E. YUNUS EMRE

Ahmed-i Yesevî'nin konumuzla ilgisi, Ahmed-i Yesevî İslâmiyeti, hikmet ismini verdiği ilâhilerle sevdirmiştir. Tasavvufî terbiyeyi bozkırlarda öyle yaymıştır. Yunus Emre, Ahmed-i Yesevî'nin yolunun devamıdır. Yâni muakkiblerindendir, ta'kibcilerindendir. Yolu o açmıştır, Yunus Emre de, o yolda yürüyenlerden birisidir.

Yunus Emre gerçekten, başka edebiyatları bilen kimselerin sözleriyle, --benim kanaatim de çok net olarak öyle-- emsalsiz bir şairdir. Türk diliyle dinî şiir yazan şairlerin en büyüklerinden, en başta gelenlerindendir Yunus Emre.... Sadece bizim malımız değildir, dünya kendisinin hayranıdır. Biliyorsunuz evvelki sene de Yunus Emre yılı idi.

Yunus Emre, çok derin fikirleri çok sade kalıplarla ifade edebilme kabiliyetine sahib bir kimsedir. Emsalsiz bir lirizm ile, çok muazzam fikirleri çok kısa cümleler halinde, mısralar halinde anlatabilen bir kimse... İftihar edeceğimiz bir kimse...

Ben Azerbaycan'a gittiğim zaman, bana dediler ki: "Bu Azerbaycan'ın bir kasabası var; istersen seni götürelim. Oranın ahalisi Fuzûlî'nin hayranıdır. Hepsi Fuzûlî'nin divanını baştan sona ezbere bilir, ezbere okur." Bizim de sanıyorum Yunus Emre'yi ezbere bilmemiz lâzım!.. Çünkü, her şiiri ayrı harikadır.

Akşam, alnımdan terler döküldü; hangi şiirini seçeyim de size anlatayım diye... Kısaca söyleyeyim, Yunus'la ilgili bazı ilmî gerçekleri:

Yunus Emre, çok meşhurdur ama çok da mechuldür; hayatı hakkında çok şey bilinmiyor, kaynak yok... Mezarının bile nerde olduğu hakkında millet hâlâ münakaşa ediyor.

İki tane eseri var elimizde: Birisi Yunus Emre Divanı; ötekisi de Er-Risâletün Nushiyye... İki eserini biliyoruz. Bu iki eserinden birincisi divanı; o da bilimsel olarak neşri yapılamamış bir eserdir. Ama, Kültür Bakanlığı'nın neşrettiği Dr. Mustafa Tatçı'nın Yunus Emre Divanı, daha ileri bir çalışma; güzel... Ondan önce de Yunus Emre ile ilgili çok neşirler yapıldı, divan neşredildi. Bu nisbeten onların hepsinden daha öteye, ileri bir çizgiye gitmiş; güzel, hoşuma gitti.

Yunus Emre'nin kendi elinden yazılmış bir divan bize gelmemiş. Yunus Emre Divanı denilen eserler de karşılaştırıldığı zaman, birbirlerinden çok farkları var... Bunda olan onda yok, onda olan bunda yok... E hangisi Yunus'un bu şiirlerin?.. Belli değil...

Sonra bir de adam bir defter yapmış; bu deftere Yunus'u sevdiği için Yunus'un şiirlerini yazmış. Yanına başka şiirler de yazmış. Yunus'un olanlarla olmayanlar karışmış. Bunların ayıklanması lâzım!..

Fakat, her hâlükârda bu Kültür Bakanlığı'nı tebrik ederim, teşekkür ederim. Kültür Bakanlığı'nın 1280 sayılı Klasik Türk Eserleri 14 numaralı baskısı güzel... Bunu temin edebilirsiniz, mevcudu varsa... Yoksa, Kültür Bakanlığının yeniden neşretmesini tavsiye ederim. Güzel bir çalışma... Bizim rahmetli Prof. Amil Çelebioğlu kardeşimiz vardı; onun yetiştirdiği bir genç... Hocasına teşekkür ediyor. Ben de bu eseri için ona teşekkür ederim; güzel bir çalışma yapmış.

