İLETİŞİM VE MEŞVERET
Bizi yaşatan, yaradan, türlü nimetlerine ihsanlarına, ikramlarına mazhar eden; nimetlerin en büyüğü olan İslâm nimeti ile, iman şerefiyle şerefyâb eyleyen; ve peygamberlerin en kerimi olan, Allah'ın en sevgili kulu olan, ahir zaman peygamberi Muhammed-i Mustafâ'ya ümmet eyleyen; ümmetlerin en şereflisine mensub eyleyen; lütfunu, ihsanını her anda üzerimizde dâim eyleyen Rabbımıza sonsuz hamd ü senâlar olsun. Onun alemlere rahmet olarak gönderdiği insanlığa rehber eylediği, elçisi Muhammed-i Mustafâ'sına sonsuz salât ü selâmlarımızı arz ederiz.
Bu mübarek günde böyle güzel bir toplantıyı tertib edenlere, bunun için günlerdir çalışıp zahmet çekenlere; zahmetleri rahmet-i ilâhîye ermelerine vesîle olsun der ve bu toplantılarına bizi de davet ettikleri için teşekkürlerimizi arz ederim.
Nüfusun --Allah'ın sayısız hikmetlerinden biri olarak-- takriben yarısını hanımlar teşkil ediyor. Hanımların en muhteremi, Hz. Adem atamızın zevce-i tâhiresi Havva vâlidemiz... Bizim yanımızda bundan sonra en kıymetlileri, Peygamber SAV Efendimiz'in zevcât-ı tahirâtı... Onlardan sonra, sebebi hayatımız olan annelerimiz --Hayatta olanlara Allah sıhhat afiyet ihsan eylesin, vefat edenleri rahmetine gark eylesin, yüksek makamlar cümlesine ihsan eylesin-- ve çocuklarımızın anneleri, eşlerimiz... Ve gözümüzün bebeği evlâtlarımızın bir kısmı, kızlarımız... Veya kardeşlerimizin evlâtları olan; yakınlarımızın, dindaşlarımızın evlâtları olan bacılar, kardeşler... Yâni bütün bu saydıklarımızın hepsi, bu kimselere ne kadar hürmet etmemiz gerektiğini gösteren hususlar... Kimisi annemiz, kimisi eşimiz, kimisi kardeşimiz ve nüfusun yarısı...
Biz İslâmî çalışma yolunda, bu yarı nüfusun, Allah'ın dinine hizmet etmek isteyen öbür yarı nüfusun yanında, aktif olmasını arzu eyledik. Pasif olduğunu görüp üzüldük. Bizim erişemeyeceğimiz sahalarda, bizim yapamayacağımız bazı dini hizmetleri, Allah'ın rızasını kazanmaya yönelik bir takım çalışmaları, ve biz yapamadığımız için boş kalan bir takım sahaları onların doldurabileceğini; hanımlık şerefini muhafaza ederek, İslâm'ın tesettürünü, tesettürle ilgili emirlerini koruyarak, hanımlık izzetine gölge düşürmeden hizmetler yapabileceğini düşündük ve kardeşlerimize bu fikirlerimizi açtık... Bu hususta onları teşvik eyledik; onların da çalışmaları gerektiğini, onların da hizmetlerinin Ümmet-i Muhammed'e çok faydalı olacağını hatırlattık... Onlardan müsbet bir yaklaşım gördük, teveccüh gördük, hüsn-ü kabul gördük. Ve bugün Türkiye'de birçok nezih, temiz, pak, asil hizmet yapan kadın dernekleri böylece teşekkül eyledi. Hanımların kurduğu, hanımca hizmetleri götüren, hanımların yapabileceği çalışmaları yapan; çocukların eğitimine yönelik, hanımların yetişmesine yönelik dernekler meydana geldi. Biz bu derneklerin her toplulukta; yâni il, ilçe, bucak, belde, köy, mezraa... hizmetler yapılan her yerde; yâni cami ve camia olan her yerde kurulmasını temennî ederiz.
Erkek kardeşlerimizden ve hanım kardeşlerimizden bu çalışmalara katkıda bulunmalarını rica ederiz, temennî ederiz, onları teşvik ederiz; çünkü, hakikaten yapılacak hizmetler çok fazla ve iş bölümü şart... Bir takım hizmetleri bütün güçlerine rağmen erkeklerin yapması mümkün değil; çünkü, hanımlarla ilgi ve iletişim, beraber olmak ve onlara hitab edebilmek mümkün değil. O bakımdan bu derneklerin çoğalmasını temennî ediyoruz.
Bu derneklerimizin bugüne kadar parmaklarımızı ısırtan, bizi sevindiren, memnun eden güzel İslâmî faaliyetleri oldu. Bu salonlar da o faaliyetleri geçtiğimiz yıllarda gördü. Başka yerlerde de bu toplantılar yapıldı. Allah hepsinden razı olsun... Derginin bir sayısında da yazmıştım; biz "Kadın ve Aile" dergisini onlar için çıkartıyoruz. Daha doğrusu, onların çıkartması için şartları hazırladık, onlar çıkartıyorlar, hanımlar çıkartıyorlar. Çünkü, "Hanımların meselelerini, en iyi hanımlar bilir." diye düşündük ve yönetimini, yazıların tercihini, hazırlanmasını --külfeti erkeklerde kalmak şekliyle-- hanımlara devrettik; daha kadınca olsun, daha asaletli olsun diye. Bu derginin bir sayısında da üniversitedeyken okumuş olduğum Farsça bir menkıbe vardı, onu yazdım. Burada da anlatmayı bu münasebetle uygun görüyorum:
Meşhur Sultan Gazneli Mahmud, Hindistan'ı fetheylemiş, iftihar edeceğimiz çalışmalar yapmış, büyük bir devlet kurmuş; fakat, bugünkü Tahran'ın yakınında bulunan Rey şehri henüz hükmü altında değil. Rey şehrinin hakimi vefat etmiş, yerine bir küçük çocuk tahta oturmuş ama, henüz sabâvette, çocukluk çağında olduğu için, yönetim annesinin elinde... Okuduğum metin diyor ki, afîfe ü zâhide; yâni iffetli, âbid ve zâhid bir yaşlı hanımın elinde. Rey şehrinin yönetimi böyle bir hatunun elinde. Çocuğun annesi, çocuk küçük olduğu için fiilen yönetime nezaret ediyor.
Sultan Mahmud haber göndermiş, demiş ki: "Sikkeyi, parayı benim adıma bassın, hutbeleri de benim adıma okutsun!.." Bu ikisi hakimiyet alâmeti; para hakim olan sultanın adına basılacak, hutbe de ona dua edilerek onun namına olacak ki, hakimiyetin ifadesi bu... Böyle bir mektup yazmış. Cevap güzel olduğu için, teşvikkâr olduğu için burada anlatıyorum. "Ya böyle sikkeyi benim namıma basar, hutbeyi benim namıma okutursun; ya da gelirim Rey şehrini alt üst ederim, taş üstünde taş bırakmam, yakarım yıkarım!" diye tehdit eylemiş. Bu hatun cevap veriyor. Cevabında besmele, hamdele, salâtü selâm vs.den sonra diyor ki:
"Ey Sultan Mahmud, böyle bir mektup yazmışsın. Allah şahidim olsun ki, eğer ordunu toplayıp da benimle şavaşmaya gelirsen, ben de seninle çarpışırım, kaçmam senden... İki şey olabilir: Ya senin ordun muhtemelen beni yener; çünkü, kuvvetli bir ordun var, büyük bir sultansın. Ama, bu sana bir şan kazandırmaz, 'Sultan Mahmud bir ihtiyar acuzeyi yenmiş.' derler; bundan ne olacak?.. Ama ikinci ihtimal, ya ben seni yenersem; o zaman, 'Sultan Mahmud, koca sultan, bir acuzeye yenilmiş!' derler. O zaman mahvolursun, perişan olursun!.." diyor. Sultan Mahmud okumuş mektubu; hoşuna gitmiş, gülmüş ve "Peki nasıl isterlerse öyle yapsınlar" diye müsaade eylemiş. Yâni diyor ki, "Arslanın erkeği olduğu gibi, dişisi de olur. Gelirsen çarpışırım; ya yenerim, ya da yenilirim ama, öyle kuru gürültüye pabuç bırakmam!" O hoşuma gitmişti.
Şimdi bu dernekler, kuruldu ve çalışıyor. Fakat, derneklerle beraber, organizasyonlarla beraber gelen bir büyük mesele daha var. O da iletişim, enformasyon, irtibat, haberleşme, birbirleriyle koordinasyon, bilgilerin tebadülü, alışverişi, yardımlaşmanın sağlanması... Organizasyonlar tek tek olursa hizmeti başka türlü, bir arada olursa daha başka türlü olur. O bakımdan, bu toplantıyı yapmışlar. Yâni "Nedir amacınız?" diye sordum, bu mübarek hatunlara... Dediler ki "Bizim, Türkiye'nin muhtelif illerine yayılmış olan kadın derneklerimizin arasındaki irtibatı, dayanışmayı, muhabbeti, tanışmayı, yardımlaşmayı, işbirliğini sağlamak." Bu toplantının amaçlarından birisi bu...Tabi bu çok modern, çok güzel bir anlayış. Bize de bu münasebetle, burada size karşı "İletişim ve Meşveret" konusunda konuşma yapmamızı uygun görmüşler. Ben de buraya gelince öğrendim konuyu. Memnun oldum, onun üzerine konuşuyorum. Allah çalışmalarında Ümmet-i Muhammed için çok büyük faydalar hasıl eylesin, başarılı eylesin... Kendileri için, hanımlar arasında İslâm'ın öğrenilmesi için, yaşanması için; çocukların müslüman yetişmeleri için, toplumun müslüman olması için, İslâm toplumu olabilmesi için gayretlerini ziyade eylesin... Himmetlerini, hizmetlerini kabul eylesin... Kendilerine dünyada, ahirette yüzaklığı ihsan eylesin, büyük dereceler bahşeylesin...
Kur'an-ı Kerim'de bir Ayet-i Kerime'de buyuruluyor ki:
(Bismillahirrahmanirrahim. Küntüm hayra ümmetin, uhricet linnâsi, te'murûne bil-ma'rûfi ve tenhevne anil münker) "Hayr" kelimesi Arapça'da ism-i tafdil manâsınadır. "Hayra ümmetin" demek, yâni "En hayırlı ümmetsiniz" demekdir. Çeşitli ümmetler var, çeşitli topluluklar var, insan grupları var, tarihte ve muasır zamanda, yaşanan zamanda. Çeşitli gruplar var ama, bunların en hayırlısı, Ümmet-i Muhammed'dir (SAV). Ayet-i kerime ile sabittir. Allah-u Teâlâ Hazretlerinin beyanıyla tesbit edilmiş bir şereftir. Ümmetlerin en hayırlısıyız. Onun için hamd ü senâlar ediyoruz, onun için şükürler ediyoruz Rabbimize... Bizi başka ümmetlerden eylememiş, Ümmet-i Muhammed'den eylemiş.
