10. DERS

Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...

Mefhari mevcûdât muhammed mustafâ râ salevât!..

.............

Seyyidüs sâdât muhammed mustafâ râ salevât!..

.............

Habîbi hüdâ muhammed mustafâ râ salevât!..

.............

Dünkü dersin son kısmını bir tekrar ediyorum:

"Ümmehât, anneler dörttür: Birisi, ilâçların anası... Birisi, ibadetlerin anası... Birisi, edeblerin anası... Birisi, maksadların anası...

İlaçların anası, az yemek; edeblerin anası, az konuşmak; ibadetlerin anası, az günah; maksadların anası, sabırdır."

"Cevher de dörttür; fakat dört şey de bu cevheri götürür: Akıl bir cevherdir, din bir cevherdir, hayâ bir cevherdir, amel-i sâlih de bir cevherdir. Fakat, gadab aklı götürür, hased dini götürür, tama' hayâyı götürür, gıybet de amel-i salihleri götürür."

Peygamber SAS buyurdu ki:

"Dört şey cennettedir ve cennetten daha hayırlıdır:

1. (El huldü fil cenneh, hayrun minel cenneh) "Cennette ebedî kalmak, cennetten daha hayırlıdır."

2. (Ve hidmetül melâiketi fil cenneh hayrun minel cenneh) Cennette meleklerin insanlara hizmeti, cennetten daha hayırlıdır." Orda o hûriler olmasa ne yapacaksın?..

3. (Ve civârül enbiyâi fil cenneh, hayrün minel cenneh) "Cennette peygamberlerin etrafında bulunmak, cennetten daha hayırlıdır." Ne büyük şeref... Onlar olmayınca ne olacak cennet?..

Hangisiydi bilmem, Ebüd Derdâ' mıydı, neydi; sararmış solmuş da, Resûl-i Ekrem sormuş:

"--Sen hasta mısın, nesin?.."

"--Yok!" demiş.

"--Neden böyle sararıp soluyorsun?"

Demiş:

"--Düşünüyorum, sen peygambersin; cennete gidince kimbilir nerde olacak senin makamın?.. Bizim cennete gireceğimiz şüpheli ya; girsek bile seni göremeyince, ne olacak bizim hâlimiz?.." demiş. "Ben burda seni göremeyince dayanamıyorum; orda göremezsem ne olur benim hâlim?.." demiş.

Demek ki, cennet iyi de, cennette peygamberlerin etrafında toplu olmak; o daha iyi... Dünyada o nimete nâil olamadık biz... Ashâb-ı kirama nasib oldu o devlet... Onlar erişti o devlete...

Ashâb-ı kirâmın en kabahatlisi Hazret-i Hamza'yı şehid eden Vahşî idi. Fakat, onun nâil olduğu devlete hiç bir evliyâ erişemiyor. Niçin?.. O mübârek cemâli görmüş... O Rasûlüllah'ı bir görmek yetiyor adama... Orda ona komşu olursak, elbette cennetten hayırlı olacak.

4. (Ve ridallàhi teâlâ fil cenneh, hayrun minel cenneh) Cennette Allah-u Teâlâ'nın rızâsı her şeyden daha hayırlı... Orda o kendisini gösterecek bize... Allaaah...

(Ve erbaatün fin nâr, şerrün minen nâr) "Cehennemde dört şey var ki, cehennemden daha fenâ:

1. (Elhulûd, fin nâr) "Cenennemde ebedî kalmak; (şerrün minen nâr) ateşten daha fenâ, cehennemden de fenâ...

2. (Ve tevbihül melâiketül küffâra fin nâr, şerrün minen nâr) Melekler kâfirlere:

"--Size peygamber gelmedi miydi? Niye inanmadınız da yapmadınız bu işleri?.." diyecekler. İşte bu, cehennemden daha fenâdır.

3. (Ve civârüş şeytâni fin nâr, şerrün minen nâr) [Cehennemde şeytanın komşuluğu, cehennemden daha fenâdır.]

Geçenki akşam dinledim radyodan... Diyanet İşleri'nden birisi bir ayet-i kerime kerime okudu, sonra Türkçesini verdi: Orda, şeytan kürsüsünü kuracak cehennemde...

