EN SEVAPLI ÇALIŞMA
EĞİTİM ÇALIŞMASI

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..

Aziz ve muhterem kardeşlerim!..

Mü'min olduğumuz için hayata çok tepeden, çok kuş bakışı bakabiliyoruz. Dünyevî küçük meselelerin üstüne çıkarak, ana hedefleri görmek mümkün olabiliyor bizler için... Dünyanın malı ve mevkii, makamı hiçbirimiz için önemli değil, bizâtihî gaye değil... Eğer bir makam elde etmişsek, bunu ahireti kazanmak için kullanmağa çalışıyoruz. Eğer bir makama yönelmişsek, onu İslâm'ın ve müslümanların hayrına kullanmak niyetiyle oraya gidiyoruz. Yoksa, mevkî makam hırsından yapmıyoruz. Eğer ticârî bir atılıma yönelmişsek, bundan da maksadımız bizâtihî paranın kendisi değil; para bir vasıta olduğu için yöneliyoruz.

Peygamber SAS Efendimiz'in zamanında da paranın mühim işler gördüğünü ve zenginlerin büyük miktarlarla İslâmî hizmetleri desteklediklerini biliyoruz. Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in varlığını nasıl Allah yoluna verdiğini, Hazret-i Osman-ı Zinnûreyn Efendimiz'in, sahabe-i kirâmın çoğunun --rıdvânullahi aleyhim ecmaîn-- nasıl mallarını canlarını fedâkârca sunduklarını hepimiz biliyoruz. Belki başkalarına anlatan kimseleriz bunları; sadece dinleyen kimseler değiliz.

Dünyaya da, son derece derin bir ilgi ile bakıyoruz. Ahiret adamıyız ama, dünyaya çok büyük ilgi ile bakıyoruz. Ben şahsen öyleyim. Dünyanın her yeri ve her olayı beni çok yakından ilgilendiriyor. Çünkü, dünya üzerindeki görevlerimizle ilgili oluyor olaylar...

Biz, ayet-i kerimelerde belirtildiği üzere (Ali İmran:110):

(Küntüm hayra ümmetin uhricet lin nâs) İnsanlar için özellikle, nümûne olarak ortaya çıkartılmış bir ümmet olduğumuzdan; emr-i ma'ruf, nehy-i münker yapıp, cihad eylemek vazifemiz olduğundan; Allah'ın dinine hizmet etmek vazifemiz, Allah'a güzel kulluk etmek asıl işimiz olduğundan; güzel kulluğu yapmanın yolu dünyevî meselelerle, olaylarla ilgilenmekten geçtiğinden her şeyle ilgileniyoruz.

Dünya da gözümüzün önünde, avucumuzun içinde küçülmüş durumda... Her tarafı bizim için bir hizmet sahası olarak görülüyor. Hiç bir tarafı hizmetten hariç tutmağa gözümüz, gönlümüz râzı olmuyor. Elhamdü lillâh, Türkiye'deki bütün müslümanların genel yapısı böyle... Hudutları çoktan aştık, dışarılara taştık. Dışarılarda hem ticârî, hem kültürel, hem dînî, hem sosyal faaliyet yapan nice kardeşlerimiz var; Allah râzı olsun... Duyuyoruz, iftihar ediyoruz.

"Keşke benim sevdiğimi sevse cümle cihan halkı da, cihan halkıyla sözümüz sohbetimiz hep sohbet-i cânân olsa!.." demiş bir Osmanlı şâiri... Bizim sevdiğimiz şeyleri başkalarının sevmesinden, bizim gibi olan başka müslüman kardeşlerimizin sevilmiş olmasından, çalışmış olmasından gurur duyuyoruz, sevinç duyuyoruz... Şükr ediyoruz, hamd ediyoruz.

Balkanlar, Orta Asya, Uzak Doğu, Avustralya, Afrika, Amerika... Dünyanın her yerinde, gittiğimiz zaman müslüman kardeşlerimizle karşılaşıyoruz, hizmet eden insanlarla karşılaşıyoruz. Pasaportunu yırtan kahramanlarla karşılaşıyoruz. Yâni, öyle bir gidiş gitmiş ki oraya, pasaportunu yırtıyor; "Benim hizmetim burda olduğu için, artık Türkiye'yle ilişkim kalmadı; geriye dönüşüm bahis konusu değil!" diye... Tarık ibn-i Ziyad (Rh.A) gibi yâni... Onun Cebel-i Tarık boğazını geçtikten sonra gemileri yaktırdığı gibi, o da pasaportu yırtıyor. O gemileri yakmış, geriye dönülmesin diye... Burda da geriye dönme vasıtası pasaport olduğu için, kardeşimiz pasaportunu yırtıyor. Pasaportsuz dışarı çıkamaz; tamam, orada kalıyor. Bizim şeyimiz bu...