Tabii, bu bir mazhariyet ama, herkese açık olan bir kapı... Çünkü, Peygamber Efendimizin devr-i Muhammedîsinin açılmasından sonra bütün insanların ya hükmen ya fiilen, ya bilkuvve ya bilfiil, ya hakikaten, ya da imkân olarak Ümmet-i Muhammed'den olma şansı vardır, imkânı vardır. Eğer,
"Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû" derse fiilen Ümmet-i Muhammed'den olur. Bütün eski ümmetlerin bunu demesi lâzım ve bu bayrağın altına gelmesi lâzım. Bu dairenin içine adımını atması lâzım. Bu kurtuluş gemisine binmesi lâzım.
Peygamber Efendimiz yeminle bildiriyor ki "Vallahi Musa AS, zamanımda var olsaydı, sağ olsaydı bana ittiba ederdi." İsa AS da öyle, öbür peygamberler de öyle... O halde,
"Lâ ilâhe illallah, muhammedün rasülullah" diyenlerin hepsi bilfiil, hakikaten, gerçekten, Peygamber Efendimizin ümmetindendir. Ötekiler de bilkuvve Ümmet-i Muhammed'den olma şansına sahiptir. Ellerinde o imkan vardır. Bunu kabul ederlerse; kurtulurlar, dünya ve ahiret saadetine ererler. Kabul etmezlerse; İslâm bütün eski dinleri neshetmiş olduğu için, eski bir akideye bağlı olmak onları kurtarmaz. Zaten eskidiği için kurtarıcı vasfı kalmadığı için, Allah İslâm'ı getirmiştir.
Uğur Dündar bize haber göndermiş, "İslâm'da Reform" konusunda bir açık oturum yapmak istiyormuş, bizi davet eylemiş. Ben dedim ki: "Böyle seçilmiş konulara katılmak istemem. Kendim konu seçmek isterim." Çünkü konuların seçilmesinde de güzellikler varken, bunun yerine sabotajlar veya tehlikeler olabilir. Güzel konuları seçmek, önemli konuları seçmek varken, başka konuları seçmek olmaz. Ama burada şunu söyleyeyim ki, İslâm'ın kendisi zaten reformdur. Dinler sahasında İslâm reformdur. Çünkü öbür dinler deforme olmuştur da, İslâm reform için gelmiştir. İslâm Allah tarafından, dinlerin reforme edilmesi için geldiğinden, İslâm'ın içinde insanların bir değişiklik yapmaya da hakkı ve selahiyeti yoktur. Çünkü bu dinin vazıı, kurucusu, koyucusu bizzat Allah-u Tealâ Hazretleridir. Muhammed-i Mustafâ SAV, onun elçisidir, sözcüsüdür. Hüküm Allah'ındır, Allah'ın hükmünü değiştirmeye kul selâhiyetli değildir. Onun için İslâm'da reform olmaz. Din sahasındaki reformu zaten İslâm yapmıştır. Yanlışları düzeltmiş, doğruyu söylemiştir.
Şimdi biz en hayırlı ümmetiz elhamdülillah. Bu ayet-i kerimede bize görevlerimiz de bildiriliyor. "Te'murûne bilma'rûfi ve tenhevne anilmünker" Yâni pasif bir ümmet değiliz, olmamalıyız, olursak kusurlu olmuş oluruz. Aktif bir ümmet olmamız lâzım. Hakkı tutan, aklen, dinen, vicdanen ve ilmen güzel olan şeyi yapacağız ve yaptırmaya çalışacağız ve güç kullanacağız, vargücümüzü kullanacağız. Buna "emr-i ma'ruf" deniliyor. Yâni "ma'ruf", aklın, dinin ve şeriatin güzel gördüğü, vicdan sahibi, aklı selim sahibi, hissi selim sahibi herkesin ittifak ettiği teraddütsüz güzellikleri yaptırmağa çalışmak, bu hususta imperatif olmaktır . Yâni negatif değil, pasif değil, imperatif, emredici olmak. Yaptıracağız yâni; "Adamın elinde içki varsa, içkiyi alacaksın elinden, içirtmeyeceksin!" diyor İmam-ı Gazalî... Şişesini kıracaksın. İslâm böyle aktiftir.
O bakımdan, zaman zaman söylenmiş bazı tekerlemeleri de düzeltmek gerekiyor. İslâm demokratik değildir. İslâm, İslâmiktir. Yâni, bu böyledir, yapısı böyledir. İslâm günaha, terbiyesizliğe ve edepsizliğe hürriyet tanımaz. O bakımdan demokratik değildir, imperatiftir. Ama bu emirlerin hepsi şifadır, güzeldir; doktorun hastaya emri gibidir. Şifa bulmak için onu yapmak şart olduğundan, böyle emirdir. Benim gastritim var, ülserim var. Doktor bana çiğ meyve yemeyi yasakladı. İstersem yerim istemezsem yemem ama, yemezsem şifa bulurum. Veyahut sigara içenlere sigara içmeyi yasaklıyor. Tabii sigara içmezlerse sıhhat bulurlar, içerlerse helak olurlar. Yavaş yavaş zehirlenirler, ciğerleri dolar, kurum dolar... filan, bunun gibi.
Şimdi emr-i ma'ruf yapma görevi var ve bu görev bütün müslümanların görevi ama dereceleri üzere, bilgileri üzere, makam ve selahiyetleri üzere bir görev... Nehy-i münker; yâni aklın ve dinin ve şeriatin ve vicdanın çirkin ve kötü olarak kabul ettiği şeyleri de yasaklamak yaptırmamak... Yapmama ve yaptırmama... Zaten kendisi yapmayacak, görevi haramlardan kaçınmak, helalleri yapmaktır ama bir de yalnız kendisiyle kalmayacak başkasına da yaptırmayacak. Yâni islâm aktif bir din, imperatif bir din, emredici bir din.
Tabii imperatif ahlâkı beğenmezler, imperatif olunca yâni, buyurucu olunca rahatsız olurlar, hürriyet yok diye sızlanırlar vs. ama, selâmet burda... Kanunlar da imperatiftir. Kanunların da yasakları vardır, cezaları vardır. Böyle yasaksız, emirsiz, buyruksuz bir toplum, bir teşkilat, bir muntazam yaşam mümkün olmaz. Emri ma'ruf nehyi münker yapacak; müslümanların görevi bu.
(Ve tücâhidûne fî sebîlillah) Allah yolunda cihad edecek. Bir de bu vazifesi var; Allah yolunda cihad etmek. Tabi arada atladığımız bir kelime var, (uhricet linnâsi); öyle bir ümmetiz ki planlanmışız, programlanmışız. Allah-u Teâlâ Hazretlerinin irade-i ezeliyesinde insanlar için özel olarak çıkartılmış bir ümmetiz. Özel görevle görevli bir topluluğuz. Allah tarafından vazifelendirilmişiz, görevimiz Allah'tan. "Sen ne karışıyorsun bana?.." "Allah emrettiği için karışıyorum. Allah bu görevi bana verdiği için, benim kolumda kırmızı band, yeşil band olduğu için karışıyorum. Onun için, bu konuda söz sahibiyim, iddia sahibiyim, emir ve buyruk sahibiyim!" diyebileceğiz. Allah tarafından çıkartılmışız ve Allah yolunda cihad etmek vazifemiz.
Tabii cihad, o kadar geniş bir tabirdir ki, hepimizin boynunda olan bir vazife... Şu salonu dolduran akıl sahibi her insanın vazifesi cihad etmek... Ama, nedir cihad?.. Cihad son derece geniş bir kavramdır ve birçok çeşidi vardır. Ama, kelimenin izahından manası daha iyi aydınlanır. Onun için kelimenin izahından başlayalım. Cihad kelimesi müşareket ifade eder; yâni, karşılıklı bir şeyi yapmak ifade eder. Bunun müşareket ifade etmeyen kökü, sülâsi kökü, yâni fiilin kökü cehd etmektir. Cehd etmeyi de kullanıyoruz biz lisanımızda; "Cehd et evladım, biraz daha çalış yavrum; cehd et, gayret et!" filan diyoruz. Yâni, bir gayret göstermek, bir efor sarfetmek, bir şeyi yapmak için kuvvetini harcamak, dişini sıkmak, çalışmak, çabalamak demek cehd.
Cihad ne demek oluyor?.. Karşılıklı cehd sarfedişmek manasına geliyor. Mücahede, müşareket ifade etmesi bu... Karşıda İslâm'ın düşmanları var bu tarafta siz varsınız. Bir hasım var bir de dost var. Bir şeytan var, şeytani cephe var; hizb-uş şeytan diye Kur'an-ı Kerim'de isimlendirilmiş, şeytanın hizbi, grubu, partisi, zümresi... Bir de hizbullah var, Allah'ın Rahman'ın grubu... Allah-u Teâlâ Hazretleri bu dünyayı bir dar-ı imtihan olarak yarattığı için, bu dünyada kötülere de fırsat vermiş. Bakın şaşıracaksınız: Yâni, biz müslümanız, Allah'ın sevgili kullarıyız da niye benim mü'min kardeşlerim Bosna-Hersek'te, Karadağ'da, Karabağ'da öldürülüyor?.. Niye 200 kişinin boğazları kesilmiş de Drina nehrinde cesetleri yüzüyor?.. Niye filanca yerlerde evlerinden barklarından ediliyorlar, katlediliyorlar, öldürülüyorlar?..
Peygamberlerin devirlerinde de böyle olmuş. Musa AS'ın devrini düşünelim, Firavun'un yaptığını düşünelim:
(Yüzebbihü ebnâehüm, ve yestahyî nisâehüm) Gördüğü bir rüya üzerine, erkeklerin tümünü toptan kesiyor hain, kadınları bırakıyor, esir ediyor, köle ediyor... Yâni, erkek yaşatmıyor; zulmün büyüklüğüne bakın. Bebekler öldürülüyor. Doğan bebek erkekse öldürülüyor, katlediliyor hemen. Onun üzerine o zulüm büyümüş, büyümüş; ondan sonra Firavun'un başında patlamış. Firavun helak olmuş... İbrahim AS'ın zamanında da böyle, İsâ AS'ın zamanında da böyle. İsâ AS'ın ümmeti de böyle...