"--Hepiniz beni ayıplıyorsunuz; ben ne yaptım size?.. Allah size akıl verdi, fikir verdi, kitap gönderdi, peygamber gönderdi. Onun sözünü dinlemediniz, benim sözüme geldiniz. Bana ne?.. Şimdi ben ne yapayım size?.. Çekeceğiz cezâmızı!.." diyecek.

İşte bu şeytanın orda toplayıp da konuşması, onlara hitab etmesi yok mu; o cehennemden daha beter!..

4. (Ve gadabullàhi teâlâ fin nâr, şerrün minen nâr) "Allah'ın gadabı cehennemden daha fenâdır." O gadab-ı ilâhi, --Allah esirgeye-- nerde olursa insanı yakar.

Allah muhafaza etsin oraya gitmekten de, ona yakın olmaktan da...

Cenâb-ı Peygamber'in Hazret-i Aişe Validemiz'e öğrettiği bir dua var: (Allahümme innî es'elüke...) --Duayı belki tamam okuyamam da-- "Yâ Rab! Senden bütün hayırları isterim... Bu hayırlarla beraber cenneti de isterim; cennete girmeye lâyık olacak sözleri ve amelleri de isterim... Cehennemden sana sığınırım; cehenneme girmeğe müstehak olacak söz ve amellerden de sana sığınırım." diye...

E, şimdi bunlardan nasıl sığınılmayacak?.. Allah muhafaza etsin...

Bazı hükemâ demiş ki:

--(Keyfe ente) "Nasılsınız?" diye soruyor birisi, ötekisine...

Diyor ki:

1. (Ene meal mevlâ alel muvâfakati) "Ben Mevlâm ile iyiyim, Allah ile iyiyim! Çünkü, dediklerini tutuyorum, yapma dediklerinden de kaçıyorum. Aramız iyi...

2. (Ve mean nefs, alel muhàlefeti) Nefsim ile de hiç aram iyi değil... Ona da dâimâ muhalefet ediyorum, onun istediklerini yapmıyorum.

3. (Ve meal halkı alen nasîhati) Halk ile de nasihat üzerindeyim. Kimseye karışmam, incitmem; nasihat ederim.

4. (Ve mead dünyâ aled darûreti) Dünya ile de zarûret mikdarı, ihtiyacım kadar ilgilenirim. Yemek içmek ihtiyaı kadar..."

Bazı hukemâ demişler ki:

(Erbaa kelimâtin min erbaati kütübin) "Dört kitaptan dört kelime aldık, hoşumuza gitti; onları size bildirelim:

1. (Minet tevrât) Tevrat'tan aldık: (Men radıye bimâ a'tâhullàhu teâlâ isterâha fid dünyâ vel âhireh) "Kim ki Allah-u Teâlâ'nın verdiğine râzı olursa, dünyada da ahirette de rahat eder." "Taksim böyle ne yapayım? Zengin zengindir, fakir fakirdir." der. Kimsenin malında gözü yok...

2. (Ve minel incîl) İncilden almışlar: (Men ademeş şehevât, azze fid dünyâ vel âhireh) "Kim şehvetlerini yok edebilirse, o dünyada da ahirette de aziz olur." Şehvet berbat... Onun için, çok yemeyin, oruç tutun dediklerimiz, dâimâ o şehvetin yenilmesi için... Şehvet yenilmedikçe, insan onun esiri oluyor.

3. (Ve minez zebûr) Zebur'dan da almışlar: Dâvud AS'a indirilen kitap, mâlûm... (Men teferrede anin nâs, necâ fid dünyâ vel âhireh) "Nâsın içine karışmazsan, işine de karışmazsan; dünyada da rahatsın, ahirette de rahatsın!" Karışırsan; dünyada da işin zor, ahirette de...

--Geçenki o talebeye nasihat neydi?..

--Dilini tut, kimsenin işine karışma! (dediler.)

Bu da o şimdi... Kimsenin işine karışmayacaksın, kimseyi incitmeyeceksin!..

