HİDÂYET ALLAH'TANDIR

Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm...
Bismillâhir rahmânir rahîm...

Elhamdü lillâhi hakka hamdihî... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaîn...

............

Allah-u Teâlâ Hazretleri kendi emirlerini, en son emrini; en doğru, en bozulmamış, en sağlam korunmuş, korunması Allah tarafından garantiye alınmış dinini ve peygamberini göndermiş oluyor. O halde doğru din üstündeyiz elhamdü lillâh... Ve bu doğruluğumuzu bizim gibi müslüman olarak doğmamış olan, aksine hristiyan veya yahudi olarak, komünist veya ateist olarak doğmuş olan insanlar da incelemeleri sonunda İslâm'a gelerek isbat ediyorlar. Eğer sadece biz kendi kendimizi beğenmiş olsaydık, "Bizim yolumuz doğru!" demiş olsaydık; "E canım, herkes kendisini medhediyor." diyebilirdi bir insan...

Bu konuyu inceleyen herkes müslüman oluyor. Amerikalısı da müslüman oluyor, İngilizi de... Fransızı da müslüman oluyor, İspanyolu da... Papazı da müslüman oluyor, hahamı da... Japonu da müslüman oluyor, Hintlisi de... Artık bütün bunlardan sonra, net olarak ortaya çıkıyor ki, bu bizim kendi kendimize kendimizi beğenmemiz değil; ortada bir gerçek var. Cümle cihan halkı incelediği zaman, bizim yolumuzun doğru olduğunu kabul ediyor, bize geliyor.

Bu bir hayal de değil, bir farazıye de değil... Bir boş iddia da değil... Güldür güldür, gümbür gümbür, herkesin gözü önünde olan olaylar... İşte Cat Stevens... Adamcağız Yunanlı, İngiliz tebaasından... Müslüman oluyor. Bizden daha uzun sakal bırakıyor. Sarık sarıyor, cübbe giyiyor. İslâm için çalışıyor. Türkiye'ye geliyor, plaklarını satıyor, "Gelirlerini Bosna Herseğe vereceğim!" diyor. Çalışıyor, çabalıyor.

İşte Fransız filozof Roger Garaudy... İşte Fransız bilimler akademisi üyesi Prof. Moris Bükey... İşte Kanadalı filâca alim, işte Japon filânca... Her ülkeden misaller bulmak mümkün... Ve eser yazıyorlar, neden müslüman olduğunu bildiriyorlar. Ve bu mesele inceleniyor. Elhamdü lillâh akîdemiz hak, inancımız doğru...

İngilizler Hindistan'ı işgal edip, hristiyanlar oranın ahalisini hristiyanlaştırma çalışması yaparken, bu asrın başında, hristiyanlar ile müslümanlar arasında bir münazara tertib edilmiş. Münazara ne demek?.. İki ekip olacak, iki grup, iki heyet olacak; birisi bir tarafta, birisi bir tarafta... Konuları konuşacaklar karşılıklı... Birisi şöyle diyecek; ötekisi de hayır öyle değil böyle diye kendi fikrini söyleyecek.

Müslümanların bir heyeti var, hristiyanların bir heyeti var... "Neleri konuşalım, şu ana maddeleri konuşalım!" diyorlar:

1. Tanrı fikri, tanrı inancı... Bakalım hristiyanlar mı haklı, müslümanlar mı haklı?..

2. Peygamberlik fikri... Peygamberlik nedir?.. Bakalım hristiyanlar ne diyor, müslümanlar ne diyor; hangisi haklı?..

3. İlâhî kitap fikri... Bakalım hristiyanlar ne diyor, müslümanlar ne diyor?..

Böyle yedi madde sıralamışlar, yedi konuyu görüşecekler. Bu konuları konuşmak üzere Hindistan'daki misyoner papazlardan bir heyet ile müslüman alimlerden teşekkül etmiş bir heyet, bir büyük toplantıda buluşmuşlar.

Hristiyanlar diyor ki: --hâşâ sümme hâşâ--

"--Hazret-i İsâ Allah'ın oğlu..."

Müslümanlar da diyor ki:

"--Hayır! Allah alemlerin rabbi, kâinâtı yaratan, yöneten çok yüce varlık, her şeye kàdir olan varlık... Hazret-i İsa'dan önce de vardı, Hazret-i İsa'dan sonra da var..."

Konu müzakere ediliyor, müslümanlar haklı çıkıyor.

İkinci konu: "Peygamberlik nasıl bir şeydir, nedir?" Hristiyanlar konuşuyorlar... Müslümanlar konuşuyorlar, diyorlar ki:

"--Allah peygamber gönderiyor insanlara... Tâ sizin de kabul ettiğiniz Adem AS'dan, Nuh AS'dan, İbrâhim AS'dan Peygamber Efendimiz'e kadar böyle..."

Müslümanlar haklı çıkıyor.

"--Allah-u Teâlâ kitap vahyediyor Peygamberlerine... İşte Hazret-i Mûsâ'ya Tur Dağı'nda indirilen, vahyedilen Tevrat... İşte Hazret-i İsa'ya indirilen İncil... İşte bize indirilen Kur'an... Sizin kitabınızda şu şu konular yanlış... Eski aslında yok..." diyorlar.

Müslümanlar haklı... Böyle bütün konularda müslümanlar haklı çıkınca, aldıkları emir üzerine papazlar müzakereyi yarıda kesiyorlar, aldıkları emir üzerine toplantıdan geri çekiliyorlar.

Bu, dünyanın her yerinde böyle... Bizim Malatyalı bir mühendis arkadaşımız var; Çamlıca'da oturuyor şu anda, Yaşar Göktürk diye... O, Amerika'da bulunduğu sırada hahamları, papazları ve müslüman alimleri bir konferansta toplamış. Çok büyük iştirak olmuş, dinleyiciler gelmiş. Hepsinin huzurunda bu üç dinin mensupları konuşmuşlar, sonunda müslümanların haklılığı ortaya çıkmış.

Artık mesele beynel milelleşmiştir. Amerikalısı da biliyor. Hattâ Amerikalı papazlar diyorlarmış ki, bizim arkadaşlarımıza:

"--Canım sizin dininiz hak ama, ne yapalım? İşte burda hristiyanlar gelmiş, tarihî bir şey olarak... Biz de onlara faydalı olmağa çalışıyoruz." diyorlarmış.

Yine ben geçen gün öğrendim ki, Papa kendisine bağlı organizasyonlara Fâtiha'yı okumayı tavsiye etmiş. "Fatiha sûresini okuyabilirsiniz, besmeleyi çekebilirsiniz!" diye... Hak çünkü... Ama biz onların akîdelerini incelediğimiz zaman, doğru olmadığını görüyoruz. Bunların da ne bakımdan yanıldıklarını isbat etmek mümkün oluyor, bu kesin...

Allah'a hamd ü senâlar olsun, hak din üzerindeyiz. Bu hak din üzerinde olduğumuz artık isbatlanmış bir gerçektir. Hani insan Çin'de doğar, budist olur... Afrika'da doğar totemist olur, puta tapıcı olur... Güney Amerika'da doğar, Kızılderililerin arasında doğar... Olsun, nasıl doğarsa doğsun, sonunda incelediği zaman herkes gerçekleri kabul etmek zorunda kalıyor. Doğru yol üzerindeyiz, Allah'a hamd ü senâlar olsun...

Bu doğru yol üzerinde olduğumuz, dünyanın her yerindeki alimler tarafından da isbat edilmiştir. O bakımdan İslâm'a bağlılığımızla Allah'a hamd etmeliyiz, şükretmeliyiz. Bu bağlılığımızın ne kadar kıymetli olduğunu bilmeliyiz. Dinimize sımsıkı sarılmalıyız. Avrupa'da da olsak, Almanya'da da olsak, İsveç'te de olsak, Hollanda'da da olsak, İngilterede de olsak, Amerika'da da olsak, artık bu hak dine sarılmalıyız. Bu dine mensub olduğumuz için Allah'a hamd ü senâlar etmeliyiz ve bu dinin gereklerini yapmalıyız.

İnsan hak dine girdiği zaman elbette önüne doğru yol açılıyor. Hayatı boyunca gideceği dosdoğru bir yol... Orda dosdoğru yürürse, ahirette de cennete girecek, cehenneme düşmeyecek, azaba uğramayacak.

Fakat bu dosdoğru yolda yürümek bir çalışma sonucu; doğru yürümek, doğru yaşamak bir gayret sonucu... Yâni, hemen ben müslüman oldum demekle iş bitmiyor, iş başlıyor. "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh" deyince iş bitmiyor, iş başlıyor. Bir kapı açılıyor, uzun bir yol görünüyor. Bu yolda yürümek lâzım, usûlüne uygun yürümek lâzım!.. Bu yolun kaidelerine uygun yürümek lâzım, hayatı öyle sürmek lâzım!..

Mü'min olduğu halde, İslâm dinine mensub olduğu halde bir insan; tamam, müslüman ama, bu yolda doğru yürümediği zaman, doğru işleri yapmadığı zaman ahirette yine cennete giremeyebilir, cehenneme düşebilir, azaba uğrayabilir, cezâ çekebilir. Meselâ, kötü işler yapar.