Şimdi zulmü yapanlar, vahşeti sergileyenler hristiyanlar, Sırplar... Bunların da mensup oldukları dinin ilk sâlikleri, arslanlara parçalatılıyordu, arslanların önüne yem olarak atılıyordu. Öldürülüyorlardı, mahvediliyorlardı... Bu, tarihe geçmiş bir zulümdür. Şimdi bunlar güya dinlerine yardım etmek adına Allah'ın sevgili kulları olan, ve Allah'ın:
(İnneddîne indallahil islâm) Allah indinde, geçerli olan yegâne din olan İslâm'a bağlı olan insanları, güya dinleri adına, dini inançları adına; güya Allah'a hizmet adına katlediyorlar. Demek ki peygamberler zamanında da böyle olmuş, Peygamberimiz zamanında da böyle olmuş. Sahabe-i Kiram'dan nice kimseler şehadet şerbetini içmişler, zulmen ve gadren öldürülmüşler. Bir-i Maune'de 70 tane hafız katledilmiş. Ama maktüller Cennet-i Alâ'ya girmişler, Allah'ın rahmetine ermişler; katiller, dünyada da ahirette de cezalarını bulmuşlar. Bunun --bir ilâhî imtihan dünyası olduğu için-- ilâhî bir husus olduğunu biliyoruz.
Kafirler var, şeytan var, İslâm'a hücum edenler var, müslüman olarak yaşamak kolay değil. Hatta bazan müslüman olarak yaşamak, avucunda bir kor ateş tutmak kadar zor. Bazı yerlerde, "Ben müslüman'ım!" diyebilmek zor. "Ben müslüman'ım!" dediğinde başına geleceklerin dehşetinden dolayı, diyemiyecek kadar güç durumlara düşüyor insanlar. Yâni Allah'ın dinine, hak yola, iyiliğe, güzelliğe düşman birtakım varlıklar var dünya üzerinde, ve bunlar gayret gösteriyorlar. O halde Allah'ın dostları da gayret gösterecek. Onlar bir cehd ortaya koyuyorlar, şeytani bir cehd, gayret; Rahman'ın kulları da Rahmanî bir cehd gösterecek, bunun karşışına çıkacak...
(Bedeel islâmu garibâ) İslâm mazlum olarak doğdu, garip olarak doğdu. Garip olarak ortaya çıktı ve daima zulme uğradı müslümanlar. Sabrettiler, eza cefa çektiler, ondan sonra İslâm izzet ve şevket kazandı. Okyanusları geçti, kıtaların üzerlerinden bütün diyarlara yayıldı. Tebligatını bütün insanlar duydu. Müslümanların, bu menfî cehde karşı bir cehd sarfetmesi Allah'ın bir takdiri olarak düşmanların çatışmasından sonra oldu, hücumundan sonra oldu. İslâm, Arabistan topraklarına yerleştiği andan itibaren, Bizans hücuma başladı ve onlarla savaşıldı. Suriye fethedildi zar-zor... Anadolu çok büyük zorluklarla fethedildi. Haçlı Seferleri İstanbul'u ve Anadolu'yu yaktı yıktı, Kudüs'ü aldılar, nice zulümler yaptılar. Yetmişbin kişiyi kılıçtan geçirdiler... Bunların karşısına Selahaddin-i Eyyubi'ler çıktı. Bu zulümleri durdurdular, bu zalimleri defettiler. Allah mazlumlara yardım eyledi, adım adım ilerlenildi.
Demek ki bir düşmanca cehd var, bir de Allah'ın emrettiği savunma yollu ve Allah'ın dinini yayma yolunda sarfedilen gayret var; işte cihad bu... Yâni, karşılıklı olan birşey. Düşman var; müslümanın da düşmana karşı çalışması boynunun borcu, şart, farz, mecburiyet... Yâni nerede bir müslüman varsa, orada böyle bir hücum vardır. Orada bir zulüm vardır, orada bir müslümanın da gayrete gelmesi, cehd etmesi, cihad etmesi mecburiyeti vardır.
Hatta birisi geldi, Peygamber SAV'e buyurdu ki; "Ya Rasûlallah ben seni çok seviyorum!" "Doğru mu söylüyorsun?" dedi Peygamber Efendimiz. "Çok seviyorum yâ Rasülallah, aşığım sana; çok seviyorum." "Öyleyse belâlara hazırlan! Çünkü beni seven insana, belâlar dağdan selin güldür güldür gelmesinden daha şiddetli gelir." dedi. Yâni bu sevginin imtihanı çok oluyor, şiddetli oluyor ve nerede bir müslüman olsa, Allah onu ezalandıracak bir eziyetçi hasıl ediyor. Onun karşısında da müslüman'ın uyanık olması lâzım, birlik ve beraberlik içinde olması lâzım, dikkatli olması lâzım, gayretli olması lâzım.
Şimdi, cihad düşmanın cehdlerine karşı cehd sarfetmek olduğu için çeşitlilik arzediyor. Düşmanın bir kısmı bizim anladığımız, bu Sırp'ı, Ermeni'si, Rum'u... Çepeçevre etrafımız düşman dolu ve sanki iflah olmaz düşman gibi. Yâni, sanki yola gelmez düşman gibi ama, bir çıkış yolu var: Bakın Yunanlı'nın bize husumetini düşünün, Yunanlı'nın bize düşmanlığını düşünün; bir de Bosna-Hersek'e kendi gayretiyle yardım gönderen Yusuf İslâm'ı düşünün. Öbür taraftan, Yunanistan'dan Yenice Ovası'ndan, Makedonya'dan Sırplara yardım gidiyor, bu taraftan Yunanlı Yusuf İslâm'dan Bosna-Hersek'e yardım gidiyor. Çare neymiş? Allah'ın dinini yaymakmış, insanlara İslâm'ı öğretmekmiş... İnsanlara İslâm'ı öğrettiğin zaman, Yunanlı, Yusuf İslâm oluyor.
Ermeni bir kardeşimiz vardı İstanbul'da, Zâhid Barsam... Müslüman olmuş, Hocamız'ın geldi elini öptü. Kapalıçarşıda ticaret yapıyor. Papazlar hergün dükkanına gelip gidiyorlarmış. "Niye hristiyanlıktan döndün, İslâm'a girdin? Bak bu hacıların hallerine, bak bu müslümanların hallerine, fakirliğine, geriliğine, vesairesine!.." diyorlarmış. "Siz suyun kaynağına bakın. Dağdan pınarın ilk çıktığı yere bakın! O pınar suyu kullanılıyor. Kullanıldıktan sonra drenaj kanallarından aktığı yere bakıyorsunuz. İslâm o değil ki, o kullanılmış tarafı değil ki. Kaynaktan çıkan asıl yere bakın; İslâm'ın asıl orası güzel." demiş. Yâni "Müslümanların kusurlarını bahane eden, fakirliğini, geriliğini bahane eden papazlarla böyle mücadele ediyorum." diye söylemişti Ermeni.
Benim amcalarımdan birisi bir Rum hanımla evlenmişti. Ama müslüman oldu, hacı oldu, kendisi hacca gitti, kocasını da hacca götürdü... Çocukları damatları, hepsi, mütedeyyin insanlar oldular. Ayırmak lâzım.
Ben, gazetelere dikkat ediyorum, mitinglerin havasına dikkat ediyorum; yanlış. Yâni bütün hristiyan alemini suçluyor. Bütün cepheyi genişletmeyi çalışıyor, hayır. Burda bir vahşet var diyeceksiniz. Buna hristiyanlar da razı değil, Hz. İsa da razı değil diyeceksiniz ki, --zaten, onun da vicdanen tüyleri diken diken oluyor bu kafa kesmeden, işkenceden-- adam senin tarafında yer alsın. "Bu bir haçlı savaşıdır; haçlılar şöyle yapıyor, böyle yapıyor" dediğiniz zaman, onların hristiyanlık damarlarını körüklemiş oluyoruz. Böyle diyenler böyle yapmış oluyorlar. O zaman cepheyi lüzumsuz genişletmiş oluyorlar. Adam zaten razı değil ki, Sırp'ın yaptığına... Razı olmayanlardan misal vereceksin. Çünkü onun sözü daha önemli. Öyle yapmıyoruz, cepheyi genişleterek, ileri geri konuşuyoruz. Bence yanlış. Yâni konuşmalarda dikkat etmek lâzım.
Şimdi düşman var; Sırp vahşeti, Ermeni vahşeti, Kıbrıs'ta Yunan vahşeti... Gördüğümüz şeyler. Başka bir de şeytan var; o da bir düşman!.. O da herkesi aldatıyor. Bizi de aldatıyor, yâni müslümanı da aldatabiliyor. O da büyük bir düşman. Sonra nefis var, en büyük düşman. Çünkü onun düşmanlığını kimse farketmiyor. İçinden gelen sese tabi olduğu zaman Allah'ın rızasından dışarıya düşüyor. Bütün bu düşmanlarla mücadele etmek cihadın çeşitleri... Cihad sadece savaş değil, cihad sadece savaşla değil; bunu hatırdan çıkarmayalım.
Cihad; İslâm için sarfedilen her cehd, İslâm düşmanlarının faaliyetlerine karşı gösterilen her müsbet çalışma. Bunların hepsi cihad olmuş oluyor. Onun için "kıtal"den manası farklıdır. Kıtal; katletmek, karşılıklı birbirini öldürmek için karşı karşıya gelmek... "Katele" fiilinden kıtal müşareket ifade ediyor. O seni öldürmeye çalışıyor, sen onu. Kıtal başka, gaza başka, cihad başka. Cihad daha geniş bir kavram. Hepimizin --farz olarak-- boynumuzun borcu olan bir şey.
Şimdi, "İslâm niçin geldi?" diye bir soruyu soralım kendimize... Kendimize çeki düzen vermek için, yâni istikametimizi doğrultmak için... Duvara tuğlaları yanlış koymamak için, eğri koymamak için, duvarı yıkılacak gibi yanlış inşâ etmemek için. İslâm Allah'ın varlığını, birliğini tebliğ için geldi. "Lâ ilâhe illallah" tevhidini insanlara öğretmek için geldi. Allah'tan gayriye tapılmasın diye, bu yanlışlıklar ortadan silinsin diye geldi. Ve sadece Allah'a kulluk edilmek sağlansın diye geldi.
(İyyâke na'budü ve iyyâke nestain) "Ancak sana ibadet ederiz". Bu anlamın bu mananın insanlara öğretilmesi için geldi.
(Va'budullahe velâ tüşrikû bihî şey'en) "Yanlız Allah'a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın!"
Şimdi şirkin renk olarak küfürden daha açık bir renk olduğunu bilirsiniz. Yâni küfür kızıl, kara; inkâr, hiç bir şeyi kabul etmiyor. Hiç bir şey yok kafasında, gönlünde... Kıpkızıl ve kapkara... Şirk; bir inanç var ama, yanlış. Renk biraz daha açık ama onun hakkında bile Kuran-ı Kerim'de buyuruluyor ki:
(İnneşşirke lezulmün azîm) "Şirkin kendisi çok büyük bir zulümdür." Az bir şey değil yâni, azim bir zulümdür. Şirk zulümdür yanı. İnsanın müşrik olması, Allah'ın varlığını anlayamaması, yanlış anlaması, Allah diye yanlış ma'budlar edinmesi, büyük bir zulümdür. Şimdi müslümanın bu zulmün ortadan kalkması için çalışması lâzım . Biz sulh olmuşuz, sükut olmuşuz. Yâni adam Hazreti İsa'ya tapıyor; şirk. Bunun yanlış olduğunu söylememiz lâzım. Söylersek anlayacak insanlar var... Japon güneşe tapıyor. Güneşin oğlu imparatora tapıyor. Bu olmaz diye söylememiz lâzım. Söylemek mümkün, anlatmak mümkün.