4. (Ve minel furkàn) Dördüncüsünü de Kur'an'dan almışlar: (Men hafizal lisân, selime fid dünya vel âhireh) "Dilini tutan dünyada da rahat eder, ahirette de rahat eder." Hep ne çekiyorsa insanlar, bu dilin belâsından...

Azâlar her gün yalvarırmış dile:

"--Aman kendini sıkı tut, bizi de kendin gibi yakma sonra!.. Sen şimdi bir kabahat yaparsan, hep yanacağız. Onun için aman sen kendini doğru tut!" diye...

Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri diyor:

(İnne racülen hakîmen cemaal ehâdîs) "Bir alim çok hadis okumuş, toplamış. Onlardan kırkbin tanesini ayırmış, bunları yazayım kitaba demiş. Sonra okumuş okumuş, o kırkbini dörtbine indirmiş. O kırkbin bu dörtbinin içinde var demiş. Sonra, onu da indire indire dörtyüze indirmiş. Onu da indire indire kırka indirmiş. Kırkı da indire indire dörde indirmiş. Bu dört şimdi o kırkbinin hulâsası... Demiş ki:

1. (Lâ tesikanne bimraetin alâ külli hâl) "Hiç bir vecihle kadına itimad etme!"

Lokman AS'ın bir hikâyesi vardı, hatırıma geldi. Çocuğuna demiş ki: "Kadına itaat etme, nâdân adamdan da borç alma!" demiş. Bir üçüncüsü de var ama, o hatırıma gelmedi.

Çocuk bu; "Babam bunları dedi ama, bir tecrübe edeyim." demiş. Bir koyun kesmiş, kemiklerini toplamış. Getirmiş, bahçeye gömmüş. Tabii karısı görmüş. Görünce; "Sus! Bir kabahat yaptım, elimden bir kaza çıktı; adamı buraya gömdüm. Sakın ha kimseye söyleme, gideriz sonra gürültüye!.." demiş. O da "Söyler miyim efendi..." demiş.

Gitmiş nâdan birisine: "Yâhu bana biraz para ver!" demiş. Ondan da borç almış.

Bir kavga etmiş karıyla... Karıyla kavga edince, karı doğru karakola gitmiş: "Bizim bey böyle böyle bir vakit bir iş yaptı; ben size haber vereyim!" demiş. Hemen gelmiş memurlar, yakaladıkları gibi herifi götürüyorlar... O nâdan adam yapışmış: "Borcunu ver be, nereye gidiyorsun?" demiş. "Yâhu, asacaklar bu adamı... Kabahati varmış, kısasa gidiyor bu adam..." demişler. Polislerin, jandarmanın arasında gidiyor, para istemenin sırası mı?..

Bu itimad etmemek bahsi... Onların normal halleri iyidir de, canlarını sıktı mı fenâ... (Lâ tesikanne bimraetin alâ külli hâl) Ne üzerine olursa olsun kadına güvenme!.. Evliyâ da olsalar, onların evliyâlığına da güvenilmez yâni...

2. (Lâ tağterra bilmâli alâ külli hâl) "Her ne hâl üzerine olursa olsun malına güvenme, malına mağrur olma!.." Bir anda gidiyor.

Haleb'den talebeler gelmişler buraya... Tabii, bizim halimizi de görüyorlar da... Sağcı çocuklar... Haleb'de zenginler varmış. "Yâhu vaziyet tehlikeli, bize biraz yardım edin, para verin!" demişler. Beş-on kuruş verip savmışlar. "Bu beş kuruşla, on kuruşla olacak dâvâ değil... Yardım edin bize, yoksa iş felâkete gidiyor!" demişler. Kulak asan olmamış tabii... Ertesi akşam baskına uğramışlar, entarisiyle kaçmışlar. Bütün fabrika mabrika hepsi gitmiş gürültüye tabii... Şimdi hâlâ da inliyorlar.

Onun için malına mağrur olma!.. Çünkü, dünya dönüyor, dönerken her şeyiyle beraber dönüyor. Bakıyorsun, bir anda bir şeyler oluveriyor.

