H. YUNUS'UN TASAVVUFÎ ANLAYIŞI

Yunus'un tasavvufî anlayışını ayrıca anlatmak lâzım ama, kısaca şöyle anlatalım... Bunu çok kimse bilmez. Bilmedikleri için de Yunus'u anlayamazlar. Yunus'un ne dediğini çok kimse anlayamaz, şiirlerini doğru yorumlayamaz.

Şiirlerini yorumlayan insanlara bakıyorum, tatlı insanlar, güzel insanlar, sevimli insanlar, kendilerini de seviyorum; ama, Yunus'un şiirini açıklaması doğru değil!.. Yunus'un şiirini anlamamış... Benim anladığım bir takım konular var, noktalar var; açıyorum orayı, anladı mı, anlamamış.

Yunus tasavvuf yönünden Ahmed-i Yesevî ekolüne bağlıdır; bir... İkincisi, vahdet-i vücud kanaatine sahibdir.

Biliyorsunuz, tasavvufta vahdet-i vücud vardır. Yâni, "Mahlûkatın vücudu izâfîdir. Varlık, Allah'ın varlığıdır. Gerisi havadır, boştur, yoktur." demektir. Vahdet-i vücudu insan, lisedeki edebiyat kitaplarından öğrenemez. Vahdet-i vücud ince bir konudur. Dikkat etmezse insan, ayağı küfre kayar. Kolay anlaşılmaz, ince bir konudur. Yâni, kulun kendi varlığını yok bilmesi, Allah'ın varlığının yegâne varlık olduğunu bilmesidir. Yunus bu kanaattedir, vahdet-i vücuda sâliktir.

Biz meselâ, şahsen hangi ekoldeyiz?.. Biz vahdet-i şuhûd'a sâlikiz. Bu İmam-ı Rabbânî Efendimiz'in kanaatidir. Diyor ki: "Ben murakabelerimde, halvetimde, tasavvufî çalışmalarımda çok çok defalar, bütün dikkatimi kullanarak meseleyi tekrar tekrar inceledim; vahdet-i vücud yok, vahdet-i şuhud var!" diyor. Şuhud ne demek?.. Allah'ın varlığına şahid her şey; bu şahidlerin birliği var... Allah var, onun dışında yarattıkları mahlûkat var... Muhiddin-i Arabî'nin dediği gibi değil, vahdet-i şuhud var demiş oluyor.

Muhiddin-i Arabî'nin fikirlerine sahibdir Yunus Emre... Bu da normal, anlaşılıyor. Çünkü, Muhiddin-i Arabî'nin kanaatinin, tasavvufî ekolünün Anadolu'da yayılmasına sebep olan Sadreddin-i Konevî, Konya'da uzun zaman hizmet etmiştir. Malatya'ya ve sâireye gitmiştir. Bu vahdet-i vücud düşüncesini Anadolu'da yerleştiren odur. Daha başka mutasavvıf şairler vardır. Mevlânâ da vahdet-i vücuda müntesibdir.

Hacı Bayram-ı Velî'yi inceledi, Ethem Cebecioğlu diye bir talebem vardı, şimdi doçent İlâhiyat'ta... Ben emekli olduktan sonra ona sordum:

"--Nasıl; Hacıbayram-ı Velî'yi inceledin mi?" dedim.

"--Maalesef hocam, o da vahdet-i vücudcu..." dedi.

Maalesef demeye lüzum yoktur. Vahdet-i vücut, öyle maalesef denecek bir inanç değil ama, çok dikkatli olmak lâzım!..

Muhterem kardeşlerim! İnsânın zâten, şeriati bilmeden tasavvufa dalması tehlikelidir. Önce muhaddis olacak, müfessir olacak, fakîh olacak; ondan sonra tasavvufî konulara girerse ayağı kaymaz. Onları bilmeden tasavvufî konulara girerse, takliden birisinden duyduğu sözü söyler, çok büyük tehlikelere düşer.

Geçen gün müftü efendi birisinin böyle bir sözünü nakletti. "Ne sen var, ne ben var o zaman..." demiş. Allah'ın yokluğu diye bir şey bahis konusu değil ki!.. Böyle bir şey denir mi?.. Yanlış bir söz...