Konyalı bir kardeşimizin anlattığı bir olay: Japonlar'dan bir grup gelmiş Konya'ya. Oğlu turist rehberi. Japon kızlarından bir kız ile ahbaplığı ilerletmiş. Kız bir sonraki sene bir daha gelmiş. --Veya birkaç sene sonra-- Evlerinde misafir etmişler; ahbap oldular diye daha önceden, tanıştılar diye. Gayet hanımefendi bir kızcağız. Haftalarca beslemişler evlerinde. Evin sahibi, oğlanın babası diyor ki, "Besledim diye, baskı olmasın misafir ettim diye, kendisine müslüman ol diyemedim" diyor. "İmana gel diyemedim ama, istedi canım." diyor. "Fakat, bizim yaşayışımızı gördü, namaz kıldığımızı gördü, tesettürümüzü gördü; inancımızı, aile yaşayışımızı gördü" diyor. Ayrılmış, tekrar Japonya'ya gitmek üzere. Kimse birşey söylememiş kendisine ama, İstanbul'a gelmiş, Beyoğlu müftülüğünde müslüman olmuş kendiliğinden. Kimse birşey söylemeden kendiliğinden müslüman olmuş. Bakın, olabiliyor.
Japon'a anlatabilirsiniz. "Bu güneş Dünya'nın güneşi, bundan başka nice güneşler var gökyüzünde, sayısız güneşler var; sen niye buna tapınıyorsun?.. Sonra bununla senin imparatorunun ne ilgisi var? Arada bu kadar mesafe var, onun oğlu olması mümkün mü? Bak o da öldü gitti gömüyorsun, çürüyor, hücreleri var... Japonsun, biliyorsun teknoloji ve bilim sizde gelişmiş. Yâni, sen buna niye tapıyorsun?.." desen yıkarsın Japonya'yı. Japon'un şirkini yıkarsın.
Hindistan, ineğe tapıyor. Biz kesiyoruz, derisiden ayakkabı yapıyoruz. Halis muhlis kösele ayakkabı yapıyoruz, satıyoruz. Adam ona tapınıyor. Bunu anlatmak çok kolay, anlatabilmeliyiz. Amerikalı'ya, Yahudiye, Hindli'ye, Japon'a, vesaireye hakkı anlatabilmeliyiz. Bunu anlatmak için geldik diyebilmeliyiz, vazifemiz budur diyebilmeliyiz.
Niçin Allah insanlara peygamber göndermiş, niçin bir din buyurmuş, emretmiş? Allah'ın dini insanlara iki cihanın saadetini öğretmek için gelmiştir. Onun için Mehmet Zihni Efendi, "Nimet-i İslâm" diyor ilmihal kitabının ismine. İslâm bir nimettir, insana iki cihanın saadetini öğretmek için gelmiştir. İnsan müslüman olduğu zaman, hem dünyada mutlu olur, huzurlu olur, temiz olur, pis olmaz... Ailesi, şahsı, ruhu, aklı, vicdanı, toplumu temiz olur. Ahirette de rahat eder, dünyada da bahtiyar olur. İslâm insanlığa bunu sağlamak için gelmiştir ve Allah hep hayırları öğretmiştir.
(Kul innallahe lâ ye'muru bil fahşâ') Dinde hiç kötü şey, kötü emir yoktur. Mesela, içki yasaklanmışsa, içki kötü olduğundandır. Zina yasaklanmışsa, nesli mahvettiğindendir. Hırsızlık yasaklanmışsa, mülkiyet hakkı zedelendiğindendir. Demek ki insanlara Allah güzel şeyleri öğretmek için dini göndermiştir. İslâm bu güzelliklerin hey'et-i mecmuasıdır. Ve İslâm'ın en mühim vazifesi, müslümanın en büyük vazifesi, bunları başka insanlara anlatmaktır. Peygamber SAV Efendimiz bu vazifeyi yaptı ve vedâ hutbesinde, "Allah'ın emirlerini size tebliğ ettim mi?" buyurdu. "Tebliğ ettin yâ Rasulallah!" cevabını alınca, "Şahid ol ya Rabbi!.." dedi, vazifesini tamamlamış bir kimse olarak.
(El yevme ekmeltü leküm dineküm ve etmemtü aleyküm ni'metî ve radîtü lekümül islâme dinâ) "Bugün size dininizi ikmal ettim, tamamladım. Müslümanlığım kemale erdi, nimetlerimi sizin üzerinize tamamladım; ancak müslüman olmanıza razıyım, başka bir inanç üzere olmanıza razı değilim." ayet-i kerimesi gelince, herkes sevindiler ama bu işin esrarını kavrayan Ebubekir-i Sıddık Efendimiz ağladı. "Niye ağlıyorsun, bak nimetlerimi size tamamladım, dini ikmal eyledim" buyuruyor. "Dini ikmal ettiyse vazifelinin vazifesi bitmiş demektir, aramızdan gidecek demektir" dedi. Onu anladığı için ağladı Ebubekir-i Sıddık Efendimiz.
Şimdi bu vazife Sahabe-i Kiram'a geldi, intikal etti. Sahabe-i Kiramın mesleklerini bile bilmeyiz çoğumuz. Çünkü mesleği İslâm'ı yaymak, İslâm'ı öğretmek, İslâm'ı neşretmektir; İslâm'ı tebliğ etmektir, insanları irşad etmektir; İslâm'ı öğretmektir, insanları İslâm terbiyesi ile yetiştirmektir. Özbekistan'a gittik, Buhara'ya, Semerkand'a gittik. Semerkand'da sahabe kabirleri var, ziyaret ettik. Ne kadar uzak diyarlara gitmişler... GAP bölgesine gittik. Barajın kapladığı suların örteceği yerleri gezdik. Nice sahabe kabirleri var. İstanbul'da sahabe kabirleri var. Bu niçin? Oraya bir mesajı götürmek için. Yâni bir iletişim, bir irşad ve tebliğ vazifesi için.
Demek ki, İslâm iletişim dinidir. Peygamber Efendimiz, insanlara Allah'ın emirlerini bildirmeye gelmiş; iletişim... Peygamber Efendimiz insanlara, İslâm'ı öğretmiş; iletişim... Sahabe-i Kiram ve müslümanların görevleri İslâm'ı başkalarına yaymak ve öğretmek; iletişim... Yâni iletişim dediğimiz --tabi bu işi biraz yaşlılar yadırgarlar, yeniler bilirler-- enformasyon, bilgi nakli, bilginin bir başka tarafa nakli, muhabere, telekominikasyon veya sadece kominikasyon dediğimiz olay. Yâni İslâm bu... İslâm büyük ölçüde bu iş, büyük ölçüde bu çalışma temeline dayanıyor. Bunun altını çizerek belirtmek istiyorum, sonra bunun üzerine tekrar geleceğim.
Tabi burada muhteva önemli. Bir şey götürüp birisine anlatacaksınız, ileteceksiniz bir bilgiyi. Bir haberi karşı tarafa ileteceksiniz ama, neyi ileteceksiniz? Bu bilgi , bu muhteva yâni iletilecek olan şey, iletişimdeki malzeme, İslâm'da çok önemli. Onun için, müslümanlar, Peygamber Efendimizin sahabesi o kadar titremişler ki haberin doğru olmasına; ödleri patlamış Peygamber Efendimizden bir haber naklederken, acaba bir kelimesini değiştirirmiyim diye. Doğru bildikleri bir haberi, belki tam nakledemem diye ömürlerinin sonuna kadar tutmuşlar da, bildiği bilgiyi kendisiyle götürüp başkasına öğretmeyen cezaya uğrayacak diye, en son anında söylemişler ama; çok sıkı şartlara bağlamışlar. Peygamber Efendimizin kıllarını biliyoruz. Kıllarını muhafaza etmişler. Sözlerini muhafaza etmişler. Nasihatlerini muhafaza etmişler. Günlük hayatı, özel hayatı, ictimai hayatı, sözleri, hareketleri, tasvibleri, takdirleri, nasihatleri, hepsi gayet güzel bir şekilde tesbit edilmiş. Ve bu başkasına anlatılsın diye, duyan benden duyduğunu başkasına anlatsın diye Peygamber Efendimiz buyurduğu için alimlerimiz bunu yapmış.
Kardeşimiz hitab konuşmasında söyledi:
(El ulemâ' verasetül enbiyâ') Bu iletişim vazifesi, Peygamber Efendimiz'den sonra, alimlere intikal etmiştir. Herkesin bir mesleği var; mühendis, doktor, ziraatçi... vs. Ama bu hizmetin, bu haberi sadıkın, bu doğru sözün, bu doğru inancın, doğru mesajın iletilmesi alime verilmiş. Çünkü bilerek yapılması lâzım. Cahilin işi değil, cahilin altından kalkacağı yük değil. Onun için alimler Peygamber Efendimiz'in varisleridir diye, o varis olma şerefiyle anılmışlar; kendilerine o rütbe verilmiş. Ve İslâm'da ilim hem dine, hem dünyaya hem ahirete hakim olmuş. Yâni din de ilimle... "Dindar olmak isteyen, Allah'ın rızasını kazanmak isteyen, ilim öğrensin! Dünyayı kazanmak isteyen, ilim öğrensin! Ahireti kazanmak isteyen, yine ilim öğrensin!" buyurulmuş.
O halde İslâm, iletişimin önemli bir kısmı olan, bölümü olan iletilecek şeyin, malzemenin doğru olmasını, hak olmasını, gerçek olmasını sağlamış, buna çok önem vermiş, ve bu malzemenin, her tarafa iletilmesini ümmet vazife olarak yüklenmiş. Ayet-i kerime ile kendilerine emredilmiş; emr-i ma'ruf yapacak, nehy-i münker yapacak, cehd sarfedecek, mesajı her tarafa iletecek.
İslâm bunu 14 asır önce böyle koymuş ortaya bu olayı. Toplumlar, gelişme göstermişler ve toplum bilimciler, filozoflar, toplumları tasnif ederken, yaşam tarzlarına, ekonomik faaliyetlerine, iktisadi çalışmalarına göre, toplumları sınıflandırmışlar; tarım toplumu demişler. Sadece ziraat yaparak, kendi ihtiyaçlarını kendi dar çevresi içerisinde karşılayarak; kışlığı yazdan hazırlayıp, ektiğini kışın yiyerek, hazırladığı yiyecekleri kışın tüketerek, böylece hayatını idame ettiren kapalı ekonomiler. Böyle bir toplum tipi, iptidai görülmüş, tarım toplumu denmiş.
