ISLAH ETME GÖREVİ
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh!..
Bismillâhir rahmânir rahîm...
Alemlerin Rabbi Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne sonsuz hamd ü senâlar olsun... Üzerimizde nimetleri, sayılamayacak kadar çoktur. Mevlâmız zikrinde, fikrinde, ona güzel ibadet etmekte bize yardım eylesin... Tevfikini refîk eylesin... Rehberimiz, efendimiz, peygamberimiz Muhammed Mustafâ Hazretleri'ne salât ü selâm, tahiyyât ve ihtiramlarımızı arz ederim. Hepinize ayrıca bu toplantımıza iştirak ettiğiniz için, dünya ve ahiretin büyük mükâfatlarını ihsan etmesini dilerim Allah-u Teâlâ Hazretleri'nden...
Hizmet edenlere, --gerçekten bu sefer başka yerlerden daha candan bir hizmet müşâhade ettim şahsen-- otelin ilgililerine, müdürlerinden kat sorumlulularına kadar hepsine teşekkür ederim.
Bu eğitim toplantısını, çok mühim günlerde yaşadığımız için tertiplemiş bulunuyoruz. Karşınızda geçtiğimiz günlerde çok değerli konuşmacılar konuştular. Bunlar, Türkiye'nin en önde gelen isimleriydi. Kimisi bakanlık yapmış, kimisi de konuştuğu sahada en başta gelen uzmanlardan idi. Konuşmaları dinlediniz. Gerçekten çok mühim günlerde yaşıyoruz. Bu, konuşmalardan da ortaya çıktı.
Hızla değişen bir dünyadayız. Çevremizde, uzağımızda, yakınımızda, dostluğu bize ferahlık verecek kuvvetli yakınları, yardımcıları arıyor gözlerimiz... Cümle cihan halkının, büyük devletlerin, kendilerine dostluk ellerimizi uzattığımız müttefiklerin dahi bize karşı tavırlarını hayretle müşahâde ve ibretle takib ediyoruz. Saf, sâfî, temiz bir millet olduğumuz için, dostluklara inanıyoruz, dostluk istiyoruz, dost olmak istiyoruz, iyi niyet besliyoruz ama; dünyada da bu hedef beynelmilel arenada milletler arasında olan bir şey değil galiba... Biz de o safîliğimizden dolayı; yâni iki dervişin, iki müslümanın birbiriyle hasbeten lillâh samîmî dostluğu gibi dostluklar bekliyoruz. Halbuki böyle şeyler yok!..
Yunanistan'dan başlayarak Balkanlar'da Sırplar, kuzeyde Sovyetler Birliği'nden parçalanmış devletler, ortaya çıkmış yeni devletler, doğumuzda Ermenistan; güneyimizde de biz müslüman diye bakıyoruz ama --ben şahsen daha önceki konuşmalarımda da söylemişimdir-- Suriye'yi bir müslüman devlet olarak görmek çok zor; yöneticileri itibariyle ve yönetime hakim olan insanları itibariyle...
Hac dolayısıyla oralardan geçtik, misafir kaldık, gördük. Sanki bir, yarıyarıya Ermenistan gibi... Oradaki piyasaya hakim olanlar, ticarete hakim olanlar, otellerin sahipleri, önde gelen isimler Ermeni... Lübnan'ın yapısını biliyorsunuz, bizim için çok önemli değil ama, Suriye bu hale gidiyor yapı itibariyle... Çok iyi müslümanlar var; fakat onlar mazlum ve mağdur... Baskı altında...
Müttefiklerimiz; işte en tabii hakkımız olan terörle mücadelede hem yurt içinde yaptığımız hareketlere karşı çıkıyorlar, hem yurtdışındaki tedbirlerimize şiddetle karşı çıkıyorlar ve teröristleri destekliyorlar. Çok hayret edilecek bir tarzda... Biz de sanıyorum reaksiyonumuzu çok hafif tutuyoruz, onların bu tavırlarına karşı...
Çok net olarak konuşuldu ve ben de açılış konuşmasında temas etmiştim: Bugün eskiden alışmış olduğumuz Doğu Bloku - Batı Bloku, Komünist Blok - Kapitalist Blok ikilisi kalkmış; yerine, cihanın emperyalist devletleri arasında düşman olarak İslâm ülkeleri konulmuş görünüyor. Bu tabii, bir çok konuşmacılar tarafından ifade edildiği gibi, gazetelerde, dergilerde yazılıyor, kitaplarda ifade ediliyor.
Burada tabii bir şeyi gözden kaçırmamak lâzım, dikkat etmek lâzım, Batı'nın veya Rusya'nın veya daha başka ülkelerin, bu işleri sadece dînî duygularla yaptıklarını kabul etmek, tek bir sebebe bağlamak doğru olmaz. İşin altı karıştırıldığı zaman --ki, biz onu anlamak içi bu toplantıları yapıyoruz; uzmanların fikirlerini dinliyoruz toplantılarda-- başka şeyler çıkıyor. Hepsinden önce, büyük menfaatler bunların hareketlerine kaynak teşkil ediyor. Ortada çok büyük bir menfaat varsa, adamlar her şeylerini inkâr edip, bütün fazîlet prensiplerini bir tarafa koyup; o menfaati elde etmek için, her türlü ters, yanlış, kötü, anti demokratik ve gayr-i insânî her türlü işi yapabiliyorlar. Çünkü menfaat var...
Tabii, bir kısmı dînî duygularla da bu işi yapıyor; o da bir gerçek... Bugün Papalık son derece kuvvetlenmiştir. Ekonomik yönden de kuvvetlidir. Çok büyük uluslarası şirketlerin sahibidir. Sayılamayacak servetlerin, hazinelerin sahibidir. Tabii bu hazineler, menfaatler, İslâm geldiği zaman bunları kullanan insanların elinden gideceği için, orada da bir maddî hesap vardır.
Hristiyanlık sessiz, sedâsız, derinden misyonerleri ile, teşkilatları ile çok kuvvetli bir şekilde müslümanlarla uğraşmaktadır. Bu, papazlar için menfaat; ama, papazların sözünü dinleyen halklar için dinî duygudur, dinî düşmanlıktır. İslâm karşısında onların su altından, saman altından yaptıkları faaliyetler, gerçekten bize muhtelif yerlerde, başka şekillerde tezahür ediyor ve çok büyük sekteler veriyor faaliyetlerimize... Ve ülkelerimizi karıştırıyor.
