DÜNYADA DEĞİŞEN DENGELER
Çok muhterem kardeşlerim!.. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..
Sözlerime başlamadan önce, başta Peygamber SAV Efendimiz'in ruh-u pâkine hediye edilmek üzere; cümle enbiyâ ve mürselîn, evliyâullah ve mukarrebînin; ve hassaten verese-i nebî ulemâ-i mahakkıkîn, hulefâ-i rusül sâdât-ı meşâyih-ı turûk-u âliyyemizin ruhlarına hediye olmak üzere; bu beldeleri fethedip bize açmış, miras ve yâdigâr ve emanet bırakmış olan fatihlerin, şehidlerin ruhlarına; salihlerin, abidlerin, zâhidlerin ruhlarına; eksikleriyle kusurlarıyla, bütün mü'minîn ü mü'minât ve müslimîn ü müslimât kardeşlerimizin de dereceleri üzere ruhlarına hediye edilmek üzere, hepinizden bir fatiha, üç ihlâs-ı şerif okumanızı ricâ ediyorum.
.........................
Allah razı olsun... Hazret-i Ali (RA ve Kerremallahu Vecheh) Efendimiz'in çok ilgi çekici sözleri vardır. Ben bir ara onlara merak sardım, çamtamda onları gezdirdim, okudum. Muhtelif sohbet toplantılarımızda okundu. Hakikaten çok modern, daha doğrusu zamanla eskimeyen güzellikte görüşleri ve sözleri var, Hazret-i Ali RA Efendimiz'in. Allah şefaatine nail eylesin...
Hazret-i Ali Efendimiz bir vecîzesinde, hikmetâmiz sözünde buyuruyor ki: "Evlâtlarınızı yarınların şartlarına göre yetiştirin! Çünkü, onlar sizin devrinizin değil, ileriki devrin insanlarıdır!.." Bu, eskimeyecek bir söz!.. Çok görülen yerlere, çok yüksek yerlere yazılması gereken bir söz!.. Ben de size ilk önce bunu zikretmeyi düşündüm. Çünkü işimiz, bir taraftan insan eğitmek ve yetiştirmek... Hepimizin yetişmeye ihtiyacı var. O bakımdan bütün çalışmalarımızı ileriye, 10 sene, 20 sene, 30 sene, 50 sene, daha uzun seneler ilerilere bakarak hazırlamak, planlamak gerekir diye düşünüyorum.
Bizim dışımızdaki rakib, hasım ve düşman toplumlar, medeniyetler, inançlar, gruplar, bizden metod bakımından çok daha ileri durumdalar. Metodları o kadar geliştirmişler, o kadar bilimselleştirmişler ki; işbölümünü aralarında o kadar yerleştirmişler ki; yapılması gereken işleri, üzerine eğilip çalışarak o kadar başarmışlar ki; şimdiki zamanı değil ileriyi, 2000 yılını, daha sonraki yılları planlıyorlar ve onların hazırlığını şimdiden yapıyorlar. Halbuki biz, zamana bile yetişemiyoruz. Hadiselerin arkasından, kancayla bir yerimizden onlara takılmışız da sürükleniyormuşuz gibi bir durumdayız.
Bizler İslâm Alemi'nin --Allah'a hamd ü senâlar olsun-- oldukça iyi evsafa sahip bir ülkesi mensuplarıyız. Bizim ötemizde, daha şarkımızda, daha güneyimizde, daha da acınacak durumda olan dindaşlarımız, kardeşlerimiz, gönüldaşlarımız var. Tabii, bu bizim için üzücü, elem verici bir hadise... Olayların daima gerisinden gidiyoruz. Olayların yorumlanmasında da, dikkat ediyorum, en ileri seviyelerdeki kardeşlerimizle --yâni, politikada en yüksek mevkilerde bulunmuş olan kardeşlerimizle-- zaman zaman konuşuyorum, eski konuşmalarını hatırlıyorum; değerlendirmelerimizin bilimselliği, gerçeğe uygunluğu; tefsirlerimizin, olayları açıklama tarzımızın gerçeklere uygunluğu konusunda ciddî tereddütlerim var.
Dünyada çok, çok büyük değişmeler oluyor; gözlerimizin önünde, gazetelerden takib ediyoruz. Şaşılacak, sürpriz diye adlandırılan olaylar hergün gazetelerde karşımızda... Mühim gelişmeler çevremizde hızla, baş döndürücü bir hızla devam ediyor. Bunları çok iyi takib etmek ve değerlendirmek vazifemiz, yaşamak için. Yaşamak için, olayları arkadan takib etmek değil, çok yakından takib etmek, değerlendirmek ve gereken tedbirleri almak zorundayız. Çünkü çevremizdeki olayların bizden soyutlanması mümkün değil! Bizim dışımızda olaylar olmakla beraber; kıyıdan, köşeden, kenardan mutlaka bizimle ilgili olaylar...
Rusya'daki gelişmeleri, bizden ayrı sayamayız... Balkanlar'daki gelişmeleri bizden ayrı sayamayız... Komünist ülkelerdeki değişmeleri, komünist rejimlere karşı infialleri gözardı edemeyiz... Amerika ile Rusya'nın yakınlaşması, Rusya'daki büyük değişiklikler, liberalleşme gibi görünen durumlar, bunların arkasında yatan gerçekler, bunları bu çeşit hareket etmeye sürükleyen sebepler... Birbirine uzun yıllar hasmâne tavır takınmış olan ve yıldız savaşları hazırlıklarıyla, edebiyatlarıyla, filmleriyle bizleri oyalamış olan milletler, şimdi el ele tutuşmuş!.. Herhalde, birbirlerini yenemeyeceklerini anlamış olduklarından; ya da böyle husûmetle gittikleri takdirde, kârlı çıkanın dahi çok büyük zararlara uğrayacağını görmüş olduklarından; akl-ı selîmin, mantığın, basîretin gereği de olabilir. Yine, değerlendirmelerde tereddütlüyüm; çünkü çok çeşitli, böyle yelpaze tarzında, rengârenk değerlendirmeler yapılıyor.
Bütün bu değişiklikler, mutlaka sempozyumlarla, seminerlerle, doktora tezleriyle, travaylarla mutlaka ciddî olarak, mahalline giderek değerlendirilmeli!.. Yâni, birkaç gazete haberine bağlı olarak yorum yapma durumundan, artık kurtulmalıyız. Çünkü, onlar da şaşırtıcı haber vermiş olabilirler, bize gerçekleri göstermemiş olabilirler, saklamış olabilirler...
Elinize bir kitap geçtiği zaman, o kitabın, tamamen müellifin kaleminden çıkmış bir kitap olup olmadığından emin olamazsınız. Bazı parçalarını çıkartıyorlar tercümelerde... Bazan bakıyorsunuz ki, aslını takib ettiğiniz kitabın, tercümesinde aradığınız şey bulunmayabiliyor.
Bizim, çevremizdeki insanlarla menfaatlerimiz, muhtelif noktalarda çatışıyor; hiç şüphe yok!.. Rusya'yla, Amerika'yla, Avrupa'daki bir çok ülkeyle, çevremizdeki bir çok ülkeyle, çok çeşitli hayatî konularda ihtilâf halinde olduğumuz, gazetelerden bilinen bir şey. Tarihî bir oluşumun da devamı. Tarih boyu, Osmanlı İmparatorluğu'nun yaptığı bütün savaşlar, irili ufaklı savaşların hepsi, bir haçlı zihniyeti ile İslâm zihniyetinin mücâdelesini sergiler. Şimdiki olaylar da onlarla hiç ilgisiz, birden başlamış olaylar değildir; mutlaka onlarla bağlantılı olaylardır. Dünyaya hakim olan güçler, --klasik, bizim alışkın olduğumuz kelimelerle-- yahudiler, hristiyanlar; daha başka menfaati olan insanlar... Zaten, bir insanın menfaatine dokunduğunuz zaman, adı sizin adınız gibi bile olsa, aynı şehirde bile doğmuş olsanız, arsasına filân tecâvüz ettiniz mi, dostluk bozuluyor. Biraz menfaatini zedelediğiniz zaman, yaka paça birbirinize giriyorsunuz zaten. Yâni, bu meseleler çok önemli... Şimdi, uzun yıllar, uzun asırlar mücadele ettiğimiz cepheler, güçler, karşı milletler ve bu mücadelenin şu andaki manzarası içinde bulunuyoruz. Ne tarihten kendimizi çekip sıyırabiliriz, ne de geleceğe doğru böyle lâkayd kalabiliriz. Bu şahısların bizimle menfaat çatışmaları olduğu muhakkak... Bu şahısların bizimle ideolojik çatışmaları olduğu muhakkak... İslâm'dan ürkenlerin büyük yekünde oldukları muhakkak.
Hindistan'daki olayları biliyorsunuz. Beşyüz-altıyüz milyon Hindli, öküze tapan insanlar; her gördükleri yerde, her fırsatta müslümanlarla nasıl mücadele ediyorlar?.. Nasıl hunharlık ediyorlar?.. Afrika'yı görüyorsunuz, Güney Afrika çok tipik bir misal. Elmasın çıktığı, çeşitli madenlerin, uranyumun bulunduğu o bölgede, insanlığın nasıl iflas ettiğini görüyorsunuz. Coplar, öldürmeler, mücadeleler... Hürriyet diye bir şey yok, kanunlar işlemiyor... Yâni, insan hakları ile ilgili evrensel ahlâk kaideleri, kanunları işlemiyor.
Şimdi, bu kadar dost(!) arasında insan nasıl rahat yaşar, nasıl rahat yatar, nasıl rahat oturur, nasıl rahat keyfine bakar; şaşılacak şey!.. İnsanın, sırf onları düşünmekten uykusunun kaçması lâzım!.. Çevremizdeki aç kurtlar gibi, veyahut akbabalar gibi, bizim ölmemizi, yere serilmemizi bekleyen bunca düşmanın arasında, tabii çok müteyakkız olmak durumundayız.
Bir kere onları güzel bir klasifikasyona tabi tutmalıyız, tasnif etmeliyiz, tahlil etmeliyiz. Ne gibi tedbir alabilirler, düşünmeliyiz. Tedbirlerine karşı, ne gibi önlemler alabiliriz, karşı tedbir alabiliriz; onları düşünmeliyiz.
Eskiden, düşmanların birbirlerine rekabetinden faydalanma diye bir politika vardı. Meselâ: İstanbul'u Rusların almasını Avrupalılar istemez; onun için Osmanlılar, İngilizlerle işbirliği yaparlar, Sivastopol'ü topa tutarlar... Öbür taraftan İngiltere'yle bir çatışma başlar; bu sefer bakarsınız diğer taraf size destek sağlar. Eğer İngiltere sizden çok büyük bir yer kopartacaksa, aman kopartmasın diye... Böyle bir takım politik dengelerden, bazı fırsatlardan istifade düşünülmüş. Ama, şimdi o kadar bilimsel çalışıyorlar ki karşımızdaki insanlar; birbirleriyle savaş durumunda olan, silah deposu haline getirilmiş ülkelerde şimdi elele verdiler, toplantılar yapıyorlar... Biz, o toplantıların sonuçlarından haberdar değiliz. Bize ne gibi çoraplar ördüklerini bilmiyoruz. Hasbunallahi ve ni'mel vekîl... Allah'a sığınırız, Allah bizi korusun...
Allah, şerlilerin şerrine uğratmasın ama, İslâm'ın önemli hizmetlerinden birisi, ribatlarda murabıt olmaktır. Yâni, hudut karakollarında gözcü olmaktır. Bir mücâhid kelimesi vardır İslâm'da; mücâhid fî sebîlillah, gazi, gaza eden kimse... Bir de murabıt vardır; ortada savaş olmasa bile hudutlarda, ribatlarda, kalelerde İslâm'ı bekleyen... Şimdi, bu kaleler hudutlarda değil kültür merkezlerinde, kültürel değerler olarak karşımızda bulunuyor. Bizim, murabıt vazifesini yüklenmiş insanlar olduğumuzu, hiç bir zaman unutmamamız gerekiyor.Her birimiz kendimizi, bir elimizde silah, "İslâm Alemi rahat etsin diye sen uyumayacaksın, nöbet tutacaksın! Aman dikkat et, düşman gelmesin!" diye bir göreve getirilmiş insan olarak telâkkî etmeliyiz. Bu murabıtlık kelimesini notlarınıza yazın!.. Bu kelime hatırınızda ve hafızanızda iyice yer etsin, çevrenize söylemeniz bakımından.