Onun için şeriati, Kur'an-ı Kerim'i, hadis-i şerifi, dinin akaidini iyi bilmediği zaman; bilmeyen sussun, bilmediği konulara girişmesin.

Ben bazen, tasavvuftan bahseden insanların kitaplarını okuyorum, gülüyorum. Anlamıyorlar, yaşamadıkları için... Yaşamadığı için bilmiyor konuyu, bilmediği için de hariçten gazel okuyor.

Eskiden gazinolar olurmuş. Gazelhânı olurmuş, sahnesi olurmuş. Hanendesi, sâzendesi olurmuş. İçkiyi içince bazıları da coşarmış, hariçten gazel atarlarmış. Oraya yazarlarmış, "Hariçten gazel atmak yoktur." diye...

Yâni kimisi hariçten coşup da gazel atıyor. Öyle değildir. Bu işin şakası, oyunu yoktur. Burda hariçten gazel atmak insanın ayağını kaydırır, cehenneme düşürür. O bakımdan meseleleri yaşamak lâzım, onların halet-i rûhiyesini anlamak lâzım!..

Vahdet-i vücud insanın seyr-i sülûkunda ve halvetinde bir duraktır. Sonlara yakın bir duraktır. O duraktan sonra başka duraklar vardır. Kısaca böyle söyleyebilirim. O durağa gelir insan... O durak son durak değildir. O duraktan daha ötedeki duraklara geldiği zaman insan-ı kâmil olur.

Yunus Emre'ye göre insanlar dört sınıf... Tabii, kâfirler de var... Kâfirleri hiç nazar-ı dikkate almıyor.

(Ülâike kel'en'âmü belhüm edal) "Onlar hayvanlar gibidir, onlardan da şaşkındır." Hayvanlardan daha şaşırmıştır, kâfir olduğu için..."

Hacı Bektâş-ı Velî de bunu yazıyor Makàlât'ında... Gayrimüslimleri, Allah'ın varlığını birliğini anlayamamış oldukları için sıralamaya almıyor, kayıt dahi etmiyor.

Mü'minler vardır. Mü'minler dört sınıftır:

1. Ehl-i şeriat

2. Ehl-i tarîkat

3. Ehl-i ma'rifet

4. Ehl-i hakîkat

Şimdi bu sıramayı da kimse bilmiyor. kimisi ma'rifeti öne alıyor, kimisi muhabbeti öne alıyor. Ama Yunus'un ekolünde sıralama böyledir. Şeriat kavmi, tarikat kavmi, ma'rifet kavmi... Yâni, şeriat ilkokuldur diyelim. Tarikat, ortaokul ve lisedir. Ma'rifet üniversitedir. Hakîkat da, üstadlıktır; yâni her şeyi bitirip, ihtisas yapıp da en yüksek pâyeye ulaşmış olmaktır.

Yunus şeriat, tarikat, ma'rifet kelimelerini kullanır şiirlerinde... Bu mânâya kullanılır. Danişmend, fakih, sofî kelimelerini kullanır; bu tasnife göre kullanır. Muhib kelimesini kullanır; aşık demek... Aşık Yunus diye de söyler bazen... Muhib diye de söyler. İşte en yüksek olan da budur. Onun için, kendisi de aşkı en ön plana almıştır.

Yunus'un felsefesi, Mevlânâ'nın zihniyetiyle aynıdır. İkisi de tasavvufî mertebelerin sıralanışında, en yüksek makamı aşk makamı olarak görmüşlerdir. Yunus bunu açıkça söylüyor:

Yunus öldü diye selâ verilir,
Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez!

Aşığın öleceğini bile kabul etmiyor. "Yunus öldü diyorlar; ölür mü hiç aşık?.." diyor. Hakîkaten ölmemiştir. Bak sana hâlâ konuşuyoruz, yaşıyor aramızda...

Aşktan söz etmiştir Yunus... Baştan sona divanının %80'i, 90'ı aşk üzerinedir. Mevlânâ da öyledir. Mevlânâ da biliyorsunuz Mesnevîye şeyden başlıyor:

Bişnev ez ney çün hikâyet mîküned,
Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned.

"Dinle neyden kim hikâyet eyliyor; ayrılıklardan şikâyet eyliyor." diye başlıyor. Neyin bu yanık sedâsının özüne, vatan-ı aslîsine hasretin sebebiyle olduğunu sembolik olarak söylüyor. Sonra da yapıştırıyor söyleyeceği sözü:

Âteşest in bank-i nâyu nîst bâd,
Her ki in âteş nedâred, nîst bâd.

