniz:
(En yuhallû beynel-hüccâc ve beynet-tavâf, vel-hacerül-esved, ve makàmü ibrâhîm, ves-saffül-evvel, min aşrin yebkîne min zilka'deti ilâ yevmis-sadr.) Zilkàde'nin bitmesine on gün kalaraktan, yâni Zilkàdenin 20'sinden Kurban bayram gününe kadar, onlar Kâbe-i Muazzama'ya gelmesinler, hacılara rahatlık versinler! O Hacerül-Esved'i öpeceğim diye, Makam-ı İbrâhim'de şunu yapacağım diyerekten sokulmasınlar oraya!.."
Şimdi yirmi gün orada misafirler rahat etsinler. Siz de gelirseniz, misafirler de gelmiş, çok sıkıntı olur. O sıkıntı olmaması için, siz müsaade edin de, siz ehl-i Mekke yirmi gün gelmeyin artık. Gelseniz de, siz dışarıda kılın namazlarınızı!.. O misafirleriniz içeride rahat rahat namazlarını kılsınlar.
Ne güzel tenbihlemiş Cenâb-ı Peygamber!
f. Acize Yardımcı Olmak
RE. 8/11 (Ebliğù hâcete men lâ yestatîu iblâğa hâcetihî) Bugünkü avukatlara ait olan bir şeydir ki, herkes bugün derdini hükümetine, büyüklerine anlatamaz. İfadesi kâfi değildir, sıhhati kâfi değildir, parası kâfi değildir, yapamaz. Binâen aleyh, adamın hâcetini mahkemeye mi söyleyeceksiniz, bir başka büyüğe mi söyleyeceksiniz, siz ona vâsıta oluverin!
(Femen eblağa sultànen hàcete men lâ iblâgahâ) "Kim böyle bir şeye vasıta olursa, gücü yetmeyene o işin vasıtası oluverirse; (sebbetallàhu kademeyhi ales-sırâti yevmel-kıyâmeh) Allah Celle ve Âlâ, onun kıyamet gününde ayaklarını sabit kılsın, kaymasın Sırat köprüsünden..."
Zuafâdan bir kimse, işini beceremiyor. O işini beceremeyen insana vasıta olan insana dua. Ama parayla olursa, bu olmaz. Para almadan, yardım edecek.
g. Açlık ve Susuzluğa Alışın!
Şimdi asıl dersimiz burada:
RE. 8/13 (Eblû ecsâdeküm bil-cûi vel-ataş) Cû', açlık. Ataş, yürek yangınlığı, susuzluk. "Siz vücutlarınızı eritin!" Neyle? "Açlık ve susuzlukla. "Açlığa ve susuzluğa tahammül ediniz. Alıştırın kendinizi, açlığa ve susuzluğa..."
Gerek muharebe zamanlarında, gerek kıtlık zamanlarında, bunlara alışmayan insanlar sıkıntı çekerler. Alışmış olursa, zarar etmez.
(Ve efnû lühùmeküm, ve ezîbû şühùmeküm) "Etlerinizi, yağlarınızı da eritiniz!" Açlık olunca eriyecek tabiatıyla. (Testebdilû luhûmen tayyibeten mahşuvveten bil-miski vel-kâfûri fil-cenneh.) Sizin için o erimiş olan yağlarınızın, etlerinizin yerine, Cenâb-ı Hak cennette size daha âlâsını, daha güzelini verir. Miskle, kâfûrla karışık bir vücud ihsan eder size. Mes'ud, bahtiyar olursunuz."
Buraya şârih demiş ki:
(Batnül-mer'i) "Kişinin karnı (adüvvühû) en başlı düşmanıdır. Kişinin karnı kendisine en başlı bir düşman."
Şimdi nefis var ya hepimizde, bu nefis bizim başlıca düşmanımız. Bu nefis bize düşmanlığındaki kuvveti karından alır. Karnı dolan, doyan insanları, vücutları şey olan, bunun nefsi de kuvvetli olur. Nefsi kuvvetli olunca, hakkından gelmesi de müşkül olur.