3. (Lâ tühammil mi'deteke mâ lâ tütîkuhû) "Mideni de tâkat getiremeyeceğin derecede doldurma!.." Yükleme ona, o da bir et parçası alt tarafı... Sıkıya geldi miydi, bir yerinden patlar, bir yerinde bir yara olur; çekersin senelerce...

4. (Lâ tecma' minel ilmi mâ lâ yenfeuke) "Sana fayda vermeyecek ilimleri de toplayıp durma!.." Fayda vermeyecek ilim, fayda vermeyecek para gibi yığılır durur köşede... Öyle ilim belle ki, fayda sana versin; dünyada da, ahirette de...

Muhammed ibn-i Ahmed (Rh.A) diyor ki:

"Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Azîmüşşân'da, Yahyâ AS için, (Ve seyyiden ve hasûran) dedi. Yâni, Yahyâ AS kulu olduğu halde onun için seyyid dedi, efendi dedi. (Liennehû kâne gàliben alâ erbaati eşyâ') Seyyid denmesinin sebebi, dört şeye galib gelmesindendir:" Hep peygamberler galiptir de... Bu Yahyâ AS evlenmedi, bekâr gitti dünyadan... Hiç bir peygamber yok evlenmeyen, Yahyâ AS'dan başka...

Dört şeye galib gelmiştir:

1. (Alel hevâ) Hevasına, arzularına galebe çalmış.

2. (Ve alâ iblîs) İblis üzerine, şeytan üzerine galebe çalmış.

3. (Ve alel lisân) Diline de galebe çalmış.

4. (Ve alel gadab) Gadabına da galebe çalmış.

Bu dört galebesinden dolayı, kendisine seyyid denmiş Cenâb-ı Hak tarafından... Allah cümlemizi de galebe çalanlardan etsin inşaallah...

Ali RA diyor ki:

(Lâ yüzâlüd dîn ved dünyâ kàimîne mâ dâme erbaate eşyâ') "Şu dört şey durdukça, din de dünya da durur. Şu dört şeyin durmasına bağlıdır dinin ve dünyanın durması:

1. (Mâ dâmel ağniyâü lâ yebhalûn) Zenginler bahillik yapmadıkları müddetçe...

2. (Ve mâ dâmel ulemâü ya'melûne bimâ alimû) Ulemalar da bildikleriyle amel ettikleri müddetçe...

3. (Ve mâ dâmel cühelâü lâ yestekbirûne ammâlem ya'lemû) Cahiller de bilmedikleri şeylerle kibirlenmedikçe...

4. (Ve mâ dâmel fukarâü lâ yebîûne âhiretehüm bidünyâhüm) Fukaralar da ahiretlerini dünya için satmadıkça... Dünya menfaati için ahiret işini yapmadıkları müddetçe...

Geçen bizim doktora talebeler gitmişler:

"--Bize beş-on gün istirahat ver doktor bey!" demişler.

"--Ne yapacaksınız?" demiş.

"--İşte ramazan ya, mukabele okuyacağız şimdi biz..." demişler.

Geldi bana soruyor:

"--Ahiret ameli ile dünyayı kazanacağız. Kur'an okuyacağız, para alacağız, ordan da istifade edeceğiz. O sûretle de tahsilimize devam edeceğiz diyorlar. Ne yapalım bunları şimdi?" diye...

"--Taş taşıyın, odun kesin, şunu yapın bunu yapın ama, bunu benden istemeyin!.. Hasta olsanız veyahut başka bir şey olsa verirdim. Fakat, siz bu ahiretinizle bu dünyayı temin etme işine, beni de alet ediyorsunuz. Ben bunu yapamam!" demiş.

Mukabele okumak fenâ değil, günah değil ama, alt tarafında menfaat var... İşte bu fakir fukaralar da bunu yapmadıkları müddetçe bu din ve dünya yerinde durur.

Tabii, biz alıştık bu memlekette mukabele dinlemeğe... Medine-i Münevvere'ye vardık. A'mâ hatunun birisi oturmuş kapının yanında, okuyor. Hemen polis geldi, palas pandıras kaldırdı, götürdü.

"--Ne yapıyorsunuz?" dedim.

"--Yasak" dedi.