Hangi şiir gerçekten Yunus'un diye bir meselemiz var; bunu tesbit etmemiz lâzım!.. Sizin bugün Yunus'un diye sevdiğiniz, ezberlediğiniz, dinlediğiniz ilâhilerin bir kısmı onun değildir meselâ... Çünkü, bir kaç tane Yunus var... Çok net, çok kesin, bütün ilim adamlarınca bilinen bir gerçek...

Bir kere iki tane kesin Yunus var: Birisi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye yetişmiş Yunus; ötekisi, Bursa'da Emir Sultan'a yetişmiş Yunus... Birisi Mevlânâ'dan biraz genç; ötekisi Emir Sultan'dan biraz genç... Emir Sultan'dan feyz almış, Emir Sultan'a bağlı... Bu ikinci Yunus daha ziyade, "Şol cennetin ırmakları" "Kâbenin yolları bölük bölüktür" gibi ilâhileri söyleyen... Yâni bizim Yunus'un diye sevdiğimiz şiirlerin yüzde altmışı - yetmişi Bursalı Yunus'undur.

Bursalı Yunus'un Bursa'da kabri vardır ve çok mağdur durumdadır. Mahalle arasında bir evin bahçesi arasında kalmıştır. Ben Bursalı arkadaşlarımıza rica etmiştim, "Bulun, arayın!" diye... Buldular, resmini gönderdiler. Şöyle bir aralıktan geçiliyor. Kimse de, o Şol Cennetin Irmakları'nı yazan Yunus'un orda yattığının farkında değil... Bilseler, yığılacaklar oraya; ama, bilmiyorlar.

Tabii, bu bizim vazifemiz... İlim, Kültür ve Sanat Vakfı olarak vazife ediniyoruz. Bursa'ya gideceğiz. Belediye başkanı eğer Çeşme belediye başkanı kadar yakınlık gösterirse bize; anlatacağız, diyeceğiz ki: "Bu Yunus, çok büyük Yunus'lardan bir tanesidir. Bunun etrafının istimlâk edilmesi lâzım, türbesinin güzelleştirilmesi lâzım!.."

Süleyman Çelebi'nin türbesi güzeldir doğrusu... Çekirge'ye giderken, Süleyman Çelebi'ye bir güzel türbe yapılmıştır. Eskiden o da, mezarlıklar arasında sâde bir kabir idi. Amma, bir Alman sebep olmuştur. O güzelim mimârî şaheser Süleyman Çelebi'nin türbesi ve o selvi ağaçlı, merdivenli anıt mahal yapılmıştır.

Hadise şu; onu da anlatayım: Bir Alman elçi geliyor Bursa'ya... Bizim orda ihvanımızdan Kâzım Efendi diye, mekteb-i ziraat muallimlerinden bir efendi var; Almanca'sı çok güzel... Ziraat yüksekokulunun öğretmeni... Diyorlar ki, "Senin Almancan var; bu elçiyle meşgul ol, onu gezdir Bursada!.. Misafirperverlik yap!.." Devlet görev veriyor yâni...

Elçi Çelik Palas'a geliyor, özel daire tahsis ediyorlar. Orda oturup kalkıyor, Bursa'yı geziyor. Alman elçisi ama, Türkçe de biliyor.

Bizim rahmetli Kâzım Efendi'ye bir gün --kendi ağzından dinledim ben-- :

"--Kâzım bey! Yarın da Süleyman Çelebi'yi ziyarete gidelim!" demiş.

"Şaşırdım. Alman Süleyman Çelebi'yi ne yapacak?.. 'Peki efendim!' dedim. Ertesi sabah gittim. Bir taraftan da utanıyorum. Süleyman Çelebinin kabri harabe... Mezarlığın içinde bir kabir... Elçinin kapısını çaldım, odasına girdim. Baktım, grand tuvalet giyinmiş. Frak, smokin, papyon kravat, melon şapka vs. çok resmî giyinmiş. Şaşırdım. 'Efendim, ekselâns hani mezarlığa gitmeyecek miydik, hani Süleyman Çelebi'ye gidecektik?..' dedim"

"--Evet ona gidecektik..."

"--E, böyle giyinmişsiniz?.."

"--Onun için böyle giyindim!" demiş. "Kâzım bey, bana söyler misin; hangi şair onun şu beyti kadar kuvvetli şiir söyleyebilmiş?..