Onun için demişler ki:
(El-cûi taàmullàh) "Açlık Allah'ın bir yemeğidir." Ki, Cenâb-ı Peygamber SAS: "Siz bana bakmayın; ben üç gün de aç dururum, beş gün de aç dururum... Çünkü Allah'ım beni yedirir ve içirir. Allah'ım beni yedirir, içirir." buyurmuştur.
Demek Allah-u Teàlâ'nın kullarının içersinde böyle sabırlı, mütehammil kullarını cennette beslediği gibi besliyor.
İmam-ı Şa'rânî'nin kitabında yazar ki: Mısır'da bir dağ varmış; --dağın adını unuttum yalnız-- havası gayet güzel, suyu da gayet güzel... O dağda evliyalar yaşarmış. Bu evliyaların rızıkları oranın suyu ve havasıymış. Başka bir şeyle meşgul olmuyorlar, havasını teneffüs ediyor, suyundan da içiyor, yaşıyor öyle.
Fakat bunlar her sabah, sabah namazını Mekke-i Mükerreme'de kutbun arkasında kılarlar namazı." demiş İmam Şa'rânî'nin kitabında. Yâni Allah-u Teàlâ'nın böyle merzuk ettiği kullar sayısızdır.
Şimdi hastalarımız olur, bakarsın yemez, içmez üç gün beş gün... Ödümüz kopar ölecektir diyerekten. Bakarsın bir gün dirilir. E o günlerde hiç yemedi içmedi ama, yaşadı yine. Allah-u Teàlâ onun demek rızkını o sûretle, nasıl sebepler halkediyorsa ediyor.
(Yuhyî bihî ebdânes-sıddîkîn) Ama hepimizin değil ha. Allah ihyâ eder, yaşatır ama, sıddîklerin bedenlerini yaşatır. Sıddîk olmazsan gidersin gümbürtüye.
(Lienne meylet-taàm) Çünkü insanların taama karşı meyli var ya, hepimizde. Bazı insanın çok olur, doymak bilmez. (Sıfatün hayvâniyyetün) Yemeye meyil hayvânî bir sıfattır. Hayvan ister, daima yesin. Bu meyil hayvânî... (Tübtelâ bihis-sâlik) Sâlik olan irfan sahipleri, Allah yolunda olanlar buna iltifat etmezler. Ettikleri takdirde, (fî kasveti kalb) kasveti kalbe uğrarlar. Yemeğe düştün müydü, kalp kararır. (Ve yemneuhû an müşâhedetil-hak) Onu hakkı görmekten men eder. Hakkı görmez, bâtılın peşinde koşar.
.......
Bir kör geldi. Yeni Cami'de müezzinmiş bu a'mâ. "Fakat bütün evimin işini ben kendim yaparım." diyor. A'mâ... Yeni Cami'ye de müezzin olmuş. "Evimin işlerini hep yaparım." diyor. "Çivi de çakarım, çekiç de vururum, hepsini yaparım. Mutfağımı da kendim yaptım..." dedi bir zaman.
Bizim de bir a'mâmız var. Her sabah, nerde oturuyorsa ordan buraya sabah namazına gelir. Yerini de hiç şaşırmaz, sanki görüyor gibi. Kur'an'ı da ezberlemiş. Bu şimdi, bunun gözü kör ama işe yarıyor. O gönül kör oldu muydu, gönül karardı mıydı, bu körden bin kat aşağı... Allah esirgesin...
Onun için, bizde en kıymetli şey gönüldür. O gönül gitti mi elden, vücut gitse de olur, gitmese de olur. Onun hiç kıymeti yok...
h. Kalbin Halleri
Şimdi bak aşağıda ne güzel söylüyor. Ebûbekrinil-Verrâk (Rh.A) Hazretleri diyor ki:
(Lil-kalbi sitteti eşyâ') "Kalbin altı hali vardır: (Hayâtün ve mevtün ve sıhhatün ve sakamün ve yakazatün ve nevmün) Bu altı şey kalbin hâli.