"--Kur'an okuyor işte!.." dedim.

"--Yok!" dedi. "Para toplayacak, menfaati için okuyor." dedi.

Geçen ramazan bayramında ordaydık. Sabah namazı ile bayram namazı arasında bir saatten daha fazla vakit var... Hiç ses yok, çıt yok... "Yâhu bu memlekette alim mi yok acaba?.. Bir Kur'an okusalar da dinlesek hoparlörlerden, veyahut birisi vaaz etse de dinlesek!" dedim. Hiç bir şey yok... Herkes sessiz... Ne tekbir var, ne bir şey var... Herkes sükût içinde oturuyor.

Fakat, Allah hepimizin kusurunu affetsin... Bir taraftan dine böyle riayet ediyorlar; bir taraftan da... Şimdi namaz bitti, bayram da bitti, merasim başladı. Merasim başlayınca, bir sürü asker girdi içeriye... Etrafı çevirdiler. Onların kendilerine mahsus Arap kıyafetleriyle...

--Ne o?..

--Vali gelecekmiş!

Saltanat içinde bir herif geldi. Herkesi itiştiriyorlar, kakıştırıyorlar filân... Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu?.. Bir taraftan diyorsun ki bunlar bid'attir; bu yaptığın ne?.. Bütün alemi Harem-i Şerif'te tâciz etmeğe kimin hakkı var?.. Peygamber SAS peygamberken bunu yaptı mı?.. O da halkın arasına girdi, o da halkla beraber tavafını yaptı. Ne polisi vardı, ne candarması vardı. "Hadi siz de çekilin de, şimdi Peygamber gelecek!" diyorlar mıydı?..

Bunlar hocaları toplamışlar, bunun babasının zamanında... Demişler:

"--Çok bid'at yapıldı bu dünyada... --Biz Türkleri de bid'atçilerin başı sayıyorlar.-- Biz bu bid'atleri kaldırmak için bu devleti kurduk. Siz ne diyeceksiniz?"

Ama gelmiş herif, yanı başında bir asker, öbür yanında bir asker... Kendisine mahsus esvab giyinmiş filân... Her devletten gitmiş adamlar, orda dinliyorlar. Kırımlı hocanın birisi demiş ki:

"--Müsaade edersen ben sana bir soru sorayım!" demiş.

"--Sor!" demişler.

"--Peygamber SAS konuşurken böyle etrafında askerle mi gelip konuşuyordu?.. Konuşmaya gelirken böyle husûsî zînetli, sırmalı esvaplar mı giyip de konuşuyordu?.. Evvelâ bid'at kendinde!.. Sen bid'atleri kaldıracağım diyorsun ama, kendiniz bid'at içerisindesiniz!" demiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:

"Kıyamet gününde dört kimse dört kimseye hüccet olacak:

1. (Alel ağniyâi süleymanebni dâvud) Zenginler üzerine Süleyman ibn-i Dâvud AS..."

Zenginler çağrılacak hesaba:

"--Niçin yapmadın ibadeti?.."

Zengin diyecek ki:

"--Bu kadar işim var, gücüm var... Fabrika var, işçilerin parası verilecek... Şu verilecek, bu verilecek, hesap kitap... Vakit bulamadım yâ Rabbi, ibadet etmeğe!.." diye itiraz edecek.

"--Getirin Süleyman AS'ı!.." denilecek.

Süleyman AS, cinlere de hakim, insanlara da hakim... Getirilecek.

"--Hiç bir namazın kaldı mı?"

"--Kalmadı." diyecek.

"--Ne kadar işin vardı?.."

"--İşte bütün devlet işi, hayvanların işi benim sırtımdaydı." diyecek.

O zaman:

"--Öyleyse sen boş konuştun!" denilecek o zengine... "Atın bunu içeriye!" denilecek.

2. (Ve alel abîdi biyûsuf) "Köleler üzerine Yusuf AS..."

Köleleri çağırıyorlar:

"--Köleler, gelin bakalım! Siz neden kulluk yapmadınız?.."

"--Efendim, köleyiz işte... Ne yapalım?.. Efendimiz boyna iş buyuruyordu. Şu işi de yap, bu işi de yap derken, sana ibadete vakit kalmadı yâ Rabbi!.." diyorlar.