"Akıl için tarik birdir, yol birdir; yâni, akıllı olan her insan aynı noktaya gelir." diye bir söz var... Bütün müslüman grupların yaptığını, aşağı yukarı böyle görüyoruz. Ama, Allah'a hamd ü senâlar olsun, tahdis-i nimet sadedinde söylemek lâzım ki, bizim muhabbetle kucaklaştığımız kardeşler grubu da, çok yüksek kaliteli bir grup hakîkaten...

Ben, dünyadaki muhtelif ülkelere gitmiş gelmiş bir insan olarak, kendimizi tevâz çizgilerinden dışarıya çıkmamak şevkiyle, elhamdü lillâh hiç kimseden de aşağı görmüyorum. Ne Avrupa'dan, ne İngiltere'den Amerika'dan, ne Rusya'dan, ne de herhangi bir diğer ülkeden eksiğimiz yoktur. Fazlamız vardır, potansiyelimiz vardır, imkânımız vardır... Allah'ın dinine güzel hizmet edeceğiz, ömrümüzü Allah'a güzel kulluk ederek geçireceğiz. İslâm'ın "Lâ ilâhe illallah" bayrağını burçlara takacağız.

Ben kardeşiniz Viyana'ya gittiğimde, orda Viyana muhasarası yapıldığı zaman, ordumuzun çadır kurduğu ordugâhın merkezi durumunda olan, Katernberg tepesine gittim. Bizim ordugâh kurduğumuz yere, adamlar bir kilise yapmışlar. Kilisede de bir resim var, yağlıboya tablo... Lâ ilâhe illallah bayrağı yere düşmüş, hristiyanlar gelmişler onun üstüne, atların üstünde, haçları ellerinde... Yâni, "Burada haç Lâ ilâhe illallah'ı yendi, İslâm mağlub oldu, hristiyanlık galip oldu." diye resmetmişler oraya... Ama öyle değil; Lâ ilâhe illallah'ı kimse aşağıya indiremez!.. O bayrak hiç bir zaman aşağıya inmemiştir, inmeyecektir; her zaman yükselecektir!..

Viyana'nın ortasındaki belkemiği koca caddeye, "Maria Hintaş Rassel" ismini vermişler; yâni, "Bizi Kurtaran Meryem..." Meryem Validemiz'i kendilerinden sanıyorlar, halbuki Meryem Validemiz bizim... Bizim validemiz, cennetlik... Tanımadıkları, kabul etmedikleri Lâ ilâhe illallah ehli... Cennet hatunlarından bir hatun...

Şimdi biz tabii, bu kadar büyük çapta düşününce meseleleri, karşımıza insan problemi çıkıyor. Yâni, insan yetiştirmemiz lâzım, eleman yetiştirmemiz lâzım!.. Yöneticilik yapmış bütün kardeşlerimiz bunu çok kuvvetle, derinden hissetmişlerdir. Bakanlık yapmış kardeşlerimiz var içimizde, yöneticilik yapmış kardeşlerimiz var... Mutlaka ve mutlaka kıymetli elemanların yetişmesi lâzım!..

Bunun özlenen, güzel emareleri, işaretleri var... Ben Anadolu'nun hangi ücrâ, uzak, küçük kasabasına gitmiş isem, orada hemen bir toplantı yapılıyor.

"--Hocamız gelmiş, bir toplantı yapalım!.."

"--Hocam, bir konuşma yap!"

"--Pekâlâ!.."

Toplanıyoruz, emin olun sayı şuradan aşağı değil... En küçük bir kasabada sayı, şurada toplanan insanlardan aşağı değil... Böyle zorla, uçurumların kenarlarından, camdan baktığınız zaman aklınız başınızdan uçacak gibi yerlerden geçerek zorlukla gidilen yerlere vardığımız zaman, böyle muhterem kalabalıklarla karşılaşıyoruz.

"--Buyurun, tanışalım!" diyoruz. "Senin mesleğin ne, senin mesleğin ne?.." diye soruyoruz.