Ayrıca, tarihî, nostaljik sebepler vardır. Meselâ: "Canım işte dünya geniş!.. Sen git Güney Amerika'da bir devlet kur!" denildiği halde, Yahudiler Arz-ı Mev'ûd diye Filistin'de devlet kurmayı istemişlerdir. Orada devlet kurulmuştur. Bu devletin kurulmasına tekaddüm eden zamanlardaki teklifler arasında, "Dünyada size rahatsızlık vermeyecek başka yerler var; gidin orda devlet kurun!.." denildiği halde, özellikle Arz-ı Mev'ûd olsun diye Kudüs'ü istemişlerdir. Anadolu da böyle nostaljik, tarihî sebeplerle bazı kimselerin gönlündedir, gözünün önündedir, göz diktiği bir ülkedir. Onun için, düşmanlıkların bir sebebi de bunlardır diye, onu da bir tarafa koymak lâzım!..
Bu dînî, tarihî ve nostaljik sebepleri bilen ve kullanan, ama ne dinle, ne imanla ilgisi olmayan büyük merkezler vardır. Onlar da bunları kullanarak, müslümanların aleyhinde çok büyük tehlike oluşturacak çalışmalar yapmaktadırlar. Onun için, meselenin derinlemesine tahlilini yapacak teşkilatlara, araştırmalara, sebepleri çok iyi tesbit edecek çalışmalara ihtiyacımız vardır. Çünkü, sebepler iyi tesbit edilmeden, hastalık teşhis edilmeden çaresini bulmak kolay olmaz, tedâvi kolay yapılamaz. Yanlış sonuç verir. Verdiğimiz ilâç ters tesir yapabilir. Her şeyin aslını bilmek lâzım!..
Şimdi şu Kuzey Irak operasyonunda --herhalde sizin de dikkatinizi çekmiştir-- Sayın Doç. Dr. Ümit Özdağ Bey, İsrail'in orda özellikle bir Kürt devletinin kurulmasını istediğini söylemişti. Halbuki, gazetelerde belki hiç telaffuz edilmeyen bir şey bu... Herkes başka sebepler arıyor zihninden... Biz başından beri söylüyoruz, Kürt kardeşlerimiz uyansınlar diye: "Oraları size bırakmazlar! Siz sadece piyonsunuz. Böylece kullanılıp sonunda ölen sizsiniz. Ama, nimeti yiyecek olan siz olmayacaksınız!" diyoruz. "Bunun arkasından, bir Büyük Ermenistan hayali çıkabilir." diyoruz ama, Ermenilere de bu kadar büyük menfaatleri vermezler. Çok büyük bir menfaat var ortada...
Tabii İsrail'in de, "Bana va'dedilmiş topraklar" diye, böyle bir istekle buraya göz diktiğini de düşünüyorum ben... Onun da tahlili yapıldığı zaman, işin içinde daha büyük meseleler olduğunu düşünüyorum.
Kardeşlerimiz ifade ettiler dünkü konuşmalarında... Bugün için sadece --klasik olarak kitaplarda, gazetelerde yazılan-- petrol çok önemli bir madde olarak zikrediliyor, önemli görülüyor ama, çok ma'kul izahlar yaptılar kardeşlerimiz... Petrol Amerika'da beş altı sene sonra bitecek gibi görülüyor rezervlerden... Kafkaslar'ın rezervleri hakkında da çeşitli tarihler almıştım ben, bakanlık yapmış çok yetkili bazı dostlardan... Ortadoğu rezervleri daha zengin ama, dünyanın tarihine göre kısa zamanda onlar da bitecek... Ama bitmeyecek olan bir ihtiyaç, su!.. Hayatî önemi haiz olan bir şey...
Suyun büyük bir kavga mevzuu olduğu muhakkak... İsrail eğer Fırat'ın yanına kadar ulaşmak istiyorsa, herhalde bu biraz da su içmek istemesindendir ve suyu kullanmak istemesindendir.
Ayrıca bizim bu günlerde derivasyon tünellerini yaparak Harran Ovası'nı da ziraate açmamız, çok büyük bir olaydır. İnsanoğlu tabii, yaşadığı müddetçe hem su içecek, hem yemek yiyecek... Gıdaya da ihtiyacı var... Buğdayın da, gıda maddelerinin de çok büyük önemi olduğunu biliyoruz. Onlar da, bu bölgeleri bizim elimizden koparmak isteyenlerin iştahını kabartan sebepler diye düşünüyorum.
Bunun için, sadece Yunanistan'ın Büyük İdeal'i, sadece Ermenistan'ın bizim topraklarımızdan bazı yerleri kapmak istemesi değil; çok büyük paralar, menfaatler bahis konusu olduğu için, paranın peşinde koşan çok büyük kurtların, çok büyük canavarların da buralarda gözleri olduğu muhakkak...
Tabii, bunları konuşmacılar söylediler de, ben de kendi dinleyici üslûbumla size tekrar özetlemiş gibi oluyorum. Belki araya bir iki şey de ben katmış oluyorum.
Bütün bunlar, topun ağzında olduğumuzu gösteriyor. Yâni, müslümanlar topun ağzında; çünkü, çok kıymetli kaynakların sahipleri... Bu kırk elli yıldan beri bildiğimiz bir husustur. Almanya'da bu konuda toplantılar yapıldığını, medeniyet için gerekli hammadde kaynaklarının, müslüman ülkelerin elinde olması dolayısıyla, "Ne yaparız da ilerde müşkül duruma düşmeyiz?" diye, o zamanlardan kara kara düşündüklerini ben biliyorum. Yaptıkları toplantılara katılmış kardeşlerimizin bize ifadelerinden, nakillerinden biliyorum.
Hammadde meselesi, medeniyet için gerekli ana maddelerin temini meselesi, büyük devletleri bir takım hesaplar yapmağa sevkediyor. Allah'ın bir lütfu eseri, kıymetli malzemelerin hepsi de büyük ölçüde İslâm ülkelerinde olduğu için; şimdi, menfaat ortaklıkları yapmağa çok âşinâ olan, çok alışkın olan ülkeler... Hani kavga ederken de müttefik, kavga etmezken de müttefik... Amerika ile Rusya pazarlık ediyor: "Şurası senin olsun, burası benim olsun; menfaatlerimizi yürütelim!" diyebiliyorlar.
Bu sebeple İslâm ülkeleri düşman olarak gösteriliyor. Bu onların halkları kışkırtmak için sebepleri... Onların asıl iştihasını kabartan sebepler başka; ama, halka bunu anlatış şekilleri başka...
Ben hatırlıyorum, bir kaç sene önce, böyle kocaman birer karış harflerle: "İsa yere indi!.. İsa geldi!.." diye gazeteler manşetler atmışlardı. Ondan sonra, "Biz Hazret-i İsa ile kâfirlerin üzerine saldıracağız ve onlarla büyük savaşlar yapıp, onları yeneceğiz!" diye mutaassıp hristiyanları kışkırtmalarını, dergilerimizde biz birkaç sene önceden yazdık, halkımıza duyurduk. Bunlar halkları psikolojik olarak, yapacakları hareketlere alıştırma çalışmalarıdır. Meselâ, "Hazret-i İsa geldi." dediler ve bizim ülkemizde de bazı kardeşlerimiz bundan etkilendi, yürekleri küt küt atmağa başladı. Halbuki, işin iç yüzü başka...