Avrupa Topluluğu'na resmen müracaatımız var. Kabul ederler-etmezler, alırlar-almazlar, gireriz-girmeyiz münakaşalarına ben gülüyorum. Fiilen girmekteyiz zaten!.. Tren devam edip duruyor tünelde, seyrine devam ediyor. Trenin öbür ucu Avrupa Topluluğu... Biz, "Acaba kabul ederler mi, etmezler mi; girermiyiz, girmezmiyiz?.." tarzında konuşuyoruz ama, tren seyir halinde, hareket halinde... Bu, bizim için en kötü sonuçlardan birisidir. Yâni, kötü sonuca götüren bir seyir, şu anda devam etmektedir. Şu anda, kötü bir akıbete doğru seyir halinde bulunuyoruz. Bu seyir halinde bulunuşumuzu bilelim.
Uçuruma uçmuş bir insan, havada uçarken, "Elhamdülillah, şu anda rahattayım; çünkü, hiç bir şeyim yok, ne ağrım var, ne sızım var!" filân diyebilir. Evet, o anda havada uçuyor ama, aşağı vurduğu zaman belli olacak... Ta aşağıya, uçurumun dibine erip de oraya vurduğu zaman, iş belli olacak. Yâni, şimdiki rahatlıkta fevkalâde huzursuz olmamız lâzım, fevkalâde üzüntü içinde olmamız lâzım!.. Diyebilirim ki, bizim şu neslimizin en önemli görevi, Avrupa Topluluğu'na girmemeyi sağlamaktır!.. Yâni sizlerin ve bizlerin en önemli görevimiz!.. Çünkü, bekamızın ilk şartı budur... Müslüman olarak var olmamızın ilk şartı budur. Bu durumda yönetimimizle ters düşmüş bulunuyoruz. Şu anda devletle millet, devletin resmî politikasıyla milletin arzusu ters düşmüş bulunmakta... Hareket o tarzda devam ediyor. Ama, bitmediği için, çıkmadık canda ümit olduğu için; Allah CC:
(Lâ taknetû min rahmetillah!) "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" buyurduğu için, ümidimizi kesmiyoruz. Yâni, yâ kısmet... İnşaallah... Allah-u Tealâ Hazretleri:
(Men yettakıllahe yec'al lehû mahrecen ve yerzukhü min haysü lâ yahtesib) "Allah, takva ehli kullarına, ummadığı yerden bir çıkış noktası ihsan eder; rızıklarına gark eder." diye müjde olduğu için, biraz rahat nefes alabiliyoruz. Yoksa, hepimizin ağlaması lâzım!.. Oturup gece-gündüz, sabah-akşam ağlamamız lâzım; çünkü, sonumuz belli... Yâni, idamlık bir mahkûmun hücredeki oturması, hiç bir şeyi değiştirmez. Biraz sonra gelecekler, hüküm infaz edilecek... Bir imam gelecek, şöyle olacak, böyle diyecekler, götürecekler; idam edilecek... Öyle bir durum.
Onun için, bu da çok önemli bir hadise olarak zihninize yerleşsin ve gaye olarak hepimiz bunu bilmeliyiz ki: "Her ne pahasına olursa olsun, biz AT'ye girmemeliyiz!.." AT'ye girdiğimiz zaman, Konya vilâyetinin T.C. içindeki yönetim gücü kadar bir gücümüz olacak... Yâni, kanunlar Ankara'da hazırlanıyor, meclisten çıkıyor; valiler Ankara'dan tayin ediliyor... 1. Ordu, 2. Ordu Millî Savunma Bakanlığı'na bağlı, Genel Kurmay'a bağlı; Ankara'dan idare ediliyor. Konya diye bir vilâyetimiz var, şu kadar sahası var... filân. Ne kıymeti var?.. İşler Konya'nın dışında oluyor. Şimdi biz de Avrupa Topluluğu'na girdiğimiz zaman, aynı şey olacak!.. Konya'nın büyüklüğünü fazla gördüler, bölelim dediler. Aksaray'ı, Karaman'ı böldüler; daha da bölebilirler. Bakarsınız kızarlar, ilçe yaparlar; Kırşehir bir ara ilçe yapılmıştı ya, onun gibi.
Bilmiyorum neden aklıma Konya misali geldi? Kasden söylemedim; Konya yerine başka bir yeri de düşünebilirsiniz. Türkiye'yi anlatarak dışarıyı anlayalım diye söyledim. Biz de böyle bir topluluğa girdiğimiz zaman, bizden önce kaç tane girmiş ülke varsa, o ülkelerin sonuna, bir başka yeni ülke olarak eklenmiş olacağız. 14., 15., 17. neyse, ne zaman üye yapacaklarsa, o kadardabir gücümüz olacak... O kadardabir gücümüz de olmayacak; çünkü, kültürleri ve niyetleri tamamen bizden farklı olan insanlar. Yâni, senin muhalefet şerhinin hiç kıymeti olmaz; onlar bütün istediklerini icra ederler. Bir şanlı tarih sayfasının kapanması demektir yâni.
Bizim içimizde kraldan fazla kralcılar vardır. Buna da şaşmamak lâzım; çünkü, heterojen bir bünyeye sahibiz. Asırlar boyu imparatorluk olarak yaşadığımız için, her çeşit insan gelmiş. Tahlil etmek lâzım: "Bu insan kimdir? Niye böyle bu kadar ters hareket ediyor?.." İnsanları tahlil edin!.. Evet, ırkçı değiliz ama, insanların soyunu sopunu bir araştırın!.. Padişahlarımız araştırmışlar, yedi nesil sağlam olmasına dikkat etmişler; bir oyuna gelmemek için. Bugün emperyalizm ajanını belki ilkokuldan seçiyor!.. Belki ortaokuldan seçiyor, öyle yetiştiriyor!..
Bana Hicaz'da Mısırlı bir münevver söylemişti: "Cemâl Abdünnâsır, daha bir yıldızlı teğmen iken, Nil'in kenarındaki Amerikan sefaretindeki baloların, en gözde müdâvimlerinden idi." demişti. Cemâl Abdünnâsır, daha teğmen iken, daha henüz rütbe bakımından kifayetli bir seviyede değilken, Amerika'nın malı!.. Amerika'nın hayranı!.. Amerikan sefaretinin beslemesi!.. Şimdi, bu adamdan ne hayır gelir?.. Gelmedi. İsrail karşısında ağlamış televizyonda. Belki ağlamıştır ama, ben ağlamasının bile samimiyetine inanmıyorum. Çünkü, "İnsanın nifakı tamam olunca, gözüne sahib olur; istediği zaman ağlar!" diyor Peygamber Efendimiz... Münafıklığı tamam oldu mu, gözünün muslukları elindedir; istediği zaman açar, hüngür hüngür ağlar... İstediği zaman kapar, durur. Biraz sonra güler. Münafık, meslekten pişkin insan... O bakımdan, ağlamasına bile güvenilmez; çünkü, çekirdekten yetişme...
Emperyalizm menfaatlerini tesadüflere bırakmıyor, seçimlere bırakmıyor!.. Yâni, lâlettayin insanların üstüne baskı yapalım da, şöyle edelim, böyle edelim... Ona bırakmıyor; yetiştiriyor elemanını, hazırlıyor. Demin söylediğim önceden planlama yoluyla, 20 yıl sonra kimin nereye geçeceğini, her halde tahminen veya ta'yinen kararlaştırıyor. Ondan sonra, onun olması için çalışıyor... Tabii, bir kaç alternatif de üretiyor. Mesela; bir uçağın bir kanat mekanizmasının çalışması için, bilmem 17 tane mi dediler, daha fazla mı hat varmış. O mekanizmaya komuta için çekilmiş hat... Birisi arızalanırsa ötekisi kullanılsın, ötekisi arızalanırsa başka birisi kullanılsın da, kanat arızalanmasın, uçaktakiler düşmesin diye; emniyet katsayısını arttırmak için. Onu bilen insanlar, tabii sosyal olaylarda da tedbirleri alıyorlar.
Ben, bizim müslümanları çok ayıplıyorum, muhterem kardeşlerim!.. Özellikle devlet yönetiminde bulunmuş, bizden önceki nesilden kardeşlerimize çok söyledim: "Devlet Planlama Teşkilatı'nda bulundunuz, devlette bakanlık yaptınız, çeşitli şeylere sahib oldunuz... Şimdi Türkiye'nin her ilinde, her ilçesinde, bucağında, köyünde bir bina yapılacağı zaman --meselâ, beş katlı bir apartman yapılacağı zaman-- ozalite çekilmiş, altı metre boyunda, katlanmış bir şey karşınıza gelir. Tesisat planı, alt kat planı, yandan görünüş, önden görünüşü, üstten görünüşü, detaylar, girintiler-çıkıntılar, baca delikleri, lavabonun konulduğu yer, vesaire vesaire... Avrupalı planı o kadar güncel hale getirmiş ki, o kadar tabii hale getirmiş ki; peynir-ekmek gibi, yâni, her köşe başında bulunan alelâde şeyler gibi olmuş ve bunlar uygulanıyor. Fakat, İslâm'ın binasının yapılmasında ne plan var, ne proje var, ne böyle sayfa sayfa çekilmiş özalit şeyler var?.. Hiç bir şey görmüyoruz." Bunu muhtelif defalar ifade ettim. Bu bizim büyük kusurumuz!.. Sosyal olayların da, hizmetlerin de mutlaka --hiç olmazsa, bir apartmanın yapılışı kadar-- planlı olması gerekir.
Muhterem kardeşlerim, şunu iyi bilelim: Allah-u Teala Hazretleri, kendisinin has kullarına yardım etmeyi, kendisinin üzerine hak olarak bilidiriyor:
(Ve kâne hakkan aleynâ nasrül mü'minin) Yâni, mü'minlere yardım etmesi, Allah'ın lütfu ve vaadidir. Onun için, korkmuyoruz! Bir kişi kalsak bile korkmayız. Peygamber SAV Efendimiz, en ümitsiz zamanlarda: "Sabredin! Siz sabretmiyorsunuz; vallahi bu din okyanusların ötesine ulaşacak!.." demişti. Yâni, müslümanlar küçücük bir azınlık iken, böyle ezildiği zamanda bunları söylemişti. Allah-u Tealâ Hazretleri'nin bize yardımı vardır. Allah'ın rızası cephesinde olmak, en büyük iftiharımız ve en büyük güç kaynağımızdır. Bu bizim için, çok büyük bir avantaj... Allah'ın yolunun yolcularıyız, Allah'ın dininin hizmetçileriyiz; bizim sırtımızı kimse yere getiremez!.. Öldürülürsek, şehid oluruz; kalırsak, başarırsak, gazi oluruz, muzaffer oluruz, galib oluruz, fatih oluruz... O bakımdan biz, (ihdel hüsneyeyn) iki güzel akıbetten bir tanesine muntazırız her çalışmamızda... Kâfirlerin hiç bir şeyi yok, hiç bir avantajları yok ellerinde...
O bakımdan, bütün avantajlar bizim elimizdedir. (Hasbunallah ve kefâ) Allah-u Tealâ Hazretleri bize yeter ve bize çok imkânlar vermiştir. İşte, bu imkânları kullanmamamızın bize vebali olabilir. Potansiyelimiz yüksek olduğu halde, imkânımız çok olduğu halde, "O mahîlerdir ki, derya içredirler, deryayı bilmezler!" durumunda olmamız bahis konusu... Tarlasından elmas çıkan insanın, "Tarlam verimsiz, taşlık!" diye, diyar-ı gurbete çalışmaya gidip, gurbette yoksul öldüğü gibi... Yâni, tarlasından dünyanın en büyük elmasının çıktığı kişi, böyle ölmüş. Hindistan'da, pürnûr denilen o büyük elmasın çıktığı yer, bir adamın tarlasıymış. "Burdan verim alınmıyor; buğday ektiğim zaman, şu kadar cılız çıkıyor..." filân diye, adam sefaletini gidermek için başka diyarlara gitmiş; oralarda aç, garib, sefil ölmüş. Bizim, o durumda olmamız bahis konusu... İmkânlar var, kullanmasını bilmiyoruz cahilliğimizden, gafilliğimizden; bu önemli bir nokta.
İdeolojik bakımdan, emsalsiz bir ideolojiye sahibiz. Geçenlerde, Avrupa'da uzun seneler hizmet görmüş bir din görevlisi, yüksek İslâm enstitüsü mezunu, askerlik arkadaşım, beni evine çağırdı. Gece üçe kadar projeksiyonla, video ile, kitaplarla, kupürlerle anlattı. Vaktin nasıl geçtiğini anlayamadık. Kitaplarla isbat ediyor, --kitapları böyle önüme serdi-- kupürlerle isbat ediyor... Muhterem kardeşlerim! Dünya, müslümanların elindeki potansiyeli görüyor, korkudan tir tir titriyor; bunu bilin!.. Yayınlarında da var, tir tir titriyorlar; "Aman, bu müslümanlar gelirse, uyanırsa, halimiz ne olur?" diye. Allah bize böyle bir imkân vermiş.