Kimisi gazetecilikten mezun, kimisi siyasaldan mezun, kimisi mühendis, kimisi doktor... Yâni pırlanta... Anadolu'nun her yerine saçılmış. Güzel bir görünüm, emâre...

Bizim de işimiz hayır ve hizmet haline gelmiş olduğu için... Emekli olmuşuz. Emekli olduktan sonra, bizim elimizi, ayağımızı kolumuzu bağlayan bir başka iş kalmadığından, "Nasıl hayır yapabiliriz?" diye, onu düşünmek durumuna gelmişiz. Bu güzel bir şey... Türkiye'de bu durumda olan pek çok insan var... Yâni bütün işi, düşüncesi, aklı, fikri, "Ne yaparım da daha güzel hizmet üretirim?" diyen insanlar var...

Biz bu şekildeki hizmetleri inceledik ve yaptık. Sayenizde yaptık, yardımınızla yaptık, duanızla yaptık, katılımınızla yaptık... Elhamdü lillâh yurt dışında bize sordukları zaman, söylediğimiz zaman, herkes memnûniyetini izhar ediyor. Şirketlerimiz var, radyo yayınlarımız var... Okullarımız var, kolejlerimiz var... Büyük şirketlerimiz var... Sıfır sermaye ile kurmuşuz, muazzam gelişme göstermiş, güzel hedefler tesbit etmişiz ve herkes takdir ediyor elhamdü lillâh, "İyi şeyler düşünmüşsünüz!" diye... Yirmi otuz kalem hizmetimiz var, hizmet çeşidi var...

Mısır'a gitmiştik. Orda birisinin oteline misafir olduk. Otelde böyle bir salon var... Televizyondan da ordan dînî dersler, tefsir dersleri filân yayınlanıyormuş. Sahibi de müslümanmış. Hepimize birer Riyâzüs Sâlihîn verdi, Kur'an-ı Kerim hediye etti şirket sahipliği yaparak... Orda kitabın sayfaları açtık, okuduk. İmam Nevevî'nin kitabının hemen başındaki başlıklarından birisi: "Hayrın yolları, çeşitleri çoktur. Yoldan bir taşı kaldırıp kenara koymak dahi bir hizmet çeşididir, sevaptır." Çünkü, bir müslümanın ayağına takılacaktı; takılmasın diye kenara koydu.

Hayır çeşitleri çoktur ama, en güzeli hangisidir?.. En sevaplısı hangisidir?.. En güzel sonuç almaya götüren hangisidir?.. Bu eğitimdir. En sevaplı çalışma, en güzel sonuca götüren çalışma, en faideli çalışma, en bizi güçlendiren çalışma, en uygun en müsâit çalışma eğitim çalışmasıdır.

Biz bu eğitimin her çeşidiyle ilgileniyoruz. Bir kere ikiye ayrılıyor: Yaygın eğitim, örgün eğitim... Yâni, halk eğitimi ve ilkokul, ortaokul, lise, üniversite tarzında eğitim... Eğitimin her çeşidinde varız, istekliyiz, hevesliyiz, atılımcıyız. Bunları yapmak istiyoruz. Bir zaman gelecek, üniversite de kuracağız!.. Elemanımız var... İnşaallah mânileri atlatıp yeni fakülte de kuracağız.

1980'den önce biz, üniversiteyi kuruyorduk. Bizim camiamız, grubumuz, kardeşlerimiz 1980 Harekâtı'ndan önce Sakarya Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi esas olmak üzere, İstanbul'daki bazı tıp teşekkülleriyle ve diğer bazı kuruluşlarla, Marmara Üniversitesi diye bir üniversite kurmaya bir gayret başlattı. Ama 80 Harekâtı oldu, bizim elimizden imkânları aldı. Devlet Marmara Üniversitesi diye bir üniversite kurdu ama, biz düşünmüştük, projesi bizimdi. Yapacağız yine... Bizim elemanlarımız çok, her yerde profesörlerimiz var, onu yapacak imkândayız.

Adaletli bir müsaade istihsal etme imkânı olduğu zaman, üniversiteler de kuracağız, finans kurumları da kuracağız. Akla hayale gelebilecek en yüksek seviyede bütün çalışmaları yapacağız. Ama bunların içinde, bizim her il ve ilçe için ilk adım olarak zarûrî gördüğümüz bir çalışma şekli var: Bir okul kurmak... Neden bir okul kurmak?.. Çünkü bütün sosyal faaliyetleri orada yapmanız mümkün oluyor. Bir kere okulun akşamları bütün dersaneleri, konferans salonları, sahası elinizde oluyor. Her türlü sosyal faaliyeti yapmak için, en mükemmel mekân elinizde oluyor. Biz bunu İstanbul'da yaşıyoruz. Başka illerde bu imkânlarımız var... Kendi toplantı salonlarımız, konferans salonlarımız var...