Meseleleri ben böyle görüyorum ve "Böyle bilinmesinde fayda var!" diye düşünüyorum.
Şimdi, bizim ülkelerimizin, bizim sahip olduğumuz zenginliklerin paylaşılması için, bizim yok edilmemiz lâzım geliyor. İslâm ülkeleri içinde de, en ele avuca sığmaz; kırk defa kılıç darbesi vurdukları halde, hâlâ yine ayakta olan bir ülke var, o da Türkiye... Elhamdü lillâh, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin lütfuyla, keremiyle, iman kuvvetiyle, İslâm ülkeleri içinde en iyi durumda... Bunu konuşmacılar da ifade ettiler. Allah'a hamd ü senâlar olsun...
Allah'ın büyük bir lütfudur. Tabii, büyük bir devlet olmamızın sonucudur. Ecdâdımızın temizliğinin mânevî sonucudur. Onun için, dünyanın en kuvvetli devleti biziz. Çünkü, hem dışardan düşmanlar çarpışıyor; hem de içerden bir sürü münafık, ajan aleyhimize çalışıyor. Yine de böyle ayakta durabiliyoruz, yine de sağa sola böyle harekâtlar yapabiliyoruz. Kıbrıs'a asker çıkartabiliyoruz. "Kıbrıs'ı verin!" diyen Batılılara diretebiliyoruz.
Şimdi tabii, büyük bir hedef teşkil ediyoruz. Bunlar olacak, bunlardan korkmuyoruz. Çünkü, hayat bir imtihandır. Zâten dümdüz, huzurlu bir hayat bahis konusu bile değildir. Mücadele olacaktır.
Peygamber Efendimiz SAS'in zamanında da mücadele olmuştur. Karşılıklı kutuplar vardı. Osmanlılar zamanında da olmuştur, Selçuklular zamanında da olmuştur. Her devrede de olacaktır. Bu bir imtihan gereği olarak görülüyor. Tabii, biz de çeşitli şekillerde imtihan oluyoruz. Asker olan da şehid oluyor, Kızılay memuru olan da şehid oluyor. Zamanı gelince gidiyor.
İran'daki karışıklıklardan canını kurtarmak için gelen İranlı bir şahıs, Antalya'da boğulabiliyor veya İstanbul'da eli kolu bağlanmış ölü olarak bulunabiliyor. Yâni, ecel geldiği zaman, ondan kaçılmayacağı ortada...
Ben rahmetli Necib Fâzıl'ın sözünü söylüyorum her zaman; öyle düşünüyorum:
Ey düşmanım sen benim, ifadem ve hızımsın!
Düşmanımızın büyük olması bizim için bir şereftir. Biz düşmanlarımızı salıveririz; "Tekrar hazırlansın, ordu toplasın, karşımıza gelsin... Bir daha yenelim de, bir zafer daha kazanalım!" diye düşünmüştür bizim ecdadımız... Düşmanımızın büyüklüğü bizim şerefimizdir ve bize bir hızdır.
Binâen aleyh, tehlikenin büyüklüğü de bize bir hız kazandıracağı için, bu da bir çeşit nimettir. Bizi gafletten uyandıracağı için, Allah'ın bir ikazıdır. Allah'ın dinine hizmete sevkedeceği için, Allah'ın bir lütfudur. Eğer çarpışırsak, şehid olacağımız için çok büyük ikramdır. Eğer galip gelir de gazi olursak, çok büyük bir başarıdır. Yâni bir müslümanı, zavallı kâfirciklerin, süperciklerin alt etmesi mümkün değildir. Müslümanı kimse alt edemez; çünkü, mü'mindir. Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin aziz kıldığını kimse zelil edemez.
Onun için, bu hususta kalbinizin çok sağlam olmasını, çelik gibi olmasını diliyorum. Bu bir...
Ama dünya bir imtihan olduğundan ve insanın da ne zaman öleceği bilinmediğinden, her an her şey olabileceğinden;
Bir bitmeyecek zevk verirken beste,
Bir tel kopar, ahenk ebediyyen kesilir.
diye, böyle tel birden kopup da ahengin kesilip gidebileceği gibi, söylüyor Yahya Kemal de ölümü... Böyle bir tel kopması olabileceğinden, daimâ Allah'ın istediği hal üzere olmak da bizim vazifemizdir. Her çeşit tehlikeye karşı ilk tedbirimizdir. İlk tedbirimiz, ön tedbirimiz mânevî tedbirimizdir, mânen hazırlanmadır. Hepimizin mânen hazır olmamız lâzım!..
"--Yarın savaş var!.."
"--Pekâlâ!.. Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm, bismillâhir rahmânir rahîm..." deriz, gusül abdestimizi alırız, savaşa gideriz. Biraz sonra ölüm var... Eh, "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh" deriz, bir gül bahçesine girercesine öbür aleme geçeriz. Çünkü, öbür alem cennet olduktan sonra, bu dünyanın yüzüne kimse bakmaz.
Bizim için, ölüme hazırlıklı olmak esastır. Allah'ın rızâsı üzere olmak esastır. Onun için, iyi bir mutasavvıf olmak gerekir. Dili zikirli, kalbi ihlâslı, niyeti hâlis, işi altın gibi sâfî, som iyi bir müslüman olmak zorundayız. Tevbemizi hemen yapıp, tevbe üzere olup, Allah yolu üzere çalışmamız lâzımdır. Bu ilk mânevî tedbirimizdir.
Sonra, düşmanımız çok güçlü düşman olduğu için ve cümle cihan halkından şöyle baktığımız zaman, doğru düzgün bir dost gözümüze görünmediğinden, bizim de cümle cihan halkı ile çarpışmamız söz konusu olduğu için, çok iyi organize olmamız lâzım!.. Yedi düvel derlerdi eskiden... Dedelerimiz yedi düvelle çarpışmışlar; bizim düvellerin sayısı daha da artmıştır. Onun için, bizim çok iyi organize olmamız lâzım!.. Bizim sizleri böyle güzel yerlerde toplama sebeplerimizden bir tanesi budur. Organize olmamız gerekmektedir.
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!
diyoruz.
Toplu, beraber, muhabbetli ve organize, disiplinli bir topluluk olmamız gerektiğine inanıyorum. Derbederliğin olmaması gerektiğine inanıyorum. İslâm'ın disiplin olduğuna inanıyorum. Onun için, imamlık bile yaparken dönüyoruz arkamıza: "Ayaklarınızın ucuna bakın! Sağdan soldan hizayı alın, muntazam saf tutun!" diyoruz. Safın intizamı dahi İslâm'da bir disipline işarettir. Günde beş vakit namazın; saniyesiyle, dakikasıyla namaz vakitlerinin, bizde bir zamana hürmet duygusu meydana getirmesi lâzımdır. Zamanın kıymetini bilme şuuru, bizde en yüksek derecede olmalıdır. Hasılı, çok disiplinli olmak zorundayız.