(Fehayâtühû) "Bu kalbin hayâtı, (bil-hüdâ) Allah-u Teàlâ'nın hidayeti üzerinde olmasıdır." Hidayet üzerinde oldu muydu, hayattadır.
(Elif, lâm, mîm. Zâlikel-kitâbü lâ raybe fîh, hüden lil-müttakîn) [Elif, lâm, mîm. Bu (Kur'an) öyle bir kitaptır ki, onda asla şüphe yoktur. O müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.] Nasıl Kur'an müttakîlere hidayet ise... Herkese değil, müttakîlere hidayet... Bu hidayete erişenlerde hayat vardır.
(Ve mevtühû) "Bu kalbin ölüşü de, (bid-dalâleh) dalâletledir." Dalâlete düştü müydü, abdesti namazı bıraktı mıydı, kötü yollara da gitti miydi, gitti, öldü işte o kalb...
--Ama gözü de görüyor, vücudu da yürüyor, iş de yapıyor?..
Hiç kıymeti yok, o ölmüştür artık. Rahmetlik bir hocaefendi vardı, "Ona dört tekbirle bir cenaze namazı kılmak lâzım!" derdi.
(Ves-sıhhatühû) "Bu kalbin sıhhatı, (fis-safâveti) safâ-yı kalb ile olur.
(Ve sakamühû) "Bu kalbin hastalığı da, (bil-alâkati); etraf ile olan alâkalar, işler, güçler kalbi hasta eder. İşi çok olan adamın rahatı olmaz, huzuru olmaz, hasta olur.
(Ve yakazatuhû) Bu kalbin uyanıklığı (biz-zikri) ancak Allah-u Teàlâ'nın zikriyle kàim. Namaz, oruç, Kur'an okuma, zikretme.... neler varsa onunla kàim.
(Ve nevmühû) "Bu kalbin uykusu, (el-gafletü) gaflettir." Gaflet bastı mı, o da uykudadır.
Onun için buyrulmuş ki: "Allah-u Celle ve Âlâ'nın fetânet sahibi, gâyet zeki kulları vardır. Onlar dünyayı boşamıştır. Talâk-ı selâseyle dünyayı boşamışlardır, ahireti de boşamışlardır. Ne dünyayı isterler, ne ahireti isterler; istedikleri Allah. Allah'ın rızasını isterler." "Biz cennete girelim de, yaşayalım hurilerle." deriz. Onlar hiç iltifat etmez, "Hakk'ın rızasıdır benim istediğim!" der.
Çünkü dünyanın fitneleri dehşet! O fitnelerin içine düştün müydü, kurtulmak çok zor. Onun için, "Ben bu fitnelerin içine girmem; istemem senin gibi dünyayı." demişler, boşamışlar bu dünyayı.
"Şu dünyaya şöyle bir baktılar, anladılar ki, bu hayat sahipleri için bir vatan değil. Her gelen gidiyor burdan. Sürü sürü geliyor, sürü sürü gidiyor. Burası bir hayat yeri değil, vatan olacak bir yer değil.
Bu bir deryadır. Bu deryadan geçmek lâzım. Bu deryadan geçmek için de amel-i sâlih lâzım. Bu deryadan öte tarafa geçti mi, selâmet olur. Selâmet, amel-i sâlihle bu dünyadan geçebilmek. Başka türlü olmuyor.
Onun için bazı hukemâ demiş ki:
(İnne şiddete sekerâtil-mevt, alâ kaderi lezzâti hayâtid-dünyâ) Ölüm hâli geliyor ya, Allah muhafaza, sekerâtül-mevt diyoruz. Bazı kimseler çok zor ölüyor. Bir gün, iki gün, üç gün böyle can çekiştiği oluyor. Sekerâtil-mevt hâlinde, ölemiyor. Bunun sebeplerinden birisi, dünyaya olan muhabbetin şiddetindendir diyor. Dünyaya olan muhabbeti ne kadarsa, ölümü de o kadar zor olur o adamın...
i. Çok Yemenin Zararları
Büyük âlimler, hükemâlar, bunlar demişler ki: "Çok yemek dünya sevgisinden ileri geliyor ki, bunun elli tane afeti vardır." Yâni elli tane felâket var çok yemekte... Onu uzun boylu söylemiş de, onların ellisini saymak için vaktimiz yok.