Jeopolitik durumumuz, fevkalâde müsâit... Ekonomik imkânlarımız, hiç kimseye el açmaya lüzum birakmayacak kadar yeterli... Nüfus imkânımız, kalabalıklığımız yeterli... Dünyadaki her beş insandan bir tanesi müslüman; yâni, dünyanın beştebir nüfusuna sahib bulunuyoruz. Ve elhamdülillah --bizden önceki nesillere göre-- sizler ve bizler, çok rahat bir dönemde yaşıyoruz. Kıbrıs harbi hariç, biz harb görmemiş bir nesiliz. Dedelerimiz İstiklâl Harbi'ni gördüler, belki bir kısmımızın babası da gördü. Dedelerimiz İstiklâl Harbi gazisi... Şimdi, "90 yaşında, 89 yaşında falanca yerde öldü." filân diye TRT yayınların haber bülteninin sonunda söylüyorlar. Biz harb görmemiş bir nesiliz. Harb görmeden uzun bir zaman geçirmiş bir nesil, çok büyük bir avantaj!.. Her yıl bir harble darbe yeyip zaafa uğramak, nüfusun kırılması, iş yapacak insanların helâk olması, paraların heba olması; böyle bir durum yok. Bu kadar sene harbsiz gelmiş olmamız fevkalâde büyük bir avantaj.
Bizden öncekilerin hayal ve tahmin edemeyecekleri kadar, hareket imkânlarına şu anda sahibiz. Yâni, bundan 40 yıl önceki insanlar, belki bu diyarlarda İslâm'ın bekasından ümidlerini kesmişlerdi... Elli yıl önceki insanlar belki, "Artık buralarda Allah'a ibadet edilmez." diye düşünüyorlardı... Ama şu anda, onların hayallerine sığmayacak kadar, tahmin edemeyecekleri kadar hareket imkânına sahibiz. Elhamdülillah müslümanlar, memleketini seven insanlar, bu imkân ve fırsatlara sahib olmuş durumdadırlar... Hizmetlerin başına gelmiş durumdadırlar... Çalışma ve hizmet fırsatı var... Çalışma ve hizmet fırsatı oluştu, doğdu ve karşımızda duruyor. Bir kadro personeli patlama noktasına gelmiştir. Yâni, mezunlar, mezunlar, mezunlar... Yüksek tahsilliler, fakülte mezunları; bir yığın idealist, mütedeyyin, babasını tenkid eden, babasını beğenmeyen --hatalı olduğu için-- babasına yol gösteren insan meydana gelmiş durumdadır... Annesini tenkid eden, "Bu ne biçim müslümanlıktır?.. Şöyle yapman lâzım, böyle yapman lâzım!" diye annesini babasını yola getiren bir nesil oluşmuş durumda... Bir başörtüsü uğruna, on tane erkeğin tahammül edemeyeceği cefayı göğüsleyen, erkeklerden daha merdâne genç kızlar yetişmiş durumda... Emin olun, siz yapamazsınız!.. Utanırsınız... Namaz kılmağa utanırsınız, abdest almağa utanırsınız. Onlar gibi tüm topluma, salon dolusu insana inat, tersine bir durumda siz duramazsınız! Çoğunuz duramaz!.. Ama onlar, sizden ve bizden daha merdâne durabiliyorlar. Hayranım yâni!.. Böyle bir potansiyel birikmiş durumda. Bu geniş imkânları Allah bizden sorar!..
"İki nimet vardır ki," diyor Peygamber SAV Hazretleri, "İnsanoğulları bu nimetlerden gafildir. Fırsatı değerlendiremezler, fırsatı kaçırırlar, gafildirler. Birisi (essıhhatü), diğeri (elferağu)... Sıhhatli olmak ve boş zamanı olmak." Yâni bugün, Allah rızası için malını, mülkünü, mesaisini, zamanını, bilgisini tümüyle verecek bir yığın insan var!.. Para istemez, maaş istemez; hatta, belki o size verir. Onu da vermeğe razı insanlar var... Hayır menbaı, hayır jeneratörü olmuş insanlar var... Parasının, varlığının --kendi ihtiyacını ayırdıktan sonra-- kısm-ı azamını --kırktabirini değil, kısm-ı azamını-- hayra veren insanlar var... Gürül gürül sevab kazanan, hayır yapan insanlar var... Muazzam bir potansiyele sahibiz ve bu potansiyeli Avrupa görüyor, Amerika görüyor... İngilizce, Almanca, Fransızca kitaplar neşrediliyor; "Müslümanlar geliyor, İslâm yayılıyor!" diye. Rusya'da kitaplar yayınlanıyor, siyasîlerin dilinden gazetelere dökülüyor. "Saklanmaz gayri bu gerçek!" dediği gibi bizim Maraş'lı şairin; saklanamaz duruma gelmiş... Şimdi bizde un var, şeker var, yağ var; helva yapmıyoruz. Gıdasızlıktan, kenarda aç, biilaç serilmiş yatıyoruz. Durumumuz bu yâni...
O bakımdan şu boş zamandan, şu imkândan, şu hürriyetlerden, şu sıhhatlerden, şu fırsatlardan olanca gücümüzle faydalanmalıyız. Bizim hepimizin ana gayesi, Allah'ın dinine hizmet etmektir. Fatih'in devrinde yaşasaydık, surlara saldıran yeniçeri olacaktık; canımızı vermeye koşa koşa gidecektik... Şimdi, bizden can istenmiyor, mücadelenin şekli değişti; teknik çalışma isteniyor. Yâni, bir çalım attın mı, karşı tarafı alt edebilirsin. Çalım isteniyor, çalışma isteniyor... Bu kadar basit.
Onun için, herkes azamî mesâisini, azamî imkânını, olanca imkânını İslâm'a tahsis etmek; yâni, ölmeyecek kadarını kendisine ayırıp, olanca gücüyle İslâm'a hizmet etmek zorundadır bugün!.. Birazcık İslâm'a hizmet devri geçmiştir. Azıcık, birazcık da İslâm'a hizmet edeyim; şöyle yemeğin üstüne birazcık tuz gibi, birazcık baharat filan gibi... Hayır, öyle değil! Tüm mesaisiyle, tüm çalışmasıyla, tüm mesleği ile İslâm'a hizmet edecek; birazcık dünyalık çalışmaya pay ayıracak... Asıl çalışması İslâm'a hizmet olacak; birazcık da --şairin dediği gibi-- viran olası hanede evlâd ü iyal olduğu için, dünyalık çalışacak... Hammallık yapacak, --bizim Ömer Okçu (Hekimoğlu İsmail) kardeşimizin Minyeli Abdullah'ta anlattığı gibi-- istasyonda yük taşıyacak, talebe okutacak... Yâni, mesâimizin kısm-ı azamını İslâm'a tahsis etmek durumundayız; o pozisyonda insanlarız.
Allah bizden şu anda canımızı istemiyor!.. Şu anda Allah bizden mesâimizi istiyor, gayretimizi istiyor, basiretimizi istiyor, tefekkürümüzü istiyor, işbirliğimizi istiyor, iş yapabilme kabiliyetimizi istiyor. Önümüzde bâkir, fethedilmemiş hizmet sahaları var. Bomboş, fethedilmemiş hizmet alemleri var, hizmet dünyaları var; ona çalışacağız.
Bir hocanın, namazı kıldırdıktan sonra evinde durması revâ değil!.. Bir tüccarın, ticarethanesinde işini çalışır hale getirdikten sonra, orada durması revâ değil!.. Bir memurun, memuriyetini yaptıktan sonra, saat beşten sonra, cumartesi-pazar günü dünya için çalışması doğru değil, meşrû değil!.. Aziz ve muhterem kardeşlerim! Onun için, bırakalım kırktabir nisbetini, zekât nisbetini; şimdi nesi varsa isteniyor, nesi varsa verecek müslüman!.. Nesi varsa mâmeleki, imkânı, onu İslâm'a tahsis edecek; çünkü, bu fırsat her zaman ele geçmez.
Ben müslümanlara şaşıyorum: Afganistan'a sarfedilen masrafların, maddî masrafların, yâni Afgan Mücâhidlerine verdiğimiz paraların ondabirini sulh zamanında harcasaydık Rusya gelmeden önce; nice Afganistan'lar müslümanların olurdu!.. Suriye elden çıkmazdı. Irak maceralara sürüklenmezdi. İran başka türlü olurdu. Dünyanın her yerini elde ederdik... Biz bir dergiyi çıkartmak için bin mücâdele yapıyoruz, maddî imkân toplamaya çalışıyoruz. Gazete vs. için uğraşıyoruz. Türkiye'nin her tarafına yayılmış koca bir cemaatiz, muhabbetli bir grubuz... "Söyle hocam, çekinme; ne kadar istersen sana verilecek!.. Tarlayı kazarken küp buldum; çekinme istediğin kadar söyle!" deseler, söyleyeceğimiz miktar, bir jet uçağının fiatının belki beştebiridir, muhterem kardeşlerim!.. Kaç tane jet uçağı düşüyor, kaç tane füze atılıyor, kaç tane bomba patlıyor?.. Yazıklar olsun müslümanlara!.. Harb olduğu zaman, bu kadar masraf yapıyorlar da; fırsat olduğu zaman, sulh zamanında onun ondabirini yapmıyorlar!.. Çok büyük şaşkınlık, çok büyük cahillik, çok büyük basiretsizlik, çok büyük vebal, çok yanlış bir durum!... Yâni, iş işten geçtikten sonra kurtarma çalışmaları... Trenin altında adam ezildikten sonra ayağını alçıya al, dalağını dik, böbrek nakli yap, kan ver, bilmem şöyle yap, böyle yap... Hurda olmuş bir insanı, ihya etmeye çalışıyorsun. Düşman hücum etmiş bir memleketi, kurtarmaya çalışıyorsun. Düşman hücum etmeden çalışsana!.. İş işten geçmeden çalışsana!..
Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim, Sakarya'lı kardeşlerime müteşekkirim!.. Sakarya, büyük bir vilâyet değil. Nüfusu 154.000 yazıyor galiba, resmî levhada... Diyelim ikiyüzbin. Ankara'nın nüfusunun sanıyorum ondabiri veya onbeştebiri ama, bizim dergilerimiz için dört hisse almışlar ve daha fazla alma gayretindeler. Şimdi, Ankara'daki kardeşlerimizle, iki ay önce bir toplantı yapmıştık; oturmuşlar, kara kara düşünüyorlar vakıfta... Diyorlar ki: "Hocam, işte bizim arkadaşlarımız sizin toplantınıza geldikleri zaman, dergiler için birkaç hisse almayı vaad etmişler; acaba bunları nasıl ödeyeceğiz?.." Ben dedim ki: "Ben şahsen kendim, bir emekli profesör olarak, bir hisse ödeyeceğim. Yazıklar olsun Ankara'ya; 4 tane, 5 tane, 10 tane hisseyi alamazsa!.." Ben evimi ortaya koydum, evim satılırsa onu vereceğim. Öyle şey mi olur yâni; "Dört tane hisseyi nereden alacağız, 100 milyon lirayı nereden bulacağız?" diye kara kara düşünüyorlar. Böyle şey olmaz!.. Yâni, böyle cihad, böyle hizmet, böyle rıza-i Bâriyi tahsil mümkün olmaz! Allah sorar; çünkü Allah, bizim sakladığımız imkânları da biliyor!.. Neyi, ne gibi imkânları hizmete sunduğumuzu, ne gibi imkânları hizmetten esirgediğimizi Allah biliyor. Allâmül guyûb, her şeyi bilen Rabbimizin karşısında hesap vereceğiz.
Onun için, devir fedâkârlık devridir ve fedâkârlıktan bir zarar hasıl olmaz!.. Size bir zarar hasıl olmaz, bana bir zarar hasıl olmaz... "Vallahi zekât vermekten, sadaka vermekten mal azalmaz!" diyor Peygamber Efendimiz. Malınız da azalmaz, Allah daha fazlasını verir. Zaten insanın rızkı, midesinin aldığı kadar bir şeydir yâni; gerisi havaya gidiyor. Havaya gidiyor, hava atmaya gidiyor, fiyaka yapmaya gidiyor, boşa gidiyor... Yâni, bindiği zaman basit bir araba insana yetiyor ama; Mercedes'in 500 ünden aşağısına binmiyor, zengin olduğu zaman adam... Hava, iki manasıyla hava olmuş oluyor.