"--Çağırın Yusuf'u!.."

O da zindana atıldı ya...

"--Senin kaldı mı bir namazın niyazın?.."

"--Yok..."

"--Bak, gördünüz mü?.." denilecek.

3. (Ve alel merdà bieyyûb) "Hastalar üzerine Eyyûb AS..."

Hastaları çağırıyorlar:

"--Hastalar durun bakalım! Neden kılmadınız namazınızı niyazınızı?.."

"--Hastaydık yâ Rabbi, ondan dolayı kılamadık."

"--Çağırın Eyyubu!.."

Hastalıktan bir deri bir kemik halinde kalmış.

"--Senin kaldı mı bir namazın niyazın?.."

"--Yok..."

"--Bak, gördünüz mü?.." denilecek.

4. (Ve alel fukarâi bi îsâ aleyhimüs selâm) Fukaralar üzerine İsâ AS..."

Fukaraları çağıracaklar.

"--Neden kılmadınız namazınızı niyazınızı?.."

"--Fukaralık canımıza tak dedi. İşte artık ekmek parası için yapamadık."

"--Çağırın İsâ'yı!.." diyecekmiş.

İsâ AS gelecekmiş. O da ot yermiş, zavallı... Dağlardan ot topluyor, onu yiyor. Ona benzeyen çok kimseler de vardır. Ahmed ibn-i Hanbel otla geçinmiştir. Milyonla hadisi kafasında zabteden adam... Ot yiyerek geçinmiştir. Etraf civardan da çok hediye gelirmiş kendisine... Meşhur olmuş kenidisi... O kadar meşhurluğuyla beraber iâşesi otlarmış. Dağlardan toplanan otlarla geçinirmiş.

Bir zât daha var... Ktül Kulüb sahibi Ebû Tâlib-i Mekkî Hazretleri on bir veya oniki sene Mekke dağlarında ot yemek sûretiyle vücudu yeşile dönmüş. Ondan sonra şehri iniyor ve Ktül Kulüb nâmındaki kitabını yazıyor.

Biz bu sefer Medine-i Münevvere'ye gittik. Orda bir hocaefendi var, Saatçi Osman Efendi... Yaşlıca, bizden de yaşlı zannedersem... Benim bacaklarımdaki ağrıyı duymuş da, demiş: "Hocaefendiye selâm söyle, et yemesin!" demiş. "Beyaz et yesin, balık eti yesin!" demiş. Onu da yemesek o da olur.

Fakat et de seyyidüt taâmdır. İnsanları beslediği için taamda seyyidlik adını almıştır. Besleyici özelliği vardır. Allah'ın nimetlerinden istifade etmeli de, kararı kadar... Karar bozuldu muydu, hastalık ondan geliyor. Karar bozulmazsa, bir şey olmaz.

Onun için o dört tane hakimiyet var ya; nefse hakim olunca kararınca yersin, bırakırsın artanını... Ama hakim olamazsan, bulunca doldurursun mideyi; olmaz.

Fukaraları çağıracaklar. İsâ AS da gelecek. Gelince ona:

"--Sen en fukara bir adamdın, dünyada malın yoktu. Kaldı mı bir ibadetin?.."

"--Yok..."

"--Bak, gördünüz mü?.." denilecek.

Allah şefaatlerine nail etsin cümlemizi...

Sa'd ibn-i Bilâl (Rh.A) diyor ki:

(İnnel abde izâ eznebe mennallahu teâlâ aleyhi bierbaa hısâlin) "Kul günah işler. O günah olunca, Allah ona dört tane daha nimet verir. Nimeti alacak ya elinden, günah edince; aksine daha dört tane veriyor.

1. Birisi: (Lâ yahcubü anhür rızk) Günah ettin diye rızkını kesmiyor." Biz olsak koğuyoruz hemen... İtaat etmedi mi birisi bize, "Hadi defol git!" diyoruz. O kesmiyor bizden...

2. (Ve lâ yahcubü anhüs sıhhate) Sıhhatini de almıyor elinden... dinsizler, imansızlar... Hem ramazanda oruç yiyor, hem de şey gibi...