Onun için Peygamber SAS, sabah yerse akşam yemezmiş, akşam yerse sabah yemezmiş. Eğer biz Peygamber SAS gibi yapsak, ne hasta oluruz, ne bir şey oluruz. Bütün hastalıkların kökü bu çok yemekten... Mide dolgunken tekrar yiyoruz. Saat geldi, vakit geldi... Daha karnımız da acıkmadı. Ama vakit geldi. Vakit gelince tekrar yiyoruz. İki yemek bir arada, mide ne yapsın?..
Onun için bugünkü fenciler, tabiplerimiz de söylüyorlar. Bu fazla yemek ve bugünkü beyaz ekmek... Biz çok hep ekmeğin beyazını alıyoruz. Francala olsa onu alacağız ama, en çok zarar da onun içindeymiş. O bizim dedelerimizin istediği kepeksiz ekmek mi?.. İlk bid'at o oldu. Peygamber Efendimiz zamanında elek yokmuş. Herkes değirmenden geldiği gibi yoğurur pişirir, yermiş.
Sonra kepeği ayıracak eleği bulmuşlar, şimdi de fabrikalarda eleniyor. Kepek kalmıyor.
Şimdi doktorların tavsiyesi:
"--Ekmeğin içerisine kepek katınız. Kepek yeyiniz ki mideniz, barsaklarınız güzel çalışsın!"
Bu has ekmekler buna mani oluyormuş. Onun için insanlar kabız oluyor, şu oluyor, bu oluyor, çok sıkıntılar çekiyorlar... Bu Peygamber'in yolundan ayrılmaktan ibaret oluyor.
Onun için en nihayet, elli tane saydıktan sonra son sözü: "Şeytan seni en nihayet beşeriyet sıfatından soyar, hayvânî bir sıfatla yaşarsın dünyada..." Bu çok yemenin zararının en sonuncusu, beşeriyet sıfatından soyulma. Kalıbın beşeriyen sıfatıdır ama, iç beşeriyetten çok uzaktır.
Onun için diyor ki: "Allah yolcularına lâzım olan, helâlden olsa bile yemeği az yemektir."
Bugün akşam doktorumuz gene diyor ki:
"--Adam karnının doyduğunu, ancak bir saat sonra anlar."
Binâen aleyh, biz tıka basa, doyuncaya kadar yiyoruz; bu zarar... Efendimiz SAS ne dedi:
"--Doymadan evvel kalk!" dedi.
Doymadan evvel kalmak; doyduk zaten amma onun farkında değiliz biz. Daha biraz doyuralım diyoruz. Bu sefer mide şişiyor, sıkıntılar çıkıyor. Haydi hazım tozlarına müracaat ediyoruz.
Helâlden de olsa yemeği azaltmak emredilmiş. "Çok yemekten de çok sakınmak lâzım!" demişler. Peygamber bir kap yemiş. Bize de bir kap yeter. A'zamî iki olsun demişler. Misafir olursa üçe müsaade var. Ama biz bunların hiç birisine kanaat edebildiğimiz yok...
Tokluğa çok devam etme! Açlıkta cismin sıhhati vardır, cesed açlıkta sıhhat bulur, dinçlik olur ve fikri de açık olur. Aç olan adamların fikirleri açık olur. Bak şimdi aşağıda gelecek ne güzel:
Kalbi rahat olur, zekâsı da kâmildir. İhtiyacı da yoktur şuna buna... Bir kere yedi mi, yetiyor zaten ona. Ötekine berikine ihtiyacı olmuyor. Bu surette de kanaat mümkün oluyor kendisine.