Ben "Bir konferans vereceğim." diye falanca kültür merkezine müracaat ettiğim zaman, kültür bakanı filânca, "Hayır!" diyebiliyor. Vermiyor müsaadeyi... Boş ama, bize vermiyor, uygun görmüyor. Ama bizim bu işleri yapacak mekânlarımız var... Tabii, güzelin güzeli, daha güzeli olabilir. Nerede?.. Okullarımızın altında... Okullarımızın sınıfları, okullarımızın mekânları bu işlerde kullanılabiliyor. Daha çeşitli sosyal hizmetleri yapıyoruz bu mekânlarda...

Burada mühim olan, insan yetiştirmek!.. Çünkü, yetişmiş insan en büyük güç... Avrupa'da bir araştırma yaptırmış İngilizler, "En verimli yatırım nereyedir?" diye... Yâni, "Sanayiye mi yatıralım, fabrika mı kuralım, ticarete mi yatıralım; ne iş yapalım da paramız daha çok artsın?" diye... Prof. Mümtaz Turhan Bey'in bir eserinde kesin olarak belirtiliyor: "En kârlı, en verimli, en kazançlı yatırım ilme yapılan yatırım!.." İlme yatırım yapıldığı zaman, sonucu çok kârlı olarak geliyor.

Onun için biz de, ilme yatırımın bir çeşidi olan okula yatırım yapıyoruz. İlmî araştırmalar yapacak kimselerin yetişmesine gayret ediyoruz. Bana istikbali hakkında tavsiyemi soran bütün gençlere, "Master yapın, doktora yapın! Mümkünse, üniversiteye girin, profesör olun!.. Mesleğinizde en yüksek olun, bir numaralı eleman olun, vaz geçilmez eleman olun!" diyorum. Bu durumda olan elemanlar var elhamdü lillâh... Elçilerimiz arasında da var... Amerikalıların yönettiği falanca kolejde müdürün karşısına cesaretle çıkıp da, "Ramazan geliyor, biz mescid istiyoruz!" diyen ve mescidi kopartan kimseler var... Şimdi soruyorum nerde diye; diyorlar ki, falanca yerde sefir, elçi... Elhamdü lillâh...

Çünkü, bu memleket bizim ve müesseselerimiz de bizim olacak!.. Yaranın kabukları sonunda, altı iyi olunca düşer. Kabuklar gidecek ve asıl bünye bütün güzelliği ile ortaya çıkacak!..

En önemli yatırım ilme yatırımdır, insana yatırımdır ve insanın da insan yetiştiren cinsine yapılan yatırımdır. Biz çeşitli yetişmiş insanları görüyoruz; Amerika'da doktora yapmış, Avrupa'da doktora yapmış... Eğer bizim istediğimiz birtakım şartlar kendisinde yoksa, memlekete faydalı eleman olmuyor. Zararlı oluyor, muzır oluyor; memleketi satabiliyor, memleketin menfaatlerini korumuyor.

Bizim istediğimiz bazı şartlar var: Mü'min olacak, ihlâslı olacak, imanlı olacak, vicdanlı olacak, merhametli olacak... Hizmet etmeyi sevecek, Allah'tan korkacak... Onun için böyle insanları yetiştirmeye mecburuz. Böyle insanları yetiştirecek müesseseleri kurmamız lâzım!..

Tabii bu uzunca bir yatırım gibi görünüyor ama, bugün hizmete koşan kardeşlerimizin bir kısmı, bizim eskiden kurmuş olduğumuz müesseselerden mezun olan kardeşlerimizdir. Bizim Sakarya'da başlattığımız ilmî hareket, Yükseliş'te başlattığımız ilmî hareket; daha önceleri Teknik Üniversite'de Abdül'aziz Hocamız zamanında başlamış olan ilmî hareket elemanlar vermiştir, profesörler vermiştir. Onların hepsi hizmete girmiştir bugün... Onların hepsi meyva vermiştir. Bugün onlar pek çok sosyal müesseselerin başında memleketimize hizmet ediyorlar, dâvâmıza hizmet ediyorlar.