3. (Ve lâ yuzâhiru aleyhiz zenbe) Günahını da meydana koymuyor. Eskiden kabahat ettiler mi, alınlarına yazılırmış, "Bu, bu günahı yaptı." diyerekten... Çok şükür, Peygamberimiz'in hürmetine Allah bizden onu kaldırdı da, şimdi kabahatlerimiz meydana çıkmıyor. Meydana koysa, yüzyüze bakamayız.

4. (Ve lâ yuàkıbuhû àcilen) Hemen kabahat yaptı diye bizi cezalandırmıyor da... Ahirete bırakıyor. "Belki tevbe eder, belki af diler, mağfiret diler kurtulur." diyerekten...

Hâtemül Esam Hazretleri...

Bu güzel bir zâttır. Şakîkül Belhî Hazretleri'nin talebesidir. Şakîkül Belhî rahmetlik olmuş. Rahmetlik olunca, cemaat demişler ki:

"--Sen hocanın iyi talebesisin! Hocanın yerine sen hizmet et, bize va'z u nâsihat et!" "

"--Yapamam! Bir sene müsaade edin de, kendimi bir deneyeyim bakayım." demiş.

Bir sene geçmiş. Yine çağırmışlar, vaaz et demişler.

"--Yok, olmadı. Bir sene daha istiyorum." demiş.

Hadi bir sene daha beklemişler. Sonra gelmiş va'z ü nasihata... Gayet güzel vaaz etmiş. Herkes mest ü hayran, bayılmışlar. Demişler:

"--İki seneden beri bizi neden böyle mahrum sen?"

Demiş ki:

"--İki senedir ben kendimi yokluyordum; daha hayvanlık üzerimdeydi. İnsanlığa daha dönememiştim. Onu tecrübe ediyordum. Şimdi hayvanlar benden kaçmıyor artık... Anladım ki, artık kemâle ermişiz. Onun için konuştum." demiş.

Bu zât Medine-i Münevvere'ye gelmiş. Koca koca binaları görünce, "Burası Firavunlar şehri mi?" demiş. "Burası Medine-i Münevvere; ne yapıyorsun sen? Ne biçim konuşuyorsun sen, Medine-i Münevvere'ye böyle laf denir mi?.." demişler, atmışlar hapse... Mahkemeye çağırmışlar. Mahkemede:

"--Neden bunu dedin böyle?" diye sormuşlar.

"--Peygamberin var mıydı böyle koca konakları?.. Peygamber nerde yatıyordu, ne yiyordu, nasıl yaşıyordu; söyleyin bakalım!" demiş.

Kabahat hep bizde; Allah kusurlarımızı affetsin...

O diyor şimdi:

"Dört şeyi dünyada dört şeye bırakırsanız, cenneti bulursunuz:

1. (Ennevme ilel kabr) Uykuyu bırakın mezara! Fazla uyumayın!..

2. (Velfahra ilel mîzân) İftiharı bırakın mîzana!.. Mizanda sevapların çok olursa, o zaman gururlanırsın, koltukların kabarır kurtuldum diyerekten... Kıyamet gününde...

3. (Ver râhate iles sırât) "Rahatı da Sırat'a bırak!" demiş. Ordan geç, ondan sonra işin kolay...

4. (Veş şehvete ilel cenneh) Şehveti de bırak cennete!.." demiş.

Hamid-i Leffâf (Rh.A) demiş ki:

"Dört şeyi dört yerde aradık ama, hatâ ettik. Baktık ki o başka dörtteymiş.

1. (Talebnel gınâ fil mâl) Biz zannettik ki, zengnlik maldadır; onun için mal toplamağa çalıştık. (fevecednâhu fil kanâah) Hiç de öyle değilmiş, kanâatteymiş meğer zenginlik...

(El kanâah, kenzün lâ yefnâ) "Bitmez tükenmez hazine, kanâat..." Diğer hazinelerin hepsi biter, kanâat bitmez.