Yeyince belâyı da unutuyor, ahireti de unutuyor. Allah'ın azabını da unutuyor, ahireti de unutuyor. Onun işi gücü hemen yemek, içmek... Kıyamet günündeki açlıktan da haberi olmuyor artık. Çünkü tokluk, aklına getirttirmiyor onu. Halbuki açlıkta, ibadete karşı çok şevk olur, rahatlık olur. Bâhusus abdestini muhafazada... Aç adam çok dışarıya çıkmaz. Ne idrara çıkar, ne de diğerine çıkar. Az yemiştir, ihtiyacı olmaz.
Az yeyince dışarıya çıkman da az olur. Onun için eskinin insanları, evliyalar on beş günde bir dışarıya çıkınca, amel oldu dermiş annesi oğlu için.
Az yeyince, artacak tabii. Artınca onu başkasına vermenin, tasadduk etmenin de imkânları olacak.
Kıyamet gününde insanların en çok aç olanları, dünyada karınlarını çok doyuran insanlardır. Dünyada karınlarını çok doyuran insanlar, ahirette çok aç kalacak.
Bir kere en büyük felâket: "Karnını doyuranlar melekût âlemine uçamazlar." Allah-u Teàlâ bu insanlara çok büyük kudret, kuvvet vermiştir. Aklımızın idrakinin çok üstünde kudret vardır insanda... Hani Amerika bugün birçok milyonlar, milyarlar harcayaraktan atomlarıyla, bilmem neleriyle havaya uçuyor. O uçuşların hepsi insanda mümkün, hepsi insanda mevcut... Fakat biz bu karınlarımızı doyurmak sûretiyle, kalplerimizi de karartmak sûretiyle, onlardan mahrum olmuşuz.
İnsan melekten de efdal efendi, ne diyorsun sen şimdi?.. Melekten de efdal...
Şimdi bizim Bursamızda Cami-i Kebir'imiz var ya, o Cami-i Kebir'i Yıldırım Bayezit yaptırmış. Emir Buhàrî de Yıldırım'ın damadı. İlk açmış camiyi, damadına demiş ki:
"--Sen kıldıracaksın bugün cumayı..."
"--Benim büyüğüm var burda. O varken ben kıldıramam!" demiş.
"--Kim o?.."
"--Somuncu Baba..."
Somuncu Baba'yı da kimse bilmiyor ama. Evliyaların reisi. Rica etmişler, gelmiş okumuş. Yedi mânâ vermiş Elham'a... Demiş:
"--Üçüncüsünü şu direğin arkasındaki Molla Gürânî anlar. Ondan sonrasını o da anlamaz!" demiş.
Şimdi camiden çıkmış. Üç kapı var ya, her kapıdaki insan diyor ki:
"--Bizim kapıdan çıktı, elini öptük."
O diyor:
"--Bizim kapıdan çıktı, elini öptük."
Öteki diyor:
"-- Bizim kapıdan çıktı, elini öptük."
Ulemâ demiş ki:
"--Böyle şey olmaz! Bu adam bir adamdır, bir kapıdan çıkar." demişler.
Cevap veriyorlar erbabı, diyorlar ki:
"--Sizin aklınız hiç bir şeye ermiyor. Allah-u Teàlâ insana öyle bir kuvvet vermiştir ki, bir insan bütün dünyanın her tarafını dolaşabilir bir anda... Bu kudreti Allah vermiş. Bizdeki ruh o kadar geniş ki, âlemi istilâ eder. Bir atom bu kadar hüner yapıyor da, Allah'ın bize verdiği ruh yapmasın, olur mu canım?..
Şimdi cin var ya, inanırız cinlere. "Eùzü billâhi mineş-şeytànir-racîm" dediğimiz cin, çeşitli kılığa giriyor. Giriyor mu? Kedi olur, köpek olur, insan olur, hayvan olur, ağaç olur, şu olur... Aslında bir cindir işte ama, çeşitli kılığa girmiştir. Allah-u Teàlâ'nın bir cinnîsi böyle çeşitli kılığa girer de, en mükemmel olan insanı çeşitli kılığa giremez mi?.. Siz hiç bir şey bilmiyorsunuz! Hemen kitaplara bakıp olmaz diyorsunuz.