Dedi gördüm ol Habîbin ânesi,
Bir aceb nûr kim, güneş pervânesi!..

Berk urub çıktı evimden nâgehân,
Göklere dek nûr ile doldu cihân!..

Tabii kaç kişi anladı... (Dedi gördüm ol Habîbin ânesi,) "O Rasûlüllah'ın annesi dedi ki, ben gördüm:" Hadis-i şeriftir bu aynı zamanda... Ben hadis olarak da buna rastladım. Süleyman Çelebi, hadis-i şerifi nazma çekmiş. (Bir aceb nûr kim, güneş pervânesi!..) "Bir garib, çok muhteşem nur ki, güneş onun etrafında pervane gibi dönüyor. Güneş sönük kalıyor, pervane kelebeği gibi kalıyor; öyle bir nur gördüm."

(Berk urub çıktı evimden nâgehân,) "Parıldayarak evimden bir nur çıktı böyle... (Göklere dek nûr ile doldu cihân!..) Göklere kadar her taraf nur doldu." Rasûlüllah doğuyor. Rasûlüllah'ın doğmasından böyle bir nur gördüğünü hadis-i şerifte de nakletmişlerdir. "Benden bir nur çıktı. O nurun ziyâsından Busrâ'nın köşkleri aydınlandı." diyor Amine Hatun...

Onu nazmetmiş Süleyman Çelebi... Alman da bunu beğenmiş, anlatımdaki güzelliği beğenmiş. Yâni, "Öyle bir nur ki, güneş onun etrafında pervâne gibi... Parlayarak çıktı ve etraf muazzam aydınlandı." demiş oluyor.

Şimdi bu mısralar yazılı orda... Anlaşılan bizim Kâzım Efendi bu olayı orda buna anlattı. Orda bir türbe yaptırdı. İnşaallah biz de, bu Yunus Emre'ye Bursa'da, o mahalle arasında evin arkasındaki o zavallı kabrin etrafını biraz genişleterek, Yunus Emre'ye uygun bir türbe yaparız inşallah diye düşünüyorum.

Bir Yunus o, Bursalı Yunus... Bir Yunus da, --şimdi belki Aksaray'a bağlıdır, idârî taksimatı bilmiyorum-- Sivrihisar'lı... O Sivrihisar, --Eskişehirliler üzülse de söylemek zorundayım-- Eskişehir'in Sivrihisar'ı değil... Kızılırmağın kenarında ama, Eskişehir'deki Sivrihisar değil... Hacıbektaş kasabasına çok yakın, Sivrihisar diye bir yer var Kızılırmağın kenarında... Kızılırmak, biliyorsunuz nerelerden dönüp, dolaşıp öyle gidiyor Karadeniz'e... Bunu bir yazı ile, kitapla Refik Saygun anlattı. İncelemeler yaptı, oranın fotoğraflarını çekti. "Bu Sivrihisar'dadır Yunus!" dedi. "İşte, Tapduk Emre'nin kabri var burda... İşte Yunus'un kabri var burda..." dedi. Kimse bunu dinlemedi ama, aslında Yunus'un yeri orası, kabri orada... Onu da tabii, ihyâ etmek lâzım!..

Eskişehir'deki değil... Eskişehir, Yunus'un zamanında ne durumdaydı bilmiyorum. Karaman'da da değil... Asıl yeri, orası... Bilimsel olarak bu böyle; ama, çok kimse bilmiyor.

Ne zaman yaşamış; belli değil... Hangi tarihlerde ölmüş; belli değil... Çünkü, bizim vakıf kayıtlarını, sicilleri; depolarda, koridorlarda ne arıyor diye vagonlarla Bulgaristan'a göndermişler. Gelmişler İstanbul'da ilgisiz ilgililer... Koridorlarda bir takım evrakı çok kalabalık görünce:

"--Ne bunlar burda?.."

"--Efendim, bunlar arşiv belgeleri..."

"--Ne işe yarar?.."

"--Eski yazı..."

"--E, biz devrim yaptık, harfleri değiştirdik. Kim bunları okuyacak?.." demişler. Vagonlara yüklemişler.