--E bir mü'min, bir müslüman kötü işleri yapabilir mi?..

Yapabilir. Çünkü, insanoğlunun yapısında, kafasında, gönlünde her şeyi yapabilecek bir yapı vardır. Yâni hem müslümandır, bir taraftan da kendisini tutamazsa harama bakar. Hem müslümandır, bir taraftan kendisini frenleyemezse, haram lokmayı yer. Hem müslümandır, bir taraftan kendisini zorlamazsa ibadetlerde gevşeklik yapabilir. Hem müslümandır, hem de müslümanlığın icablarını yerine getirmeyebilir. Üşenir, çekinir, utanır... Çeşitli duygular var...

Meselâ, "E şimdi ben burda namaz kılsam, bütün Almanlar bana bakacak. Kılamam yâ!.. Boşver, şimdi kılmayayım." diyebilir. Ne oldu?.. Utandı. Namaz vakti geçiyor, kılsa kılacak orda ama, Almanlar utandı, namazı kılmadı. İbadeti yapamamak için utanmak bir sebep olabilir. Korkmak bir sebep olabilir; işte işimden atılırım vs. gibi. Veyahut, ibadet zor geldiğinden tenbellik olabilir. Veya, günah tatlı olduğundan, keyfli zevkli olduğundan eğlenceye kayabilir. Şurada eğlence var, gazino var, bar var, pavyon var... Çok zevkli bir gece, çok güzel program hazırlanmış. Arkadaşı da gel gidelim diyor. Bu da müslüman... Gitmemesi lâzım ama, eğlence tatlı gelip gidebilir.

Demek ki, insanın müslüman olması var... İyi bir şey, iyi bir kapı açılıyor, iyi bir yol görünüyor ama, bu yolun açılması her şeyin bitmesi demek değil muhterem kardeşlerim!.. Bir bakıma müslüman olarak yaşayıp, işi sonuna kadar götürmek, yarışı bitirmek zor; maraton gibi zor... Hani, maraton 42 km imiş. 42 km'yi de düşünün, nerden nereye kadar bir yol olduğunu... Yürümek bile kolay değil... İnsan bir saatte 5 km yürür normal olarak... 42 km, sekiz saat yirmi dakikalık yol eder; sabahtan akşama yürümek demek... Bunu da koşacak, maraton koşusu...

Maraton yarışına giren her yarışçı, maraton yarışının sonuna ulaşamaz. Yarıyolda yarışı terkedebilir; çünkü bu 100 metre koşusu değil... Hani, "Yavaş koşarım da sonuncu olurum!" dese; ama sonuncu bile olmayabilir bazı insanlar... Bunu anlıyoruz hepimiz. Çalışmanın gerektiğini, gayret göstermek gerektiğini biliyoruz.

Başka ülkelerden, başka kültürlerden misâl vermek istemem ama, bunun maraton gibi zor bir yarış olduğu kanaatindeyim. Gevşemeye gelmiyor, çalışmadan olmuyor, koşmadan olmuyor; bunu da bilmek lâzım!.. Yâni, "Ben müslümanım, ama sonuca ulaşmam için ter dökmem lâzım, çalışmam lâzım!" demek gerekiyor.

İnsanın müslüman olarak yaşamasına bazı engeller vardır. Bu engeller de tersine onu alıkoymaya çalışır. Bu engellerin bir tanesi, şeytandır. Şeytana dünyadaki insanların hepsi inanmayabilir. Yâni, "Ne mâlûm? Var mı, yok mu?" diyebilir. Kâfir dine de inanmadığı için, şeytana da inanmayabilir. "Görmüyorum öyle bir şeyi..." diye görünmeyen şeyi inkâr edebilirler, inanmayabilirler.

Biz inanıyoruz. Çünkü, Kur'an-ı Kerim'de Allah bildiriyor. Şeytan diye bir yaratık var... Değişik bir yaratık... Böyle her yere girip çıkabilen bir şey... İnsanın içine girip çıkabilen bir şey, dışarda dolaşabilen bir şey... Ezan okunduğu zaman, ezanın duyulmayacağı kadar uzağa kaçan, ezandan sonra gelen bir şey... İnsanın namaz kılarken aklını karıştıran bir mahlûk...

(İnneş şeytàne adüvvün fettahizûhü adüvvâ) "Şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman belleyin!" diye Allah emrediyor bize... Yâni, şeytanın düşman olduğunu bileceğiz, biz de onunla uğraşacağız.

Uğraşmak gerektiğini, şeytanla bir mücadele olduğunu biz biliyoruz. Hristiyanlar da biliyor. Onlar da satan diyorlar, satanik diyorlar, devil diyorlar. Böyle bir şeye onlar da inanıyor, yahudiler de inanıyor. Ama, ateist inanmaz. Modern terbiye almış, din terbiyesi almamış, eski kültürleri okumamış insan belki inanır, belki inanmaz.

Şeytan diye bir düşman var.. Ne yapıyor?.. İnsana kötü fikirleri empoze ediyor, telkın ediyor, vesvese veriyor.

(Ellezî yüvesvisü fî sudûrün nâs) "İnsanın göğsünde insana vesvese veren bir varlık..." İçinden insanın bazı duygular gelince, bazı düşünceler kafasına doğunca; bu düşünceler kötü ise, "Yâ gir şu bara, gir şu pavyona, iç şu içkiyi, eğlen şu kadınla!.." gibi düşünceler oluyorsa; veyahut, "İşte kimse görmeden yap şu hırsızlığı, at cebine parayı!.." diyorsa, böyle bir takım kötü şeyler geliyorsa, işte bu şeytandandır.

Ama, şeytanın doğrudan doğruya yaptırımı yok... Meselâ, sen çocuğunu alırsın:

"--Gel bakayım buraya!.. sıva bakayım kollarını, yıka bakayım ellerini!.. Al bakayım fırçayı, fırçala bakayım dişlerini!.. Hadi bakalım yatağa!.. Gürültü etme bakalım, yat!.. Kalk!.." dersin.

Nedir bu?.. Senin çocuğu zorlamandır. Çocuğun terbiyesinde zorlama olur mu, olmaz mı ayrı ama, zorlayabiliyorsun, zorla yaptırabiliyorsun.

Şeytanın zorlaması yok, zorbalığı yok... Zorla sana, şunu şöyle yapacaksın deyip de, "Yahu istemiyorum, yapmayacağım!" dediğin halde sana yaptırması yok... Nesi var?.. Fikir veriyor, tavsiye ediyor: "Gel içki iç, gel pavyona gir, gel şu günahı işle!.. Gel şu haramı yap!.." filân diye... Sadece telkin gücü var...

Bunu teselli olarak söylüyorum. Size ve bize bir tesellidir. Dışımızda bir kuvvet var ama, bize zorbalığı yok, bize zorla bir şeyi yaptırmıyor. Sadece diyor ki: "Böyle yapsan fenâ olmaz, gel bunu yap!" Sen de yapmam dersen kurtulursun. İyi bir şey bu... İyi ki, bereket versin ki şeytanın gücü yok; zorla bize yaptırırdı. Hiç istemediğimiz halde günahı yaptırsaydı, ittirseydi ne yapardık?..

Hani böyle hortum geliyor dönerek, evi köklüyor yerinden, alıyor havaya... Ev gtimiyeceğim filân diyemiyor, alıp götürüyor. İnsanları uçuruyor, arabaları uçuruyor. Hortum diyoruz; hani büyük fırtına, kasırga filân Amerika'da bakıyorsunuz çatıları uçuruyor, evleri havaya kaldırıyor. Şeytanın böyle bir şeyi yok... Sadece, "Şöyle yapsan nasıl olur beyefendi?" diyor. Sen de beyefendiliğini bilirsen, yapmazsan yapmazsın. Bu güzel bir şey... Çok şükür fazla kuvveti yok, sadece kandırmak için dili var, şeytanca bir mantığı var; o kadar...

İyi bir müslüman olmakta bizi engelleyen ikinci bir düşmanımız var bizim, o da görünmeyen bir şey; nefsimiz... Kendimiz yâni... İnsanın egosu, kendi benliği... Arapçada nefs deniliyor buna... Yâni, benim şu kalıbımın içinde bir kendim var, ben'im var, nefsim var... Bu nefis kötü şeyleri istiyor. İçki ister, bar, pavyon ister, kumar ister... İçki içenler, kumar oynayanlar hatırınıza gelsin diye söylüyorum; yoksa, herkesin içindeki kötü duygular farklıdır. Çeşit çeşit kötü duygular olur.

Meselâ, birisi diyebilir ki: "Öyle istiyor ki canım, şu adamı yakalayayım, gırtlağına çökeyim, boğayım şu herifi!.." Senin can dediğin, bunu sana dedirten insanın kendisi... Bu da şeytandan farklı bir şey... Uyku istiyor...

--Yâhu, gel çalış!..

--Yok, canım şu anda çok uyumak istiyor.

Esniyor, geriniyor, bilmem ne.

--Arkadaş ben çalışamayacağım, Allaha ısmarladık, yatmağa gidiyorum!