--Bir adam üçe bölünmez ya?..
Üçe bölünmez ama, Allah-u Teàlâ'nın insana verdiği ruh ile, bir insan her tarafta gözükür. "Mekke'de ben bu adamı gördüm." dersin.
--Bu adam burda oturuyor, Mekke'de ne işi var bunun?..
Ama o adamın ruhàniyeti ordadır. Kalıbıyla orda görünür. Yâni insandaki bu kudret, Allah-u Teàlâ'nın verdiği kudrettir, insanın kendi hüneri değil ya... Ama çok a'lâdır. Yalnız biz bunları iptal ediyoruz işte, mahvediyoruz. Neyle? Zevk ü sefâmızla...
Bu yeter bu kadarcık.
j. Peygamber SAS'in Tavsiyesi
Haa, şimdi okuyacağım bir şey size: Ümm-ü Enes RA, Enes ibn-i Mâlik RA'nın annesi, Rasûlüllah Efendimiz'e gitmiş diyor ki:
"--Yâ Rasûlallah bana bir vasiyet et!" demiş.
Rasûlüllah SAS de buyurmuş ki:
RE. 154/3 (Ühciril-meàsî) "Günahları bırak! [(Feinnehâ efdalül-hicreh) O hicretin en efdalidir.]
Şimdi aziz kardeş! Çok hatamız var. Bir günah kitabı da yazdım elhamdü lillâh, 1250 tane günah oldu. Sayıyla yazmışlar. Ben değil de yazan, yazmışlar, ben de onu yeni yazıya çevirmek için hazırladım. 1250'ye varıyor. 125 tanesi büyük günah; diğerleri küçük günah, büyük günah, mekruhat... 1200. Bunların hepsi günah yâni. Bunlardan uzak kalmak lâzım.
E bugünkü hayatımızı görüyoruz ki, biz bunların içersine dalmışız. Balık suya nasıl daldıysa, biz de bu günahların içine dalmışız. İşte televizyonu olmayan ev yok... Sen de diyeceksin ki:
"--Hocaefendi, sen buna çatma! Bu lâzım, işte bundan bir çok şeyler öğreniyoruz, çok faydaları var."
Onun faydalarına aklım ermez ama, onun zararı yeter. Ekmek yemekte bir fayda var, balda fayda var, kaymakta fayda var, pirzolada fayda var... Fakat arkasından şu kadarcık bir zehir yutarsan ne olursun aziz kardaş?.. Ufacık bir zehir işte... Yuttuğun zaman, ne balın faydası oldu, ne kaymağın faydası oldu; gittin gürültüye...
Çocuklar simit yemişler Eskişehir'de, simidin içerisinde ne varsa var... Üç çocuk, üçü de gitmiş. Niçin?.. Yaramaz bir şey varmış demek ki simidin içerisinde. Üçünün de hayatı gitmiş gürültüye.
Demek ki, sen ne kadar iyi şeylerle beslenirsen beslen, zehir götürüyor insanı... O radyonun içerisindeki, televizyonun içerisindeki zehirler insanın gönlünün ölmesine kâfi.
Evet ordan biz zevk alıyoruz, saatlerce oturuyoruz. Bir kere en kıymetli hayatımız, yâni zamanımız gidiyor elden... Otur da aziz kardaş, biraz Kur'an okuyalım! Bak, okumasını da bilmiyorsun. Biraz çalış da öğrenelim!..
--Yok...
Ama orda televizyona saatlerle bakmak hiçbiri ..... Ama yarım saat Kur'an'ıyla meşgul olmak... Yâ otur da yarım saat Allah diyelim, Lâ ilâhe illallah diyelim bakalım!..
-- Yooo!.. Sen bizi ne yapacaksın ya?!.