O bakımdan, tüm imkânlarımızı Allah'ın bildiği ve hesap soracağı şekilde, Din-i Mübîn-i İslâm'ın hizmetine sunmak durumundayız. Bu, çok tatlı bir hizmet, çok risksiz bir hizmet, çok kolay bir hizmet...Burada can pazarlığı bahis konusu değil, insanın ölmesi bahis konusu değil. Bunu yapmazsanız can gelecek, canınızı isteyecekler!.. Canınızı da vermezseniz, cihaddan kaçmış insanlar olarak öleceksiniz!.. Onun için önce mal imtihanını başarmamız lâzım ki, öteki şeye hacet kalmasın...
Türkiye'nin Afganistan'ın durumuna düşmemesi için, şimdiden füze paralarını vermemiz lâzım... Yâni sizin için demiyorum, Ümmet-i Muhammed'in vermesi lâzım, Türkiye'nin vermesi lâzım... Eğitime vermesi lâzım. Kıymeti en az bilinen çalışma dalı eğitim... Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'na şu kadar para ayırtılıyor, Devlet Bale Okulu'na şu kadar para ayırtılıyor; ama insanları, fedâkârca insanların hayrına, hizmetine koşturan; malıyla, canıyla faydalı olmaya, fedâkârca çalışmaya sevkeden kaynakların harekete geçirilmesi için bir tahsisat yok!.. Yapılmıyor, yapmazlar; onu biz yapacağız!.. Başkası yapamaz, yapacak olan mü'minler... Yapacaklar ve sevabı onlara ait olacak; çünkü, Allah ötekilere o sevabı nasib etmez.
Muhterem kardeşlerim, tek başımıza bir şey yapabiliriz. Tek başına sen olarak bir şeyler yapabilirsin. Fakat, iki kişi olursanız daha çok iş yaparsınız ve ayrıca bereket olur. Müslümanlar, fikir farklarına rağmen işbirliği yapmasını öğrenmek mecburiyetindedirler, zorundadırlar!.. Ben anlamıyorum, "Ümmet-i Muhammed diye koca cihana yayılmış bir milyarlık ümmetiz." diyoruz; Türkiye içindeki müslüman gruplar birbirlerinden --suyla zeytinyağının imtizâc etmediği gibi-- ayrı duruyorlar. Şişeye koysan, birisi altta birisi üstte kalıyor; imtizâc etmiyor. Böyle olmayacak; suyun içindeki şeker gibi olacak, eriyecek, her tarafa yayılacak. "Müslüman, müslümanın kardeşidir!" Bu benim sözüm değil, Kur'an-ı Kerim'in sözü, Allah'ın sözü!..
Onun için, ayrılıkçı, grupçu her çalışmayı kötü çalışma olarak görüyorum; arkasında kötü niyet de vardır diye, sûizan da ediyorum!.. Ayrılıkçı olmayacağız, birleştirici olacağız, birlik ve beraberlik içinde olacağız.
Biz "şûra" dediğimiz zaman, bazı gazetelerde alay mevzuu yapıldı: "Eğitim şûrası, askerlik şûrası, spor şûrası; şimdi bir de çıktı İslâm şûrası..." diye. Böyle saçma şey olmaz!.. "Hizmeti sadece ben yaparım, başkası yapamaz! O kötü, bu kötü, ötekisi kötü, daha ötekisi kötü; bir ben iyiyim!" Bu, son derece yanlış bir zihniyettir. Onun için, başarıya ulaşılmıyor.
Biz müslümanların mutlaka --fikir ihtilâflarına rağmen, kendilerini ayırmak isteyen ajan provakatörlere rağmen, sun'î ayrılıklar çıkartmak isteyen birtakım fanatiklere rağmen-- birleşmemiz gerektiğinin boynumuzun borcu olduğunu, bastıra bastıra burada söylemek durumundayız!.. Dostluğa fazla çalışmak durumundayız. Bakın, Sakarya'lı kardeşlerimiz komşu vakıfların isimlerini tesbit etmişler, onlara dost gözüyle bakıyorlar... Bana Niğde'de, "Türkiye Gazetesi hakkında ne dersiniz?" demişler; "Müslüman kardeşlerimizin bir faaliyetidir; Allah yardımcı olsun, doğru şeyler yaptırsın!" demişim. Niçin böyle demişim?.. Gıybet etmeyelim diye, aleyhte konuşmayalım diye... Arkamızdan dedi-kodu etmişler: "Efendim, filânca kötü zümrenin gazetesini medhetti, filanca tarafı kötüledi..." filân diye. Hayır! Ben yaraları sarmaya çalışıyorum, kimseye özel medhiye çıkarmak niyetinde değilim! Allah huzurunda beni vebal altına sokacak, bir gülücükten bile korkarım! Allah'ın sevmediği bir insana, sözümün arasında sürç-ü lisân ile, "Efendim!" kelimesini kullanmaktan vallahi korkuyorum!.. Diyemedim; yâni, profesöre efendim diyemez duruma geldim, o hadis-i şerifi okuduktan sonra...
Müslümanları, kardeş olduklarını hatırlamaya davet ediyorum!.. Süleymancı: Kur'an kurslarına yardım etmek isteyen kardeşlerimiz... Ne var?.. Kusurları var... Benim de var, senin de var. Sen onun kusurlarını ararsan, o da bir liste senin kusurlarını çıkarır. Nurcu... Efendim şöyleymiş de, böyleymiş de... Canım, o sana ait değil. Falanca grup, filanca grup, şu tekke, bu dergâh... Hayır! Müslümanlar birlik ve beraberlik içinde olacak!... Sanıyorum, ben birlik ve beraberlik deyince, bazı kimselerde şafak attı, akılları başlarından gitti, memnûn olmadılar. Demek ki, isabetli bir şey söylemişim; akılları başlarından gitti.
Müslümanlar birbirlerinin kardeşleridir. Birbirleriyle yardımlaşmadan başarı sağlanamaz, sağlanamıyor. Yüzde nisbeti küçük oluyor; %3 te, %5 te kalıyor. İleri gitmiyor, ekseriyet kazanılamıyor. Ekseriyetin kazanılması için, insanın derya gibi olması lâzım, engin gönüllü olması lâzım, sabredici olması lâzım, halim selim olması lâzım.
Bakın, şimdi konuştuğumuz Mehmed Ali Efendi --o yemek yediğimiz kursun ilgilisi, yöneticisi, fedâkâr hizmetçisi kardeşimiz-- söyledi: Babası rahmetli, cennetmekân Ramiz Hoca --ismini de hatırımda tutuyorum, inşaallah dergimizde de hayatının şöyle biraz yazılmasını tembihledim kardeşlerime-- zamanını hiç boşa geçirmezmiş... Evine gelenlere dahi zamanı boşa geçirttirmezmiş; mutlaka emr-i ma'ruf, ilim öğrenme, hayır-hasenât yoluyla vakit geçirmeyi severmiş. Önüne gelene de hayrı, hakkı tavsiye edermiş. Bir çocuk, kısa pantolonla gelip gidiyormuş; "Hayır, uzun pantolon giyeceksin! Git babana söyle, uzun pantolon giydirsin! Vebaldedir, bilmem nedir filân..." diye sıkıştırırmış. Babasını da gördüğü zaman, "Çocuğuna kısa pantolon giydirme; ayıptır, günahtır!" diye söylermiş. Kısa pantolonlu çocuğun babası, Ramiz Efendinin oğlu olan bu Mehmed Ali Efendi'ye gelip, "Yahu, babana bir şey söyle! Bu emr-i ma'ruf nehy-i anil münkeri bu şekilde yapmasın, canımızı sıkmasın!..." diye söylermiş. "Ben de, 'Baba bak artık reaksiyon oluyor, söyleme artık, vazgeç!' derdim. Babam hiç dinlemez, aynen söylemeye devam ederdi." diyor. Yâni, bir an hakkı söylemekten geri durmazmış.
Karşı taraf beğenmese de, biz hakkı söylemekle vazifeliyiz. Karşı tarafın beğenmesi bizim için önemli değil, Allah'ın beğenmesi önemli!.. Fakat ben, asıl sonuca sizi muttali kılmak istiyorum, "Bu böyle artık bu nasihatleri yapmasın; baban çok gevezelik ediyor, konuşmasın!" filân diyen adam ve çocuğunun durumunu size anlatmak istiyorum: O kısa pantolonlu çocuk, o ikaz ve irşadlarla iyi bir insan olarak yetişmiş, dört başı mamur bir müslüman olarak yetişmiş; neticede babasını da doğru yola getirmiş... Babasının da bilmem kaç defa hacca gitmesine sebep olmuş; hacca götürmüş, getirmiş... Şu anda da o vakfa, şu kadar hayır, bu kadar yardım, şu kadar destek --hem babası, hem kendisi-- yapıyormuş.
Aziz ve muhterem kardeşlerim, çıkmadık canda ümit vardır. Kısa pantolonlu diye sen onu defterden silersen; bak nasihattan anlamıyor diye babasına küsersen, defterden silersen, bu sonuçları alamazsın... Derya gibi sabırlı olacaksın... Bizim hocamız Abdül'azîz Bekkine Hazretleri buyurmuş ki: "Siz zannediyormusunuz ki, mürşidler bir kusuru hemen size söyler?.. Bazan o kusurun düzeltilmesi için, tam tavına gelmesi için, nasihatın kabul edilebilir bir hale gelmesi için, on yıl beklediğimiz olur!.." demiş. On yıl!.. "Şimdi söylesem anlamaz bunu, hele biraz daha sabredeyim. Kusuru var ama, durayım filân diyerek, on yıl beklediği olur." buyurmuş, muhterem kardeşlerim!..
Onun için, bir insanın şimdiki haline bakmayacaksıız; onun içindeki iman potansiyeline bakacaksınız. Bir kâfirin şu andaki haline bakmayacaksınız; onun potansiyel olarak müslüman olma ihtimali olduğuna bakacaksınız. Onun için, ona da centilmence davranacaksınız... Ona da İslâm'ın güzelliğini göstereceksiniz... Ona da, ahlâk-ı İslâmiye'nin ne kadar derin olduğunu anlatacak jestlerde bulunacaksınız.
O bakımdan birleştirici olmak zorundayız, dostlukları geliştirmek zorundayız ve Allah'ın bize verdiği tüm güçleri kullanmak zorundayız.Memleketimiz içindeki tüm grupların, İslâm'ın hizmetine iştirakini sağlamak zorundayız. Küstürmek, karalamak, itham etmek, kızdırmak, zorla günaha sokmak, pasif hale getirmek; bu doğru değil.
Benim rahmetli anam öyle derdi: "Annelik görevi, çocuğu kendisine isyan ettirmemektir." Yâni, bir şey söylersin, dinlemez, anneye asî olur, başına taş yağar. Çocuğu anneye asi duruma düşürmemek, basiretli bir annenin görevidir. Onu öyle söylemeyeceksin.
Onun için, bizim Hocamızın (Rh.A) ben direkt olarak, "Şöyle yap, böyle yap!" diye emir sîgasıyla emir verdiğini hatırlamıyorum. "Acaba, şöyle yapsanız nasıl olur?.. Şöyle yapmak uygun olur mu dersiniz?.." Yâni, istişare ediyormuş gibi soruyor; halbuki emir!.. Neden?.. Dinlenmediği zaman, bir veliyyullahın sözü dinlenmediği zaman felâket olur da onun için... Muhatabını o duruma düşürmüyor, muhterem kardeşlerim!..
O bakımdan, öteki gruplarla dostlukları geliştireceksiniz. Ankara'da bu meseleleri biraz konuşmuştuk; kardeşlerimiz, bir temel hak ve hürriyetleri koruma derneği kurmuşlar... Muhtelif gruplardan insanlar almışlar. Güzel bir gelişme, tamam. Neden?.. Çünkü, temel hak ve hürriyetleri korumak için, bir hayır için elbirliği ile çalışma sağlanmış oluyor ve böylece de insanlar birbirlerini tanımış oluyor. Suçlamaların yersiz olduğunu görüyor. "Yâ ben senin hakkında kötü düşünüyordum ama, hiç de öyle değilmişsin. Haydi bu akşam bizim eve gel, kahveyi beraber içelim!" filan derken, muhabbet başlıyor. Muhabbetten sonra da nice nice hizmetler hasıl oluyor.