Biz bu disiplinli olmayı, sadece beyler olarak güzel sonuçlar alınamayacağımızı bildiğimiz için, hanımlar için de düşünüyoruz. Onun için, bu toplantılarımıza daimâ hanımlara ait bir program ekliyoruz. Hanımlar için de bir pay ayırıyoruz. Onların da, çok iyi yetişmesi gerektiğini düşünüyoruz. Onların da, İslâm'a çok güzel hizmetler verebileceği kanaatindeyiz ve verdiklerini görmekteyiz. Türkiye üzerinde kurduğumuz yüzlerce kadın dernekleri ile, onların yaptıkları güzel faaliyetlerle müftehiriz, Allah'a hamd ediyoruz. Kendilerine dualar ediyoruz, Allah razı olsun... Bu da bir başarı için en önemli şarttır.
Söz dinleyeceğiz, muntazam olacağız, disiplinli çalışacağız ve birbirimizle ilgimiz, irtibatımız olacak! Planlı bir hizmet içinde el ele, omuz omuza, vakitlerimizi verimli bir şekilde geçirmeğe çalışacağız.
Tabii, çok büyük, önemli müesseseler kurmamız gerektiği de ortadadır. Bir büyük işin halledilmesi için ilk atılacak adım, o işin en kolay, en kestirme nasıl yapılacağını düşünmektir. İlk iş odur. Yâni, bir büyük işi başaracaksanız, ilkönce metodu düşünmek esastır. Onun için ben de diyorum ki --zâten konuşmacılar da ifade ettiler akşam, Allah râzı olsun, hislerimize tercüman oldular-- bir araştırma enstitüsü kurmamız lâzım!.. Camiamızın bir araştırma enstitüsü kurması lâzım!..
Dünya üzerinde her şeyin sahibi var da, güzel dinimizin, İslâm'ın sahibi yok... Sahipsizlik içindedir. İslâm gemisinin kaptanı yoktur. Dümeni dümencisizdir. Herkes günlük palyatif çalışmalarla İslâm'a bir şeyler yapmak istiyor, faydalı olmağa çalışıyor. Böyle çalışmalarla da bu disiplinli, düzenli, azgın düşmanları yenmek mümkün değildir. Onları yenmek için, Fatih Sultan Mehmed Han'ın hazırlandığı gibi hazırlanmamız lâzım!..
Fatih Sultan Mehmed Han cennetmekân, İstanbul'u alırken, bize tarihte başarının çok güzel bir örneğini vermiştir. Asrın ve ilmin ve fennin gerektirdiği her türlü hazırlığı yapmıştır. Boğaz'da üç ay içinde hisar dikmiştir, Boğaz'ın yolunu kesmiştir. Çanakkale Boğazı'nda da --belki herkes Çanakkaleli olmadığı için, oraya gitmediği için bilmez-- İstanbul'daki Anadolu ve Rumeli hisarları gibi hisarlar yaptırmıştır. Orayı da kesmek gerektiğini bilmiştir, düşünmüştür, tedbirini almıştır. Dur diye işaret edildiği halde durmayan, söz dinlemeyen gemiler de batırılmıştır, batırılacak tedbirler alınmıştır. Kesilmiştir boğazlar, boğaz kesen hisarlarıyla...
Sonra, çok büyük toplar dökülmüştür. Fatih Sultan Mehmed kendisi havan topunu icad etmiştir. Bu surların üzerinden, bu topları öbür tarafa da aşırmak lâzım diye havan topunu da icad etmiştir.
Ben onun için bütün kardeşlerimize ciddî olarak, "Oturun, icadlar yapın!" diyorum. Bana icad yapmak da zor gelmiyor. "Kendim de otursam bir kaç tane şey yapabilirim." diye düşünüyorum. Bazı fikirlerimi de arkadaşlara söylüyorum: "Kapı şöyle olmalı, pencere böyle olmalı!.. Şurda şu yeniliği yapmalı!.." filân diye... Bilgide üretici olmadığımız zaman, kendimiz zihnimizi çalıştırarak yeni bir şeyler bulacak bir yapıya sahip olmadığımız zaman, taşıma suyla değirmen dönmez.
Kaddafi --biliyorsunuz-- "Şu paralelden daha aşağıya geçen uçağı vururum!" demişti büyük bir tehditle.... Çünkü, elindeki Rus silâhlarına güveniyordu. Bayağı iyi silâhlandığı kanaatine sahipti. Ama, Amerikalılar bir şeyi daha öğrenmişlerdi: "Onun silâhının menzili şudur, silâhı kullanırsa bile ancak şuraya kadar ulaşabilir. Ben ondan daha uzun menzilli bir silaha sahip olursam, onun ulaşabildiği yükseklikten daha yüksekte uçarsam, bana zarar veremez." demiştir. Hakîkaten, onun söylediği hududu geçmiştir ve onun sarayını bombalayarak çocuğunu şehid etmiştir. Bu bir teknolojik mücadeledir. Onun için mutlaka bilimsel araştırmalar yapmamız lâzım!..
Tabii, bilimsel araştırmalar çok pahalı araştırmalardır. Fabrika icabında kazancının %70'ini, %80'ini araştırmaya harcıyor ama, ilim adamlarının söylediklerine göre, en kârlı yatırım da ilme yapılan yatırımdır. O kadar parayı harcıyorsunuz ama, ondan dolayı da en büyük kazancı kazanıyorsunuz ve sonunda yine siz kârlı çıkıyorsunuz. O halde biz, karınca kararınca, gerek teknik konularda, gerek sosyal ve kültürel konularda mutlaka araştırmalar yapmalıyız!..
Bir ayırım da beni rahatsız ediyor: Herkes aleti yalnız teknik alet, teknik cihaz sanıyor, silâh sanıyor... Tabanca, top, tüfek veya elektronik alet, düğmeleri çevrildiği zaman bir takım şaşırtıcı sonuçlar alınan şey sanıyor. Bu kısır bir görüştür. İlmî çalışmaların konusu sadece teknoloji değildir, sadece o çeşit aletler değildir. Sosyal alanda da onun uygulaması vardır. Sosyal aletler de vardır. Bir milleti yıkmak için, bir orduyu mağlub etmek için sadece silah kullanılmaz; psikolojik silahlar da vardır. Daha başka tarafları da vardır işin...