--Şu vazife bitecek yarına, bilmem ne...

--Vallà anlamam, uykum geldi.

Gidiyor. Yâni, bir şey istiyor canı ve yapıyor. Önüne geçmek de zor... İşte insanın içinden bu istekleri yapan kendi egosuna, benine nefs deniliyor. İslâm'ın en güzel taraflarından biri --dünyadaki başka sistemlerde bu yok-- insanın egosunun varlığını isbat edip, ortaya koyup, bunu düşmandır diye bildiren inanç sistemi bu... Başkalarında böyle bir şey yok... Millet kendi içinde kendisinin nefsinin kendisine düşman olduğunu bilmiyor. Dünya üzerindeki insanların çoğu bilmiyor.

"--Tamam, canım istedi yaparım yâ... Ben hür olmalıyım, istediğimi yapmalıyım!" diyor.

Biz diyoruz ki:

"--Hayır, sen istediğini yapamazsın! Senin isteklerini isteyen içindeki nefsin var; onun her dediği yapılmaz!" diyoruz.

Bizi öteki insanlardan ayıran önemli bir zihniyettir bu... Çok büyük bir farktır.

Bu nefsi batılılar bilmez; Avrupalılar, Amerikalılar, İngilizler bilmez. Onun için, hepsi nefsinin esiridir. Sırf nefsi emretti diye çok kötülükler yaparlar. Kapris diyoruz, gaddarlık diyoruz, sadistlik diyoruz; bu kelimeleri duydukça, aklınıza bazı tipler geliyor, anlıyorsunuz bu işi... Adam sadist... Sad İngilizcede elem, keder, ızdırab demek... Sadist, birisine ızdırab çektirmekten, işkence etmekten zevk alıyor. Yâhu başka hiç mi zevk bulamadın, niye zevk alıyorsun?.. Bu adam ağladıkça niye senin hoşuna gidiyor?.. Onu çimdirdikçe, etinden bir parça kopardıkça, feryad ettikçe sen niye memnun oluyorsun?..

Vampir var, kan emiyormuş. Hakîkisi var, sahtesi var, romanlaşmışı var... Yanaşıyormuş kadının ensesine, hart diye ısırıyormuş, kanını emiyormuş. Ama biz onu yapan insanı düşünelim, onu yapan kim?.. O katil, o vampir, o sadist, o gaddar, o zalim neden yapıyor?..

--İçinden bir şey geliyor, yapıyor.

Haa, işte bizim dediğimize geldiniz şimdi... Demek ki, insanın içinden her gelen şey, insan tarafından yapılmamalıymış. İşte İslâm bunu söylüyor. İslâm bunu dağdaki çobana da, çöldeki bedevîye de, medresedeki alime de, şehirdeki olgun insana, kültürlü insana da öğretiyor. Bu da çok büyük bir avantaj... Yâni, bizim nefis diye bir düşman olduğunu bilmemiz çok büyük bir avantaj... Kendi kendimizi, içimizden gelen bazı duygularımızın doğru olmadığını bilmemiz, onları yenmemiz gerektiğini bilmemiz, çok ileri bir şey... Bunu kim bilir?.. Başka kültürleri tanıyan ve milletleri bilen, başka insanları hareketlerini incelebileyen, tahlil edebilen kimseler, bunun ne kadar kıymetli olduğunu bilir.

Adam kendi kendisinin karşısına çıkabiliyor, tenkid edebiliyor İslâm'da... "Yok, öyle yapmamalıyım. Nefsim burda haksızlık ediyor, nefsime uymamalıyım!" diyebiliyor.

İşte, nefsin isteklerine hevâ-yı nefs diyoruz. Hava var teneffüs ettiğimiz, bu hevâ... Yazılışları biraz farklı... Hevâ; he, vav, ye ile yazılır. Hava; he, vav, hemze ile yazılır. Hevâ-yı nefs, insanın içindeki arzular... Demek ki hevâya uymamak lâzım!.. Tabii nefsin hevâsı, yâni istekleri çok kuvvetli isteklerdir. Kuvvetli isteklere Arapçada şehvet deniliyor. Şehevât-ı nefsâniyye, insanın nefsinin çok kuvvetli istekleri...

Şehvet sadece cinsel arzu demek değildir. Meselâ insanın çok yemek arzu etmesi de şehvettir. Buna şehvetül batın, yâni midenin şehveti derler. Adam acıktım diyor, bir şeyler yemek istiyor... Yiyor, doymuyor, daha istiyor... Yandakininkini alıyor, ötekisine uzanıyor... vs. İşte şehvet, şehevât-ı nefsâniyye, kuvvetli arzular veya hevâ-yı nefs, nefsin hevâsı, istekleri; bunlar makbul şeyler değil!.. Şeytanın vesveseleri gibi, bunlar da kötü...

Kötü olan şeyleri, haramları, günahları liste halinde yaparsak: Şeytanın vesveseleri, nefsin hevâ ve hevesleri; bunlar kötü şeyler... Bunlara uydu mu insan, mahvolur. Nefsinin peşinde gitti mi, çok zarara uğrar. Talebe ise, başarısız olur. İşadamı ise, işini kaybeder. Aile reisi ise, ailesini geçindiremez. Sıhhatini bozar, sarhoş olur, ayyaş olur, başarısız olur, işini batırmış olur... vs. Bütün kötülükler böyle bunlardan oluyor.

Bu ikisi bizim içimizde, yâni bizim gönlümüzle, aklımızla ilgili şeyler... Şeytanın vesveseleri, nefsin şehvetleri; bunlar bizim içimizde... Tabii, bizim dışımızda bir de etrafımızda çevremiz vardır, dünyamız vardır. Buradan aldığımız etkiler vardır. Başka insanlardan görüp de, "Biz de yapsak yâhu!" diye özenmelerimiz vardır. "Başka insanın arabası var, benim de arabam olsun... Başka insanın köşkü var, bahçeli evi var, havuzlu evi var; benim de olsun... Başka insan şöyle güzel giyiniyor, ben de güzel giyineyim..." vs.

Dünyanın pek çok güzellikleri vardır. İnsanın ağzını suyunu akıtan pek çok güzellikleri vardır. Bunları da elde etmek istiyor insan... Bunlar da insanın birtakım yanlışlar yapmasının temeli oluyor. Yâni, "Ben şu parayı elde edeyim, şu mevkiyi elde edeyim; ondan sonra her istediğimi yaparım!" diye bir sürü kötülükleri dünya sevgisinden yapıyor insan... Bu da bir düşman... --Ben bunların hepsini ayetlerden, hadislerden söylüyorum. Bunları bilen bir insan olarak özetini söylüyorum size, özetlemeğe çalışarak söylüyorum. Dinin ana manzarasını kısaca tasvir etmeğe çalışıyorum.-- Onun için, insanın etrafındaki düşmanlardan birisi de dünyadır.

--Yâ, bu dünya güzel, neresi düşman?.. Güller, sümbüller, ağaçlar, çiçekler, manzaralar, göller, sahiller, köşkler, saraylar niye düşman?..

Onları sevdi mi bir insan, onları elde edeceğim diye çok günahlı işler yapıyor, çok yanlış işler yapıyor. Hırsızlık yapıyor, soygun yapıyor... Onun için Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:

(Hubbüd dünyâ re'sü külli hatîeh) "Bütün hatâların başı, kaynağı dünya sevgisidir." Dünyayı sevdi mi bir insan; dünyadaki mevki, makam, para, pul, şöhret... vs. peşinde koşulan şeyler, herkesin elde etmek için uğraştığı şeyler; onları gaye edindi mi bir insan, hubbüd dünya ona çok yanlış şeyler yaptırıyor. Onun için bunu da bir tehlike olarak karşımıza koymuşlar, bu da bir düşman!..

--E ne yapacağız, dünyanın güzel şeylerini sevmeyecek miyiz?..

Sev kardeşim, sevme diyen yok; sev ama, dikkat onların sevgisi seni kötü işler yapmağa çekmesin!.. Anlatmak istediğimiz o... Zâten güzel olduğundan, herkes ister istemez seviyor. Ben sev desem de seviyor, sevme desem de seviyor. Kim sevmez güzel manzaralı bir yeri?.. Kim sevmez parayı, pulu?.. Herkes seviyor ama, para pul sevgisi, güzel şeyler insana kötülük yaptırtıyor. Benim ikaz etmek istediğim, dinimizin bize ikaz etmek istediği bu: "Bak, dikkat et, dünya tatlıdır, zevklidir, güzeldir, hoştur, sevimlidir, yakışıklıdır, fiyakalıdır... İnsanın gönlünü çeler, aklını başından alır, aşık eder kendisine... Aman sen onu sevip de, onun sevgisine düşüp de hatalı, günahlı işler yapma!.. Bu da sana günah yaptırabilir." diyor dinimiz. Mantığı bu... Yoksa, başka bir şey yok!..

Gülün kendisi kötü değil, gölün kendisi kötü değil... Paranın kendisi kötü değil... Bunları iyiye kullanan insanlar sevap kazanıyor. Parayı helâlinden kazanırsa, para kazandıktan sonra hayır hasenât yaparsa, cenneti kazanıyor. Doğrudan doğruya kötü değil ama, insanı kötülüğe çekebilir; dikkat etmesi lâzım!..