Koordine olmak mecbûriyetindeyiz. Türkiye'de hayır yapan sadece biz değiliz... Ben, bizim Hakyol Vakfı'mızın oldukça hayranlarındanım. Yâni, kurucusu olduğum için değil de, yaptıkları işlerden dolayı hayranlık duyan hayranlarından birisiyim. Fakat, hayrımızın çok küçük olduğu kanaatindeyim. Bizden daha nice nice yüksek miktarda hayırlar yapan gruplar olduğunu duyuyorum; hayran oluyorum, memnun oluyorum... Allah, daha çok hizmet etme imkâni versin... O halde, muhtelif hayırlar, muhtelif yerlerde yapıldığına göre, bunların koordinasyonu önemli bir meseledir. Bizim vakfımızın bir görevi budur. Biz henüz, daha bu fonksiyonunu çalıştıramadık vakfımızın... Ama, çalıştırmamız lâzım!.. Yâni, tüm hayırları tesbit etmek, aralarında koordinasyonu sağlamak; parçaların birbiriyle uyumunu, faaliyetlerinin birbirlerini desteklemesini; impulsların, itmelerin birbirine eklenerek hareketi hızlandırmasını sağlamak lâzım.
Motorun ateşlenmesi ayarsız olursa ne olur?.. Arabanın çekimi düşer. Ayarlı olması lâzım, peş peşe olması lâzım, birbirini destekleyecek tarzda olması lâzım ki; motor hızlansın, araba daha hızlı çekiş yapsın, ileriye gitsin... O bakımdan mutlaka, sizin dışınızdaki insanların güzel taraflarını görmeyi öğreneceksiniz!.. Kusurlarına rağmen insanları sevmeyi öğreneceksiniz!.. Gülün dikenine değil, rengine ve kokusuna bakacaksınız ve kusurlu olarak kendinizi göreceksiniz. Gerçek de odur.
Bir işi, İslâm bu kadar güzel olduğu halde başaramamışsak, vallahi kusur bizdedir muhterem kardeşlerim!.. Çünkü Allah, çalıştığı zaman düşmanlarına bile veriyor. (Dust tanra kuca kuni mahrum / Tû ki ba düşmenen nazardâri.) diyor Şeyh Sâdî. "Ey Rabbim, sen gayb hazinelerinden hristiyanlara, ateşperestlere, şunlara bunlara rızıklar veriyorsun... Gayret gösterdikleri zaman, onların gayretlerini karşılıksız bırakmıyorsun; istedikleri zaman veriyorsun. Düşmanlarına bile bu kadar lütufta bulunduğuna göre, dostlarını nasıl mahrum edersin yâ Rabbi!.." diyor. Etmez!.. Dostlarını mahrum etmez muhterem kardeşlerim!.. Dostlarında iş yok da ondan yardım gelmiyor... Dostları dost değil, dostları çürük de onun için yardım gelmiyor... Dostları dostluk vasfında gevşemişler; imtihan ve uyanma olsun diye yardım gelmiyor.
Onun için koordinasyonu mutlaka sağlayacağız, planlı programlı olacağız. Bizim yapmak istediğimiz bir hayrı, bir başkası yapıyorsa; onun yapmasına öncelik tanıyacağız ki, biz başka işle meşgul olalım. Baktık ki, şu işi bir başka kardeşimiz yapabiliyor; "Allah senden razı olsun, buyur sen bu işiyap! Sen o işte çalışırken, ben de şu işi yapayım." diyeceğiz. Rekabete lüzum yok!.. Şimdi bazı kardeşlerimi görüyorum; ben bir yerde vakıf açıyorum, "Küt!.." yanına bir vakıf daha getiriyor. Fesübhânallaaah!.. Başka işin yok mu senin?.. Senin işin rekabet mi?.. Yâni, benimle mi rekabet?.. Ne istiyorsun benden?.. Olmaz! Birimiz bir işi yapıyorsak, öteki başka işi yapsın; daha ötekisi başka bir işi yapsın...
Koordinasyonu, işbirliğini, müşterek çalışmayı anlayamamış, öğrenememiş gruplar başarı sağlayamazlar; başarı şansları yoktur!.. Bu koordinasyonu, işbirliğini, müşterek çalışmayı başaranlar sonucu alıyorlar; velev Allah'ın düşmanlarından bile olsalar!.. Amerika'da 49 tane eyaleti birleştirmişler, koca bir Amerika (ABD) yapmışlar... Federal Almanya'da 9 tane küçük beyliği birleştirmişler; Federal Almanya'yı meydana getirmişler... Avusturalya'da şu kadar devleti birleştirmişler, Avusturalya'yı meydana getirmişler... Avrupa'da şu kadar ayrı devleti bir araya getirip AT'yi meydana getirmişler... Başkaları boyna birleşme halinde... Oturuyorlar, pazarlık ediyorlar.
Fransa Almanya'ya hücum etmiş, Almanya Fransa'ya hücum etmiş; birbirleriyle hınçları var... 100 sene harpleri var, 30 sene harpleri var... Napolyon Rusya'ya kadar yürümüş... Almanlar Majino Hattı'nı yararak, Normandiya sahillerine kadar dayanmışlar... filân. Bunları unutuyorlar, işbirliği yapıyorlar. Müslümanlar birbirleriyle işbirliği yapmıyor, yaptırılmıyor!.. Ayrılıklar körükleniyor ve müslümanlar tefrikaya düşürülüyor; "Parçala ve hükmet!" metodu uygulanıyor. Onun için, biz de birleştirme metodunu kullanacağız; birleştirmek için elimizden gelen her şeyi yapacağız!.. Çok önemli bir mesele ve vakfımızın önemli gayelerinden birisi!..
Olayların değerlendirilmesinde eksikliğimiz olduğunu söylemiştim. Güvenemiyorum değerlendirmelerimize, gazetelerimizdeki yorumlara... Hem bize muhalif gazetelerdeki yorumlara güvenemiyorum, hem bizim kendi kardeşlerimizin çıkardıkları yayınlardaki yorumlara güvenemiyorum. Bir şeyin bilimsel olmasını istiyorum... Bilimsel esaslara uygun olmasını istiyorum, dokümanter olmasını istiyorum, delillere dayanmasını istiyorum... Bu, bizim dinden aldığımız terbiyedir. Hadis ilminden, fıkıh ilminden aldığımız bir özelliktir. Fıkıhtan Faruk Hoca'ya bir şey sorsalar, arkasından mutlaka, "Hangi kaynakta nesi var, hangi ayet, hangi hadis?" diye soracaklar. Yâni, bu böyle. O halde her şey müdellel olmalı; yâni burhana dayanmalı, vesikaya dayanmalı, delile dayanmalı!.. Delile dayanmayan çalışmaları, tesadüfen sonu hayır bile olsa, muhataralı görüyorum. Onun için, olanca gücümüzle bilimsel olmak zorundayız.
Sabahki ilk konuşmanın, Ahmed Çığman Hoca'mıza ilimle ilgili konuda yaptırılmasının sebebi budur. Yâni, bizim asıl önemli vasfımız, bizim grubumuzun asıl önemli vasfının bilimsellik olması lâzım!.. Her şeyi, bilimsel ölçülere göre yapma vasfı olması lâzım!.. Çünkü, en güçlü olan vasıf budur. Çünkü, en büyük başarı bilimsellikle sağlanıyor. Çünkü, en verimli yatırım, bilime yapılan yatırımdır. Çünkü bilim, çok büyük zahmetleri çok küçük şeylere indirgiyor. Çok büyük zahmetleri hallediyor, dağları deviriyor. Şu yolların yapımında misal olarak karşımızda duruyor; bizim Sapanca'nın önünde üç tane tepeyi yok ettiler. Bir varmış, bir yokmuş... Masal gibi koca tepeler gitti. Bunlar insan gücüyle eskiden yapılamazdı, makina gücüyle yapıldı. Bilimsel çalışma, dağları deviriyor, çok büyük işler başarıyor, dünyanın çehresini değiştiriyor. O bakımdan, olanca gücümüzle bilimsel olmak zorundayız ve bilimsellik yarışında geri kaldığımız nisbette, hizmetlerimizde ve başarılarımızda da geri kalacağımızı bilmemiz lâzım.
Japonya, bu hakîkati bizden önce farketmiştir muhterem kardeşlerim!.. Japonya da bizim gibi idi, Avrupa'nın karşısında... Tıpkı bizim durumumuzda idi. Fakat Japonya, batının kendisine olan faikiyyetinin, üstünlüğünün ilim yönünden olduğunu anladı. Olanca gücüyle kendini ilme verdi. Bugün Amerika'ya pes dedirtiyor!..
Amerika'da bir kitap görmüştüm, Amerikan ekonomistleri feryad ediyorlar: "Amerika Japonya'nın gizli istilâsı altında; şu kadar sene sonra tamamen Japonlar hakim olacaklar Amerika'da her şeye!.." diyorlar. Bu, bilimsel savaşın Japonlar tarafından kazanılmasıdır. İkinci Cihan Harbi'nde, atom bombasının karşısında yenilen Japonya'nın, şu kadar zaman sonra, kendisini yenmiş olan milletin postunu yere sermesidir. Bu bilimsel çalışmayla olur. Biz de aynı yolu tutacağız. Yâni, bizim içimizden 1. sınıf bilim adamı çıkması lâzım!.. Hepimizin kendi sahamızda 1. sınıf mütehassıs olması lâzım!..
Benim iftihar ettiğim hususlardan birisi, bizim Hadis Enstitüsü'ne gittik. Orda bir iki zenginle beraber konuştuk. Talebelerin hepsi master talebesi!.. Emin olun, sevincimden uçacak hale geldim. Otuz tane talebe var enstitümüzde, hepsi master talebesi; birkaç tanesi doktora talebesi!.. Bu çok büyük bir olay! Çünkü, bu otuz tane kaliteli hoca, kaliteli lider, kaliteli eğitici demektir... Kaliteli idealist insan demektir. Bir hoca bir ülkeyi değiştirir!.. Yâni, iyi bir hoca bir ülkeyi değiştirir. İstanbul'u alan Akşemseddin'dir!.. Fatih'i teşvik eden, muhasarayı kaldıracağı sırada, "Kaldırma, devam et!" diyen Akşemseddin'dir. İşin gerçeğini görmek lâzım!.. İstiklâl Harbi'ni kazandıran hocalardır. Cephelere insanları aşk ile, şevk ile, davulla, zurnayla gönderten hocalardır. Mehmed Akif, Kastamonu'da Nasrullah Camii'nde vaazla başlamıştır, İstiklâl Harbi'nin mücadelelerine... O bakımdan, bilimsel olmaya olanca gücümüzle gayret edeceğiz.
Sabahki konuşmanın manâsı budur. Bizim de Hakyol Vakfı'nda, eğitim çalışmaları konusunda ana prensibimiz budur. Biz istiyoruz ki, elemanlarımızın hepsi bilimsel güce sahip insan olsun. (Tavânâ buved, her ki dânâ buved) "Bilgili olan güçlü olur." Bilgili olan, durduğu yerden bir düğmeye basar, bir orduyu helâk eder... Bilgili olan, binlerce insanın, yüzbinlerce insanın, milyonlarca insanın yapacağı işi tek başına yapar. Bilgisiz olan da, perişan olur. İşte geri kalmış ülkelerin sömürülmesi bundandır, ezilmesi bundandır... Milyonların öldürülmesi bundandır... Orta Asya'nın Rusya tarafından helâk edilmesi bundandır. Yâni, ilimden yana geri kaldığımız içindir.
Bizim Kafkas mücahidleri Ruslara esir düştükleri zaman, onlara Sivastopol'deki tersâneleri ve diğer ordu fabrikalarını gezdirmişler. O zaman Şeyh Şâmil demiş ki: "Neden yenildiğimizi şimdi anlıyorum!.." Yâni, mücahid olduğumuz kadar da, bilimsel sahada güç kuvvet sahibi olmalıyız, olmak zorundayız. Olmadığımız zaman, vazifemizi eksik yapmış olduğumuz için, başarı sağlanamaz.
Bilimsel olmanın bir yolu bilgi edinmedir, bilgiyi tasnif etmedir, depolamadır; gerektiğinde kullanmadır... Olayları takibdir ve seri haberleşmedir... Çok seri haberleşmedir. Bunu kuramadığımız zaman, modern bir topluluk olamayız!.. Onun için, basın hayına geçtik... Onun için, dergilerimizi çıkartıyoruz... Onun için, haftalık dergi çıkartacağız diye amaçlıyoruz... Onun için, günlük gazete çıkartacağız diye amaçlıyoruz... Yâni, haberleşme yönünden, bilgi toplama yönünden, bilgi takibi yönünden işin piyasasına girmek istediğimiz için, böyle yapmak zorundayız!.. Ve topladığmız bütün paralar yansa bile, böyle yapmak zorundayız!.. Çünkü, nihayet hepsini topladığımız zaman, fırlatılan bir füzenin parasından daha azdır. Ama, faydası bin tane füzeden daha fazladır.