"Bu neyin içindeki ateştir; üfürük değildir, yel değildir, ateştir. Kimin içinde bu ateş yoksa, yok olsun be!.. Adam mı o?.." Beddua ediyor. "İçinde bu aşk ateşi olmayan yok olsun!" diye söylüyor. Yunus da öyledir, Mevlânâ da öyledir. Hacı Bektâş-ı Velî de öyledir. O da aynı makamdan bahsediyor.

Yunus'a göre, tasavvuf çok kıymetli bir ilimdir. Erenler en yüksek insanlardır. Bir şiiri vardır Eve Dervişler Geldi diye... Eve dervişler geldi diye düğün bayram ediyor, şiir yazmış. Gazel yazmış. Sevgisini heyecanını ifade eden ilâhi yazmış. Erenler en yüksek insanlardır.

Evliyaya uğramaz ise yolun,
Göçtü kervan, kaldın dağlar başında!..

der Yunus... Onun erenlere saygısının bir iki misalini vereyim:

Erenlerin nazarı,
Toprağı gevher eder.
Erenler kademinde,
Toprak olasım gelir.

Erenlerin ayağının toprağı olmak istiyorum diyor.

Sonra, dervişliğe medhiyeleri çoktur. Ma'rifetullah yolu, aşkullaha, muhabbetullaha götüren eğitim olduğu için, dervişlik çok kıymetlidir Yunus'a göre... Dervişlik, Farsçada fakirlik demek... Türkçe'de buna miskinlik de diyor Yunus... Miskin Yunus dediği, derviş Yunus demektir. Yoksa Yunus miskin değildir, civa gibi bir insandır.

Bu dervişlik durağı,
Bir acaib durakdur.
Derviş olan kişiye,
Evvel dirlik gerekdür.

Bestelenmiş bir ilâhidir bu da...

Çün anda dirlik ola,
Hak bile birlik ola...
Varlığı elden koyub,
Ere kulluk gerekdür.

Diyor ki: "Bu dervişlik bir acaib yoldur. Derviş olan kişiye evvelâ dirilik, hayat, yaşam gerek... Yâni, adam ölmüş olmayacak. İtiyorsun, kakıyorsun, çimdikliyorsun, çivi batırıyorsun, iğne batırıyorsun; kıpırdamıyor. Ölmüş... Tamam, derviş olamaz! Çünkü, hayat yok... Evvelâ dirlik olacak, canlı olacak bir kere...

İkincisi: (Çün anda dirlik ola..) Eğer derviş olacak kimsede bir hayat varsa, (Hak ile birlik ola... Varlığı elden koyup, ere kulluk gerekdür.) şeyhe teslim olacak. Erene, evliyaya kulluk edecek, iyi hizmet edecek ki, varlığını benliğini koyacak ki, terakkî edebilsin.

Eğer bir insanda varlık varsa... Varlık nedir?.. Varlık; kibridir, gururudur, ilmidir, parasıdır, mevkiidir, makamıdır...

Mevlânâ'nın karşısına zamanın beylerinden bir bey gelmiş. Mevlânâ, hiç konuşmamış. Böyle başı eğik, elleri cübbesinin yeninde böyle durmuş. Karşısındaki bey, sultan, mevki makam sahibi insan; hiç iltifat etmiyor, böyle duruyor. Adam durmuş durmuş, terlemiş, kızarmış, bozarmış, demiş ki:

"--Efendim bana bir nasihat etseniz!"

O da ne kadar zalim olsa gene iyi insan ki, Mevlânâ'yı ziyaret ediyor, bir de nasihat istiyor...

"--Evlâdım, sana ben ne diyeyim? Seni Rahman sultan eylemiş, sen şeytana kulluk ediyorsun!.. Rahman seni sultan etmiş, Rahman'a kulluk edecekken, şeytana kulluk ediyorsun, şeytana uyuyuyorsun; olur mu böyle şey?.. Halkı sana ısmarlamış, havale etmiş bunlara şefkat eyle, hizmet eyle diye; sen onlara zulmediyorsun. Ben sana ne diyeyim?" diye adamcağıza öyle ağır sözler söylemiş ki, hüngür hüngür ağlamış adam...