Sonra coğrafi keşifler olmuş, kıtalar keşfedilmiş. Kıtalara ulaşım için alet edavat yapılmış, bilgi geliştirmiş, toplumlar arasında bilgi alışverişi çoğalmış... Bunda İslâm'ın büyük payı var. Avrupa'nın üzerine doğan İslâm güneşi diyor, Dr. Sigrid Hunke... Yâni karanlık bir Avrupa, kapkara bir Avrupa, hiçbir şey bilmeyen görmeyen izbe bir yer, ama üzerine İslâm'ın güneşi doğuyor. Herşeyi müslümanlardan öğrenmişler. Rönesansı müslümanlardan aldığı bilgilerle yapmışlar. Hatta dinlerindeki reformu müslümanlarla temastan dolayı yapmışlar. Luther'in ve diğer hristiyanlık'taki reformistlerin kaynağı İslâm'dır ve müslümanların bilgileridir, fikirleridir, müslümanların kanaatleridir.
Osmanlılar'la temas halinde olan mıntıkalarda Uniteryen mezhebi çıkmış. Yâni Allah öyle üç değildir, Allah tektir, demeye başlamış hristiyanlar da. Tabi öteki Katolikler bunları kesmişler, saman alevlerinde yakmışlar. Derilerini yüzmüşler, sen misin böyle söyleyen?.. Kaçmışlar bunlar Amerika'ya. Amerika'nın bazı reisicumhurları bile Uniteryen, yâni Allah'ın birliğini kabul eden insanlar olmuşlar.
Yâni reformun ve rönesansın bize söylenmeyen kaynağı, ifade edilmekten kaçınılan, İslâm'a ilgi artar diye söylenmeyen kaynağı İslâm'dır, İslâm alemidir; Avrupalıların İslâm Alemiyle temasıdır. Sigrid Hunke bu kitabında bunları gayet güzel anlatıyor. Avrupalıların neleri müslümanlardan nasıl aldıklarını bir bir sayıyor, anlatıyor. Maroken koltuk deriz; marok, mağrib demektir. Yâni, bizim Fas'lı müslüman kardeşlerimizin yaptıkları deriler o kadar güzelmiş ki, şöhret bulmuş. Müslin çorap deniliyor; müslin, Musul'da imal edilen çok ince kumaşlara verilen isimdir. Ondan dolayı müslin çorap adını almış. Hakeza bütün herşey böyle. Tıp ilmi, fizik, kimya ve diğer bütün ilimler, müslümanlarla temastan böyle gelişmiş. Sonra, sanayi devrimi, yâni üretimi artıran ve bunun pazarlamasıyla meşgul olan topluluklar ve burada da bir ilerleme ve gelişme...
Şimdi bilgi topluluğu, bilgi toplumu. Yâni, Avrupa'lı dünyayı görünce akademiler kurmuş, bilim akademileri kurmuş. Bu işleri böyle kolayca kavramak mümkün olmuyor diye akademiler kurmuş. Büyük paralar tahsis etmiş, her çeşit bilgiyi dünyanın her yanından toplama faaliyetleri başlamış, kolleksiyonculuk başlamış, ansiklopedistler zuhur etmiş, bilginin her çeşidini toplama çalışmaları olmuş... Sonunda bu bilgilerin o kadar çok olduğu, o kadar geniş olduğu görülmüş ve o kadar faydalı olduğu görülmüş ki, bunun üzerine daha geniş biçimde eğilinmiş. Bu bilginin toplanmasından ayrı, haber alınması ve haber olarak verilmesi, bilginin transferi çok büyük bir mesele olduğu için, şimdi insanlar için deniliyor ki, insanların topluluğu "enformasyon toplumu", yâni iletişim toplumu haline gelmiş. Çünkü, Amerika bir konuda çalışma araştırma yapıyor, İngiltere de laboratuvarlarda bir konuda çalışma yapıyor, Japonya da yapıyor, Almanya da yapıyor, Rusya da yapıyor. Bazen bakıyorsunuz aynı konuda Rus birşey buluyor, ötekilerin haberi yok . Bazen Amerika'lı birşey buluyor, bazen Alman birşey buluyor, bazen Japon... Ve birbirlerinden çalıyorlar bu bilgileri. Teknolojik casusluk dedikleri bilgi alma, bilgi kaçırma, bilgi toplama, bilgiyi ne olursa olsun elde etme.
Bizim Teknik Üniversite'de profesör arkadaşlarımız, tez yazmışlar; jüri, müslüman kardeşimiz diye, dindar kardeşimiz diye reddetmiş. "Olmaz böyle tez, bu ne biçim konu? Kabul edilmez, bilimsel değildir." diye. Tezi, Londra'dan haber alınmış, Londra'daki bilimsel mecmualarda neşredilmiş. O zaman, onu şahit gösteriyor, bak onlar kabul ediyorlar diye dava ediyor. Türkiye'deki bir doktora tezi derhal onlar tarafından haber alınıyor. Bir iletişim yâni bir haber alma, ve haberi toplama, tasnif etme... İşte enformasyon veya ingilizce "İnformation", veya "comminication" veya kominikasyon veya medya dediğimiz olay.
Biz İslâmi cihadda İslâm'a hizmette bu işin çok önemli olduğunu gördüğümüz için, nihayet bir tasavvufi topluluk olduğumuz halde, yâni kişinini ruhi eğitimi ile ilgili, ibadetle, taatle ilgili bir saha gibi görünmesine rağmen, cihad boynumuzun borcu olduğundan Allah'ın emri olduğundan, hemen, elimize fırsat geçer geçmez iletişim vasıtalarını elde etmeye yöneldik. Çeşitli dergiler çıkartmaya başladık. Çünkü dergiler, gazeteler, kitaplar, bunlar iletişim dediğimiz, enformasyon olayının malzemesi.
Dergiler çıkartmaya başladık. Bu bir güzel atılım oldu, başlangıç oldu, ışık oldu, işaret oldu. Birçok gruplar, çeşitli dergiler çıkartmaya başladılar ve bu bolluk ve çeşitlilik ve canlılık, birçok kimseyi de ürküttü ve korkuttu. "Eyvah müslümanların bu kadar dergileri var, bizimkilerden daha baskın oluyor." filan diye rakip zümre telaşa düştü. Bizim 1985 yılında neşrine başladığımız "İlim ve Sanat" dergimiz --her nüshası yurt içinde ve yurt dışında üniversitelerde bahis konusu edilir; seminerlerde ve beynelmilel kongrelerde, atıflarda bulunulur kıratta, seviyede yazılarla dolu-- ilk nüshası iletişim üzerinedir; iletişimin önemini anlatmağa çalışmak için cemiyetimize, cemaatimize, toplumumuza... Şimdi de bu işi yapmağa çalışıyoruz. 1985 den 1992-93'e doğru gidiyoruz ama, İslâm toplumuna, iletişimin, enformasyonun önemini, kominikasyonun önemini gereğince anlatabilmiş değiliz. Epeyce anladılar ama, alacakları çok yol var.
Tabirler modern olunca veyahut nesiller arasında yetişme farkı olunca ve nesiller arasında iletişim olmayınca, bilgi transferi, bilgi tebadülü olmayınca böyle sıkıntılar oluyor. O da iletişimdeki bir kusurumuz yâni. Aslında bu iletişim dediğimiz şey, insanların hayatının bir parçası. Eski devirlerde de, eski toplumlarda da ve şimdiki toplumumuzda da olan bir faaliyet. Faaliyetlerimizin pek çoğu aslında iletişimdir. Konuşmamız, işaretleşmemiz, mektuplaşmamız, nasihatimiz, vaazımız, hutbemiz, makalelerimiz...vs. Bunların hepsi birer iletişim vasıtasıdır.
Aslında bilerek bilmeyerek bu işi yapıyoruz ama, biz bir şey yapıyoruz, biz küçük bir hamle yapıyoruz; bizim hasmımız olan, rakibimiz olan karşı taraf çok büyük hamleler yapıyor. Hani cihadda tarafeyn vardı, iki taraf vardı; onlar cehd sarfediyorlar, biz de cehd sarfediyoruz. Yâni onlar, bir jet uçağına binmişler, aynı istikamete gidiyorlar. Biz de gidiyoruz ama, onlar jet suratiyle gidiyor, biz yürüyerek gidiyoruz veya biz pervaneli uçakla gidiyor gibiyiz.
İletişimin önemini Avrupalı, Amerikalı, batılı çok iyi anlamıştır. Üzerinde kitaplar yazılmıştır. İletişimin önemi üzerine ve kullanım şekilleri üzerine, ihtisaslar yapılmıştır. Çünkü, cemiyetlerin, toplumların teşkilatlanmasının ön şartı, iletişimdir. Yâni bu iletişim olmadan bir mükemmel toplum, bir mükemmel teşkilat mümkün değildir. Bir mükemmel cihad mümkün değildir. Biliyorsunuz Kıbrıs Harekâtı yapıldı, Kıbrıs Harekâtı'nda bir Türk gemisi batırıldı. Türk uçaklarının bombalarıyla batırıldı. Bu haberleşme eksikliğinin, yanlışlığının, geriliğinin nelere malolduğunu gösteren, hepimizin yaşadığı bir misaldir. Adamlar, muhribin güvertesinden "Biz Türküz!" diye işaret ediyorlar . Türk uçakları da, "Bunlar yalandan Türk bayrağı çekmiş, aslında Yunanlı; Kıbrıs'a Yunanlılara yardıma gidiyorlar." diye, bomba yağdırmaya devam ediyorlar. Kimbilir kaç kişi öldü?.. Yâni, ne oldu bilmiyoruz. Fecî bir iletişimsizlik örneği.
Amerika Irak'ı teşvik etti, Kuveyt'e girdikten sonra da bütün dünyayı arkasına topladı, Suudi Arabistan'a yerleşti ve Irak'ı iyice hazırlanmış olmasına rağmen, İran'a karşı savaşşın diye verilen silahları iyice toplamış ve bir de nükleer güce sahip olma çalışmalarına da girişmiş olmasına rağmen, elinde bir çok imkân varken onu nasıl hakladı?.. Irak'la İran harbini nasıl rolantide tuttu?.. Nasıl birisi ilerlediği zaman ötekisine yardım etti? Nasıl ötekisi ilerlediği zaman berikisine yardım etti?.. İletişim sayesinde. İletişim için kullanılan merkez Avustralya'daymış. Avustralya'da öğrendim bunu. Avustralya'nın böyle kuş uçmaz kervan geçmez, kimsenin takibe güç yetiremiyeceği bir yerinde, uydudan alınan bilgiler yansıtılarak, böyle kullanılarak, o savaşlar kazanıldı. Tabi bu işin, haberleşmenin savaşta kullanılma yönü .