Herkes kıyameti koparır. Ama orda saat oniki olur, bir olur, hâlâ onun başında insanlar. Bu insanların zamanlarının kıymetini bilememesi ne kadar acı bir şeydir. "Vakit nakittir!" demişler. E bu nakitleri biz nasıl böyle harcıyoruz, zâyi ediyoruz? Allah muhafaza...
Onun için Cenâb-ı Peygamber, "Bana vasiyet et, nasihat et!" diyen kadıncağıza; "Meàsîyi terk et!" dedi.
Bazı insanlar:
"--Burası oturulacak yer değil, çok sıkıldım, gideyim Mekke'ye ben, Mekke'ye gideyim, orda oturayım, orası tam iyi yer..." derler. Nereye gidersen git, ahlâk seninle beraber gider. Bırakamazsın o ahlâkı. O ahlâkla gideceksin, orada günahın daha katmerli olacak. Orda bir günaha yüz bin günah var. Orası kâmiller yeri, bizim gibi aptallar, hemen gidip gelmeli oradan...
Sonra ikinci vasiyeti de: (Ve hâfizî alel-farâiz) "Ey kadın Allah'ın farzlarını muhafaza et, ona devam et. [(Feinnehâ efdalül-cihâd) Muhakkak ki o cihadın en efdalıdır.]
(Ve eksirî min zikrillâh) "Ama Allah'ın zikrine de devam et hà, çok yap! (Feinneki lâ te'tillàhu bişey'in ehabbe ileyhi min kesreti zikrihî) Çünkü sen Allah'a, Allah-u Teàlâ'yı daha çok zikredişinden daha sevgili bir şeyle gidemezsin!" İnsan Allah-u Teàlâ'yı ne kadar çok zikrettiyse, o kadar çok Allah'a makbul olur.
Diğer biri de sormuş:
(Yâ rasûlallah! Eyyül-hicreti efdalü?) Şimdi muhacirleri biliyorsunuz, dünyanın her tarafına muhacir olaraktan şuraya, buraya gidiyorlar... Biz bunlara muhacir diyoruz. "Yâ Rasûlallah! Bu hicretin efdali hangisidir?"
(Kàl: Min hicris-seyyiât) "Hicretin efdalı, günahlardan kaçmaktır." buyurdu.
Onun için:
(Terkü zerretin min mehârimillâh, hayrun min ibâtedis-sakaleyn) [Allah'ın haramlarından bir zerreyi terk etmek, bütün insanların ve cinlerin nafile ibadetinden daha hayırlıdır.] buyrulmuş. Bunları ezberlenecek şeyler...
Çok namaz kılarız, gece uyumayız, Kur'an okuruz, tesbihler çekeriz, her türlü şeyimiz çok iyi... Fakat bazı alışmış olduğumuz kabahatler, günahlar var ki, terki çok zor onların... Sigarayı terk edebiliyor muyuz?.. Bu sigaranın fena olduğunu bilmeyen yok... İşte Amerika'da bile bugün, sigara kağıtlarının üstüne mecburî yazıyormuş ki: "İşte sigara zararlıdır, bil de öyle iç..." diye.
Kanseri yapan da o diyorlar. Hem paralarımızın boşa gitmesine de sebep, bir çok zararları var... Terk edebiliyor muyuz?.. Ancak doktor, "Sen böyle içersen, öleceksin artık, içme!.." derse, ölüm korkusuyla belki bırakırız. Onu da bırakanlar pek nadir... Allah kusurlarımızı affetsin...
Daha buna benzer çok günahlarımız var ki, bunlara alışmışız, tabii bir hale gelmiş. Denize gitmek, adet meselâ... Çoluk çocuk yazlık diyerekten gidiyoruz, çadırlara gidiyoruz, deniz de önümüzde...
"--Hadi bakalım çocuğum, bir banyo da sen yap!.. Kızım bir banyo da sen yap!.."
Oh, ne güzel, ne âlâ!.. Günah yolları. Günahı tasavvur eden de yok. Hepimiz bir diyoruz, ne olacak. E bunlara alışıldıktan sona, bu kalb karardıktan sonra, onu parlatmak ne kadar zor, ne kadar zor!.. Deveye hendek atlatmak ne kadar zorsa, ondan da daha zordur bu işler.