Onun için, Hocamız'ın çok söylediği bir mısrâ dâimâ benim aklımda durur. İsterseniz siz de Mehmed Zâhid Kotku Hocamız'dan bir hatıra olarak, böyle bir mısrâ da olsa yazın defterinize:

Fâni dünyâ hoştur ammâ, akıbet mevt olmasa!

derdi Hocamız başını sallayarak... Ah ölüm olmasa, ölmese; o zaman iyi... Ölecek, bir de öldükten sonra muhakeme olacak, Mahkeme-i Kübrâ var... Bir de sorgu sual olacak. Soracaklar; "Niye böyle yaptın, niye böyle yaptın, niye böyle yaptın?" diye soracaklar. İşte onun için bu dünyanın keyiflerine, zevklerine karşı insan uyanık olmalı, dikkat etmeli!.. Bu da bir tehlike...

Başka hangi tehlike var, insanın etrafında?.. İnsanlar tehlike oluşturabilir. Kötü arkadaş tehlikedir. Arkadaş olduğu için insan onu sevdiğinden, "Ben bu arkadaşımı seviyorum!" diye onunla beraber gezerken, tozarken kötü şeylere alışır, bir tehlike olur. Kötü arkadaş bir tehlike oluşturabilir. O halde arkadaşı seçmeye dikkat etmesi lâzım!.. Fâsık, fâcir, günahkâr, iradesi zayıf, nefsinin esiri, şeytanın esiri insanlarla arkadaş olursa, onunla arkadaşlığı dolayısıyla zarara uğrayabilir. Herkesin bildiği bir şey: Kötü arkadaş insanı yoldan çıkartıp zarara uğratabilir.

Başka kimler var insanın düşmanı?.. Bir de kâfirler var... İdeolojik bakımdan, dinî bakımdan, inanç bakımdan hiç bizim kusurumuz olmadığı halde, hiç biz onlara kötülük de yapmadığımız halde, bize düşman olan insanlar var... Hiç bir şey yapmamışız, "Sen müslüman mısın; hııı sen görürsün!" diye bize düşman oluyor. Yâhu biz seni görmedik, seninle bir ilişkimiz yok, sana bir düşmanlığımız yok, hiç bir şey yapmadık...

Kurt gelmiş kuzuya, demiş ki:

"--Ben seni yiyeceğim!"

"--Benim ne kabahatim var, beni niye yiyeceksin?"

"--Sen benim suyumu bulandırıyorsun!"

Kuzu demiş ki:

"--Kurt amca, ben senin suyunu nasıl bulandırayım; ben aşağı tarafta duruyorum, sen yukarı tarafta duruyorsun? Bulandırsam bile, bulanık su bu tarafa doğru gidecek. Ben senin suyunu bulandırmadım."

"--Senin baban bana şöyle yapmıştı, böyle yapmıştı..."

Halbuki kuzucuğun hiç suçu yok, kuzu kuzu yaşıyordu işte... Kurt onu yer. İnsanoğlunun da böyle düşmanları var...

Peygamber SAS Efendimiz'in zamanında başlamış bu... Doğruyu söyler söylemez düşman olmuşlar. "Düzenimiz bozma!" demişler. "Burda bizim kurduğumuz bir düzen var, bizim rahatımızı bozma şimdi, keyfimizi kaçırma!" demişler. Peygamber Efendimiz diyor ki:

"--Bırakın bu putları!.."

Kâbe'nin içi put dolu, 360 tane put varmış deniliyor. Her kabilenin bir putu var, herkes kendine göre bir şey yontmuş, bir totem yapmış, herkes ona tapınıyor. Diyor ki:

"--Bunların aslı, esası yok! Bunları siz kendiniz yontuyorsunuz, size bir fayda veremez; zararı dokunmaz, faydası dokunmaz. Tapınmayın bunlara!.."

Haklı... Hakîkaten az önce bir taştı, heykeltraş geldi bunu yonttu, bir put haline getirdi. Millet karşısına geçiyor, tapınıyor, kurban kesiyor, adak veriyor, para veriyor. Bir şey yapamaz ki bu, faydası yok... Haklı konuşuyor Peygamber Efendimiz... Konuşması ilim dolu, haklı...

Meselâ, Peygamber Efendimiz'in oğlu vefat ettiği zaman, o sırada güneş tutulmuş. İnsanlar demişler ki:

"--Bak, Peygamber Efendimiz'in oğlu vefat etti, güneş bile yas tutuyor!"

Peygamber Efendimiz o yaslı, üzüntülü halinde --evlâdından ayrıldı tabii, üzülmemek mümkün mü; zâten çok merhametli, şefkatli bir kimse Peygamber Efendimiz-- minbere çıkıyor, diyor ki:

"--Ey insanlar! Ay ve Güneş Allah'ın iki yaratığıdır. Bunların tutulmaları insanların doğumlarıyla, ölümleriyle ilgili değildir. Böyle bir şeyin aslı esası yoktur." diyor.

Bilimsel konuşuyor Peygamber Efendimiz... Yâni, "Varsın insanlar böyle inansın, benim de nüfûzum artar. Benim çocuğumdan dolayı ay ve güneş tutuluyorsa, oooh..." filân gibi düşünebilir başka bir insan olsa... Öyle demiyor; "Hayır! Bunların insanların doğumuyla, ölümüyle, birisinin vefatıyla ilgisi yoktur. Bunlar gök cisimleridir, Allah'ın yarattığı şeylerdir." diyor, doğruyu söylüyor.

Peygamber Efendimiz doğruyu söyleyince, yâni putlara tapmayın deyince... O putlardan dolayı kabileler Mekke'ye geliyorlardı, adaklar getiriyorlardı, paralar veriyorlardı. Bir dinî turizm vardı Arabistan'da... Bir de Ukâz Panayırı gibi panayırlar kuruluyordu, o münasebetle ticaretler oluyordu. Kureyş'in de itibarı vardı Arapların arasında... Mekke'deki meşhur ibadethânenin sahipleri diye Kureyşlinin itibarı vardı. Peygamber Efendimiz: "Bu putların kıymeti yoktur. Sizin bu dininiz yanlıştır, bozulmuştur." diye onlara söyleyince, kızdılar. Düşman oldular, öldürme derecesine kadar gittiler. Bir çok müslümanı da öldürdüler.

--Şimdi burda ne oluyor, ne yaptı bu zavallılar?..

--Hiç bir şey yapmadı, doğruyu söyledi. Doğruyu söylemek lâzım!..

Biz bugün yirminci yüzyılda, doğrunun söylenmesi gerektiğini çok soylu, çok asil bir olay olarak görüyoruz. E doğruyu söylüyor, bırak!.. Hayır, işkence yaptılar, öldürdüler. "O dini bırak, bu dine gel; bizim dinimizi bırakma, putlarımıza tapmaya devam et! Tapmaktan vaz geçersen seni öldürürüz!" dediler ve öldürdüler. Doğru değil, taşa tapmak doğru değil...

Görüyorsunuz bazı insanlar bize, mecbur olduğumuz inancımızdan dolayı düşman oluyor. Ben inanmaya mecburum, ben Allah'ın rızâsını kazanmak istiyorum. Ben Allah'ın sevdiği kul olmak istiyorum. Ben cenneti istiyorum, cehenneme düşmemek istiyorum. O halde ben, "Lâ ilâhe illallah, muhammeder rasûlüllah" demek zorundayım. Bunu severek yapıyorum. Menfaatim yok olsa da, olmasa da yapıyorum. Ben bunu dedim diye adam bana düşman oluyor. Demek ki, gayrimüslimlerin inançtan dolayı bir düşmanlığı var bize... Bu da elimizde olmayan bir şey...

Bu inançtan dolayı olan düşmanlık, Kureyş müşriklerinden başladı. Peygamber Efendimiz'i öldürmeğe, sahabe-i kirâmı öldürmeğe, kan dökmeğe kadar gitti, savaşlara kadar gitti. Müslümanlar ve gayrimüslimler arasındaki İslâm tarihinden bildiğiniz çeşitli savaşlara, çeşitli seferlere, çeşitli gazâlara kadar gitti. Ondan sonra da Haçlı Seferleri olarak Yirminci Yüzyıl'a kadar geldi. Hâlâ gayrimüslimler haçlı zihniyetini bırakmış değil, yahudiler yahudiliğini bırakmış değil... Düşmanlıklar şu veya bu şekilde perdeli, örtülü, gizli, kapaklı hâlâ devam ediyor; biliyoruz.

Müslüman olduğumuz için adam sevmiyor bizi; aldatmağa çalışıyor, kandırmağa çalışıyor, zarara uğratmağa çalışıyor... Yok etmeğe çalışıyor, dinimizden döndürmeğe çalışıyor... Çocuklarımızı hristiyan etmeğe çalışıyor, entegre etmeğe çalışıyor... Bu da düşman!..