Bunun toplum hayatında başka sahalarda kullanılışı da var, onları da söyliyeceğim. Filozoflar insanları çeşitli şekillerde tarif etmişler; bir tanesi "homo ekonomikus" yâni, iktisadi faaliyetler yapan, iktisadi yönü çok kuvvetli olan varlık, diye tarif etmişler. O hale gelmişiz ki şimdi, diyorlar ki, "homo informatikus" demek lâzım. Yâni, haberleşmeye dayalı faaliyetleri götüren bir insan haline geldi. Bu hususta muazzam bir teknoloji patlamasıyla karşı karşıya kaldık biz. Osmanlı bu teknolojiye sahip olsaydı, Osmanlı Devleti belki yıkılmayacaktı. Balkanlar'dan haber alamıyordu... Ama şimdi, dünyanın bir yerinde küçük bir olay olsa haber alınabiliyor. Uydudan çekilen fotograflarla tarlada olan başağın tanesi seçilebiliyor. Başağın cinsi anlaşılabiliyor. Fotoğraflar büyütüldüğü zaman tarlada ekili olan buğday mı, arpa mı, yulaf mı, haşhaş mı, başka birşey mi olduğu anlaşılacak hale geldi. Bunun için göğe, satellit dediğimiz uydular fırlatıldı. Televizyon gelişti, her eve girdi, renklendi. Bizim halkımıza o kadar cazip gösterildi ve devlet bu işi özel sektöre o kadar havale etti ki, köylü kadınlar beşibiryerdelerini sattılar, bileziklerini sattılar, her eve televizyon girdi, video girdi, müzik seti girdi. Milyarlar onlara gitti, bizden çıktı. Ama içeriye bir düşman girdi. Evin içine onların bir casusu girdi oturdu.
Tabi informasyonun, iletişimin çeşitli safhaları var. Bir bilginin üretimi var; bulunması, elde edilmesi meselesi var. İlmi araştırmalarla veya keşiflerle veya fişlemelerle toplanması var. İkincisi, depolanması var. Bunda da metodlar gelişti. Amerika'da kütübhâneler o hale geldi ki, değil kitapların isimlerini tesbit etmek, bir konudaki paragrafları bulabiliyorsunuz. Yâni herhangi bir konuda araştırma yapmak istiyorsanız ve bu konunun anahtar kelimesini biliyorsanız, kitapların hangi sayfasından hangi sayfasına kadar o konu var, onu bulabiliyorsunuz. Üniversite kütübhaneleri evdeki bilgisayarlara bağlanmış. Yâni, talebe oturduğu yerden, kütübhanenin açık olması, kapalı olması bahis konusu olmadan, düğmeleri basarak, üniversite kütübhânesinin içindeki kitapların her tarafını dolaşabiliyor, her sayfasını açabiliyor. Bilgi o hale geldi. Depolanması akıllara hayret verici boyutlara ulaştı. Para verip de üye olabilirseniz, siz de bugün Türkiye'den bilgisayarla Amerika'nın kütübhânesine dalabiliyorsunuz, kitapları karıştırabiliyorsunuz; araştırmalarınız için gerekli malzemeyi bulabiliyorsunuz.
Halbuki bizde; mesela ben Milli Kütübhâne'ye çalışmaya giderdim. --Milli Kütübhâne bizim en modern kütübhânemizdir, devletin resmi her yayının oraya gönderilmesini istediği müessesesidir-- Bir kitap isterim; istemesi bir belâ, beklemesi bir belâ, alması bir belâ, mesaisi bir belâ... Mesâi saati vardır, her zaman olmaz. Tam böyle çalışmaya daldığınız sırada, mesai bitti diye kitabı çeker alırlar elinizden vs. Yaka silkersiniz; ilim yapacak bir hevesiniz, şevkiniz kalmaz. Ama, Amerika'da talebenin bilgisayarına kadar bilgi götürülmüş durumdadır. Böyle talebe yetişir, böyle toplum ileri gider.
Bizim Teknik Üniversite'den Amerika'daki üniversitelere giden bilgisayarcı arkadaşlara sordum: "Nasıl Amerika'nın durumu?" "Bizden on yıl ilerde dediler". Demek ki, bilginin depolanması işlenmesi, aktarılması, alınması satılması çok önemli boyutlara ulaşmıştır. Tabi, biz bunun vahametinin farkında değiliz. Biz kitapları bilmezken, bir konudaki kitapların içindeki muhtevasının ne olduğunu bilmezken, onların --bizim kitaplarımız dahil, Kur'anı Kerim dahil, ayeti kerimeler dahil, hadisi şerifler dahil hepsinin fişlenip işlenmesiyle, depolanmasıyla-- bizden çok daha kısa zamanda, süratle bilgilere sahip olmasının, bizim başımıza neler getireceğinin farkında değiliz. İşin vahametinin farkında değiliz.
Münih'te bir arkadaşla beraberiz. Dedi ki: "Size bir şey göstereceğim. Şu Almanları biraz masrafa sokalım!" dedİ, şaka yaptı. Münih'ten Frankfurt'a o gün saat l4-16 arasında hangi trenler var diye makinaya sordu. --Böyle kulübe gibi bir şey; 70 x 70 ebadında, ortada tek bir şey. Onun tuşlarına bastı.-- Makina bir çalışmaya başladı. Tıkır tıkır, tıkır tıkır, tıkır tıkır... Hooop, bize kocaman bir kağıt uzattı. 20-30 tane gitme imkanı; aktarmalı, direkt, ucuz, pahalı, yataklı, koltuklu... vs. Yâni gitseniz danışma bürosuna, informasyon bürosuna, aynı şeyleri sorsanız; ne yazabilirsiniz, ne de söyleyebilir adam, şaşırır. Ama bilgiyi depolamış, almasını ve vermesini kolaylaştırmış ve bedavalaştırmış. Bu toplumla siz nasıl mücadele edeceksiniz?..
Akıllı bomba icat etmiş, düğmesine basıyor, hedefini tarif ediyor. Bomba maniaları aşıyor, gidiyor hedefe çarpıyor. Bununla nasıl mücadele edeceksiniz?.. Karanlıkta görüyor. Karanlıkta gören, nişan alan silahları var, seni senden iyi biliyor. Kaç tane askerin nereye gitmiş, vücut hararetinden biliyor. Bu teknolojinin ilerlemesi, bu bilginin ilerlemesi karşısında bizim cihad ne halde olacak? Biz bunlarla nasıl başa çıkacağız, nasıl meselemizi anlatacağız?.. Bunun telaşına düşmemiş toplumuz. Çok rahat yaşıyoruz. Yâni kuzu gibi, kurbanlık koyun gibi yaşıyoruz.
Bosna'daki, Hersek'teki olayların ne kadar yakında olduğunun farkında değiliz. Kafkasya'daki, Azerbaycan'daki olayların ne kadar bizimle ilgili olduğundan haberdar değiliz. Bunun arkasından bize nelerin geleceğinden haberdar değiliz. Güneydoğu'daki --hatta Kürtlük için çalışan-- kardeşlerimiz, kendilerinin başına neler geleceğinin farkında değiller. Arkasından nasıl aldatılıp da, ne hale düşürüleceğinin farkında değiller. Yâni iletişimsiz, bilgi toplumu olamamanın cezasını çekmeye mahkum kurbanlık koyunlar gibiyiz. Bir de, "Allah'ın sevgili kullarıyız." diye, "Cihad edeceğiz., mücahidiz." filan diye de, koca koca sözler söyleyen saf insanlar durumuna düşmüş durumdayız.
Bu radyonun, televizyonun, telekominikasyonun, haberleşmenin; bilgi depolamanın, bilgi almanın, bilgi satmanın önemini şöyle anlatabilirim size: Bunun maliyeti çok yüksek ama, verimi çok fazla...Yâni en büyük verimi sağlayan saha bu. Amerika'lı GSMH'sının %46 sını bu tarafa harcıyor.Yâni Amerikan devleti kazancının yarısı bu işe harcıyor; biz bilgiyi bulamazken, bir ayeti bulamazken, bir hadisi şerifi bulamazken...
Geçen gün ezan okundu; --yâni bunu, acı taraflarımızı belirtmek için söylüyorum-- yavaş gidersem sünneti değil farzı da kaçırırım diye, camiye apar topar gittim. Bana cübbeyi verdiler, sarığı verdiler, yatsı namazında mihraba sürdüler. Namazı kıldırdım, çıktık. Sonradan öğrendim ki, "Hocaefendi bize çorapsız namaz kıldırdı" demişler, tenkit etmişler. Namaza yetişeyim diye çorap giymeye fırsat bulamadım. Çorabı arasam namaz kaçacak. Ayağımı kurulayacağım vs. Apar topar camiye yetiştim. "Yâhu, hoca abdestsiz namaz kıldırmamış; usulüne uygun kıldırmış. Çorapsız kıldırırsa ne olur?.." Hiç bir şey olmaz. Bundan haberdar değil millet; bunun dedikodusunu yapıyor . Peygamber Efendimiz yün çorap mı giydi, ipek çorap mı giydi, pamuklu çorap mı giydi, merserize mi giydi?.. Ne giydi de namazı kıldırdı?.. Yâni çoraplı olsa ne olacak, çorapsız olsa ne olacak?..
Bir cuma günü hadisi şerifte okumuştum, "Cuma'dan sonra yüz defa:
(Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr) derse, şu sevapları alır." diye, oturdum. Biraz gecikiyor insan tabi bunu okurken. Bir kasabadayız. Arkadaşım da arkada namaz kılıyor... Patırtı koptu. Şöyle baktım münakaşa ediyor bir şahısla, neyse ben tesbihleri çektim. Meğer konu şuymuş: "Yâhu, bu ne biçim adam?" demiş arkadaki birisi. Benim arkadaşım da soruyor ona: "Ne biçim, ne var yâni?.." "Cumadan sonraki sünnetleri kılmadı, boyuna oturuyor." demiş. "O ilâhîyat profesörüdür git kendisine sor!" demiş. Gelip de bana da sormuyor, ama buğz ediyor bana... Yâni, ben farzdan sonra oturmuşum, Peygamber Efendimizin sünneti seniyyesi olan bir şeyi yapıyorum; yine sünnetlerimi kılacağım. Kılmayacağımdan değil. Sana ne be adam, başka işin mi yok?.. Yâni cumanın farzını kılsa, o da yeter bir insana... Ama bunun için müslüman birbirine buğz ediyor. Yâni, bilgiden bu kadar yoksun. Bilgi iletiminden, iletişiminden bu kadar uzak. Amerika'lı %46'sını harcıyor gelirinin; biz bu kadar uzağız.