Bizim bilimsel sahadaki ilk atılımımız Teknik Üniversite'de olmuştur. Teknik Üniversite'den bir sürü eli tesbihli, alnı secde gören, nurlu profesörler yetişmiştir. Abdül'aziz Hocaefendimiz'in 1940'lı yıllardaki kararıyladır, 1950'li yıllardaki çalışmasıyladır bu... Ondan sonra, diğer yüksek müesseselerde bu çalışmalar devam etmiştir ve onlar bugün yurt içinde ve yurt dışında hizmet veriyorlar. Ben bazen, gittiğim ülkelerde onlara misafir oluyorum.

Bir de şimdi hepimiz çoluk çocuğa sahibiz ve çoluk çocuğumuzu yetiştirmemiz gerekiyor. Ben ilk defa kendi kızım büyüdüğü zaman, ilkokulu bitirdiği zaman, bu problemle karşı karşıya geldim. Ondan sonra oğlum yetişti. Onun nasıl yetişmesi gerektiği konusunda düşünmek zorunda kaldım. Bunu çok canlı bilen bir insanım. Kızı olan bir insan neler çekiyor; oğlu olan bir insan, oğlunu güzel yetiştirmek için neler çekiyor. Yeter ki, çocuğu sapıtmasın, şaşırmasın, yoldan çıkmasın, raydan çıkmasın, kötü insan olmasın... İnancını kaybetmesin...

Çünkü kaybedebiliyor. Göz göre göre, bağırta bağırta, eğitim annenin babanın elinden çocuğu alıyor, annesinin babasının karşısına düşman bir insan olarak çıkartıyor.

Misal: Düzce'de bir yere misafir olmuştuk. Orada bir adam ağlayarak anlattı. Hocamız da sağdı --cennet mekân-- o zaman... "Ben tarlamı satarak çocuğumu okuttum. Hukuk fakültesine gönderdim, hukuk fakültesinde okuttum. Geçen yaz geldi. Kız kardeşine: 'Çıkart başından bu başörtüyü!.. Biz fakültede gericilerle mücadele verirken, utanıyorum sizden!.. Sen evimde kızkardeşim olarak başını örtüyorsun; çıkart bunu!..' dedi."

Babasının başından aşağıya kaynar sular dökülmüş. "Ben tarlamı sattım, bu çocuğumu hayırlı yetiştireyim diye... Benim karşıma din düşmanı olarak, iman düşmanı olarak, benim fikirlerimin düşmanı olarak, bir düşman olarak çıktı." diyor. Bu bir ciddî tehlike, hepimiz için söz konusu...

Almanya'da meselâ, bir şahıs bana geldi dedi ki:

"--Hocam! Benim çocuğum boynuna haç takıyor!.. Benimle kavgalı, kiliseye sığınıyor... Ben buna ne yapayım?.." dedi.

Ben de sert bir cevap verdim, dedim ki:

"--Vaktinde çocuğuna gereken ilgiyi göstermemişsin; şimdi gelip bana dert yanıyorsun, 'Ne yapayım?' diye... Çocuğun küçükken, eğitileceği zaman aklın nerdeydi?.."

Ağladı adam:

"--Hocam! Ben elimden geldiği kadar onu iyi yetiştirmeye çalıştım. Camiye gelirken yanımda getirdim... İşte, toplantılara katılmasını sağlamaya çalıştım ama, bülûğa erdikten sonra elimden kaçırdım, hâkim olamadım." dedi.

Bugün, bu problem her annenin babanın başında var... Çocuğumuzu mü'min bir çevre içinde, mü'min arkadaşlarla, mü'min bir kimse olarak yetiştirmek için müesseseye ihtiyacımız var... Bir hoca olarak bana her zaman dert yanan, şikâyet eden insanlar geliyor. Her zaman dinliyorum. Dün de bir sürü kâğıt geldi. Bir sürü kimse ile görüştüm. İstanbul'dan buraya geldiğim için, hasret kaldığımız kardeşlerimizle görüşme imkânımız olduğundan, dün de bir çoğuna muttalî oldum. Şikâyeti var çocuğundan...

Bir bitkiyi topraktan çekip çıkarttığınız zaman, sararıp solduğu gibi; bir öğrenciyi de İslâmî bir muhitte yetiştirmezseniz, o öğrenci sararıp soluyor, elden çıkıyor. Bağırta bağırta; yâni, annesi babası istemese de böyle oluyor.

