HİCRET
Aziz ve değerli misafirler!..
Toplantımıza hoş geldiniz, şeref verdiniz. Hepinize teşekkür ederiz. Allah'ın lütfuna ihsânına, rahmetine, iki cihanda saadete ermenizi candan dileriz, niyaz ederiz, temenni ederiz.
Hicret gibi son derece derin mânâsı olan bir olay üzerine, böyle güzel bir toplantıyı tertib eden derneğimiz, Mal Hatun Dostluk, Çevre ve Kültür Derneği... 1992'de kurulmuş olan bir dernek... Eskişehir'li hanımların derneği... Daha önceki yıllarda, yine Eskişehir'de, bir kısmı da bu salonda, yine böyle kaliteli, ses getiren Türkiye çapında önemi olan toplantılar, sempozyumlar, günler tertib ettiler. Gerçekten güzel çalışmalar yaptılar. Kendi kalitelerini, kendi yüksek seviyelerini de göstermiş oldular. Bu toplantıyı da tertibledikleri için onlara da teşekkür borçluyuz. Mal Hatun Derneği üyelerine ve ilgililerine candan teşekkür ederiz. Allah'tan her türlü güzellikleri, mutlulukları kendilerine vermesini dileriz.
Biliyorsunuz, hanımların çok büyük bir yeri ve değeri var... Hanımlar; kimisi bizim annelerimiz, kimisi hayat arkadaşlarımız, refîka-i hayatlarımız; kimisi de sevgili, ciğerpâre kızlarımız... hangi yönden baksak, hepsi başımızın tâcı, son derece önemli...
Tabii, onların kendi dünyalarında, kendi yaratılışlarıyla ilgili çok mühim görevleri var, hizmetleri var ve onları yapıyorlar. Yapmışlar tarih boyunca... Onun için burda çağdaş hanımlar bir dernek kurup benden bir isim rica ettikleri zaman, tarihin içinden bir güzel hanımefendi ismini onlara tavsiye ettim. "Mal Hatun olsun!" dedim; çünkü, Eskişehir'in tarihiyle de ilgili bir şahsiyet... Bu ismi koydular. Biz bu jestimizle, eski büyüklerimizi de sevdiğimizi, unutmadığımızı göstermiş oluyoruz.
Bir menkabeyi burada sizlere zikretmek istiyorum: Sultan Mahmud-u Gaznevî, --biliyorsunuz-- İslâm Alemi'ni Hindistan'a doğru genişleten, Gazneli Devleti'nin çok mühim bir büyüğüdür. Tarihimizde çok mühim yeri olan bir kimse... İran'a yönelmiş ve şimdiki Tahran şehrinin olduğu yerde, o zaman Rey şehri var... Rey şehrinde de büyük hükümdar vefat etmiş, küçük bir çocuk devletin başında bulunuyor ama, devleti fiilen onun yaşlı olan annesi idare ediyor. Sultan Mahmud ona haber göndermiş. Çünkü, kendi devletinin sınırında Rey şehri... Hudutlarına yakın bir yer...
Demiş ki:
"--Benim yüksek hakimiyetimi kabul etsin! Hutbeyi benim namıma okutsun!.."
Biliyorsunuz, cuma hutbelerinde hükümdara yapılan dua, o bölgede kimin sözünün geçtiğini de gösteren bir sembol oluyor. "Hutbeyi benim namıma okutsun, parayı da benim nâmıma bassın; yoksa, gelirim, Rey şehrinin altını üstüne getiririm!" diye tehditli bir haber göndermiş.