Yeni dünyada muhterem kardeşlerim, bir enformasyon sistemi, düzeni kurulmuştur ileri devletler tarafından ve bunun tekeli Amerika'nın ve Avrupa'daki birkaç gelişmiş ülkenin --yedi ülke falan deniliyor, OECD deniliyor-- ve Rusya'nın, Japonya'nın elindedir. Bu iletişimin tekeli onların elindedir. Öteki ülkeler bunlara bağımlı durumdadır. "Bunun ne önemi var?" diyebilirsiniz. İzmir'de bir döviz alıp satan arkadaşımız var, üzerinde çağrı cihazı var. İkide birde dolar şu kadar olmuş , mark bu kadar olmuş deyip çıkartıyor. "Yâ sen böyle nasıl biliyorsun bunu?" dedim. Abone olunuyormuş PTT'ye... O da dünyanın başka ajanslarına abone... Döviz fiyatındaki, kurundaki değişmeyi abonelerine anında bildiriyor. O da "Bip bip!.." yaptığı için çağrı cihazınını çıkarıyor; "Tamam, dolar on lira fark etti, yirmi lira fark etti." Onu ordan öğreniyor anında... "Hocam PTT'den bu büyük kolaylık." diyor. "Bunun için sanıyorum, yıllık 500 bin lira yatırıyoruz." diyor. "Halbuki, eskiden bunun ücreti Reuter Ajansı'nınmış, şu kadar bin dolarmış." diyor.
Muazzam bir pahalıya satma, muazzam bir bilgi satma sömürüsü var. Ama siz bunun farkında değilsiniz, halbuki her telefonunuzdan Amerika'ya vergi veriyorsunuz. Çünkü onun iletişim cihazlarını kullanıyorsunuz. Her telefonunuzun ne miktar olduğunu, hazırlık yaparken sorma fırsatı bulamadım. PTT'den sorulabilir. Yâni telefon ücretlerinin büyük bir kısmı, ABD'ne gidiyor. Çünkü onun teknolojisinden faydalanıyorsunuz. Alet onundur, cihaz onundur, satellit onundur, sistem onundur; paranın da külliyatlı miktarı ona gider. Televizyon seyrediyorsunuz, farkında değilsiniz. Televizyon ücretlerinin, o uydudan nakil vs. ücretlerinin büyük çoğunluğu o uyduları atanlarındır. Burdan ABD'ne konuşmak için telefonunuzu açtığınız zaman komşu oda gibi rahat ses duyarsınız, konuşursunuz, ücreti a ise; Suudi Arabistan ile irtibatı kuramazsınız, kurarsanız ücreti 2a dır, iki mislidir. Hem de önce onların ülkesine uğrar haberiniz, ordan ikinci defa öbür tarafa yansıtılır. Yâni dinlenir, kontrolden geçer; istemedikleri yayın şıp diye kesilir. İstemedikleri haberi verdirtemezsiniz. Harp olursa ne yapacaksınız? Nasıl haberleşeceksiniz? Yâni iletişim bakımından onun esiri durumundasınız, durumundayız. Onların sömürüsü altındayız ve hepimiz bilerek bilmeyerek her telefon edişte, her televizyon seyredişte, her radyo dinleyişte bal gibi onlara vergi veriyoruz, para veriyoruz.
Bu iletişim işi, dünyanın büyük haber ajansları tekeller kurmuşlardır, onların elindedir. En meşhurları: Associated Press, United Press İnternational (UPI); Reuter Ajansı var İngilizlerin galiba; Fransızların Ajans France Press'i var. Bunlar her ülkeyi abone etmişlerdir. Ücretleri peşindir ve çok pahalı olduğundan özel şahıslar pek kolay kolay bunlara abone olamıyorlar. İşte ülkeler bunlara abonedir ve bu yüzden muazzam paralar kazanıyorlar, müthiş paralar kazanıyorlar. Reuter Ajansı'nın kadrosu 700 kişilik diye okudum. Ajans Frans Pres'in 154 ülkede 1500 işçisi olduğunu duydum. Yâni, bizim mahalli devlet ajanslarında kullanılan elemanlar, bunların çok çok altındadır. Bu dört haber ajansı dünyaya hergün yüzbin kelimelik haber yayarlar; bu da orta boylu 300 sayfalık bir kitap. Her gün bunlardan haber olarak satın alınıyor. Ve dolaylı yoldan bu, sizin ve bizim kesemizden, kasamızdan, cebimizden çıkıyor. İşin masraf tarafı...
Bir de onlar dış dünyadan %1 haber alıyorsa, %5 haber ihraç ediyorlar. Ve siz onların bilgilerini dinlemek zorunda kalıyorsunuz. Yâni, onların masallarını okumak zorunda kalıyorsunuz. Onların verdiği haberlerle bilgileniyorsunuz, vermediği haberler konusunda cahil kalıyorsunuz. Onların yanlış verdiği haberlerden dolayı yanlış yöne yönlendiriliyorsunuz. Gazeteler de öyle... Gazeteler de onlara abonedir, onlardan dinlediklerini yazarlar. Böylece dünyayı avuçları içine almışlardır; bilgi bakımından, yönetme bakımından, sevk bakımından, kandırma bakımından...
Bu çeşit organizasyonlarla gündelik hayatın tanziminde, iletişim dediğimiz olay birinci derecede rol alır duruma gelmiştir. Belki sizin değil! Siz müslüman olduğunuz için özel bir kafa yapınız var; bilgileri süzebiliyorsunuz, her şeye inanmıyorsunuz, başka kaynaklardan bazı şeyler öğreniyorsunuz ama; milletin %99.9 u böyle değildir. Milletlerin çoğu bu durumda değildir; Afrika'sı var, Asya'sı var, çok geri ülkeler var. Onlar bunların masallarıyla yetişirler. Ve batı kültürü, böylece dünyayı modern bir sömürmeyle sömürmekte ve istila etmektedir. İletişim kültür istilasının en önemli vasıtasıdır.
Şimdi durumu böylece anlattıktan sonra bizim müslüman olarak konumumuzu düşünelim: Allah'ın dinine hizmet etmek istiyoruz. Allah'ın rızasını kazanmak istiyoruz. İnsanlara Allah'ın varlığını birliğini götürmek vazifemiz var. Emri ma'ruf ve nehy-i münker vazifemiz var. İslâm düşmanlarıyla meseleleri konuşmak, anlatmak, onları yenmek, ikna etmek vazifemiz var. O halde iletişime en muhtaç olan topluluk biziz. Aslında iletişim mekanizmasını bu seviyeye getirmek İslâm toplumları tarafından yapılmalıydı. Çünkü vazifeleri irşad ve tebliğ idi. Fakat bunu yapmamışlardır. Bu teknolojik gerilikle, ilerilikle ilgili olduğundan, ötekiler bu işi başarmışlardır ve dünyayı avuçları içine bizden önce almışlardır.
Şimdi bizim bu feci manzara karşısında oturup kara kara düşünmemiz lâzımdır. Yâni bir cihad aşkıyla yaşıyoruz, hizmet aşkıyla yaşıyoruz. İslâm'ı temsil etmekten mutluyuz. Başkalarına İslâm'ı tebliğ etmek istiyoruz. Hatta bazı müslümanlar da diyar diyar geziyorlar... Cemaat-i Tebliğ filân diye cemaatler var, muhtelif yerlere gidiyorlar; o da bir iletişim. Tabi bizzat giderek bizzat anlatarak bu da bir iletişim ama, düşünün her eve giren televizyon yayınını, bir ajans haberini... Bir de Kanada'ya gitmiş Montreal'deki camide konuşan Pakistanlı bir Tebliğ Cemaati hocasını düşünün... O nerede, ötekisi nerede?.. Dünyamızın bugün her yerinde adamların çizgi filmleri oynuyor; çocuklar onları dinliyor, görüyorlar. Haberler, onların haberleri... Bütün şeylerimizi onlara göre ayarlıyoruz. Gazetelerde bile onları okuyoruz. Zaten akşam televizyon seyrederseniz, ertesi gün gazete almaya lüzum kalmayabiliyor. Çünkü zaten aynı şeyleri onlar söylüyorlar. Haberlerin yorumlarını dinlemek için alıyorsunuz; belki de karikatürleri, gönül eğlendirici şeyleri görmek, okumak için alıyorsunuz onları.
O halde bizim iletişime bakışımızı değiştirmemiz lâzım. İletişim faaliyetlerine sarılışımızı da değiştirmemiz lâzım. İletişim faaliyetlerine harcadığımız masrafı da tariflere sığmaz derecede artırmamız lâzım. Amerika bütçesini düşünün; %46'sı buraya gidiyor... Türkiye'nin bütçesini düşünün, Türkiye içinde müslümanların adedini düşünün, müslümanların içinde cömertleri düşünün...
Bir hakim arkadaşımız --ağabeyimiz, çok sevimli, nüktedan bir kimse-- anlatıyordu toplantılarda; onu anlatayım kafalardaki yorgunluk dinlensin diye: "Rüya gördüm." diyor. Şaka; rüya filan gördüğü yok. "Hayrolsun!" diyorlar. "Rüyamda bir zayıf cılız adam çıktı ortaya ve yumruğunu böyle sıktı. Zayıf ama, adaleleri Rambo gibi filân değil. Yâni, şöyle cılız bir adam." Şöyle yapmış yumruğunu. "Açın bakalım bunu!" demiş. Rambo gibi bir adam çıkmış uğraşmış, terlemiş açamamış... Bir başkası gelmiş daha pehlivan, 2.20 boyunda, iri, halter şampiyonu filân; o da açamamış... Ondan sonra, --rüya bu ya-- eskiye doğru gitmeye başlamışlar; Koca Yusuf gelmiş, uğraşmış, açamamış... Çolak Molla gelmiş, --eski pehlivanların ismini de biliyor; hepsini de böyle tatlı tatlı sıralıyor-- o da açamamış... Arapların meşhur pehlivanı Amr İbn-i Malik çıkmış ortaya; o da uğraşmış, açamamış, çekilmiş... Yunanlıların meşhur Hercules'i gelmiş; "Hah, bu açar." filan derken, o da uğraşmış, açamamış. "Yahu adam cılız ama, yumruğunu kimse açamıyor. Kim bu adam?" diye herkes sormaya başlamış... "Kim?" diyor hakim. Herkes de merak ediyor. Hem cılız, hem de pehlivanlar yumruğunu açamıyor... "Müslüman zengin" diyor arkasından.
Müslüman zengin kesesini açmıyor. Amerika kesesini açıyor; gazeteye önem veriyor, televizyona önem veriyor. Televizyon kanalları büyük iddiası olan gruplar tarafından kapışılıyor, çalıştırılıyor. Ama müslümanlar bu konuda çok geride. Tabii tezat var. Yâni hem cihad yapacağız diyoruz, hem Allah'ın ordusuyuz diyoruz; emr-i ma'ruf nehy-i münker yapacak, cihad edecek topluluk, İslâm topluluğu diyoruz; hem de çağdaş bilimden yoksun, teknolojiden mahrum, iletişim ve irtibattan, enformasyondan mahrumuz.