Onun için, artık bu devirde, bir müslüman anne baba, çocuğunun şu grubun okuluna, bu grubun okuluna gitmesine filân aldırmıyor; "Yeter ki, müslüman olsun!.. Yeter ki, dindar olsun!.." diyor, gönderiyor. Grup taassubu göstermiyor.

Tokat'taydık. Bir eve misafir olduk. Evin çocuğu hizmet için girip çıkıyor. Babası dedi ki:

"--Hocam, sizden Allah râzı olsun!.."

"--Hayrola! Ne yapmışım, haberim yok..." dedim.

"--Hocam, bu çocuk imam-hatipteydi. Namaz kılmıyordu, cumaya gitmiyordu..."

İmam-hatipte ama namaz kılmıyor, cumaya gitmiyor; acı bir şey!.. Anasının babasının zoruyla imam-hatibe gitmiş. "Söz dinletemiyorduk, sabahları namaza kaldıramıyorduk, başedemiyorduk..." dedi. Bizim arkadaşlar bir yaz kampı yapmışlar, Antalya'da... Bu da arkadaşlarıyla beraber o kampa katılmış. Onbeş yirmi gün oluyor nihayet... "Ordan döndü, şimdi çok memnunuz durumundan..." dedi. "Namazlı, niyazlı; anaya, babaya saygılı, dinine bağlı bir çocuk oldu." dedi. Nedir?.. Arkadaş çok önemli ve eğitim çok önemli muhterem kardeşlerim!..

Biz bunu acı ve feci bir olay olarak, ciddî bir olay olarak gördüğümüz için, şimdi bizim sloganımız, kampanyamız, çalışmamız, "Her ilde bir okul!" tarzındadır. Kendi öğretmenlerimiz var... "Kendi öğrencilerimizi, kendi çocuklarımızı kendimiz yetiştirelim! Bir müssese olarak elimizde bir muhteşem bina bulunsun!" diye, bunun gayreti ve telâşı içindeyiz.

Ankara'da da bu tazyiki yaptık geçenki gelişimizde... Dedik ki: "Ankara başşehirdir. Bir güzel okulumuzun olması lâzım!.."

Allah râzı olsun; en büyük gayreti, hizmeti, himmeti sarfeden kardeşlerimiz aramızdadır. Belki isimlerinin teşhir edilmesini bile istemezler. Çok güzel bir okul yapmışlar. Okul, yurt ve cami olarak başlamışlar. Cami kısmında şu anda namaz kılınıyor. Öbür tarafları inşâ halinde, yapılmak durumunda... Ben bugün onları gezmeğe gittim; hayran kaldım, hayretler içinde kaldım!.. Yeni yapılan Ankara çevre yollarının kavşak noktasında, ferah fahur bir alanda... Önü yeşillik, parseli geniş, beş dönüm... Beş katlı bir binâ... Karşınızda pırıl pırıl, muhteşem bir binâ...

Ben arkadaşları sıkıştırıyorum: "Bu okul mutlaka 1995 ders yılında eğitime başlayacak!.. burada mutlaka tedrisata başlayacağız!" Neye başlayacağız?.. İlkokul, ortaokul, lise tedrisatına burada başlayacağız.

Şimdiye kadar yapılmış olan hizmetler, masraflar, şöyle reel bir hesapla hesaplansa, herhalde otuz milyar filân eder benim tahminim... Binanın maliyeti, yeri vs. her şeyi hesaplanırsa...

Şimdi biz hizmeti birçok illere yaydığımız için, --bir çok ilde radyomuz var, okulumuz var, şirketlerimiz var, müesseselerimiz var-- bir şey daha yapıyoruz: Kardeşlerimizi müesseselerimize belli oranlarda ortak yapıyoruz. Böylece kardeşlerimize, kendi çalışmalarının yanında bir yan gelir gelsin diye düşünüyoruz.

Elhamdü lillâh, bizim çalıştırdığımız müesseselerin kâr getirmeyeni çok az... Kâr getirmeyeni sadece dergiler... Onların da kârı mânevî, sosyal hizmet... Dergileri çıkartıyoruz, kâr etmiyor, zarar ediyor ama; biz öbür taraftan, başka yerden kazanıp, destekleyip, dergileri yine çıkartıyoruz. Neden?.. Sosyal faydası var, dînî faydası var, kültürel faydası var...