Cesarete bak!.. Kimseye eyvallahı yok, hak sözü gümbür gümbür söylüyor.

Varlığı elden koyacak, mevki düşünmeyecek, makam düşünmeyecek, zengin olduğunu düşünmeyecek.

Zenginin yürüşü bile başkadır. Elini cebine koyar. Yürüyüşünden anlarsın ki, bu adam zengindir. İsterse çapaçul giysin, yürüyüşünden belli olur. Dükkâna girişinden belli olur, fiatı soruşundan belli olur. Şöyle ezile büzüle, "Bunun fiatı kaç acaba?..." filân derse; fakir, adamın parası yok, tezgâhtardan korkuyor. Ötekisi "bunun parası kaç?.." der, "Beğenmedim!" der. Kırk tanesine bakar, kırkbir tanesine bakar... Özür dilemeden, pabuçların hepsi meydanda, çıkar gider. Hiç birisini almaz. Zengin...

Zenginin halet-i rûhiyesi, mevki makam sahibinin halet-i rûhiyesi... Bir de ilim insana benlik verir. "Ben ki, şöyleyim, böyleyim..." diye düşünür, o da benlik verir. Bunların hepsini koyacak. Varlığın elden koyup --çar terk dediğimiz terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk-- ere kulluk edecek. Bir kere şu eğitimini bir tamamlayacak!..

Hani ne demiş Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri'ne, Üftâde Hazretleri?..

--Efendim ne olur beni derviş al, kabul et!..

--Evlâdım sen yapamazsın, kadılığa devam et! Bizim işimiz zordur.

--Efendim ne olur... Tamam, yapmağa söz veriyorum, dervişiniz olayım!..

--E peki, o zaman ciğer sat bakalım Bursa'nın sokaklarında!..

Eskiden ciğer nasıl satılıyor, böyle camekân mı var?.. Belediyenin istediği şartlara uygun böyle satış yerleri mi var?.. Yok... Sopaya ciğerler takılıyor, arkadan kediler miyav miyav geliyor... Adamın sırtında ciğer sopası... Sokaklarda bağırıyor. İsteyene ciğeri kesiyor, veriyor. Yarım okka, bir okka, bilmem ne...

--Bursa'nın kadısı, konağı olan, ilmi irfanı olan Aziz Mahmud-u Hüdâî'ye ne diyor şeyhi?..

--Ciğer sat evlâdım!

--Niye?..

--Nefsi ezilsin diye...

Satmış. Çok güzel hizmet etmiş, çok güzel tevâzu göstermiş. İş bittikten sonra, demiş ki:

"--Evlâdım, aferin! Başardın bu eğitimi... Hadi bakalım seni İstanbul'a vazifeli gönderiyorum. Umarım ki, sultanlar atının dizgininden tutar, önünden yaya yürür." demiş.

Ve yürümüştür... Sultan Ahmed dervişi olmuştur. Atının dizginini tutmuş ve önünden yürümüştür. Evvelden de, sonrasını gösteriyor Allah evliyâsına...

Kulluk eyle erene,
Şarkdan garbı görene!..
Senden haber sorana,
Key miskinlik gerekdür.

"Şeyhe hizmet et ki, o şarkı garbı görür." diyor. --Bak, Üftâde Hazretleri Bursa'da iken, İstanbul'da ilerde olacak hadiseleri keramet olarak haber vermiş.--

(Senden haber sorana, key miskinlik gerektir.) Yâni, çok mütevâzi olacaksın, miskin olacaksın... Öyle kibirli olmayacaksın.

Miskin olagör bâri,
Benlikden ırak yürü!..
Gönlünde benlik olan,
Dervişlikten ırakdır.

Eğer mütevâzi olamazsan, içinde benlik varsa, o zaman dervişlikten ırak olursun.

Hak eren, benim dedi.
Varlığın erde kodu.
Erenlerin himmeti,
Yerden göğe direkdir.

Yine ereni, şeyhi medhediyor.

Bu dervişlik beratın,
Okımadı müftüler.
Kim ne biliser bunu,
Bir acaib varakdır.