O bakımdan basın hayatını destekleyeceğiz, sonuna kadar destekleyeceğiz!.. Ömrümüzün sonuna kadar, mal varlığımızın sonuna kadar destekleyeceğiz!.. Bu çok önemli bir şey! Ancak bu sayede, modern bir toplum haline gelebiliriz, gerçekleri yakalayabiliriz. Aksi takdirde, haber ajanslarının maskarası oluruz, oyuncağı oluruz, aldatmasına tutuluruz ve çok yanlış yollara gideriz. Kendi gemimizi, kendi uçaklarımıza batırtırız... Kendi gemimizi kendi uçaklarımız bombalar ve batırır, aleme rezil oluruz.
Eğer Osmanlı ülkesinde haberleşme imkânları şimdiki gibi olsaydı, Osmanlı ülkesi parçalanmazdı... Osmanlı Devleti parçalanmazdı. Bir yerin öbür taraftan haberinin olmamasından, haberleşme eksikliğinden, koordinasyon eksikliğinden büyük hezimetlere uğranılmıştır.
Kaliteli eleman yetiştirmek, en önemli işimizdir!.. Bu uzun bir yoldur, çok masraflı bir yoldur. Buna da ne kadar para harcasak, yeridir. Yemek yediğimiz kursu gördünüz. Çıkarken dikkat etmişsinizdir mermerlerine, imkânlarına... Bir senede tamamlanmış!.. Bizim arkadaşlarımız, "Hayrın yapıldığını, gayenin güzel olduğunu görünce, millet para veriyor." dediler. Ordan hafız yetişecek, İslâm'ı bilen insan yetişecek... Yâni, gürül gürül bizi besleyecek insan seli potansiyeli oralardan yetişiyor. Fakat, uzun bir yol. Bunun kestirmesi, yetişmiş insanları kazanmaktır. Amerika'da tahsil görmüş bir insanı kazanırsanız, 25 yıllık bir tahsili birden elde etmiş olursunuz... Avrupa'da doktora yapmış bir insanı kazanırsanız, milyarlar harcanarak meydana getirilmiş bir varlığı kazanmış olursunuz.
Onun için, böyle kalıcı eğitim müesseseleri kurmak doğru; fakat, yetişmişleri irşad edip, ikaz edip, uyarıp, bizim cephemizde bizim için çalışan insanlar haline getirmek, en önemli çalışmalarımızıdan biri olmalıdır. Bunun bir yolu da basındır, bilimsel neşriyattır. Diğer yolu arkadaşlıklar yoluyla, dostluklar yoluyla, merhabalarla, komşuluklarla, akrabalıklarla, ziyaretlerle insanları kazanmaktır. Bir insanın senin elinle hidayete ermesi, dünyadan ve dünyanın içindeki her şeye sahib olmandan daha hayırlıdır. Bunun için her biriniz, bir insanı kazanmağa gayret edeceksiniz... Çevrenizdeki insanları da, başka insanları kazanmalarına teşvik edeceksiniz; insan kazanacaksınız.
Amerika'da tahsil görmüş, terbiyeli bir komşunuz var... Namazdan haberi yok... Kravat takıyor, otomobiline biniyor, muntazam 9 da işine gidiyor; akşam 6 da evine dönüyor... Terbiyeli bir insan... Sizi gördüğü zaman kibarca tebessüm ediyor, hal hatır soruyor. Baktınız, ahlâkî vasıfları iyi, bilimsel bakımdan iyi, mesleğinde ileri... Tamam, bu sizin muhatabınız. Buna hediye vereceksiniz, davet edeceksiniz, toplantıya getireceksiniz, kitap vereceksiniz... vs. vs. Bu şahsı kazanacaksınız. Bu, bir yıllık bir çalışmayla 25 yılı, 30 yılı kazanmaktır.
İrşad çalışması, insan kazanma çalışması, kalb fethetme, arkadaş kazanma çalışması, çok önemli bir çalışmadır; buna bütün gücümüzle çalışmalıyız. Çünkü bu, okullar kurmaktan çok daha kolay, müesseseler kurmaktan çok daha az masraflı; ama, sonuç itibariyle çok daha faydalı!..
Bizim Cemaat-i Tebliğ'den bazı kimseler Amerika'ya gitmişler... Cemaat-i Tebliğ, biliyorsunuz Pakistan'lı kardeşlerimizin bir çalışma üslûbu. Yâni, onlar öyle çalışıyorlar; gruplar halinde muhtelif ülkelere gidip, tebliğ ve irşad çalışmalarında bulunuyorlar... Washington Camii'ne de gitmişler, dışarıya hoparlörü vermişler, başlamışlar konuşmaya... Bir Amerikalı duymuş, dinlemiş, ilgisini çekmiş... İçeri girmiş, oturmuş, konferansı dinlemiş. Güzel konuşmuşlar ve bu konuşmanın sonunda Amerikalı müslüman olmuş. "Anlattıklarınız güzel, ne yapmam lâzım?" demiş. "Hiç bir şey yapman gerekmez, 'Lâ ilâhe illallah, muhammeder rasûlüllah' dersin, olur." demişler. O da, "Lâ ilâhe illallah, muhammeder rasûlüllah" demiş, müslüman olmuş. "Şimdi ne yapmam lâzım?" demiş. "E, senin gusle ihtiyacın vardır, git bir yıkan!" demişler. Tepeden tırmağa bir gusül abdesti almış. "Şimdi ne olacak?" demiş. "Aramıza gel!" demişler. Almışlar aralarına, onunla beraber öteki şehirlerde dolaşmışlar. Dolaşırken, namaz kılmayı öğrenmiş... Dolaşırken, konuşmaları daha çok dinlemiş... Dolaşırken sohbetten, arkadaşlıktan, beraberlikten İslâm'ı daha iyi tanımış. Sakal bırakmış, müslümanlar gibi yaşamayı öğrenmiş. Ortadoğu'ya gelmiş, İslâm ülkelerini dolaşmış, hacca gelmiş... Haccı yapmışlar, ordan Pakistan'a veya Hindistan'a gitmişler... Orda onlar Bangladeş'te, iki milyon, üç milyon insanın toplandığı açık hava toplantısı yapıyorlar. Devlet reisi açılışa geliyor... Yâni, önem veriyor Cemaat-i Tebliğ'in çalışmalarına. O mareşal Erşad mıydı, neydi ismi, geçen sene açılışına katılmış. Şimdi, oraya gelmişler, orda herkes konuşuyor; gelenlere hatıralarını anlatma hakkını veriyorlar. Amerikalıya da vermişler. Amerikalı çıkmış, şu konuşmayı yapmış. --Çok önemli; kardeşlerim daha önce duymadıysanız, hatırınızda kalsın! Çünkü, bir kaç defa bazı yerlerde söylemiştim, sevdiğim için.-- Demiş ki:
"Ey müslüman kardeşlerim! Allah sizden razı olsun ki, bu diyarlardan kalktınız bizim diyara kadar, Amerika'ya kadar geldiniz; bize İslâm'ı anlattınız, gönlümüzü fethettiniz... İslâm'la müşerref olmamıza sebep oldunuz. Allah sizden razı olsun... Minnettarız, minnettarım, size teşekkürlerimi saymakla bitiremem, borcumu ödeyemem, çok memnunum durumumdan... Allah sizden razı olsun amma, yarın rûz-ı mahşerde yine de sizin iki yakanızı sımsıkı tutacağım, sizden hesap soracağım!..." demiş. Yakanıza yapışacağım deyince, merak etmişler tabii. Anlaşılan, Amerikalı konuşmanın inceliklerini de biliyor. İyi yetiştiriyorlar elemanlarını. Meraklandırmayı da biliyor. Demiş ki, "Siz niye dört yıl önce gelmediniz Amerika'ya?.. Dört yıl önce gelseydiniz, o zaman annem sağ idi. Beni çok severdi. Ben müslüman olunca, ona söyleyecektim; o da müslüman olacaktı... Annem de müslüman olarak ölecekti, ebedî saadete gidecekti. Şimdi ben cennete gideceğim, annem cehenneme... Bunun hesabını sizden soracağım!.." demiş. "On yıl önce gelseydiniz, babam da sağ idi. Niye bu kadar geciktiniz, ey müslümanlar?.." demiş. "En mühim vazifeniz, bu irşad çalışmasıdır. Bakın, ben yetişmiş bir mühendisim; Amerika'da tahsil görmüş kıymetli bir elemanım. Devletim benim yetişmem için bu kadar masraf yapmış. Siz beni irşad edince, İslâm'a böyle bir insanı kazandınız. Bakın, bu çalışmanın önemini burdan anlayın!.." diye söylemiş. Bu çok önemli bir olay olduğu için aziz kardeşlerim, hatırınızda kalsın diye, tekrar bile söylemiş olsam, bunu da söylemiş bulunuyorum.
İnsan kazanmaya çok dikkat edin!.. Dostluklar, dostluklar, dostluklar... Kalb kazanmak, arkadaş edinmek, her gün arkadaşlarını biraz daha artırmak... Fihrist defterine yeni isimler eklemek... Yeni ziyaretler --ziyaretler de Allah rızası için olmak şartıyla-- yapmak... Şimdi bana diyor ki ağabeyimler filân: "İstanbul'dan ayrılma, başka taşra kasabalara gitme!.. İstanbul bak, üç milyon, yedi milyon, efendim şu kadar; kaç tane Anadolu şehrine bedel! Ellibinlik bir şehre gidiyorsun, üç günün yolda geçiyor. Burda seni arayanlar bulamıyor..." İyi ama, ben gittiğim zaman salon dolusu ihvanım oluyor, ders alıyor!.. Bir kişi olsa giderim!.. Bir kişi olsa giderim, Fizan'a kadar giderim!.. Bir salon dolusu insan, ihvan oluyor.
Antalyalı kardeşlerim hatırlayacaklar: "Beni hep merkezde böyle konuşturuyorsunuz, biraz kasabalara götürsenize!" dedim. "Gidelim!" dediler. "Akseki şöyledir, böyledir... Nereye gidelim?.." "Elmalı'ya gidelim!" dedik. "Elmalı'da hiç tanıdığımız yok!" dediler. Ben dedim ki, "Benim bir tanıdığım var." "Kim?" dediler. "Elmalılı Sinân-ı Ümmî Hazretleri!" dedim. "Tasavvuf edebiyatından biliyorum; böyle bir mübarek zat-ı muhterem var, onu tanıyorum ben. Ona gideriz." dedim. Kalktık, Antalya'dan oraya gittik. İkindi namazını orda bir cami var, --Ömer Paşa Camii-- orda kıldık. Orda birisiyle karşılaştık; "Ooo, merhaba!" arkadaşlar selamlaştılar... Ordan bir imam-hatipli kardeşimizle karşılaştık... Birisi yanımıza yanaştı, dedi: "Bir kahvemizi, çayımızı içmezmisiniz?.." "İçeriz!" dedik. Can atıyoruz... Gittik, çayını içtik. "Hocam, bu akşam bizde kalmazmısınız?.." dedi. "Vallahi, zaten böyle konuştuk. Tanıdık bir kimse bulursak kalacağız; bulamazsak arabamız altımızda, döner geliriz. Antalya buraya çok uzak değil, diye düşündük. Memnuniyetle kalırız!" dedik ve kaldık. Evlerinin salonları büyüktü. Yanında bir salon daha vardı. İkisini açtılar, tıklım tıklım insan doldu.
Ben şöyle bir sordum: "Sen ne meslektensin?.. Sen ne iş yaparsın?.." Kur'an kursu hocası, mühendis, devlet işlerinde çalışan filanca, emekli imam, falanca, filânca... Bir yığın kardeşimiz, hepsi ders aldılar. Yetmiş kişi, seksen kişi ders aldılar. Şimdi Elmalı'ya gidilmez mi?.. Yâni, onbin nüfusu var diye; sekizbin, beşbin nüfusu var diye gidilmez mi?.. Kardeş kazanmış oluyor insan... Arkadaş kazanmış oluyor, ihvan kazanmış oluyor, dost kazanmış oluyor... Ve birbirlerini Allah için sevenlerin mükâfatı çok fazladır. Onun için, sevgi bizim sermayemiz, sevgi bizim kazanç kapımız!.. Birbirimizi seveceğiz ve kardeşliği geliştirmeye çalışacağız, yaygınlaştırmağa çalışacağız muhterem kardeşlerim!..