Hatunun cevabı çok güzel... O da cevap yazmış, diyorki:
"--Ey büyük Sultan Mahmud! Bana böyle bir mektub göndermişsin, mektubunu aldım. Tehdit etmişsin, korkutmağa çalışmışsın, 'Gelirim, Rey şehrinin altını üstüne getiririm!' demişsin. 'Savaşırım!' demişsin. Pekâlâ... Eğer savaşmaya gelirsen; Allah şahid olsun ki, ben de senin karşına çıkar, seninle çarpışırım. Korkmam senden... İki ihtimal var, iki şey olabilir: Ya Allah zaferi bana nasib eder, senin gibi koca bir sultanı yenerim. Sen tarihe rezil olursun, aleme rezil olursun; 'Bir ihtiyar kocakarı Sultan Mahmud'u yenmiş!' derler. Ya da, normal olarak sen beni yenersin. Ama, sen zaten büyük bir padişahsın; benim gibi bir ihtiyar kadını yenmen, senin şanına bir şan katmaz. Sultan Mahmud bir ihtiyar kadını yenmiş olunca, onun şanına, saltanatına bir ilâve olmaz." demiş.
Sultan Mahmud bu güzel cevabın karşısında, Rey şehrine asker göndermekten vaz geçmiş, onları kendi haline bırakmış diye tarih kitaplarında yazıyor. Ben de bunu naklediyorum. Hani, "Aslanın erkeği olduğu gibi dişisi de olur." derler. Bu hanım kardeşlerimizin çalışmalarını takdirle karşılıyorum. Allah râzı olsun, çok güzel çalışmalar yapıyorlar. Teşekkür ederiz.
Şimdi bugünkü konuşmalar hicret üzerine ve hicretin muhtelif yönlerini anlatacak kıymetli konuşmacılar var... Hicret, bizim İslâm tarihimizde son derece önemli bir olaydır, bir dönüm noktasıdır. Mazlum ve mağdur ve müstad'af müslümanların, Mekke-i Mükerreme'de ızdırablarının son noktaya ulaştığı zamanda ve Mekke'nin dışındaki Yesrib şehrinde, bir takım mübarek insanların Peygamber SAS Efendimiz'e iman ederek, "Yâ Rasûlallah, bizim şehrimize buyur! Biz seni bağrımıza basarız, başımızın tacı ederiz. Seni kendimizi koruduğumuz gibi, kendi malımızı mülkümüzü koruduğumuz gibi himâye ederiz. Bizi teşrif eyle, bizim beldemize buyur!" diye davet etmeleri üzerine vâki olmuştur.
Mekke'de müşriklerin tazyikleri ve zulümleri günden güne arttıkça, zulüm çekmekte olan mazlum müslümanlar, ya Habeşistan'a, ya başka diyarlara gitmişler. Medine'den, o zamanki adıyla Yesrib şehrinden bir kapı açılınca, Peygamber Efendimiz'in emriyle birer ikişer oraya hicret etmeğe başlamışlardı. Peygamber SAS Efendimiz, onları müsaade edip gönderiyordu. İkinci Akabe Bey'atı'ndan sonra müşriklerin tazyikleri daha da artmıştı. Korkuları da artmıştı. "Medine-i Münevvere'ye giden müslümanlar, bir de Hazret-i Muhammed oraya gider de onların başına geçerse, bizim için büyük tehlike olur." diye Peygamber SAS Efendimiz'in hayatına bile kasdetmeyi düşünmüşlerdi.
Akabe Bey'ati hacdan sonra, hac münâsebetiyle Mekke'ye gelen Medine'li mü'minlerle olmuştur. Hac mevsimi biliyorsunuz zilhicce ayındadır. Zilhiccenin onu, kurban bayramının birinci günüdür. Yâni, zilhiccenin ilk yarısında hac merasimi tamam olur. Zilhicce kamerî ayların sonuncusudur, onunla sene tamam olur. İşte o hac bittikten sonra, Hazret-i Ömer gibi bazıları alenen, bazıları gizlice hicret etmişler. Bazıları gitmek istediği halde tutularak, engellenerek müsaade edilmemiş. Ama, müslümanlar Medine-i Münevvere'ye göçmüşler.