Ankara için önemli olmayabilir ama, Anadolu'nun herhangi bir kasabasındaki, köyündeki kız veya erkek çocuk mektup yazıyor: "Hocam, nerde kaldı dergi? Hasretle bekliyoruz, günleri sayıyoruz. Kaç defa gittim, gelmemiş." diyor. Bir hizmet görüyor.

"Derginizi okudum, kapandım." diyor. "Sizin derginizi okuduktan sonra halimi düzelttim." diyor. Bir kişinin kazanılması milyarlara değer. Bir insanın değeri herhalde bir Mazda otomobilden az değildir yâni...

Binaen aleyh, ortak yapıyoruz kardeşlerimizi, sermayemizi kardeşlerimize açıyoruz. Umumiyetle kâr ediyor şirketlerimiz, kâr etmeyenler sadece dergilerimiz... Şu anda bizim bu sene yaptığımız blançolarda, kâr etmeyen bir tek şirketimiz var, Vefa Yayıncılık... O kâr etmiyor; çünkü dergi çıkartıyor, masraflı bir iş... Ama ben onu yine kârlı sayıyorum; çünkü dinimize hizmet ediyor, camiamıza hizmet ediyor, kültürümüze hizmet ediyor... Zâten onu ortak olarak size açmıyoruz, onun yükünü biz çekiyoruz. Ama okullarımız kazanıyor, okullarımız kâr ediyor.

Tıbbî müesseselerimiz var, hastanelerimiz var, polikliniklerimiz var... "Benim bacım bir yere gittiği zaman, hakarete uğramasın, dinine aykırı durumlara düşürülmesin!" diye, biz bunun üzüntüsünü çekiyoruz.

Bizim kardeşimiz doğum yapacak, doğum evine gelmiş. Haydut başhekim ilkönce başörtüsüne sarılıyor: "Çıkart bunu, gerici!.. Bilmem ne..." diyor. Kadıncağız doğum sancısından kıvranıyor. Yâni sen ne biçim adamsın, doktor musun, haydut musun, kasap mısın?.. Ne istiyorsun kadıncağızın başörtüsünden, ne alâkası var?.. Başı örtülü olursa daha derli toplu durur, daha ne istiyorsun, saçı başı dağınık olmaz. Dağınık olmasın diye, örtmeyeni de örttürmen lâzım!.. Ona saldırıyor.

Bir başkasını anlatmışlardı, ben de dergide yazdım. Bizim meşhur bir arkadaşımızın hanımı, Ankara Hastanesi'ne gitmiş. "Röntgeninin çekilmesi lâzım, şikâyetin anlaşılması için!" demişler.

Röntgen dairesine gitmiş. Posbıyıklı bir röntgen mütehassısı:

"--Hanım, soyun!" demiş.

"--Bir kadın teknisyen yok mu? Sizin karşınızda, erkeğin karşısında mı soyunacağım?"

"--Soyun, başka kimse yok!.. Bu kafayı bırakın, biraz Avrupa'yı öğrenin, biraz medeniyet tanıyın!.. Avrupa'yı tanıyın biraz!"demiş.

Kadın da, şöyle acı acı bakmış yüzüne:

"--Ben İngiliz asıllıyım! Kocam İngiltere'ye tahsile geldi de, onunla tanıştım, müslüman oldum. Ben İngiltere'yi senden daha iyi biliyorum. Siz Batı'yı tanımıyorsunuz!" demiş.

Ama, bu muamele oluyor her zaman... O zaman ne yapmamız lâzım?.. İlkönce, benim bacılarıma güzelce muamele eden ve onun dinî hissiyatını rencide etmeyen bir doğumevi kurmamız lâzım!.. Sonra, bir kadın hastanesi kurmamız lâzım!.. Utanıyor kadın, haklı... Doktorlar da kızıyorlar, diyorlar ki:

"--Efendim, böyle kaç göç olur mu?.. Tabii soyunacak, tabii açınacak!.."

Öyle değil; kadın doktor varken ne diye bir erkek doktora gitsin bir hanımefendi?..

Hasılı bu da bir hizmet, bu da kâr ediyor. Bunları biz halkımıza açtık. Sakın sakına açtık. "Yâhu, bu kadar kâr getiren bir müesseseyi niye halka açalım?.. Açalım, onlar da kâr etsin!" dedik. Şimdi dolar bazında bayağı bir kâr etti.