Şimdi, kaliteli eleman yetiştirmek zorundayız. İslâm'a hizmet etmek için, yetişmişleri kestirmeden transfer etmek, bir kurnazlıktır. İrşad edersin, dinler. Kurnazca bir adam elde ediyorsun. Bir yüksek mühendis, bir profesör... Sizin çantanıza keklikler düşüyor, çok güzel bir şey!.. Ama, Allah için de güzel, onun için de güzel, sizin için de güzel... Yâni, herkes bu işten kâr ediyor; gelen de kâr ediyor. Fakat, İslâm'a hizmet için, biz daha geniş hazırlanmak zorundayız. Onun için, ayrıca bizim vakfımızın hamle yapması gerekiyor; yeni masraf kapıları açması gerekiyor. İngilizce bilen din adamına ihtiyacımız var.
Bizim tanınmış çok meşhur zenginlerden birkaç kişiye, işte gidemiyoruz çoktandır... Babam, "Gidelim!" dedi. "Peki babacığım." dedim. Bir gün gittik, orada konuşuldu. Kendilerine yazı yazılmış, Güney Afrika Cumhuriyeti'nden: "Efendim, Türkiye'den iki tane İngilizce bilen din adamı istiyoruz." diye. Bunlar da araştırmışlar; Türkiye'de İngilizce bilen, onlara faydalı olabilecek din adamı bulamamışlar!.. 55 Milyonluk Türkiye'de, Darül Hilâfet-i Aliyye'nin bakıyyesi olan Türkiye'de, %99 u müslüman olan Türkiye'de İngilizce bilen bir hoca bulamamışlar... Hocalar da az değildir yâni, Türkiye'de; fakat, İngilizce ben dahi konuşamam... Ben, güya profesörüm, imtihanlardan geçtik. Bir değil iki batı dilini de alnımızın akıyla geçtik... Terleyerek, hak ederek geçtik ama, konuşmak başka!.. Meselâ, ben şimdi Türkçe'yi konuşuyorum; İngilizceyi de böyle konuşabilmeli bir hoca!.. Yâni ayeti hadisi anlatabilmeli.
Cevap yazmışlar, demişler ki: "Siz bize geç müracaat ettiniz. Şimdi ramazan münasebetiyle hocaların her birisi Avrupa'ya, vesaireye dağıldılar; bulamadık. Bir dahaki seneye inşaallah ihtiyacınızı karşılarız." demişler. Böyle bir şekilde başlarından savmışlar ama, utanmışlar. Ben dedim ki: "O halde ben sizi yarın bir müesseseye götüreceğim veya bir gün kararlaştıralım, o zaman gidelim!" Beraber bizim Hakyol Vakfı'mızın Hadis Enstitüsü'ne gittik. Orda dedim ki, "Bakın bu çocuklar, ilâhiyat fakültesini bitiriyorlar; üstüne dört sene Arapça ve dinî ilimleri tahsil ediyorlar, öğreniyorlar. Siz bizi finanse edin, üç sene daha okusunlar, dört sene daha okusunlar İngilizce olarak... Bütün bu öğrendikleri ilimleri İngilizce geçsinler bu sefer!" dedim.
İngilizce bilen hocalar olsun, cihanı fethederiz!.. Kimisini Brezilya'ya göndeririz, kimisini Avustralya'ya göndeririz, kimisini Birmanya'ya göndeririz, kimisini Nepal'e göndeririz; dünyaya hakim oluruz!.. Bu kadar kolay, dünya hakimiyetini kurmak... Dünya imparatorluğu kurmak, bu kadar kolay muhterem kardeşlerim!.. Hocamız çok... İmam-hatip okulları kıyamet gibi... İlâhiyat fakültelerinin adedi şu kadara çıktı. Ayrıca başka ülkelerde okuyup doktora yapan, bir sürü dindar kardeşimiz var... Ama, eksik yetiştirmişiz.
Onun için biz, Asfa dersanemizde İngilizce kurslarına başladık yavaş yavaş... Yâni, öğretmeyi öğrenelim diye İngilizce kurslarına başladık ama, yeterli değil. Benim niyetim: Şehirlerden uzakta, havadar, manzaralı, çamlık, ovalık, yeşillik yerlerde yatılı lisan okulları açacağız. Oraya gelen bir kişi 6 ay, 8 ay, bir sene konsantre olarak İngilizce görecek. Kaliteli hocaların elinde, bülbül gibi İngilizce konuşacak... Eline kalemi aldığı zaman, İngilizce yazacak... Ve biz o kardeşimizi, istediğimiz yere göndereceğiz, istenilen yere göndereceğiz. Böylece İslâm'ın yayılmasına yardımcı olacağız.
Peygamber SAV Efendimiz'e kabileler gelirlerdi, "Bize dini öğretecek birisini gönder!" derlerdi. Efendimiz, sahabeden bir zata, "Sen git!" derdi. Onları nerde yetiştirmişti?.. Suffa'da yetiştirmişti. Medine-i Münevvere'nin Suffa denilen kısmı; Ashab-ı Suffa, Ehl-i Suffa denilen, gecesi gündüzü konsantre, Peygamber Efendimiz'in yanında, ilim, irfan, ayet, hadis, Kur'an öğrenmek için kendisini oraya çivilemiş, rabtetmiş olan insanların kaldığı yer demektir. Onlardan birisine söylerdi, "Sen git bu kabileye!" diye. Onlar da bir kabileyi irşad ederlerdi.
Aynı sistemi çalıştıracağız. Masrafı arttıracağız, bir masraf kapısı daha açacağız; lisan kursları açacağız. Bizim Yalova'daki Lâledere semtinde mi olur, efendim başka bir semt mi bulacağız?.. Antalya mı olur, bizim Çanakkale mi olur, sizin Adapazarı'nın Karadeniz sahilindeki çamlıkları mı olur?.. Lisan okulları açacağız ve gürül gürül lisan öğreteceğiz. İngilizce'yi İslâmlaştıracağız, İngiliz dilini müslümanlaştıracağız... Rahmetli İsmail Farukî'nin böyle bir şeyi var, "Bilginin İslâmîleştirilmesi" diye bir sözü var. Yâni, God filân demek yok. Niye God diyeceksin, bizim sözümüz var; orda Allah diyeceksin. "In God" demiyeceksin, "In Allah" diyeceksin, diyeceksen. "In Allah, we trust?" diyeceksin meselâ, diyeceksen... Nasıl bizim Türkçe'ye girmişse bir çok kelimeler, İngilizce'ye de İslâm'ın kelimeleri girecek.
Türkçemiz İslâmlaşmıştır. Açın, Orta Asya'da İslâm'dan önceki Türkçe'yi, bir de şimdikine bakın; tamamen değişmiştir... Açın Pehlevice'yi, ondan sonra İslâm'dan sonraki Farsça'ya bakın; Farsça, İslâmlaşmış Pehlevice'dir, tamamen değişmiştir. İngilizce'yi İslâmlaştıracağız, İslâm'ı dünyanın her yerine yayacağız... Arapça'yı çok güzel konuşur insanlar haline geleceğiz, talebelerimizi öyle yetiştireceğiz... Bunun için masraf yapmamız lâzım... Önemli bir iş olarak, bunu görüyorum. Dinî derin bilgileri verdikten sonra, onları anlatabilecek lisanla da kardeşlerimizi techiz etmemiz lâzım!.. Her bir kardeşimizi yüksekokul mezunu, mütehassıs, doktor yapmamız gerekiyor.
Başka ülkelerdeki müslümanlarla dostluk ve işbirliğine önem vereceğiz. Bunun için bazı arkadaşların tebessümle karşıladığı bir nazariyem ve teklifim var benim: "Gençlerden bekâr olanlar, mümkünse gitsinler, oralardan kız alsınlar, öyle akrabalık kursunlar!" demiştim. Mühim olan, İslâm ülkeleriyle olan bağların kuvvvetlenmesidir. Yâni, Sudan'da sizin, Sudanlı bir aileyle evlenmiş bir hemşehriniz olsa; kalkıp Sudan'a gitmek, sizin için sudan bir şey olur... Zor bir şey olmaz, kolay bir şey olur. Mısır'a rahat gidersin, Pakistan'a vesaireye rahat gidersin. Bunları, dış dostlukları ve işbirliğini mutlaka sağlayacağız.
Bu yeni gelişmeler bizi Balkanlar'a karşı, Yugoslavya'ya, Bulgaristan'a, Yunanistan'a, Romanya'ya, Orta Asya'ya karşı, Kafkasya'ya karşı, Ortadoğu ülkelerine karşı, Güneydoğu Asya'ya karşı birtakım vazifelere itiyor. Hudutlar kalkıyor, gelip gitme imkânları artıyor; biz, bu kardeşlerimize hizmet götürmekle yükümlü duruma düşüyoruz. Manevî sorumluluğumuzun sahası açılıyor, hizmet sahamız açılıyor. Bizim bir zaman sonra, Yugoslavya'ya gitmeye başlamamız lâzım gelecek... Bir zaman sonra Kafkasya'ya gitmesi lâzım gelecek hoca kardeşlerimizin... Şimdiden işte, tek tük ziyaretler oluyor. Orta Asya cumhuriyetlerini gezmesi lâzım gelecek... Tüccar kardeşlerimizin gitmesi gelmesi gerekecek... O müstakbel münasebetler için, şimdiden hazırlanmalıyız. Hoca kardeşlerimizden bir kısmının meselâ, Kazakça'yı öğrenmesi lâzım!.. Bir kısmının meselâ, Türkmence'yi öğrenmesi lâzım, Özbekçe'yi öğrenmesi lâzım!.. Ufak farkları vardır; o kitabları alması lâzım, okuması lâzım... Nerede hizmet görecekse, nerede çalışma yapacaksa; oranın lisanını, kültürünü öğrenme çalışmaları yapması gerekiyor, benim acizâne kanaatime göre.
Politikada da --iç ve dış politikada-- üzerimize herhalde büyük görevler düşüyor. Politika da kestirme kazanç yollarından birisi!.. Bir devletin yönetimine gelebildiğiniz zaman, seçilebildiğiniz zaman, bir çok imkânları otomatik olarak elde etmiş oluyorsunuz. Onun için, --dergide de yazdığım gibi-- politikadan uzak kalamayız!.. Politikadan soyutlanamayız, politikaya küsemeyiz, politikadan sırt çeviremeyiz!.. Mutlaka politika ile de ilgili çalışmalar yapmalıyız. Mevcut politika çalışmalarımızı ıslah etmeliyiz.
Bizim tekkemizin, grubumuzun politika çalışması olmuştur, tıkanmıştır. Politika çalışması çıkmaza girmiştir. O politika çalışmasını bilimsel temellere oturtarak ıslah etmeliyiz, geliştirmeliyiz. Tıkanıklığı izale etmeliyiz. İşler ve çalışır hale getirmek zorundayız. Çünkü, politika önemli bir dal!.. İç ve dış politika çok önemli, ihmal etmememiz gereken bir dal.
O bakımdan, çok yönlü çalışmak zorundayız... Her yönden hizmete girmek zorundayız... Herkesten azamî derecede faydalanmak zorundayız. "Efendim, şu partiden falanca olduğu için ona küsmek... filân." gibi bir şeyi de, biraz mahalle çocuklarının dargınlığı gibi görüyorum, iptidâî bir şey olarak görüyorum. Yâni, hizmet ehli olan, Din-i Mübîn-i İslâm'a hizmet etmek isteyen, iyi niyetli olan, şuurlu her kimseyle mutlaka dayanışmak; onu desteklemek ve ondan faydalanmak, istifade etmek zorundayız. Burda, böyle bir fanatizm içinde olmayı uygun görmüyorum.
Benim bu sözlerim --ANAP'ı desteklemek filân gibi-- sakın yanlış yorumlanmasın!.. İcabında MÇP'yi desteklemek, icabında IDP'yi desteklemek, icabında SHP'yi desteklemek bilimsel bir şey olarak gerekebilir. Veyahut, SHP'nin içindeki falanca şahsı desteklemek gibi bir şey yapılabilir. Biz insanların faydasını, Allah'ın rızasını düşündüğümüz için; kazanmak esas olduğundan, yıkmak ve itmek işimiz olmadığından, kim müsbet tavır takınırsa onu desteklemeliyiz. Diyelim ki, başörtü konusunda SHP'den bir kimse, "Doğru, siz doğru söylüyorsunuz; böyle olması lâzım!" dese; onun yanına yanaşmalıyız, ondan istifade etmeye çalışmalıyız muhterem kardeşlerim!..