Ebûbekir Sıddîk RA Efendimiz de, "Yâ Rasûlallah, müsaade edersen ben de Medine-i Münevvere'ye göçeyim artık!.." dediği zaman, "Yok! Sen sabret, belki Allah sana hayırlı bir arkadaş nasib eder." demiş Peygamber SAS Efendimiz... Ve nihayet bir gün, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nden Rasûlüllah SAS Efendimiz'e de hicret müsâadesi, emri, işareti gelmiş. Onun üzerine Ebûbekir Sıddîk Efendimiz de, şâyân-ı dikkat bir yolculukla, rebîül evvel ayının dördünde başlayan bir yolculukla, hacdan üç ay sonra hicret vuk' bulmuştur.
Hicret; terketmek, bırakmak, sevdiği yeri bırakmak demek... Peygamber SAS Efendimiz Mekke-i Mükerreme'yi çok sevdiği halde ve Mekke-i Mükerreme yeryüzündeki mekânların en şereflisi olduğu halde, o tazyikler yüzünden tabii, orayı terketmek zorunda kalıp, bırakıp Medine-i Münevvere'ye hicret ederken, dönüp Mekke şehrine seslenmiştir.
Peygamber SAS Efendimiz'in, etrafındaki mekânlara, olaylara, varlıklara bakışı başka türlüdür. Meselâ buyuruyor ki: "Uhud cennette bir dağdır. Uhud bizi sever, biz Uhud'u severiz." Yâni, bir şahsiyet-i mâneviyyesi var Uhud Dağı'nın...
Mekke şehrine de hicret ederken döndü dedi ki: "Yâ Mekke! Sen ne kadar mübarek, ne kadar güzel bir şehirsin!.. And olsun ki, eğer kavmim bana zorlama yapmasaydı, tazyikte bulunmasaydı, ben seni bırakıp gitmezdim. Sen Allah'ın en mübarek kıldığı beldesin!..
(İnne evvele beytin vudıa linnâsi lellezî bibekkete mübâreken ve hüden lil âlemîn) ayet-i kerimesi ile sabit o mübarekliğin... Gitmek istemezdim ama mecburen gidiyorum." diye, özür diler gibi, vedâ eder gibi söylemiş.
Onun üzerine, "Seni buradan çıkartan Allah-u Teâlâ Hazretleri, bir gün yine sana burayı nasîb edecek, buraya dönmeyi ihsan edecektir." diye ayet-i kerime inmiştir.
İşte böyle bir macera, İslâm'ın tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Izdırabdan, horlanmaktan, zulüm görmekten istiklâle ve günden güne işin gelişmesine doğru inkişâf etmiş mühim bir hadisedir.
Bu çok mühim olay, İslâm'ın doğuşu demek olduğundan, İslâm'ın büyümeye, neşvü nemâ bulmağa başlaması demek olduğundan; çok güzel bir tensible, kararla İslâm tarihinin başlangıcı olmuştur. Hakîkaten İslâm o zaman başlamıştır. Çünkü daha önce tazyik altındaydı, müslümanlar eziliyorlardı. Ondan sonra İslâm kendi varlığını günden güne herkese göstermeğe, kabul ettirmeğe başlamıştır.
Sonunda da Allah-u Teâlâ Hazretleri, Peygamber SAS Efendimiz'i, o Mekke-i Mükerreme'ye tekrar, mansur, müeyyed, muzaffer ve galip olarak avdet ettirmiştir.
Tabii bunlarda, saatlerce konuşacağımız ibretler var... Mekke devrinin ibreti; insan hayatında ızdırablı, sıkıntılı, zulümlü, mazlum devreler olabilir. Mü'min orda ümidini kaybetmemeli, üzülmemeli, sabretmeyi öğrenmeli demektir.
Medine devrinin çıkartılacak büyük dersi; azmettiği zaman, çalıştığı zaman;
(Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehüm sübülenâ) Allah-u Teâlâ Hazretleri kendi yolunda çalışanları mansur eder.
(Velekad ketebnâ fiz zebûri min bağdiz zikri ennel arda yerisühâ ibâdiyes salihûn) Allah-u Teâlâ Hazretleri salâh-ı halleri, güzel durumları dolayısıyla mü'minleri te'yid ve takviye eder. Muvaffakıyetlere eriştirir.