2. (Ve talebner râhate fis serveti) "Rahatı da servette aradık." Güzel bir evin olur, kaloriferli, maloriferli... Cariyeler, hanımlar, hizmetçiler... Her şey gelir gider; rahat eder insan... Halbuki bu değil... (Ve vecednâhu fî kılletül mâl) "Onu da malın azlığında bulduk." diyor.

Nasıl hallederiz bunu bilmem?.. Servette rahatlığı hepimiz kabul ederiz. Fakat, "Malın azlığında rahatlık var." diyor bu adam...

"--Gönül rahatı olsa gerek..." (dediler)

Gönlü de rahat olacak, kendi de rahat olacak. Çok zenginler var ki...

Akşam aşağıda yemek yiyorduk. Bizim hocaefendi vardı, namaz kıldıran... Yanımızdaki tatlı gelince yemedi. Öteki de yemedi. Şeker hastalığı var, tatlılar dokunuyor tabii...

"--Vallàhi ben, hiç bir zenginin tatlı yediğini görmedim!" dedi. "Zenginlerin her birisi bir çeşit... Fakire fukaraya taşı versen, yer." dedi.

Allah affetsin kusurlarımızı... Bunlar hep tartılı sözler, boş sözler değil... Hakîkaten de böyledir.

3. (Ve talebnel lezzât, fin ni'meh) Biz zannettik ki ettedir, yağdadır, baldadır lezzetler... (fevecednâhâ fil bedenis sahîh) Halbuki, o beden-i sahihte imiş. Sıhhatin yerinde olmazsa, bal da para etmiyor adama...

4. (Ve talebner rızka fil'ard) Biz zannettik ki rızık yerdedir. Onun için sürdük tarlaları, bağları, bahçeleri... (ve vecednâhü fis semâ') Baktık ki, rızık gökte imiş. Çünkü yağmur gelmese, istediğin kadar ek, ne olacak?.. İş semâda, rızık ordan gelecek. Kur'an'da da o var ya!..

Hazret-i Ali RA'den; buyurdular ki:

(Erbaatü eşyâe kalîlühâ kesîrun) "Dört şey var ama, az da olsa çoktur. Ne kadar az da olsa o dört şey, çok gelir.

1. (Elvec'u) Sancılar... Azıcık olsa da insanı kıvrandırıyor yâni...

2. (Vel fakru) Fakirlik de kıvrandırır.

3. (Ven nâr) Ateş de kıvrandırır. Azı da olsa, ufacık kıvılcım düştü müydü, yanıyor adamın canı...

4. (Vel adâvet) İnsanlar arasındaki adâvet, geçimsizlik... O da ne kadar çok olmasa da, insanın rahatını kaçırtıyor.

Bir tane kalmış:

Hâtem-i Esam (Rh.A) demiş ki:

(Erbaatü eşyâe lâ ya'rifu kadrehâ illâ erbaah) "Dört şey var ki, kıymetini ancak dört kişi bilir:

1. (Eşşâb) Gençlik... (Lâ ya'rifu kadrehû illeş şüyûh) Genç ne bilsin gençliğin kıymetini, hep böyle olacak zannediyor. İhtiyarlara sormalı gençliğin ne demek olduğunu... O elden gittikten sonra anlaşılıyor.

2. (Vel afiyetü lâ ya'rifu kadrehâ illâ ehlil belâ) Afiyetin kıymetini de ehl-i belâya, musîbet sahiplerine sormalı!..

3. (Ves sıhhatü) Üçüncüsü de sıhhattir. (lâ ya'rifu kadrehâ illel merdà) Onun kıymetini de hastalardan sormalı!..

4. (Vel hayâtü lâ ya'rifu kadrehâ illel mevtâ) Hayatın kıymetini de ölülere sormalı!.. "Ah dünyada olsaydık da bir Allah deseydik daha..." der... "İki rekât namaz kılsaydık daha..." der... Ama, geçti hepsi...

Allah cümlemizi affetsin... Tevfikàt-ı samedâniyyesine mazhar etsin de, kendisinin râzı olduğu kullarının arasına cümlemizi kabul etsin inşaallah...

El-Fâtiha!..

8. 10. 1974 / 22 Ramazan 1394

(Öğleden sonra)