O bakımdan, ilmin her çeşidini İslâm çok muhterem saymış. Biz de tabii, müslüman olduğumuz için aynı kanaati size ifade etmek istiyoruz. Mühendis olursa insan kıymetlidir de, sosyolog olursa kıymetsizdir veya iktisatçı olurca şöyledir veya falanca olunca böyledir diye bir ayırım yanlıştır. Ben onun için, bana gelip de lütfen --Allah râzı olsun, çok memnun oluyorum-- "Hocam hangi sahayı seçeyim?.. Hocam üniversite bitiyor; mezun olunca ne yapayım?" diyen bütün arkadaşlara, ilim yolunu gösteriyorum: "Önce master yapın, sonra doktora yapın; mümkünse üniversitede kalın! Çünkü, ilmî kariyer, ilmî meslek insanın iyi yetişmesine sebep oluyor." diyorum.
O bakımdan hepinizden, her sahada, meselâ kültürel sahada çalışmalar yapmanızı istiyoruz. Meselâ; ben kendimden bir misâli size --izin verirseniz, hoş görürseniz-- ben vereyim: Doktora çalışmalarım sırasında, IV. Yüzyıl'da yaşamış bir şahsın hayatı üzerinde incelemeler yaparken, Hacı Bektâş-ı Velî'nin bir eserini buldum. Hacı Bektâşî Velî'nin bir eserini mecburen okuduğum için; çünkü, ne bektâşîliği seviyordum, ne de sâfî dînî olmayan bir yolu seviyordum. Hattâ edebiyatı, romanı bile sevmiyordum ben şahsen, vakit israfıdır diye... "İnsan eğer imkânı varsa, ayet okusun, hadis okusun!" diye düşünüyordum. Biraz katı idi kanaatlerim...
Hacı Bektâş-ı Velî'nin bir eserini belki okumazdım. Ama, doktora tezim dolayısıyla okuyunca gördüm ki, Hacı Bektâş-ı Velî içkinin müthiş aleyhinde... Bu çok önemli bir şey... İçkinin çok aleyhinde... "Bir damlası bir yere damlasa, orda bir ot bitse, o otu bir koyun yese, o koyunun eti yemem!" gibi ifadeler çok mühim...
Tabii, bu bir bilimsel bulgudur. İşte netice itibariyle insan, hani toprağı kazarken arkeolojik bir parça buluyor, çok kıymetli olabiliyor. Bunun üzerine ben doçentlik tezimi Hacı Bektâş-ı Velî'nin eserleri üzerine aldım, o konuda çalıştım. Şimdi ne zaman Hacı Bektâş-ı Velî'yi anma toplantısı olsa, televizyonda bir konuşma olsa, bir yerde bir festival olsa; bizim eser koltuk altında... Açılıyor sayfaları, "Hacı Bektâş-ı Velî şöyle dedi, böyle dedi." deniliyor. Elhamdü lillâh, günümüzde bir yaraya merhem oluyor. Bir yanlışlığın düzeltilmesine vesîle oluyor.
O halde bilimsel araştırmanın faydası, sadece teknik bir takım aletler bulmakta değildir. Başka sahalarda da, edebiyat sahasında bile görülebiliyor. Ki, edebiyatı çoğumuz lüzumsuz bir şey olarak da görebiliyoruz.
Yükseliş Mimarlık-Mühendislik Okulu'nda hümaniter bilgiler dersi diye bir ders koymuşlar. Beni arkadaşlarım, oraya hoca olarak tayin etmek istediler. Bizim mahalleden çok sevdiğimiz ihvânımız, namazı beraber kıldığımız elektrik-elektronik mühendisi bir kardeşim dedi ki:
"--Vallà kardeşim, Esatçığım! Ben sana dobra dobra söyleyeyim: Mühendisler edebiyata önem vermezler, fasarya ve palavra olarak görürler." dedi. --Kusuruma bakmayın, kelimeleri aynen böyle kullandı.-- "Onun için, sen oraya gitme! Mühendisler seninle alay ederler." dedi. Ben çıkacağım, mühendis olacak kimselere Türkçe dersi anlatacağım. "Seni ciddîye almazlar, rezil olursun. Ben senin üzülmeni istemiyorum; sen o dersi kabul etme!.." dedi.
Fakat ben düşündüm, "Mühendise edebiyat gerekli mi, değil mi?" diye... O sorunun cevabını buldum ve iknâ edici döküman topladım, derslere öyle hazırlandım. Bizim derslerimiz elhamdü lillâh, Allah'ın lütfuyla talebelere faydalı oldu. Hâlen burda aranızda, oralarda okuttuğum talebeler vardır. Mühendis olmuşlardır, kıymetli hizmetler görmektedirler.
İlmin herhangi bir dalı dahi kıymetlidir, önemlidir. Önemsiz bilgi yoktur. Yeter ki, gerçekten ciddî bir ilmî çalışma olsun... Sizi böyle çalışmalara teşvik ediyorum. Bu yetmez. Çünkü, zamanı belli olmayan geniş bir şeydir bu... Uzun bir çalışmadır, ömür boyu sürer, asırlarca sürer.
Bizim de sizlerin yardımıyla bir ilmî araştırmalar merkezi kurmamız lâzımdır. İşte burda bir âciliyet vardır. Herkes cami yapmağa, Kur'an Kursu yapmağa para veriyor da; "İlmî araştırmalar merkezi kuracağız!" dediğiniz zaman, "Pöff, bu neyimiş?" diyebiliyor. Onun için size, ilmî araştırmanın ne kadar önemli olduğunu misalle anlatmak istedim.
Biz ilmî araştırmalar merkezi kurmak zorundayız. Niçin?.. İslâm için... Çünkü, İslâm sahipsiz kalmıştır. Dümen, dümencisiz kalmıştır. Neyin nasıl yapılması gerektiği bir curcuna, kaos, kargaşa içinde, her kafadan bir ses çıkar durumda, bir ormanda iyi tesbit edilememektedir. İlmî çalışmalara çok şiddetli ihtiyaç olduğu kanaatindeyim.
Bunun için, bu meselelerde full-time çalışacak elemanları besleyecek maddî kaynağa ihtiyaç vardır. Bu Kocatepe gibi bir cami yapmaktan daha önemlidir. Çünkü, dün bir arkadaşımız hatıralarını anlattı burda: "Üsküp'te üç tane selâtin cami gördüm ama, içinde namaz kılacak insan yoktu." diyordu. Cemaat camiyi yapar ama, caminin mevcut olması cemaati meydana getirmiyor.
O halde camiden önemlidir insan ve yetişmiş eleman müslümanlığa, İslâm'a taş toprak yığınından daha faydalıdır. Onun için derler ki: Hacı Bayram-ı Velî, Yazıcıoğlu kendisine yazmış olduğu eseri getirince demiş ki, "Böyle boş şeylerle, şiirle ve sâireyle uğraşacağına, bir insan üzerine eğilip de onu kâmil bir insan olarak yetiştirseydin ya..." demiş. Eskiler kâmil insan yetiştirmeğe, tam eleman yetiştirmeğe büyük önem vermişlerdir.