O halde, biz de bugünkü hayatımızda zulümden yılmamalıyız, ümitsizliğe düşmemeliyiz. Çünkü, İslâm'ın lügatinde ümitsizlik yok!.. Bu gecelerin arkasından bir sabahın geleceğini, bu zulmün bir zaman sonra biteceğini; hakkın galib geleceğini, bâtılın zâhik olacağını bilmemiz lâzım gelir.
Aslında mazlum iken, gariban durumunda iken de müslüman yine galibdir, yine iyi durumdadır. Çünkü Peygamber SAS Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki:
(Fetûbâ lil gurabâ') "Ne mutlu garibanlara; ne mutlu yerini yurdunu terketmiş, boynu bükük, yersiz, yurtsuz, himâyesiz, akrabasız, diyar-ı gurbette kalmış kimselere!.." diyor. Yâni, garipleri medhediyor, onları sevdiğini ifade ediyor. Sordular Peygamber SAS'e:
(Vemel gurabâü yâ rasûlallah?) "Bu guraba tabirinden kasdettiğiniz nedir yâ Rasûlallah?" diye... O da çok güzel bir tarif ve bir cevap veriyor, bu da bizim için çok önemlidir:
(Ellezîne yuslihûne mâ efseden nâs) "Öteki beyinsiz, akılsız, imansız, sorumsuz insanların bozub berbad ettiği düzenleri, toplumları, dünya hayatını ıslah edenler..." Gariban bunlar... Çevresiyle hemfikir değil, bunlar yalnız... Çevresinin içinde gariban durumda kalmış, etrafındakilerinin bozduğunu düzeltmeğe çalışıyor.
Bu da bizim vazifemizdir. Yâni tek başımıza bir toplumun içinde olsak, toplumun bütün fertleri başka fikirleri tutuyor olsa, bozuk yollara gidiyor olsa...
Meselâ ben şahsen buraya gelirken, üzülerek geldim. Nihayet bir futbol maçından elde edilmiş bir galibiyetin, halkın üzerindeki bu kadar büyük tesiri, böyle basit bir olaydan bu kadar sevinme, şuur seviyesinin eksikliğini gösterir. Bir gazetede ben bir sayfa spor sayfasını çok görürken, spor sayfalarının dört sayfaya, beş sayfaya çıkması büyük sorumsuzluktur. çünkü, Türkiye'nin yapılacak çok büyük işleri vardır. Spor sayfalarına değil sanayiye, kültüre, millî mânevî değerlerimizin korunmasına, menfaatlerimizin savunulmasına, haklarımızın alınmasına yönelik nice işler vardır. Tabii, bu toplumun bu duruma getirilmesi de bir garib hadisedir.
Biz de bu toplumun içinde garibanlarız, diyar-ı gurbetteki insanlar gibiyiz. Okyanusta bir adaya çıkmış insanlar gibiyiz. Ama, ümitsizlik yok... Çünkü, ne mutlu garibanlara!.. O garibanlar kimlerdir?.. Bozulanları düzeltmeğe çalışanlardır.
Ben bir yerde, "Allah bizi salihlerden eylesin..." dedim. Salih, iyi insan demek... Karşımda bir misafirim vardı, Irak'tan gelmiş olan... Arapça biliyor, arif, çevresi olan bir insan... Kültürlü bir muhitten gelmiş. O dedi ki: "Hocam salih olmak iyi; ilâve olarak bir de muslih olmak var!"
Salih olmak, kendisinin iyi olması... Muslih olmak; ıslahçı olmak, başkalarını iyi etmek... İşte bizim asıl vazifemiz o!.. Tek başımıza kalsak da, gariban olsak da, ama yine bayrağı yere düşürmeyeceğiz, Ulubatlı Hasan gibi burca dikeceğiz. Zafer müslümanların olacak!.. İnşaallah, Fatih Sultan Mehmed Han'ımızın İstanbul'u fethettiği gibi, bizden sonraki nesiller de Roma'yı fethedecek!..
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtüh!..
31. 5. 1995 - Eskişehir