Varak, defter, yaprak demek... "Bu ilmi kadılar, müftüler okumadı. Bu bir acaib ilimdir, acaib yapraktır. Bunu bilmezler." diyor.

Gerçekten öyledir, aziz ve muhterem kardeşlerim!.. İlâhiyat fakültesi profesörü olarak ilâhiyat hocalarını tanırım, Diyanet'ten müftüler, diyânet işleri başkanları tanırım; tasavvufî terbiye başka şeydir. İlâhiyatlarda okunmuyor, imam-hatiplerde okunmuyor. İnsan alırsa alıyor, almazsa adam olamıyor.

Ey Yunus ârif isen,
Anladım bildim deme!..
Tut miskinlik eteğin,
Âhir sana gerektir!

"Ey Yunus! Bildim filân diye, kibir gurur satma; miskinlik, mütevâzilik tarafını tut! Sana gerek olan budur." Çünkü, Allah mütevâzi kullarını sever.

Yunus'a göre danişmend, ilim öğrenen, henüz daha hamdır. Fakîh --h harfi düşmüştür fakı derler-- fıkıh bilen insan demektir. Sonra s™fî, tarikat erbabı... Girmiş tarikata ama, girmek bitimek demek değil ki... Nerde okuyorsun?.. Falanca fakültede... Daha bitirmemiş, dur bakalım!... Ön kapıdan mı çıkacak, arka kapıdan mı çıkacak; diplomayı hangi dereceden alacak, ne olacak belli değil... Ona da çatar zaman zaman... "Ey s™fî, sen şöyle diyorsun, böyle diyorsun..." diye ona da çatar Yunus'umuz...

Sevdiği insanlar ârif insanlardır, irfan ehli insanlardır, ma'rifet ehli insanlarıdr. Tevâzua çok önem verir, ahlâk-ı hamîdeye çok değer verir. "İnsanın ahlâkı güzel olmadıktan sonra, sağı solu yıkıp yaktıktan sonra, kalb kırdıktan sonra kıymeti olmaz!" diye söyler şiirlerinde...

Ve en yüksek makam da, aşıklık makamıdır. Aşık niçin aşıktır?.. Müşahede makamına erdiği için aşıktır. Yâni, Allah-u Teâlâ Hazretleri'ni müşahede zevkine, makamına, rütbesine ulaşmış olduğu için, o güzelliin karşısında mesttir. Gözü ne cennet görür, ne hûri görür, ne başka mevkî makam görür. O aşk ile, her yaptığı işi Allah rızası için yapar. Ve dâimâ Allah'ın rızasını gözetir.

Söylediği sözler doğrudur, katılıyorum. Şeriatın ahkâmı konusunda titizliğini vurgulamak isterim.

Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi ulûm-u şer'iyyeye, dînî bilgilere kuvvetli bir şekilde âşinâ eylesin... Dinini bilen müslümanlar olalım; bir... Tasavvufî terbiye edidiğimiz iç eğitimini, vicdan eğitimini, nefis terbiyesi işlemini görmüş olalım!.. Sivriliklerden, sertliklerden, çirkinliklerden, ahlâkî zaaflardan içimizi yıkamış, temizlemiş olalım; iki...

Allah-u Teâlâ Hazretleri bize ma'rifetini ihsân eylesin... İrfan ehli eylesin... Gözümüze müşâhedeyi nasib eylesin, gönlümüze aşkını, muhabbetini ihsan eylesin... Sevdiği razı olduğu kullar olarak, onu seven kullar olarak, her yaptığı işi Allah aşkına yaparak yaşamayı nasib eylesin... Huzuruna da sevdiği razı olduğu bir kul olarak varmayı nasib eylesin...

Biliyorsunuz bizim örfümüz böyle, bir insana bir şey söylediğimiz zaman ne diyoruz:

"--Allah aşkına yapma!.."

O zaman o da, elinde bıçak varsa bırakıyor. Niye?.. Allah aşkına dediği için... Akar sular duruyor, kesiliyor her şey... "Allah aşkına yapma!" deyince işler bitiyor.

Her yaptığı işi Allah aşkına yapmayı, Allah bizlere de nasîb eylesin... İki cihanda azîz ve bahtiyar olun... Hepinizin dualarını beklerim... Hepinize sevgilerimi, saygılarımı arz ederim...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..

30. 10. 1994 - Çeşme / İZMİR