Ben çok iddialı olarak söyleyebilirim: Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'dir. Ama tarih kitapları öyle yazmıyor. Çünkü, Osmanlı'nın bütün fertleri Mevlânâ'dan feyz almışlardır. Mesnevî onların ahlâk kitabı olmuştur. Osmanlı olup da, eli kalem tutup da --ister kadı olsun, ister asker olsun, ister şair olsun, ister esnaf olsun-- Mevlânâ'yı bilmeyen yoktur. Mevlânâ'dan feyiz almayan yoktur.
Onun gibi tabii daha başka meşâyih-i izâm, evliyâullah-ı kirâm (Kaddesallahu ervâhahüm), her birisi hizmetler yapmışlardır. Onun için müesseseler kurmak gerektiğini size, acil bir ihtiyaç olarak sunmak istiyorum. Yâni böyle bir yerde bir arkadaşımız dedi ki dün akşam, gönderdiği kâğıtla: "Biraz sıkışık oldu. Dört gün yetmiyor, bunu biraz daha geniş yapsanız." dedi. Ne kadar geniş olsa yetmez; üç ay da yetmez, bir sene de yetmez. Bu iş böyle toplulukların işi değildir, müesseselerin işidir. Müesseselerdeki yetişmiş elemanların işidir.
Onun için, yetişmiş elemanları destekleyin! Bir gàzinin geride kalan ailesine bakmak da, gazâ sevabı kazandırır insana... Onlar bu meseleleri bulurlar, size ne yapmanız gerektiğini söylerler ve çareyi de ortaya koyarlar. Hastalığı da tedâvi etmek mümkün olur Allah'ın izniyle... Onun için müesseseler kurmamız gerekmektedir.
Tabii, bakıyorum, umûmiyetle arkadaşlarımız, genç arkadaşlar... Millet olarak genç bir milletiz. Yaş ortalaması düşük... Genç arkadaşlar, mâlî imkânları mahdut arkadaşlar ama, bir hakîkati daha ortaya koymak istiyorum: Kör olasıca paranın çok muazzam bir gücü vardır. Bu güç, Peygamber Efendimiz'in zamanında da böyleydi. Peygamber SAS Efendimiz, Hazret-i Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in muazzam servetini İslâm'a tahsis etmesiyle çok büyük hizmetler ortaya konulduğunu ifade etmiştir hadis-i şeriflerinde... Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'e dua etmiştir. Osman-ı Zinnûreyn Hazretleri'nin muazzam servetini orduların techizine vermesiyle, Osman-ı Zinnûreyn Hazretleri'ne (Radıyallahu anhüm ecmaîn) çok dualar etmiştir.
Yâni, Peygamber Efendimiz'in zamanında da mâlî meseleler, mâlî kaynak mühim bir mesele olmuştur. Mü'minler çok büyük fedâkârlıklarla, ellerinden gelen genişlikte mâlî destekler vererek, mücâhidlerin techizatına ve İslâm'ın gelişmesine yardımcı olmuşlardır.
Bugünkü devletlerin güçleri --rakamlarla konuşmacılardan dinlediniz-- mâlî durumlarıyla ölçülüyor. Millî gelirleriyle ölçülüyor, ithalât ihracatlarıyla ölçülüyor. Netice itibariyle parası çok olan, paranın gücüyle çok büyük atılımlar da yapabiliyor. Daha büyük adımlarla ileriye gidiyor. O bakımdan, bizim vakıflarımızın koordinasyon kurulu olarak, ne yaparız da mâlî meseleleri aşabiliriz diye çok düşünmüşüzdür. Müesseseler kuruyoruz ama, hep genç arkadaşlarımız olduğu için, sıfır sermayelik bir büyük şirket kuruyoruz. Sermaye yok... Ondan sonra Allah'a çok şükür, Allah yardım ediyor. Şöyle şöyle bir noktaya geliyor.
Bir cihaz alacağız; haydi lizing yoluyla filân yerden şu kadara cihazı alıyoruz. Üç sene beş sene onun ödemesi devam ediyor. Halbuki, doğrudan doğruya kardeşlerimiz mâlî desteklerini bize vermiş olsalar, biz lizingden zaman kaybetmeyecektik. Mâlî meselelerden dolayı ayağımızı yorganımıza göre uzatmak mecburiyetinde kalmayacaktık. Bir mâlî potansiyel meydana getirme, bir bütçe meydana getirme, bir yatırım birikimi meydana getirmek gerekiyor.
Çok faydalı ve önemli yatırımları görüyoruz. Onlara ilerlememiz gerektiğini düşünüyoruz. İlerlediğimiz zaman karşımıza aşılmaz dağlar çıkıyor. O aşılmaz dağlar, mâlî meselelerdir. O kadar büyük rakamlar çıkıyor ki, bakıyoruz, "Biz bu dağı tırmanıp öbür tarafa gidemeyiz!" diyoruz, geri çekiliyoruz. Eğer mâlî imkânımız olsa, bunları aşacağız ve hizmet ortaya konulacak, güzel çalışmalar yapılacak.
O bakımdan, şöyle bir şey düşündük. "Kardeşlerimizin tasarruflarını toplayabileceğimiz ve düşündüğümüz atılımlarda kullanacağımız müesseseler yapabilirmiyiz?" diye düşündük. Bunun çözümünü bulduk. Onun için atıl sermayelerin, boşa bağlanmış paraların hareketli hale gelmesini, paranın sahibine dönüp bir rant, kâr getirmesini de düşünüyoruz. Burada onların izahını kardeşlerimiz sizlere yapacaklar.
........
Bir kardeşimiz: "Aşağı-yukarı konuşmacıların hepsi, Gümrük Birliği'ne, Avrupa Birliği'ne üye olmak meseleleri bahis konusu olduğu zaman, bu birliği gerekli gibi gösterdiler. Bunun dinen cevâzı var mı?.." diye sordu. Konuşmacı da, "Bu benim saham değildir." diye bana havale eyledi soruyu...
Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki, bismillâhir rahmânir rahîm:
(Lâ yettahizil mü'minûnel kâfirîne evliyâe min dûnil mü'minîn) "Mü'minler, mü'min kardeşlerini bırakıp da kâfirleri kendilerine dost, müttefik ittihaz etmesinler!.." Mü'min mü'minle dost olur, müttefik olur; kâfirle dost, müttefik olmaz!.. Müslümanları bırakıp da, kâfiri kendilerine müttefik ve dost edinmesinler!..
(Femen yef'al zâlike feleyse minallâhi fî şey') Kim böyle yaparsa, Allah'dan bir yardım, bir hayır ummasın!.. Böyle bir şey Allah'ın hoşuna gitmediği için Allah onlara yardımcı olmaz!" buyruluyor.