"Bizim partimiz Refah Partisi'dir. Binaenaleyh, başka bütün partilerle küsüz." gibi bir şey yanlış. Biraz daha geniş bir düşünce içinde olmak zorundayız. Tam açık söylemek gerekirse meseleyi, ben şöyle demek istiyorum: "Herkesten istifade etmeliyiz, herkesi kurtarmaya çalışmalıyız. Herkesi doğru çizgiye çekmeye çalışmalıyız. Her iyi şeyi, iyi gelişmeyi desteklemeliyiz. Ne yapacağını bilen insanlar, kimi destekleyeceğini bilir, ne söz söyleyeceğini bilir. Ne yapacağını bilmeyen insanlar, alışmış oldukları şeylerle, klasik şeylerle mücadele verirler ve bir şey elde edemezler."
Bakın, bizim içimizden yetişmiş bir insanı, yâni dinî bir okulda okumuş, yüksek tahsil yapmış bir insanı, devrimbaz sınıfı bir zaafını yakaladılar mı, bir yerinden bir boşluğunu buldular mı, bir ele alıyorlar; onlara yarar bir söz söylediği zaman bir pohpohluyorlar, bir yanlarına alıyorlar... Hooop!.. Bakıyorsun, adam gitmiş!.. --Gıybet olmayacak şekilde işaret etmek istiyorum.-- Filanca yerin başkanı iken, filanca partinin elemanı durumuna gelebiliyor... Yâni adamlar, "Haaa, iyi bir av!" diyorlar. "Göründü ucu, bizim oltamıza takıldı." diyorlar; çekiyorlar sepetlerine koyuyorlar. Yâni, bu bir zamanlar filânca dinî teşekkülün başındaydı diye reddetmiyorlar. Ne yapıyorlar?.. Kendi prensipleri var devrimbazların. O prensiplerine kim yeşil ışık yakarsa, kim onların istediği tarzda hareket ederse; "Haaa, aferin! Bak işte, bunların içinden bir tane bizim istediğimiz adam çıktı. Maşaallah! Sen ağasın, paşasın, bir tanesin; senin heykelini dikmek lâzım!" filân diye, bakıyorsun bir pohpohlama... Adam da; "Ben ne imişim!... Zaten benim kıymetimi bir bunlar anladı; ötekiler bana hep kızıyor." filân diye, bakıyorsun, o tarafa gidebiliyor.
Tabii bu, işin şeytanlık, kurnazlık tarafı, dünya ehlinin tarafı. Biz de Peygamber SAV Efendimiz'in metoduyla hareket edeceğiz. Peygamber Efendimiz isteseydi, Mekke'de taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmazdı. Yaparmıydı?.. Yapardı. Hakkı mıydı?.. Elhak, hakkıydı. Ne yaparsa hepsi mahzâ adalet olurdu. Ama, adaletle bile hareket etmedi; lütf ile hareket etti... "Şimdi bizim elimize fırsat geçti, şimdi müşriklerden intikam alacağız!" diyen komutanların görevini aldı, salâhiyetlerini aldı, yerlerini değiştirdi; kızgınlıkla hareket etmesinler diye... Kızgınlıkla hareket ettirmedi.
Mekke'nin fethinden sonraki kazalarda elde edilen ganimetlerin en büyüklerini, Mekke'de müslüman olmuş yeni müslümanlara verdi. Bazı kimseler, "Bu böyle, adalete hiç riayet edilmeden yapılmış bir taksimdir." diye Rasûlullah Efendimiz'e ters söz söylediler. Rasûlullah Efendimiz'i suçlayacak söz söylediler, kendilerini küfre düşürecek söz söylediler. Çünkü Peygamber Efendimiz, ganimetlerin çoğunu, Medine-i Münevvere'den kalkıp da canını dişine takıp, Allah yolunda cihad edip rıza-i Bâriyi kazanmak için çalışan insanlara vermedi de; yeni müslüman olmuş, müşriklikten yeni dönmüş kimselere verdi. Bunu anlayan anladı da bazısı anlayamadı; "Bu adaletli bir taksim değil!" dedi. Peygamber Efendimiz adalet etmedi orda; gönlü ısınması gereken insana fazla verdi. Has müslümana az verdi, sen zaten bizdensin diye... Ondan sonra itirazlar çoğalınca, bir hutbe irâd etti, herkes ağladı orda. "Kendimi size ayırıyorum!" dedi. Mekke fethedildi ama, onun anayurdu idi ama; Mekke'de ikamet etmedi, Medine'ye gitti. Onların arkadaşlığını tercih etti. Dünya malı kıymetli olmadığı için, yeni müslümanlara verdi. Kıymetli olsaydı, sevdiği Medine ahalisine verirdi. Çünkü onu, Medine ahalisi, en sıkışık zamanlarında bağrına basmış, desteklemişlerdi... Kendi canları gibi, kendi malları gibi Rasûlullah'ın canını, malını korumayı taahhüd etmişlerdi. En çok onları seviyordu ama, İslâm'a ısınsın diye ötekilere fazla verdi, aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Onun için biz, Peygamber Efendimiz'in o yüce politikasıyla hareket etmeliyiz. Yâni biz, böyle ince hesapları kaçırmamalıyız. Bazan, meselâ ben, çok sevdiğim bir kardeşimin evine gidemiyorum. "Hocam, bize gelmeyeli üç sene olmuş!" diyor. Yâ öyle mi? Ben her zaman seninle beraberim! Gönlüm her zaman seninle beraber... Falanca kimseye gitmemiz lâzım ki, gönlü ısınsın!.. O, ben gitmediğim zaman, camiye de gelmez... Ben onun evine gitmediğim zaman, o camiye de gelmez. Gel, beraber ona gidelim, sen nasıl olsa bizdensin!.. Böyle bir politika içinde olalım, aziz ve muhterem kardeşlerim! Taassub içinde olmayalım, yüksek hesap yapalım!.. Götürü pazar yapalım!.. "Nazar eyle itürü / Pazar eyle götürü!" Götürü pazar yapalım, rıza-i Bâriyi düşünelim. İnsan rıza-i Bâriyi düşününce, ana hedefi düşününce, aradaki detaya bakmaz... Düşmeye kalkmaya bakmaz, ufak hesaplara bakmaz... Taa hedefe nişan alır ve orayı halleder. Allah-u Tealâ Hazretleri, o şuur ile hareket etmeyi nasîb etsin...
Vakfımızın bağrı yanım aşıklarından ve hayranlarındanım, demin söylediğim gibi. Çalışan kardeşlerimizden Allah razı olsun... Vakfımız gelişmiş bir vakıftır. Oldukça gelişmiş bir vakıftır ama, çelmelenmiş bir vakıftır!.. Yâni, daha fazla gelişmesin diye çelmelenmiş bir vakıftır. Biraz da budanmış bir vakıftır. İnşaallah, budanması yeni fışkırmalara, taze şeylere sebep olacaktır. Biz istiyorduk ki, vakfımızın şubesi her ilimizde ve her ilçemizde açılsın... Bürokratik engeller çıktı. Vakıflar: "Bu kadar şube açarsınız, açamazsınız, bilmem ne..." Be adam, hayır yapmak istiyorum, paramı vermek istiyorum; senin gırtlağına sarılıp para almıyorum ki!.. Gırtlağına sarılıp, "Vakıflardan bize tahsisat ver!" demiyorum ki!..
İsveç'te, 25 kişiyi toplayıp bir dernek kurana, devlet yardım ediyor... Derneğinin üyesi sayısınca yardımda, destekte bulunuyor. Bir eğitim çalışması yaparsa masrafını karşılıyor. Meselâ, eğitim çalışması için beni çağırmış olsalar, ben İsveç'e gittiğim zaman, bana verdikleri uçak biletinin parasını devlet karşılıyor. Kültürel hizmetleri böyle destekliyor. Ben kültürel hizmet yapmak istiyorum!.. Halkımızı birbirine sevdirmek, barıştırmak istiyorum! Eğitimi geliştirmek istiyorum... Milli Eğitim'in vallahi yapmadığı şeyi yapmak istiyorum!.. Yapamadığı şeyi... Yapamaz; çünkü, o kafayla olmaz!.. Bu kafayla olur. Takvâ şuuruyla olur, İslâm şuuruyla olur... Rasûlullah'ın ahlâkıyla olur. O kafayla olmaz.
Şimdi, Diyanet yalvarmış yakarmış; "Şu kursu bize verin!" diye. Adamlar da diretmişler, --açıkgöz adamlar kurucular-- Diyanet'e vermemişler. Neden?.. Verseler, suyu çıkar. Çünkü, bunlar gibi candan çalışmaz. Diyanetin binlerce kursundan bir kurs olur. Oraya bir memur hoca tayin eder. O memur hoca da, talebe olsa da olmasa da maaşını aldığı için, aheste aheste çalışır. Görüyoruz, misalleri var... Diyanet'e vermemişler, gürül gürül çalışıyor, harıl harıl çalışıyor. Kurs verimli, talebeler gayretli... Talebeye burda müftü efendi mani oluyor, "Bu hafızlık yapamaz, hafız olmasın!" diye. "Hocam, hafız olmak istiyor; ailesi razı, herkes razı, müsaade et!.." İmtihan ediyor, "Hayır, yapamaz!" diyor. Hafızlık yapma imkânından mahrum kılınıyor. Hafızlık yapamaz dedikleri çocuk --dernek özel gayretler gösteriyor, başka yerde yetiştiriyor-- onbir ayda hafız oluyor!.. Neden?.. İşte, özel teşebbüsün devlet sektöründen farkının dinî sahadaki misali!..
Yâni, devlet sektörüne verdiğin zaman, Millî Eğitim'e verdiğin zaman, Diyanet'e verdiğin zaman böyle oluyor. Hoca, Diyanet'in merkezinden gelen, "Ormanlarımızı Koruyalım!" hutbesini okuduğu zaman, cuma günü millet uyuyor... Ama, genç imam kendisi çıkıp da, Allah rızası için gece gözyaşı döküp de, kitabları karıştırıp da, tesirli olduğunu bildiği bir şeyi söylediği zaman, cemaat hüngür hüngür ağlıyor!.. İşte, ikisi arasındaki fark!..
Onun için, Allah-u Tealâ bizleri, aşk ile, şevk ile Din-i Mübîn'e hizmet edenlerden eylesin... Yâni, vakfımızın böyle gelişmesini candan istiyorduk, bir takım bürokratik engeller çıktı; aşmağa çalışmalıyız!.. Aşarak, çeşitli yerlerde şubelerini artırmağa çalışmalıyız. Olmazsa --mühim olan hizmeti yürütmek olduğu için-- orda bir vakıf varsa, o vakfın bünyesinde; kurulmuş bir dernek varsa, o derneğin bünyesinde; bir dernek yoksa, bir dernek kurarak arkadaşlar çalışmalı!.. Ama tabii, şu vakfın bünyesinde, bu vakfın bünyesinde derken, seçtiği vakfa da dikkat etmeli! Çünkü, özellikle iyi niyetli olması lâzım. Öyle değilse, o zaman kendisi vakfını kurması lâzım, derneği kurması lâzım... Mutlaka bizim şuurumuzda, bizim aşkımızda, şevkimizde, yüreği yanan insanların müessesesi olması gerekiyor.
Allah-u Tealâ Hazretleri, yapılan çalışmalara ilâveten, onlardan kat kat fazla daha nice hayırlı çalışmalar yapmayı nasib eylesin... Bizi hayırlara vesile eylesin... Bizim varlığımızı, hayatımızı, bilgimizi, nefeslerimizi, paralarımızı, imkânlarımızı, sıhhatimizi İslâm'ın hizmetine tahsis ederek ecir kazanmayı bizlere lütfetsin... Bizi ondan mahrum etmesin... Bizi Din-i Mübîn-i İslâm'a hizmetçi olma şerefiyle, hadim olma şerefiyle şerefyâb eylesin... Said kimseler olarak yaşayanlardan eylesin... Şehidler olarak ölerek, Rabbimizin huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmayı, cennetiyle cemâliyle müşerref olmayı nasib eylesin...
Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ, inneke entel alîmül hakîm... Sübhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yesıfûn... Ve selâmün alel mürselîn... Vel hamdü lillâhi rabbil alemîn... El fâtiha!..
........................
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..
9 Haziran 1990 - ADAPAZARI