Yâni, kâfirler düşmanımız... Fâsıklar, fâcirler, günahkârlar, kötü huylular, nefse şeytana uyan insanlar düşmanımız... Dünya düşmanımız... Dünyanın keyfi, zevki, eğlencesi, aldatıcı güzellikleri bizi gayemizden alıkoyabilir; bir çeşit düşman... Nefis düşmanımız, şeytan düşmanımız... Bunları bilmemiz lâzım!..

--Ben müslüman oldum...

İyi ama, düşmanlarını bil! Aman onların oyununa gelme, onların karşısında yenik düşme, maratonu bitirememe durumuna gelme!.. Gayeye ulaşamamak, yarıyolda yarışı bırakmak, başaramamak, sonunda cehenneme düşmek gibi bir duruma gelmemek için, bunları da bilmesi lâzım bir insanın!..

Şimdi genel durumu, dünyadaki pozisyonumuzu böyle özetliyorum ben... Hepimizin içinde bulunduğu durum bu... Ahiret yolcusuyuz. Ahirette cennet ve cehennem var, dünyada biz müslümanız. Tamam, cennetin yolu açılmış önümüze ama, etrafımızda da bir sürü düşmanlar var... Biz bunlara rağmen, bu şartlara rağmen, bu ahvâl ve şerâit karşısında olmamıza rağmen, bu müşkilleri aşıp cennete ulaşmalıyız. Gaye bu... Ne yapıp yapıp cennete ulaşmalıyız, cehenneme düşmemeliyiz.

(Femen zühziha anin nâri ve üdhilel cennete fekad fâz) "Kim cehennemden kurtulabilmişse, cennete girebilmişse, işte o kurtulmuş olacaktır." İşin sonucu bu...

Ben bu dünyada bir yol tutturabilirim; alkışlayabilirler, beğenebilirler, şöhret kazanabilirim, para kazanabilirim... Bir sürü ses sanatkârı var, para kazanıyorlar; milyonlar, milyarlar kazanıyorlar.

Muazzez Abacı Nazilli'ye gelmiş de, sinema salonu vs. yetmemiş stadyumu tutmuşlar, stadyum tıklım tıklım dolmuş. Şarkıcı bir kadın... Herkes muazzam paralar vermiş. Herkes altın, banknot, bilmem ne iğneliyorlar elbisesine, şarkı söylerken yanına geldiği zaman; üstü milyonlar dolmuş. Anlatıyorlar: Koca stadyum dolu, kadının üstü para dolu...

Nedir bu netice itibariyle?.. Şarkıcı... Ne kadar sürer bunun şarkıları?.. Sabaha kadar bağıracak mı, nihayet bir saat sürer. Zâten bir saatten fazla dayanamaz, boğazı yorulur. Bir saatlik bir şarkı için bu kadar itibar görüyor. Ama dünyanın atom alimi gitse oraya, en faydalı insanı gitse, konferans vereceğiz dese; en faydalı işi yapan, en iyi insan gitse oraya, hoca gitse, mürşid-i kâmil gitse, evliyâullahtan filânca şahıs gidecek olsa, o rağbeti göstermezler.

Yâni, bir insan para kazanabiliyor bu dünyada, zengin olabiliyor, milyarlara sahip olabiliyor, tarifsiz her şeye sahip olabiliyor... Mühim değil! Cehennemden paçayı kurtarabilmiş mi, cenneti kazanabilmiş mi; sonuç bu... Çünkü bu dünya hayatı kısadır, ahiret hayatı sonsuz!..

......................

Amerikalılar diyor ki, dolarlarının üzerinde yazılı: (In god we trust) "Biz tanrıya dayanıyoruz." demek yâni...

--Haa, bak aferin, "Tevekkeltü alellah" diyormuş, bize benziyor...

--Hayır, hiç acele etme! Hiç sana bana benzemiyor. Onların "God" dedikleri, Hazret-i İsâ... (Jesus is coming) "İsa geliyor." diyorlar. Tanrı deyince Jesus (İsâ) geliyor aklına onların... Hiç aklınız alemlerin rabbine gidip de, onları bize yakın sanmayın!.. Biz Hazret-i İsâ'yı seviyoruz ama, Hazret-i İsâ peygamber; tanrı değil, Allah'ın oğlu değil, Allah'ın kulu!..

Yâni, biz ne kadar ma'kuluz, Amerikalılar ne kadar şaşkın, Avrupalılar ne kadar yanlış yolda... Afrikalılar ne kadar ilkel dinde, Hintliler ne kadar sapık... Budistler, Çinliler ne kadar kötü yolda... Japonlar... Japonların da tanrıları Güneş, imparatorları da Güneş'in oğluymuş; öyle diyorlar. İnanca bak!.. Ölse bile bir bahane buluyorlar, kulp buluyorlar, herhalde babasının yanına gitti diyorlar. Şeytan aldatıyor.

Demek ki, dünya üzerinde doğru inançta olan insan çok az... Bizim bilim sahibi olarak doğru yolumuzda sapasağlam yürümemiz ve çocuklarımızı böyle yetiştirmemiz lâzım!.. Ve bu inançlara bulaştırmamamız lâzım!..

Bu insanlar kendi dinlerini bizlere ve çocuklarımıza öğretmek için, hiç de doğrudan doğruya çıkıp da, "Biz haça tapıyoruz!" demiyorlar. Çok böyle dolambaçlı yoldan geliyorlar. Çamları ışıkla süslüyorlar, çam ağacı dikiyorlar, evlerinin önüne çelenk koyuyorlar, eğlenceler yapıyorlar... Krismus diyorlar, sokakları süslüyorlar, tatil yapıyorlar... Noel baba diyorlar, pamuk sakallı bir adama şeker dağıttırıyorlar...

Bunların hepsi nedir?.. Bunların hepsi folklorik malzemedir. Bizim Karadenizlilerin horon tepmesi gibi, Egelilerin sarızeybek oyunu gibi bir şey bunlar, folklor bunlar... İnancı doğrudan doğruya anlatmıyorlar, doğrudan söylendiği zaman inanılmaz diye korkuyorlar. "Önce hristiyanlaştırıp inançsız olsun, sonra hristiyan inancını öğretiriz." diyorlar. "Bu kendisi şimdi yumuşasın, gelsin bizim yolumuza; bunun çocuğunu biz sonra küçükten kendimize benzetiriz." diyorlar. "Birinci jenerasyon, ikinci jenerasyon... Üçüncü nesilde bu işi haklarız." diyorlar.

Bu bizim hacıbabalardan ümitleri yok... Sakallı, şalvarlı hacıbabaları yola getiremeyeceklerini biliyorlar. İkinci neslin ortada olduğunu biliyorlar. Üçüncü nesil tamâmen burda okuduğu için, ana okulundan itibaren Avrupa'da okuduğundan, onları kendileri yetiştirdiklerinden; bunlar da burada eğer hocalara, camilere gitmiyorsa İslâm'ı iyi öğrenmediklerinden; kültürmüş, Noel Babaymış, eğlenceymiş, faşingmiş, bilmem neymiş derken, kendilerine benzetip hristiyanlaştırıyorlar.

Onun için, çok dikkat etmek lâzım! Çocuklarımıza İslâm'ı öğretmek çok önemli!.. Ben sabahtan beri odamdan dinliyorum; Allah râzı olsun, kardeşlerimiz çanak anten getirmişler, Akra yayınlarını uydudan alıp dinlettiriyorlar. Bakın Akradyo'nun yayınları sizin için, aileniz için, çocuklarınız için önemli bir olaydır. Siz kendi çocuğunuza sahip çıkamazsınız. Sizin çocuğunuza, sizin haberiniz olmadan öğretmenleri çok başka şeyler öğretir, sizin hanımınıza çok şeyler öğretir. Bu radyonun sizin evinizde susmaması lâzım, bu radyoların dinlenmesi lâzım!.. Bu çocukların İslâmî bilgileri duya duya duya, müslüman olarak yetişmesi lâzım!..

Bakın, Münih'teki bir arkadaşımızın çocuğu, bizim ihvanımızdan sakallı bir kardeşimizin çocuğu okulda... "Hadi dua edin!" demiş öğretmeni çocuklara... Çocuklar da başlamışlar hristiyanlar gibi ellerini tutarak dua etmeğe... Bizim ihvandan olan kardeşimizin çocuğu yanındakine bir dirsek patlatmış; "Ulan, öyle mi dua edilir? Böyle dua edilir!" demiş. Tabii ellerini açmışlar, dua etmeğe... Hemen hoca gelmiş başlarına;

"--Sen niye öyle yapıyorsun?" demiş.

"--Ben müslümanım, biz böyle dua ederiz!" demiş.

Bu yutmamış ama, çoğu yutar. Oltadaki yemi yutan da, yukarıya yem olur, yukarıya av olur. Onun için, çocukların iyi yetişmesi önemli, doğru bilgileri öğrenmesi önemli!..

Benim şahsen kendi kızım okula gittiği zaman, imam-hatip okulunda hocası sınıfa gelmiş; "Biz baba-evlât sayılırız, hadi bakalım başınızı açın!" demiş. "Biz bir aileyiz, öğretmen insanın babası sayılır. Hadi bakalım, cici cici başlarınızı açın kızlar!" demiş. İlk girişte söylüyor. Güzel, böyle sevimli bir yoldan söylüyor. Haa, öğretmen baba sayılır. Herkes itiraz etmez yâni...