Şimdi bu eğitim müesseseleri de kâr getiriyor diye, bunları kardeşlerimize açıyoruz. Şu bakımdan: Hem onlar kazanç sağlasın, hem de biz elimizdeki çekirdek parayı daha az yere sarfederek, daha az yerlerde bloke edip, daha çok hizmet yapmak için açıyoruz.

Burada da arkadaşlarımızla gittik, gördük bugün... Bina harika, yeri güzel... Göğsü kabartacak iyi bir müessese olacak. Bu sene biz bunu açacağız, yanına ek binalar olacak, önümüzdeki üç-beş sene içinde tam hale gelecek.

Ondan sonra başka beş dönümlük yerimiz var, ona da hizmete başlayacağız, orada binalar kuracağız. Böylece bizim çocuklarımızı okuttuğumuz kendi müesseselerimiz olacak diye, bu meseleyi müzakere etmek üzere arkadaşlarla konuştuk, sizleri davet ettik; mesele budur. Şirketin genel müdürü olan kardeşimizin anlattığı şeyler, işte böyle bir müesseseye ortak olma meselesidir.

Bu, bir taraftan bakarsanız İslâm'a hizmettir, bu kadar önemi olan bir hayır müessesesini desteklemektir. Bir başka yönden bakarsanız, yine de size de bir faydadır. Biz şimdi şunu düşünüyoruz: Bizim kardeşlerimiz hizmet ederken, bir taraftan da hizmetlerinden zarara uğramasınlar, tükenmesinler; hiç olmazsa başabaş noktasından yukarda olsun.

Çünkü, çok yere hizmet ediyoruz. Bizim zekâtlarımız, bizim hayırlarımız Bosna'ya gidiyor, Çeçenistan'a gidiyor... Afganistan'a gitti, Afrika'ya, Sudan'a, Somali'ye gitti. Aynî yardım, nakdî yardım, bedenî yardım... Asker olarak kardeşlerimiz gitti, şehid olanlar var... Yâni biz aslında sessiz sedâsız bütün İslâm Alemi'nin problemli yerlerini besliyoruz. Bunlar reel olarak hesaplansa, Türkiye servetinin büyük bir kısmı, İslâmî hizmetleri desteklemek için çeşitli yollardan yurtdışına gidiyor.

Biz de bunlardan şikâyetçi değiliz. Allah yolunda kazanılmış paralar, Allah yoluna gitsin; yeter ki yerine gitsin. Biz paralarımızın fazlasının, yerine gitmesinden mutlu oluyoruz ve üzülmüyoruz. Onun için sizleri bu hayra destek olmağa, katılmağa, ortak olmaya; bu müesseseleri kuvvetle destekleyip, çok çabuk işler hale getirip, yeni müesseselerin açılmasına geçmeğe davet ediyorum.

Allah hakkı hak olarak görüp ona uymayı, desteklemeyi cümlemize nasib eylesin... Ömrümüzü rızâsı yolunda geçirmeyi nasib etsin... Malımızı, mülkümüzü, her türlü imkân ve müktesebâtımızı din-i mübîn-i İslâmımıza hizmette kullanmayı, cümlemize nasib ve müyesser eylesin... Arzumuz budur.

Peygamber SAS Efendimiz'in yeminli bir sözü var: "Vallàhi hayır ve sadaka vermekten mü'minin malı azalmaz!" diyor Peygamber Efendimiz... Vallàhi azalmaz!.. Neden?.. Allah-u Teâlâ Hazretleri kat kat fazla veriyor; çünkü rezzak olan odur. Rızkı veren, kazancı veren, insanı yükselten odur.

(Ve tüizzü men teşâü ve tüzillü men teşâ') Allah-u Teâlâ Hazretleri dilediğini aziz kılıyor, yükseltiyor, zengin ediyor, mevkî makam sahibi ediyor. Dilediğini de alçaltıyor, zelil ediyor, hor ediyor, mevkî makamdan düşürüyor, mahvediyor, kahrediyor. Her şey onun elindedir. Muiz de odur, müzil de odur, mu'tî de odur, ma'nî de odur; yâni veren de odur, alan da odur, yükselten de alçaltan da odur.

İmtihan ediyor bizleri, "Bakalım hangimiz daha güzel ameller işleyeceğiz, rızâsını kazanacağız?" diye... İşin gerçek mahiyeti budur. Bu dünyada hepimiz imtihan oluyoruz. Allah imtihanı başarmayı cümlemize nasib eylesin...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

31. 3. 1995 - Özelif / ANKARA