Allah cümlemizi affetsin... Tevfîkât-ı samedâniyyesine mazhar etsin... Sevdiği, razı olduğu kullarının arasına cümlemizi kabul etsin inşâallah...
Bugün bu kadarcık yetsin de, Allah-u Teàlâ cümlemize hidayetler nasib etsin inşaallah... Berâber bir salât ü selâm okuyalım, dağılalım:
"Allàààhümme salli alâââ... seyyidinâââ...muhammedinin-nebiyyil-ümmiyyi ve alâ... àààlihî ve sahbihî ve sellim..." (3 defa)
Şu karşımızdaki levha:
(Re'sül-hikmeti mehàfetullàh) diye yazılı. Yâni, "Hikmet denilen nimetin başı, Allah'ın korkusunun bizim içimizde olmasına bağlıdır."
Kâbe'ye gidiyoruz, Kâbe'de tavaf ediyoruz; hiç içimiz kımıldamıyor... Peygamberin huzuruna gidiyoruz, göz yaşları, salât ü selâmlar okuyoruz, hürmet ve tâzimler ediyoruz... Fakat içimiz gene bir nurlanamıyor.
Allah korkusunun gönlümüze inmemesinin yegâne sebebi, dünya sevgisidir, karın tokluğudur. Bu dünyayı sevmek, tabii değişiyor. Yemeğe muhtacız, içmeye muhtacız, uyumaya muhtacız, eve muhtacız, vatana muhtacız... Bunlar lâzım. Asıl bu dünya, insanı Allah'tan alıkoyan şeyler... Çalışmak değil, anlatamadım.
Çalışmak değil. Bu çalışmanın içerisinde zevk var, Allah'a ibadet var. Ama Allah'ın ezanı okunduğu vakitte işini bırakıp da camiye gidebilirsen, namazını kılabilirsen, orucunu tutabilirsen; senin çalışman ibadettir.
Eski büyüklerimizden bir kutub varmış. Kutbun kendisi demirciymiş. Bayezid-i Bestâmî'nin devrinde. Bayezid-i Bestâmî Cenâb-ı Hakk'a dua etmiş:
"--Yâ Rabbi, bu zamanın kutbunu bana bildirir misin?" demiş.
"--Filân yerde bir demircidir." demiş.
Gitmiş. Bakmış, adam demir dövüyor.
"--Selâmün aleyküm!"
"--Ve aleyküm selâm..."
Adama sormuş; Kur'an okumasını bilmiyor adam, cahil. "Yâ Rabbi, bu adam nasıl kutup oldu böyle?.." Bu ona zor gelmiş. Meğer adam, çekici kaldırırp indirken; "Yâ Rabbi şu ümmet-i Muhammed'i, insanları cehenneminden koru, yanmasınlar!" dermiş. Bu demirdeki yanıklık acısını görüyor da, "Bu senin kulların yanmasın cehennemde..." diye vururmuş.
Ezan okunurken, müezzin "Allàhu ekber!" dediği vakitte, eli havada bile olsa, öyle dururmuş ezan bitinceye kadar. Allah'ın da hoşuna gitmiş tabii bu hareket. Kutbiyeti ona vermiş. Alamazsın ki, parayla değil ki bu... Allah-u Teàlâ sevecek, o zaman verecek.
Binâen aleyh, Allah korkusunun gönüllere inmesi için ne yapmak lâzım, bilmem artık. Allah'ın ona lütfetsin bize...
Allah-u Teàlâ, kendisinden korkan, kendisine lâyık olmaya çalışan kullarının arasına bizleri de kabul etsin... Bizim kusurumuz, kabahatimiz meydanda... O da fazl ü kerem sahibidir. Lütfederse ne mutlu bize, o demirciye verdiği gibi.
El-Fâtihah...
17. 08. 1975 - İskenderpaşa