Tabii, ana mesele, ana hareket tarzı mü'minin mü'minle ittifak etmesidir, mü'minle dost olmasıdır. Bu mânâdan bakıldığı zaman, Gümrük Birliği'ne girmek ve Avrupa Birliği'ne üye olmak; "Faydaları olabilir." diyor mütehassıslar, "Mahzurları da olabilir." deniliyor. Ben bir cümle daha ekleyeyim: "Alternatifleri de vardır." Yâni faydası vardır, mahzuru vardır, alternatifi de vardır. Bizim mü'min olarak vazifemiz, alternatifini geliştirmektir.
Allah şâhid olsun ki, biz Gümrük Birliği'ne aslâ râzı değiliz!.. Avrupa Birliği'ne aslâ râzı değiliz!.. Çünkü, hristiyanlarla ittifaka aslâ râzı değiliz!.. Çünkü:
(Ve lillâhil izzetü ve lirasûlihî ve lil mü'minîne velâkinnel münâfikîne lâ ya'lemûn) "İzzet ve itibar, kıymet ve değer Allah'ındır, Rasûlüllah'ındır ve mü'minlerindir. Amma, bunu münafıklar anlamazlar!" İzzet sahibi olması lâzım müslümanın!..
Bana bir kardeşim gelip soruyor, diyor ki:
--Hocam, elimde iki imkân var: Yedeksubay olarak da askerlik yapabilirim, er olarak da yapabilirim... Yedeksubay olarak askerlik yaparsam şu kadar ay, er olarak askerlik yaparsam şu kadar daha kısa...
Ben diyorum ki:
--Yedeksubay olarak askerlik yap!..
--Niçin?..
--Mü'mine izzet yakışır!.. Aziz olmak yakışır mü'mine...
Onun için, biz birisinin kuyruğunda olamayız. Birisi bizim arkamızdan eteğimizi tutsun, bizim arkamızdan gelsin. Ama, biz birisinin arkasına gidemeyiz!.. Onlardan da bize hayırlı ve İslâm'a faydalı bir fikir çıkmayacağı hareketlerinden bellidir. Arife tarif gerekmez amma, tariflik bir durum yok burda müşahhas olaylar var... Adamların bize bakışları ve bizimle muamelâtı ortada... Bütün muamelât düşmanca; biz hâlâ bağrı yanık bir aşık gibi, sevilmeyen bir aşık gibi boyna yalvarıyoruz:
--Aman ne olur, etme eyleme!..
--Yâ, istemiyorum dedim.
--Yâ etme eyleme!..
--Yâ istemiyorum.
Tekme tokat, böyle trajik birtakım filmler vardır. O yalvarır, öteki ağlar, berikisi istemez... İter, kakar, kapıyı yüzüne kapatır... Ne lüzumu var?..
--Efendim orada dörtyüz milyonluk bir pazar oluşuyor. Çok büyük bir ekonomik güç gelişiyor. Binâen aleyh, biz onun dışında kaldığımız zaman şöyle olabilir, böyle olabilir...
--Hiç bir şey olmaz!..
Hiç bir şey olmayacağımızı, araştırma enstitümüz inşallah size bir kitap halinde isbat edecektir. Konuşmacı kardeşlerimiz çok müeddeb kardeşlerimizdi, kendi sahalarının dışında konuşmuyorlardı; ama, ben de burda tabii mesleğimin dışında, biraz hislerimle konuşuyorum sanki... Fakat mutlaka bunun alternatifi vardır ve biz bu alternatifi bulmak zorundayız.
--Efendim, ne yapayım? Faiz yemeden olmuyor bu faizli düzende...
--Faizi yemeyeceksin, faize alternatif geliştireceksin!.. Haramlar senin yolunda yasaklardır, girilmemesi gereken yerlerdir, uçurumlardır. Uçuruma düşmeden arabanı götüreceksin. Orda direksiyonu kıracaksın. İlle burdan gideceğim dersen, uçuruma yuvarlanırsın. Allah'ın sevmediği bir kul olduktan sonra, Allah'ın rızâsı için dünyaya gelmiş bir insan, neye sahip olsa kıymeti yoktur.
Onun için, yönetimden şikâyetler vardır. Gümrük Birliği'ne girişte menfaatimiz dahi kollanamamıştır. Ben daha ağır kelimelerle söyleyebilirim: Yöneticilerin arasında hainler vardır, memleketimizin kötülüğünü isteyenler vardır. Gazetelerden bunları görüyoruz. Bazı şeyler söylenemiyor ama, meclise girmiş hainler vardır. Dedik biz, yazdık. Sonradan bir kısmı zâten takibata da uğradı. Hainler vardır, içten bizi parçalamak isteyen insanlar vardır. Onları üslûplarından tanıyabilirsiniz. Ağızlarında sözleri eveleyip gevelemesinden tanıyabilirsiniz.
Bizim isteğimize rağmen bazı şeyler oluyor. Çünkü Türkiye'de gerçek bir demokrasi yoktur. Gerçek bir demokrasi uzun zamandır olmamış. Cumhuriyet, demokrasi var dedikleri zaman bile olmamış. Bir zaman dikta ile yönetilmiş, bir zaman tek parti ile yönetilmiş, bir zaman çok partili bir devreye girilmiş, ihtilâlle kapatılmış vs. Hâlâ halkın kahir ekseriyetinin arzusu bir tarafa, birtakım insanların halka rağmen halka karşı kararları vardır. Bu bir acı bir gerçektir.
Onun için çok haklı olarak, yüzde beş milyar, sonsuz defa tasdik ederek katılırım, aynen katılıyorum: Bir kere yönetimin değişmesi lâzımdır Türkiyede, işlerin düzelmesi için... Aklı başında, dürüst, namuslu, bilgili insanların gelmesi lâzımdır. Hiç bir şeyden anlamayan bir insan, imzasını doğru atmasını bilmeyen, hattâ okuma yazması olmayan insan bakan olmamalı!..
Olmuştur. Biz de ziyaret etmişizdir kendisini... Okuma yazma bilmeyen bir bakan ziyaret etmiş bir kardeşinizim... Çünkü, o zamanlar bizim imam-hatip okullarında çocukların başörtüsüyle ilgili bir problemimiz vardı. O münâsebetle gitmiş, görmüştüm.
Türkiye'de çok büyük gariplikler vardır. Tabii bunlar da hemen çözülmesi gereken problemlerdir. Biz bu memlekette kendimizi sığıntı olarak görmüyoruz. Biz şehid çocukları olarak, bu memleketin sahipleriyiz. Sahipleri olduğumuz için de, kendi mülkümüzün ıslahı bizim için önemlidir.