Bizim İlâhiyat Fakültesi'nde de profesör öyle geldi, başörtü olayları öyle çıktı. Profesör geldi sınıfa, çocuklara dedi ki:

"--Biz bir aile sayılırız, ben sizin babanız sayılırım; açın başınızı!.."

Niye açtırıyorsun?.. Başından sana ne, niye açtırıyorsun?.. Peygamber Efendimiz açtırmış mı?.. Açtırmamış.

Bakın, bu olayı unutmayın: Peygamber Efendimiz yanındaki ashabı ile, kızı Fâtımatüz Zehrâ'nın evine gidiyor. Kızı Fatımatüz Zehrâ Hazret-i Ali ile evli ya, onun evine gidiyor. Kapıya yaklaştığı zaman sesleniyor Peygamber Efendimiz SAS, kızı Fâtımatüz Zehrâ Anamız'a:

"--Kızım Fâtımâ! Yanımda misafirler var, misafir geliyoruz sana; perdenin arkasına geç!" diyor.

Bakın düşünün: Peygamber Efendimiz, ne kadar insan varsa hepsinin en yükseği, Allah'ın en sevgili kulu... Yanındaki ashâbı, evliyâullahın en yüksek derecelileri... Evine gidilen şahıs Fâtıma Anamız... E, Fâtıma Anamız herhalde evde örtülü geziyordu. Ama ona diyor ki:

"--Perdenin arkasına geç!"

Yâni, "Öbür odaya geç!" demek... O zaman lüks evler olmadığına göre, "Biz geliyoruz öbür odaya git!" demek... Peygamber Efendimiz böyle yapmış. Profesör geliyor sınıfta, "Hadi başınızı açın!" diyor. Öğretmen geliyor imam-hatip okulunda başörtülü kızlara: "Hadi başınızı açın!" diyor.

Niye açtırıyorsun, sen bu havayı nerden aldın? Bu fikri kim verdi sana, bunu sana kim emretti?.. Ne hakla başını açtırıyorsun?.." Allah'ın emri ise açsın da, Allah kapayın dediği halde sen niye açın diyorsun?.. Hem de imam-hatip hocasısın.

Tabii, bizim kız kalkmış, "Ben açmam başımı!" demiş. Nerden alıyor cesareti?.. Benden alıyor. Tutumumuzu biliyor. İkincisi başörtüsünün Allah'ın emri olduğunu biliyor. "Ben açmam!" deyince, bozulmuş hoca... Ötekiler de diretmişler... filân.

Şimdi muhterem kardeşlerim, insan evlâdına dinini güzel öğretmezse, --her anda imtihan halindeyiz, her anda hücum halindeyiz-- bir yerde aldatabilirler. Aldanmamak için iyi öğrenmek lâzım, ilim lâzım!.. Çoluk çocuğumuza, kendimize Allah'ın emirlerini bir bir öğretmeliyiz. "Allah'ın emri şudur, Allah'ın emri budur... Haram yeme, günaha yanaşma, şeytana uyma!.." vs. diye bu ahirete yarayacak, cenneti kazandıracak, cehenneme düşmekten koruyacak ilimleri öğretmeliyiz.

Sonra, bu ilimlerin en önemlisi, Allah'ı bilmektir. Allah'ı bilmeye biz ma'rifetullah diyoruz. Bütün insanların Allah'ı bilmesi lâzım, ma'rifetullah konusunda gelişmiş olması lâzım!.. İrfan sahibi olması lâzım, arif kul seviyesine gelmesi lâzım!.. Bu nasıl elde edilir?.. Bu tasavvufla elde edilir. Ma'rifetullah tasavvufla elde edilir. İnsan müslüman olur ve tasavvuf yoluyla ma'rifetullah'a erişir.

--E niye hocam, böyle konferans versek, ma'rifetullahı anlatsak; üniversitede, kültür merkezinde konferans versek ma'rifetullahı öğrenmez mi?..

Bilgiyi öğrenmekle, ilim öğrenmekle ma'rifetullah'a tam ulaşamıyor insan... Acaib bir şey!.. Senin bildiğin kadar, belki senden daha iyi Anna Maria Şmell İslâm'ı biliyor. Şu Almanların meşhur, madalya alan oriantalistleri... Mevlânâ'yı seviyor, tasavvufu öğrenmiş, bilgisi iyi... Kitaplar yazmış, Almanlara da İslâm'ı savunuyor, müslümanları savunuyor; ama ben hristiyanım diyor. Belki bir taktik olarak söylüyor. Yâni, kalbi müslüman da, Almanlar arasında öyle söylüyor. Belki de tam müslüman olamadı; neyin nesi olduğunu bilmiyoruz ama, müslümanım demiyor kendisi... "Ben hristiyanım!" diyor. Yâni, kabuğunu yırtıp yumurtadan çıkamıyor, kendisini zincirlerden kurtaramıyor.

Şimdi bir insanın bilgi bilmesi mümkün; üniversitede okur, oriantalistik okur, profesör olur, bazı bilgileri elde eder... Bu bilgileri elde etmiş olmak yetmiyor. Neden?.. Allah bilgisini doğru olarak elde edip, ma'rifetullaha sahip olursa bir insan cennete gideceği için, Allah herkesi cennete sokmadığından, cennete girmek için bazı şartları olduğundan, sırf bilgi ile, kitaptan okuyarak bu olmuyor.

--Senin bu söylediğin sözün Kur'an-ı Kerim'de yeri var mı hocam?..

Peygamber Efendimiz'e bildiriyor ki Allah-u Teâlâ Hazretleri:

(İnneke lâ tehdî men ahbabte velâkinnallàhe yehdî men yeşâ') "Ey Rasûlüm, sen bazı insanların imana gelmesini, müslüman olmasını istiyorsun ama, sen istediğini hidayete erdiremezsin; Allah istediğini hidayete erdirir."

Misâl: Peygamber Efendimiz'in amcası Ebû Tâlib... Amcası Ebû Tâlib iyi insandı. Peygamber Efendimiz'i himâye etti, Peygamber Efendimiz'e evlâdı gibi baktı. Peygamber Efendimiz'e siper oldu, korudu Peygamber efendimiz'i... Peygamber Efendimiz onun himayesinde, müşriklerin hücumlarından rahat bir şekilde yaşadı. Ama, müslüman olmadı, imana gelmedi, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühü" diyemedi.

Peygamber Efendimiz yalvarıyor, vefatına yakın zamanda, başında; diyor ki:

"--Amcacığım, 'Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühü' de de, ben de Rabbimin huzurunda sana şefaat etmeye yüzüm olsun, şefaat edebileyim!"

Diyor ki:

"--Yeğenim doğru söylüyorsun, haklısın ama; sonra ben öyle dersem, 'Ebû Tâlib ölümden korktu da, ölüm döşeğinde korkusundan müslüman oldu.' derler. Öyle diyemem." diyor.

Öyle gitti. Peygamber Efendimiz yine, azab görmesin diye başından aşağıya kadar eliyle meshetmiş. Deniliyor ki: "Allah ona öyle azab verecek ki, başından azab girecek, ayaklarından çıkacak. Bu Peygamber Efendimiz'in eli değen yerlerde azab olmayacak ama, tepesinden girecek, bacaklarından çıkacak."

Şimdi, Rasûlüllah Efendimiz Allah'ın sevgili kulu ama, Rasûlüllah'ın duasını umûmiyetle Allah kabul eder ama, Allah rasûlüne buyuruyor ki: "Sen istediğine hidâyet edemezsin, ben ederim; istemezsem hidâyet vermem!" diyor, vermiyor.

Hidâyeti niye vermiyor?.. Muhterem kardeşlerim, şimdi burda önemli bir noktaya geliyoruz. Kimlere hidayeti veriyor da kimlere vermiyor Allah; bu çok önemli!.. Üç kimseye Allah hidâyeti vermiyor:

1. Kâfirlere hidâyeti vermiyor Allah...

(Vallàhu lâ yehdil kavmel kâfirîn) "Allah kâfirlere hidâyet vermez!" Ne yapacak?.. Küfrü bırakacak, imana gelecek; Allah da ona hidayet verecek, doğru yolda yürütecek. Kâfir oldu mu, olmaz!

Kâfirlikten çıkmadı Ebû Tâlib... Söyleseydi, imana gelseydi, olacaktı; ama kâfirlikten çıkmadı. Kâfire hidâyet vermiyor. İk şartı, kâfirliği bırakması... Kâfir olmayacak insan...

Onun için ne Anna Maria Şmell ma'rifetullaha erebilir, ne bir başka filozof erebilir, ne bir başka orientalist alim erebilir, ne falanca papaz, filânca haham... Şu kadar bilgisi varmış, Arapça biliyormuş, İslâm ülkelerinde kalmış, İslâm'ı incelemiş, İslâm üzerine kitap yazmış... Ne o, ne ötekisi, hiç birisi hidâyete eremez, cennete giremez!..

--Neden?..