İsmail Hakkı Konyalı feryad etti, yazılar yazdı: "Bunlar arşiv belgesidir, bunlar gönderilmez; çok kıymetli evraktır!" diye ama, giti hepsi... Avrupa'ya gitti, ve sâireye gitti. Yâni kendi mâzîmizi koruyamıyoruz. Yangınlar tahrib ediyor, kendimiz tahrib ediyoruz.

Çanakkale'nin, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından yapılan kalesinin giriş kapısındaki kitabeyi, oradaki askerî birliğin başındaki bir üsteğmen veya yüzbaşı kazıtmış. Ne istedin o kitabeden, niye kazıtıyorsun?.. Fatih'in kitabesi bu... Hapsetmek lâzım!.. Kazıtmış; şimdi ara da bul, kitabe yok...

Mezar taşları Londra'da satılıyormuş... Bizim mezarlıklardan çalınan mezar taşları, kavuk şekli, taş şekli, yazısı itibariyle antika olduğu için Londra'da haraç mezat satılıyormuş. Müşteri buluyormuş, oralara kaçırılıyormuş. Nasıl ediyorlar artık, bilmiyorum.

Onun için Yunus'un mezartaşı yok... Arşivler yok, belgeler yok... Gölpınarlı söylüyor, ben de gördüm: HacıbektaşKütüphanesi'nde bir yazmanın üst tarafında, doğumu şu, yaşı şu kadar, vefatı şu diye bir kayıt var... Ama kim yazmış oraya, nereye dayanarak yazmış, belli değil... Diyorlar ki, işte 1320 yıllarında ölmüştür. Belki doğru olabilir ama, kuvvetli bir belge değil...

Bir tek kuvvetli belge var: Risâle-i Nushiyye isimli eserini yazmış, sonunda tarih atmış. Hicrî 707 tarihinde yazılmış; milâdî 1306/1307 ediyor. Demek ki Osmanlılardan önce o sağmış. Ötekiler, ilim adamı olarak bizim yüzdeyüz kabul edeceğimiz şeyler değil...

Yunus'un divanında incelemize göre; Yunus Emre evlenmiş, çoluğu çocuğu var... "Allah bize de çoluk çocuk verdi." diyor bir şiirinde... Anlıyoruz ki, Yunus bekâr göçmemiş; evli çoluk çocuk sahibi bir insan...

Bir şair koca olmuş. Yâni yaşlanmış. Genç yaşta değil, bayağı bir ihtiyarlamış olduğu belli...

Şeyh efendi diye çok hürmet etmişler kendisine, şiirinden biliyoruz. O kendisinden bahsederken, kendisini çok kötüleyerek söylüyor ama, biz anlıyoruz. "Bana şeyh diyorlar; nerde ben?.. Mertebem, çok fenayım." diye söylüyor; ama ordan anlıyoruz ki, şeyh demişler. Herkes hürmet ediyor, herkes elini öpüyor. Hayatında bu hürmeti görmüş.

İlim bakımından; yüksek derecede dînî bilgileri kazanmış, usta bir âlim... Öyle oduncu filân değil... Ümmî, elifi ve sâireyi okumamış bir insan değil; çok büyük bir alim... Eserlerinden de belli, kendisi de söylüyor. Muhtemelen Konya'da tahsil etmiş ve Sadreddin-i Konevî'nin fikirleri var, Abdülkerim-i Ciylî'nin fikirleri var şiirlerinde... Onlar ayrı bir konferans konusu, ince tasavvufî meseleler... Çok büyük bilgisi var...

Şimdi, bu eski Yunus ile, Mevlânâ zamanına yakın Yunus ile, öteki Bursalı Yunus arasında yüz küsur yıl zaman farkı var... Üslûb farkı var... Bu Yunus'un dili başka, Bursalı Yunus'un dili başka... Şıp diye anlaşılır; kullandığı kelimelerden ve üslûbundan hemen farkedilir. Mevlânâ'ya çağdaş Yunus başka, Bursalı Yunus başka... İkisi ayrı şahsiyet...

Bursalı Yunus, hiç falso yapmamış olan, şiirlerinde kimseyi tedirgin edecek bir söz söylememiş olan, müteşerrî, müeddeb, âşık bir şâir... Tam dört dörtlük potada bir insan...