Tabii biz bunu zaman zaman --söylemek vazifemiz olduğu için-- söylüyoruz, yazıyoruz, anlatıyoruz. Geçen gün birisi telefon açtı. Yozgat'tan bir kızcağız. Allah razı olsun. "Hocam biz İslâmî televizyon için burada çalışma yaptık" dedi. "Allah razı olsun kızım!" dedim. "Para topladık, bunu size göndermek istiyoruz." dedi. "Hangi hesaba, nasıl gönderelim?" filan dedi. "Peki kızım, ne kadar topladınız?" dedim. "Dört milyonu geçti hocam!" dedi. "İyi, maaşallah, Allah razı olsun." dedim. Ama, dört milyon bir haber bile değil!.. Bugün işler çok büyük çapta. Eskiden meselâ, hayatını veriyorlarmış; zırhını giyiyormuş, kılıcını kuşanıyormuş, malını mülkünü ve hayatını veriyormuş İslâm için...
Müslümanlar iletişimin önemini anlıyor; radyo kurulması lâzım, televizyon kurulması lâzım, bu çeşit sahalarda çalışma lâzım vs. Fakat, hayatının cüz'ünün cüz'ünün cüz'ü, yâni tavşanın suyunun suyunun suyu, küçücük bir parçasını veriyor. Cami kapısından dışarı çıkarken, Allah rızası için sadaka diyenlere, cebindeki bozukluk ağırlık yapmasın çok şıngırdıyor diye, parayı vermek gibi bir miktarda veriliyor. Böyle cihad olmaz. Böyle İslâmî çalışma olmaz ve böyle bir çalışmanın sonunda da bu devler alt edilemez. Yâni var gücüyle çok sağlam olarak çalışması lâzım.
İslâm toplumları bu meseleyi anlayamıyor. İslâm toplumları --şu anda çok rahat söyleyebiliriz-- hasta!.. Yâni İslâmî şuur bakımından hasta. Başka kültürler kendilerini etkilemiş. Okuyanlar yabancı kültürlerle yetişmişler, batı kültürüyle yetişmişler. Okumayanlar batı kültüründen tamamen mahrum kalmışlar. Ama hiç denecek kadar az insan var, sırf İslâm için düşünen, sırf İslâm için çalışan. Bütün meseleleri İslâmi ölçüden gören çok az insan var. Meselelerin vahametinin boyutlarını anlayabilen kıratta çok az insan var.
Şimdi yarın öbür gün Türkiye de, Bosna-Hersek gibi olursa ne olacak?.. Dün bana eski bir bakan bilgi verdi: Bosna-Hersek'li kardeşlerimiz demişler ki, --Allah selâmet versin, Allah kurtarsın-- "Yugoslavya dağıldı. Bosna-Hersek de istiklâlini ilân etti. Nasıl olsa hürriyetimizi elde ettik. Hudutlarımız da belli şurdan şuraya kadar. Eh, silahlarımızı da --kardeş bir ülke olduğuna göre-- Türkiye'ye gönderelim!" demişler. Yâni zavallılar o kadar enformasyonsuz ki, o kadar çevrelerinde dönen olaylardan habersiz ki zavallılar, silahlarını Türkiye'ye hibe etmeyi düşünmüşler. Ama, ne zaman Sırp saldırdı; o zaman artık biraz çalışmaya başlamışlar, mücadele etmeye başlamışlar.
Bugün Sırp beyanat veriyor, başkanları diyor ki: "Üç bin tane mücahid var İslâm aleminden oraya gelmiş. Bunlar derhal orayı terketmezse, işi bir müslüman-hristiyan savaşı haline getiririz. Biz de Rusya'dan, Balkanlar'dan, şurdan, burdan ne kadar hristiyan varsa kışkırtırız. Haçlı harbi yaparız." diyor. Sırp lideri böyle söylüyor. Tabii, müslümanlar üçbin kişi gitmeyecekti oraya; üç milyon gidecekti!.. Otuz milyon gidecekti!... Yer yerinden oynayacaktı... En iyi hareket eden, en doğru hareket eden gençler. Çünkü, tenkit ediyorsun olmuyor, yalvarıyorsun olmuyor, insanlık nerede diyorsun olmuyor, çifte standart diyorsun olmuyor. Ne yapacaksın?.. Silahı eline alıp, fiilen yardımına koşacaksın müslüman kardeşinin.
Şimdi, İslâm Toplumları hasta; hastalığın tedavisi gene iletişimde. Çünkü öğreteceksiniz, yanlışlığını anlatacaksınız, doğru haberi vereceksiniz; öğrenecek. İslâm düşmanları da atakta... Müslümanlar hasta, İslâm düşmanları da korkunç bir atakta. Hem içerde, hem dışarda...
Kardeşlerimiz bir sergi tertiplemişler, dışarıda göreceğiz, inceleyeceğiz beraber. Bakın, Türkiye'de halkın %99'u müslümandır ve emin olun başörtüyle uğraşan üniversite rektörleri de, hakimler de, savcılar da --biraz aile münasebetiniz olan kimseyse, gitseniz yanına, konuşsanız-- fena bir insan değildir. Anası babası hacıdır, dedesi müftüdür, vaizdir veya filanca şeyhin sülalesindendir. Ama burada yine bir enformasyon eksikliği var. İslâm'ın ne olduğunu bilmiyor, "Başörtüsü bir partinin eylem aracı." diyor. "Onun için karşı çıkıyoruz." diyor. Yâni bilgi çarpıtılmış, yanlış intikal etmiş bu tarafın sesi kısılmış, anlatılamamış dinlenmiyor. Öbür taraf meseleyi yanlış biliyor, nefret ediyor. "Şimdi bizim bu rahatımızı niye bozuyorlar, niye başlarını örtüyorlar, açsalar ne olur sanki?.. Yirminci yüzyılda bunun ne önemi var?.. Millet plajlarda geziyor; bunlar da başlarını açıversin, saçını gösteriversin!.." filan gibi düşünüyor. Bu da bir enformasyon eksikliğidir.
Onun için size İslâmî hizmet sahasında, Allah'ın rızasını kazanmak yolunda gözden kaçan, ama çok önemli olan bir hususu hatırlatmak için konuşmuş oluyorum. Bu husus enformasyon olayı; bilgi almak, bilgilenmek, bu bilgiyi de halka intikal ettirmek ve bütün kitlelere, yaygın eğitim, örgün eğitim vasıtalarıyla bu doğru bilgileri ulaştırmak... Halkı bilgilendirmek, bilgi toplumu seviyesine getirmek... Japonya'da bir yenilik olmuşsa burada bilinmeli, Almanya'da bir yenilik olmuşsa, hemen burada haberdar olunacak duruma ulaşmak zorundayız. Böyle yapamazsak bizi sevmeyen insanlar çoktur, tarih boyunca bize hasım insanlar çoktur. Allah onların hepsini kahretmiyor, başımızda böyle ceza ve belâ olarak bulunabiliyorlar. Kendimize çeki düzen vermeliyiz.
Mutlaka stüdyolarımızın olması lâzım. Biz aylık dergi çıkarıyoruz. Allah'ın izniyle bunu daha sık periyod haline getirme çalışmasına geçeceğiz. Çünkü matbaamızı yeni kurabilmeye çalıştık. Senelerce önce matbaa kuralım dedik. Ama gereken yardımı ve ilgiyi görmedik. Yavaş yavaş toparlıyoruz. Periyodu daha sıklaştıracağız; gazete kurulacak, tamam; dergi kurulacak, tamam; haftalık dergi olacak --yâni para durumuna göre, belki olacak-- ama, radyo istasyonları kurmamız lâzım!.. Televizyon istasyonları kurmamız lâzım ve bu televizyon istasyonlarına, kanallarına, radyolara malzemeyi hazırlayacak arşivlerimizin dolması lâzım... Her şeyi İslâm'ca anlatmamız lâzım. Enformasyon depolamasını yapmamız lâzım; her yere bunu vermemiz lâzım. Enformasyona karşı bir de karşı enformasyon oluşturmamız lâzım.
Bu çalışmaları yapmazsak ileride başımız çok sıkıntılara uğrar çok dertlere uğrarız. Torunlar İslâm'dan haberdar olmaz. Dedemiz sakallıydı der, cami dedikleri böyle kubbeli yerlere gider gelirlerdi der. Ama onun ne olduğunu bilmez. Çünkü Avustralya'da böyle insanları gördük biz. Biz ezan okuyunca, dedelerimiz de böyle okuyordu diyorlar ama; herşeyi unutmuşlar ve bir hristiyan kilisesine de kaydolmuşlar. Yok siz müslümansınız, müslüman asıllısınız deyince, akılları başlarına geliyor. Bu duruma düşeriz. Belki de --Allah saklasın-- Bosna'daki, Hersek'teki, Kafkasya'daki durumlar başımıza gelebilir. Onlara yardım edebilmemiz için de iletişim şarttır.
Allah-u Teâlâ Hazretleri çağın, ve zamanın, ve anın, ve işin, ve cihadın gerektirdiği alet, araç, gereç, vasıta ne ise; onları en iyi tesbit etmeyi nasip etsin... Onların en güzeline sahip olmayı, onların en güzelini ortaya koymayı nasip etsin...
Bize küfrü, bize açıklığı, bize inkârı, bize şehveti, bize ahlâksızlığı, bize aileyi yıkıcı şeyleri ihrac edenlere; bizim de imanı, edebi, dini, İslâm'ı ihrac etmemiz lâzım. Allah'u Teâlâ'nın bizden beklediği, bize yüklediği görev budur. Bu görevi güzel yapmazsak, Allah bize sorar; bunu hatırlatmak istiyorum. Bunu hatırlatmak için bu konuşmamı yapmış oldum.
Allah-u Teâlâ hepinizi İslâm'a hizmette üstün gayretli eylesin... Sa'yinizi verimli eylesin, güzel sonuçlar almanızı nasip eylesin... Sa'yinizi meşkûr eylesin... Dünya'da ve ahirette dert göstermesin... Zillete uğratmasın... Düşmanların istilâsına maruz düşürmesin... Kimsenin önünde hor ve zelil eylemesin... İki cihanda aziz olarak izzetli, itibarlı, şerefli yaşamayı, Allah'ın dinine en güzel tarzda hizmet eylemeyi nasip etsin...
Bir şeyi her zaman söylüyorum, gaye edindim; onu birçok kardeşlerimiz de gaye edindiler. Kıyamete kadar bir grup insan hakkı tutacak, hak için çalışacak; Allah bizi onlardan eylesin... İzzet ve itibar ile yaşayıp, iman-ı kâmil ile, hüsn-ü hatime ile ahirete göçüp, Rabbımızın huzuruna yüzü ak, alnı açık varmayı nasib eylesin... Cennetiyle cemaliyle cümlemizi müşerref eylesin... Habîb-i Edîbine cümlemizi komşu eylesin... Onun iltifatına ermeyi cümlemize nasib eylesin...
Bihürmeti esrâr-ı Sûretil Fâtiha!..
25 Eylül 1992 ANKARA