Bir yerde, Kuzey Irak'tan gelmiş bir kardeşimizle, salih kullar olmamızı konuşuyorduk. "Hocam!" dedi. "Salih kul olmak, iyi kul olmak güzel... İnsanın iyi olması gayet güzel bir şey... Ama biz, salihten öteye muslih kullarız. Yâni, başkasını da islah eden kullarız. Bir de o tarafımızın olması lâzım!.." Bizim sadece salih kul olmamız kâfi değil... Dervişiz, güzel ahlâklıyız, tatlı dilliyiz, güleçyüzlüyüz. Ağzından lokmasını al, ses çıkartmaz, tahammüllü... vs. Güzel ahlâk tamam... Ama biz sadece salih değiliz; muslih kullarız. Bir ülkenin mü'minlerinin salih olması yetmez; muslih olmadıkça, Allah o beldeyi kurtarmaz! İnsanların muslih olması lâzım, islâh edici olması lâzım!..
Onun için, bizim görevimiz sadece salih olmak değildir; aynı zamanda islâh etmektir. Onları islahın çarelerini arayıp bulmaktır. Her türlü tedbiri ortaya koymaktır.
Türkiye'nin --çok net ve açık olarak söylüyorum; zâten bir arkadaşımız söyledi, yüzde yüz olarak katılıyorum-- salih ve muslih idarecilere ihtiyacı vardır. Problemler orada düğümlendiği için, tek çare olarak, ilk ve acil çare olarak da onu söyleyebiliriz. Salih ve muslih, mü'min ve müttakî, haram yemeyen, rüşvet almayan, başka hesaplar yapmayan, dış ülkelerin rüşvetlerine kapılmayan, memleketine kötülük yapmaktansa ölümü tercih eden zihniyette olması lâzım!..
Milliyet gazetesinde Metin Toker yazmıştı. Ben şu anda isimleri unuttum. Doğu Almanya ayrı iken, utanç duvarı yıkılıp da Batı Almanya ile birleşmeden önce, Doğu Almanya'nın komünist bir yönetimi var tabii, o zaman... Rus yöneticiler geliyorlar, bakanlara tazyikte bulunuyorlar. Meselelerin düzeltilmesiyle ilgili bir bakanı da baskı altına alıyorlar. "Şunları şunları imzalayacaksın, şöyle şöyle olacak!.." diyorlar. Onları imzaladığı ve iş öyle olduğu zaman, Almanya kaybedecek. Yâni, Almanya'nın aleyhine, Rusların lehine bir şeyi zorla imzalattırmak istiyorlar.
Adam, "Bir dakika!.." diyor, kalkıyor, öbür odaya geçiyor. Biraz sonra, bir tabanca sesi geliyor "Gümmm..." diye... Gidiyorlar bakıyorlar ki, adam şakağından bir kurşun sıkmış, intihar etmiş. Yâni, "Doğu Almanya'ya hıyânet etmektense, onun aleyhine olan bir anlaşmayı imzalamaktansa, canıma kıyarım!" diyor.
Bir Alman böyle yaparsa, bizim yöneticilerimizin çok daha ileri seviyede olması lâzım!.. Ama bundan emin değiliz, "Türkiye'yi satabilirler mi?.." diye düşüneceğimiz insanların başta olması doğru değildir. En mühim meselelerden birisi de budur. Onun için çalışmak da, çok önemlidir.
Dün Hasan Celâl Bey'i bazı kardeşlerimiz sıkıştırdılar bunun için... Kâğıt gönderdiler. "Birlik ve beraberlik olmazsa, bütün siyasiler vebal altında kalır. Ne yapıp yapıp birleşmelidirler." diye yazmışım ben dergilerimizin eski sayılarının birisinde... Onu yazmış. "Niye birleşmediniz?" diye Hasan Celâl Bey'e söyleyince, o da güzel bir jest yaptı: "Hatamız varsa düzeltelim. Siz buyurun, siz aracı olun, birleşelim!" filân dedi.
Bakın, sol birleşiyor. 1995 ve 1996 yılı çok önemli... Bu yıllarda iktidarda olmadıktan sonra, meselelerin çözümlenmesi çok zor... Ama biz, bir sene iki sene önceden "Birleşin!" demişiz. Etmeyin, eylemeyin!.." demişiz. Kaç tane siyâsî ile konuşmalar yapıldı Ankara'da ve sâirede... Ama bu yapılmamıştır. Onun için hepsinin büyük vebali vardır. Bugünkü fecî gelişmelerden hepsinin vebali vardır. Çünkü, kuzular kurda emanet edilmemeliydi.
O bakımdan cesaretle söylüyorum, çekinmeden söylüyorum, gazetelerdeki dayanarak söylüyorum; isim de verebilirim, misal de verebilirim. Bizim memleketimizin her yönden güzelleştirilmesine; Ümmet-i Muhammed'e her yönden hizmet edilmesine dair görevlerimiz vardır. Sadece salih insan olmak, iyi insan olmak görevimiz yoktur; aynı zamanda ortalığı islah etmek görevimiz vardır. Onun için Çevre Dernekleri bile kurmuşuzdur. Ortalığı yeşertmek, güzelleştirmek, gül gülistan haline getirmek için... Ama tabii, ağaçtan önce insan vardır. İnsanın islahı önemlidir, insanların islahı önemlidir, müesseselerin islahı önemlidir. Müsseselerin faydalı bir şekilde çalıştırılması önemlidir. Bu hususta hepimize görevler düşüyor.
Tabii, bu görevleri sizler tek başınıza düşündüğünüz zaman, belki en uygun sonucu bulamayabilirsiniz. Bunlar bilimsel meselelerdir. İstişare de herkesle yapılmaz. İstişare, en yetkili şahıslarla yapılır. Gidip de, nâehil bir insanla istişare yaparsanız, beş tane nâehil insanla istişare yaparsanız; ondan sonra da istişare yaptım derseniz, kendinizi aldatmış olursunuz. İstişare, o konuyu bilen ehil insanlarla yapılır. Onun için istişarelerle bulunan sonuçları da desteklemenizi sizlerden istirham ediyoruz.
Kendimizi mütevâzi insanlar olduğumuz için, âciz ve nâçiz kimseler olarak görüyoruz. Öyleyiz, hiç şüphe yok... Amma, kıyaslandığı zaman --bütün insanlar âciz ve nâçiz olduğundan-- kâfirlerin, münafıkların ve fasıkların yanında çok daha güçlüyüz, kuvvetliyiz ve işlerin ehliyiz. Bu çok net ortadadır. Biraz daha gayret edersek, kâfirlerden de daha iyi duruma gelebiliriz. Bunun mücadelesini vermek şanlı bir mücadeledir. Allah hepimize gayret kuvvet ihsân eylesin...
(Vel akıbetü lil müttakîn) "Muhakkak ki, zafer, güzel sonuç müttakîlerin olacaktır!" Allah hepinize dünya ve ahiretin hayırlarını ihsân eylesin...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..
9 Nisan 1995 - Bursa