--Kâfirliği bırakmadı.

Hattâ, İslâm'ın hak yol olduğunu bilmesi yetmiyor. Bakın bu da çok önemli, bunun da altını çiziyorum: Bir insanın İslâm'ın hak yol olduğunu bilmesi yetmiyor. Bayrak açacak: "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühü" diyecek. "Ben şehadet ediyorum ki, Allah birdir, şerîki, nazîri yoktur; Muhammed Mustafâ onun elçisidir. Ben müslümanım!" diyecek. Bilmek yetmiyor. Bilmenin yetmediğine Kur'an-ı Kerim şahit:

(Ya'rifûnehû kemâ ya'rifûne ebnâehüm) "Evlâtlarını bilir gibi, Peygamber Efendimiz'in hak peygamber olduğunu biliyorlardı." Hem müşrikler biliyordu, hem o zamanın yahudileri biliyordu, hem hristiyanlar biliyordu. Bilmek yetmiyor. Bilecek, bayrak açacak, müslüman olduğunu ilân edecek. Etmeyince, kapı kapalı kalıyor. Hidâyet vermiyor Allah, cennete sokmuyor. Çok mühim muhterem kardeşlerim!..

Bayrak açacak, söyleyecek. Nasıl Roger Garaudy bayrak açtı, nasıl Cat Stevens bayrak açtı, nasıl falanca, filânca bayrak açtı... Geçenlerde Amerika'nın bir senatörü müslüman oldu. Açıkça, "Müslüman oldum!" dedi, ilân etti.

Anna Maria Şmell, "Ben müslüman oldum!" demiyor, bayrağı açmıyor; hiç kıymeti yok... Müslümanlığın hak din olduğunu bilmek yetmez, bayrak açacak!.. Bu bir, Allah'ın istediği bu...

--Neden?..

--Başkaları istifade edecek ondan...

Biz bak göğsümüzü gere gere, "O da müslüman oldu, bu da müslüman oldu." diyoruz, faydası oluyor. Boksör Muhammed Ali, "Müslüman oldum!" diyor, "Allahu ekber" diyor; hacca gitti vs. Tamam, öyle diyecek, bu şart...

Sonra:

2. (Vallàhu lâ yehdi kavmel fâsıkîn) "Allah fasıklara da hidâyet vermez!" Fâsıklık ne demek, fâsık ne yapar?.. Fâsık, Allah'ın emrinden dışarıya çıkan, sapan insana derler.

(Kâne minel cinni fe fasaka an emri rabbihî) "Cinlerden idi, Allah'ın emrinden saptı, aykırı gitti." İblis'i böyle anlatıyor.

Allah'ın emrini tutmayıp, Allah'ın emrine uymayıp, aykırı gidene fâsık derler. Fâsıklara da hidâyet etmez Allah...

--Nasıl olacak?..

Fıskı bırakacak, doğru gidecek... "Bıraktım kumarı, bıraktım içkiyi, bıraktım zinayı, bıraktım günahı... Tevbe yâ Rabbi, doğru yola geldim" diyecek. O önemli... Günahta ısrar halinde iken, Allah hidâyet vermez. İçkiye devam, faize devam, kumara devam... Allah'tan o zaman hidayet gelmez, ne olursa olsun gelmez. Müslüman olmuş, kâfirlikten kurtulmuş ama, fıskı bırakmamış... Fıskı bırakacak, günahı bırakacak ki, Allah hidâyet versin!.. Onun için olmuyor.

Başka:

(Vallàhu lâ yehdi kavmez zàlimîn.) "Allah zulmü yapan, zulme devam eden, zulmün içinde olan insana da hidâyet vermez!" Zulmü de bırakacak insan... Zulüm ne demek?.. Hakkı yapmamak, haksızlık yapmak demek... Haksızlık yapan, hakkı çiğneyen, hakkı yapmayan insana zâlim derler. İsterse, kendi nefsinin bile hakkını vermiyorsa; o zaman kendisine zâlim derler.

"--Benim hiç kimseye zararım yok, kendi halindeyim." diyebilir bir insan...

O zaman sen kendine zulmediyorsun!..

(Feminhüm zâlimin linefsihî) İnsan kendi nefsine de zàlim olabilir. Neden?.. Kendisini cehennemden kurtaramıyorsa, kendisini cehenneme atacak günahlardan kendisini sıyıramıyorsa, kendisine zâlimdir. Kendi nefsine zulmediyor. Hani derler ya, "O adamın kendisine yaptığını, cümle cihan halkı başına üşüşse yapamaz. O kendi kendisine zarar verdi." derler ya, onun gibi...

Demek ki insanın doğru yolu bulması için, bu ayetlerden üç tane hakîkat çıkıyor:

1. Mü'min olacak. Mü'min olmazsa, olmaz. Alim olsa, papaz olsa, çok yüksek olsa, üniversite hocası olsa, ordinaryüs profesör olsa, olmaz. Mü'min olacak; bir...

2. Fıskı bırakacak, fâsık olmayacak, Allah'ın emrince yürüyecek.

3. Zulmü bırakacak, haksızlık yapmayacak; adaletli, ölçülü, dengeli olacak. Allah o zaman hidayet ediyor.

Nefsini terbiye etmesi lâzım!.. Nefsi terbiye olmadı mı, nefsinin freni olmadı mı, nefsini tumadı mı, nefsine hàkim olmadı mı; o zaman günahlardan ayrılamaz. Günahlardan ayrılamayınca, hidâyeti bulamaz. Hidâyeti bulamayınca, cennete giremez. Nefsi ıslah olacak; bir...

Kendisini zorlayacak; ibadetleri taatleri, hayrat ü hasenâtı yapacak! Bunları yapamazsa, fâsık olur, emirden dışarı çıkmış olur. Yine hidâyet etmez; iki...

Yine haramlardan, günahlardan titizlikle sakınacak, takvâ ehli olacak. Takvâ ehli olmazsa, fâsıklıktan çıkmadığı için, olmuyor.

Ondan sonra, güzel ahlâklı olacak.

Şimdi bütün bunların hepsi tasavvufî çalışma ile, tasavvufî metodla temin ediliyor. Bunlar dediğimiz şeyler hangileri?.. Nefsi ıslah, tasavvufla oluyor. Nefsi ıslahın ilmi tasavvuf ilmidir. Nefsi ıslahın yollarını uygulayan yol, tasavvuf yoludur. Onun için, tasavvuf çok önemli!..

İnsanın ibadete, tâate yönelmesi ve yaptığı ibadetin kabul olacak ibadet taat tarzında yapılabilmesi, yine tasavvufla olur. İnsanın ibadet etmesi, hayır hasenât yapması, ille o ibadetin kabul olacağı mânâsına gelmez. Şöyle şöyleyeyim:

--Bir insan namaz kıldı; namazı ille kabul olacak mı?..

Hayır!.. Belki kabul olmaz. Namazın kabul olmama ihtimali var, orucun kabul olmam ihtimali var, haccın kabul olmama ihtimali var... Kur'an'ın kabul olmama ihtimali var... Sadakanın, zekâtın kabul olmama ihtimali var... Ayetler var, hadis-i şerifler var bu konuda... Her ibadeti yapmak kabul olmasını sağlayamıyor, şartları var... İşte bu şartları öğreten ilimdir tasavvuf... Buna fıkh-ı bâtın diyoruz.

Fıkh-ı zâhir var, fıkh-ı bâtın var; tasavvuf fıkh-ı bâtındır. Yâni, bir insan abdest alır, gelir seninle beraber namazı kılar; zâhirî fıkhın şartlarını yerine getirir ama, namazı yine kabul olmaz. Neden?.. Fıkh-ı bâtın var, bir de bâtınî şartlar var...

Bir adam seninle beraber sahura kalkar, niyetlenir oruca, oruç tutar akşama kadar; ama orucu kabul olmaz. Neden?.. Orucun kabul olmasının bâtınî şartları var...

Bir adam hacca gider, umreye gider, seninle beraber uçağa biner... Gider gelir, senin yaptığın her şeyi yapar; ama haccı, umresi kabul olmaz. Neden?.. Haccın, umrenin kabul olmasının bâtınî şartları var; o şartlara riayet etmediği için...

Bir adam Kur'an okur, ama sevap kazanmaz... Zikir yapar, ama sevap kazanmaz... Neden?.. Bâtınî şartları var... Batînî şart dediğimiz nedir?.. İnsanın içindeki birtakım şartlar...

--Hocam, meraktan çatlayacağız; nedir bu bâtınî şartlar?..

Meselâ, ihlâs batınî bir şart... Herkes gün gibi biliyor ki kitaplardan, Kur'an-ı Kerim'den, tefsirlerden, hadislerden; amel ihlâssız olursa, Allah o ameli kabul etmiyor. İhlâssız bir namaz; kabul etmez Allah... İhlâssız bir oruç; kabul etmez Allah... İhlâssız bir hac; kabul etmez Allah... İhlâssız bir Kur'an; kabul etmez Allah...

(Lâ tübtılû sadakàtiküm bil menni vel ezâ) "Sadakalarınızı, zekâtlarınızı başa kakıp, verdiğiniz adamı ezâlandırıp, üzüp, bâtıl hale getirmeyin, iptal etmeyin, yok hale getirmeyin!" diyor. Demek ki, zekâtı veriyorsun adama, yine de kabul olmayabiliyor.

--Neden?..

Başa kaktın, Allah kabul etmedi. Demek ki adamı üzdün, Allah kabul etmedi. Hazret-i Adem AS'ın iki oğlunun, Hàbil ele Kàbil'in birer kurban kesmesi var, Kur'an-ı Kerim'de anlatılıyor:

(İz karraba kurbânen) "Her birisi bir kurban kesti." Hàbil de bir kurban kesti, Kàbil de bir kurban kesti. Zâhiren, dış görünüş bakımından ikisi de kurbanı kesti. (fetükubbile min ehadihimâ ve lem yütekabbel minel âhar) "Birisinden kurbanı kabul olundu, ötekisinden kabul olunmadı." Allah birisinin kurbanını kabul etti, ötekisininkini kabul etmedi.

--Sebep neymiş?..

Kur'an-ı Kerim'de Allah buyuruyor ki:

(İnnemâ yetekabbelullàhu minel müttakîn) "Allah sadece müttakîlerin ibadetini kabul eder. Müttakî olmazsa, kabul etmez. Haydiii... İkisi de kurban kesti; Kàbil'inki kabul olmadı, Hàbilinki kabul oldu. Neden?.. Hàbil takvâ ile kurban kesti, takvâlı, müttakî kul olarak; Kàbil takvâsız kurban kesti, takvâsız olduğundan kabul olmadı.

İşte bunlar tasavvufla öğrenilir. Tasavvufta sağlanır. Yâni, "Nasıl ihlâslı olacağım, nasıl takvâlı olacağım? Batınî şartlarına nasıl riayet edeceğim de, yaptığım ibadetlerim nasıl boşa gitmeyecek, bâtıl olmayacak, makbul ibadet olacak?.." Bu tasavvufla olur.

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "İnsanların ekseriyetle cennete girme sebepleri, takvâ ve güzel huydur." Kimleri cennete sokacak Allah?.. Müttakîleri cennete sokacak, takvâ ehli kulları cennete sokacak.

Takvâyı anladık, demin söyledik kısaca... Güzel huylar, güzel ahlâk; onu da hepimiz biliyoruz. O da tasavvufla sağlanır. Yâni, bir insan güzel huylu olacak. "Gel bakalım Ali, gel bakalım Veli, gel bakalım falanca, gel bakalım filânca..." Adamın kötü huyları var. Bu kötü huyların bıraktırılması, iyi huyların öğretilmesi, yaptırtılması ve benimsetilmesi lâzım bir insana...

Bu güzel eğitim, ahlâk eğitimi; bu da tasavvufladır. Güzel ahlâkı nerden öğrenecek bir insan?.. Tasavvuftan öğrenecek!

--Canım ben annemden, babamdan öğrenirim.

--Annen baban tasavvuftan güzel ahlâkı öğrenmişse, olur; öğrenmemişse, sana güzel şeyi öğretemez!

El alem çocuğunu alıyor, kendi eliyle bale okuluna veriyor da, donu görüne görüne bale yaptırtıyor. O da baba, o da anne... Demek ki, anne baba ahlâkı öğretmiyormuş. Sen annenden babandan öğrendiysen, annenden babandan öğrenmedin, anneni babanı yetiştiren zihniyetten öğrendin. Yoksa, modern bir aile çocuğunu hiç de senin kendi çocuğunu yetiştirdiğin gibi yetiştirmiyor, başka türlü yetiştiriyor.

O bakımdan, güzel ahlâk da tasavvufla elde edilir. İşte bütün bunlardan dolayı, tasavvuf ilmi dinimizin özüdür, temelidir, hepimiz için son derece lüzumludur. Bu bir zevk ve keyf meselesi değildir. "İstersek yaparız, istemezsek yapmayız!" diye, keyfimize bırakılmış bir şey de değildir. Cennete ulaşmak için takvâ yolundan, tasavvuf yolundan yürümek zorundayız. O bakımdan mutasavvıfız.

Ben üniversite hocasıyım, bilim adamıyım. Sizin okuduğunuz gibi fizik okudum, kimya okudum, iki tane yabancı dil okudum, iki tane şark dili okudum... Sizin okuduğunuz kitapları okudum... Sizin okuduğunuz romanları bize de okuttular... Edebiyat, tarih derslerini sizin gibi biz de gördük... Hepsin gördük.

Dünyayı biliyoruz, keyfi, zevki de biliyoruz. Futbolu, basketbolu da biliyoruz, yüzmeyi, gezmeyi de biliyoruz. Emirgân'ı da biliyoruz, Çamlıca'yı da biliyoruz. İçki içenlerin barlarını, pavyonlarını da biliyoruz. Kumarhanelerin yerini de biliyoruz. Sinemayı, tiyatroyu da biliyoruz... Ama bütün bunlardan geçmişiz, bir noktada durmuşuz, bir çizgiye gelmişiz. Ne?.. Tasavvuf...

Yâni biz bilmeden, geleneksel olarak, cahilce, etraftan habersiz olarak bu yolda değiliz ki!.. Deneyimli olarak, bütün yolları bilen bir insan olarak, hiç dönüp de bakasım gelmiyor. Lisede, üniversitede, İstanbul'da, Ankara'da gördüğüm insanlar... Ben bugün isteseydim, 40-50 tane kardeşimle meclisteydim. İstesem bakandım ben bugün... Ama, ben onu yol olarak görmüyorum. Bakan olan cennete gidecek diye bir şey olsa, bakanlığı isterim; niye istemeyeyim o zaman?.. Milletvekili olan cennete girer diye bir şey bilsem, isterim.

--Milletvekilliği önemsiz mi, politika önemsiz mi?..

--Hayır, önemli!.. Ama şunu anlatmak istiyorum: Bunları istemiyorum da, tasavvuf yolundayım.

--Niye?..

--Boşuna değil; ilim adamı olarak, her şeyi okumuş bir insan olarak, gazete çıkartan, dergi çıkartan, radyo yayını yapan bir insan olarak söylüyorum. Bunu niçin söylüyorum?.. Bizim bu yola girişimiz, geleneksel bir yolculuğun, akışın devamı değildir; şuurlu bir tercihtir! Ölçmüşüz, biçmişiz, denemişiz, irdelemişiz, puanlamışız; doğru olan yolu görmüşüz.

Şu anlattığım sebeplerden dolayı, müslümanız. Yoksa, çoktan İslâm'dan kopar giderdik. İslâm eğer hak yol olmasaydı, bu tahsili gören insanların hepsi İslâm'dan kopar giderdi. İslâm hak yol olduğu için İslâm'dayız, tasavvuf cennete götüren yol olduğu için tasavvuftayız.

Onun için, yolumuzun önemini bilin diye bu konuşmayı burda böyle yapıyoruz ve burda noktalıyoruz. Bizim yaptığımız şeyler, folklorik bir şeyin devamı değildir. İslâm'ın özüdür, aslıdır, esasıdır. Bu böyle olacak ve bunu böyle yapmayanlar da bu çizgiye gelmek zorunda...

--Efendim, filânca parti çalışacak, çabalayacak, iktidara gelecek; İslâmî devleti kuracak...

İslâmî devleti kursa bile, tasavvufî eğitimi görmek zorunda... Devleti kurmak, insanı cennete götürmez. Hulefâ-i Râşidîn'den sonra Emevî devleti kuruldu; "Emevîlerin hepsi cennete gidecek." diyebilir misiniz?.. Diyemezsiniz. İslâm devletini kurdular; "Abbâsîlerin hepsi cennete gidecek." diyebilir misiniz?.. Diyemezsiniz. Çünkü, politika cennete götürecek diye bir şey yok... Ama takvâ cennete götürür, güzel ahlâk cennete götürür, nefsin terbiyesi cennete götürür... İhlâs cennete götürür, ma'rifetullah cennete götürür... Kesin bunlar, çok kesin!..

Onun için insan ne yaparsa yapsın, hangi çalışmayı yaparsa yapsın, --biz onları da destekliyoruz; bunların hepsi çalışmaların birer parçasıdır, destekliyoruz-- tasavvufî yoldan yürümek zorundadır. Şu söylediğim konularda, yapması gerekenleri yapmak zorundadır. Yaparsa cennete girer, yapamazsa cehenneme düşer.

Cennete girmek en önemli nokta olduğundan, esas olduğundan, Allah'ın rızâsını kazanmanın sonucu olduğundan; cehenneme düşmek de Allah'ın gazabına uğramak demek olduğundan, Allah'ın rızâsını, sevgisini kazanma yoluna mutlaka girmesi lâzım; Allah'ın gazabına uğrayacak yola ayağını kaydırmaması lâzım bir insanın... Onun için müslümanız, elhamdü lillâh... Onun için tasavvuf yolundayız, elhamdü lillâh... Onun için yaptığımız bu çalışmalar, en güzel çalışmalardır.

Allah hepinizden râzı olsun...

2. 12. 1995 - Essen / ALMANYA