Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
SEVGİ VE KAYNAŞMA GÜNLERİ
Rabbimiz, yaradanımız, mevlâmız, àlemlerin rabbi Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne sonsuz hamd ü senâlar olsun. Hadsiz hesapsız nimetlerine mazharız. Lütuflarına gark olmuş durumdayız. Nimetlerini saymağa kalksak sonuca ulaşamayız.
Allah-u Teâlâ Hazretleri nimetlerini üzerimizde dâim eylesin... Hatâlarımızdan, kusurlarımızdan dolayı bizi cezalandırmasın... Nimetleri üzerimizden almasın... Bizi izzetten sonra zillete, kabulden sonra redde, hidâyetten sonra dalâlete düşürmesin... Yolunda dâim, ibadetinde müdâvim eylesin... Sevdiği kul olmayı nasib eylesin, cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...
Güzel bir diyarda, mevsime göre nisbeten güzel günlerde, çok güzel bir tatil tesisinin içinde güzel günler geçirdik. Allah'a hamd ü senâlar olsun... Her ilgiliye teşekkür ederiz.
Biz şimdiye kadar pek çok beş yıldızlı otelde kaldık; bu en çok beğenilen otel olmuş. Gerek çalışanların, ilgililerin yumuşak tavırları, güleç yüzleri, gerek hizmetleri güzel, mükemmel, eksiksiz yapmaları dolayısıyla genel bir memnunluk müşahede ettim, memnun oldum. Allah razı olsun... Herhalde sahibinden ve yöneticilerinden bir teveccüh var ki böyle aşk ile, şevk ile hizmet etmişler. Biz de kendilerini tebrik ederiz, teşekkür ederiz, dualar ederiz. Allah dünya ve ahiretin hayırlarına erdirsin. Bizim böyle çalışma yaptığımız müesseseler, bizden sonra müslümanların hizmetine daha çok kayıyor. İnşaallah bundan sonra burda güzel İslâmî hizmetler yapılır diye düşünüyorum.
Toplantının ana başlığı, Sevgi ve Kaynaşma Günleri çok hoşuma gitmişti, bunu açılış konuşmamda ifade ettim. Gerçekten buna çok ihtiyacımız var, her yönden fevkalâde ihtiyacımız var. Geçtiğimiz senelerde müteaddit yerlerde güzel toplantılar yaptık, güzel sonuçlar aldık. Bunların tadı ağzımızda kaldığı için, bu günlerde burada bu toplantıyı tertiplemiş bulunuyoruz.
Bu toplantı münasebetiyle kurumlarımızda bir tazelenme ve yenilenme olduğunu vurgulamak istiyorum. Yönetimde değişiklik olmuştur. Eski yöneticiler ve şirketlerin bir kısmının durumları değişmiştir, yeni bir yönetim gelmiştir. Bu yeni yönetime ilginizi, desteğinizi ve candan yardımınızı diliyorum.
Çünkü zaman zaman her şeyin tazelenmesi uygun olur, tazelenmekte fayda vardır. Tıkanıklıklar böylece açılabilir. Bunlara Batı dillerinde revizyon, restorasyan, rekonstriksiyon deniliyor. Böyle yeniden inşâ, yeniden imar, yeniden tamir, yeniden tecdîd gibi şeyler... Avrupa medeniyetini inceleyen ictimâiyyat alimleri, sosyologlar, ilim irfan meseleleriyle ilgilenen kimseler, kültür medeniyet meseleleriyle ilgilenen kimseler belirtirler ki, medeniyetler atılımlar ve duraklamalarla bu güne gelmişler. Bizim de şu sırada bir toparlanma ve bir atılım arefesinde bulunduğumuzu müjdelemek istiyorum.
Yeni bir atılıma başlamış bulunuyoruz. Yakalarınızda rozetleri bulunan Ak-Televizyon'umuz önemli bir atılımımızdır. Çünkü amacımız insanlara İslâm'ı ta'lim, terbiye, tebliğ ve irşad olduğu için, çok mühim müesseselerden birisidir televizyon müessesesi...
Radyomuzun yöneticilerine ve sizlere burada teşekkür etmek istiyorum. Çünkü radyomuz Türkiye'de, dolayısıyla dünyada sayılı, önde gelen, dereceye giren başarılı radyolardan birisi olmuştur. İlim, irfan, edeb, bilgi yönünden zengin muhtevalı bir radyo olmuştur. Bir dinleyen bir daha kendisini ondan ayıramaz olmuştur, hayranı olmuştur, aşıkı olmuştur, bendesi olmuştur, bendegânı arasına girmiştir; --istemeye istemeye söyleyeyim-- Akrakolik olmuştur. Bazıları böyle demişler, "Ben Akrakolik oldum!" filân demişler.
Ben de arabayla yolda giderken, fırsat oluyor dinliyorum, çok hoşuma gidiyor. Çok tatlı zaman geçiyor, çok bilgileniyor insan, güzel oluyor. Eğitim için çok güzel bir araç... O kadar güzel bir araç ki, hanıma mutfakta arkadaş oluyor, şöfore yolda arkadaş oluyor, işçiye atölyesinde arkadaş oluyor, sokakta yürüyen insana arkadaş oluyor. Belinde walkman dediğimiz bir radyosu olsa, kulağına kulaklığını taksa, Akra'yı dinlese, yetiyor artıyor, dünyalar onun oluyor.
Bu bir başarı, gerçekten başarı, bizim dışımızdaki insanların da ifade ettiği bir başarı... Hani, kuzguna yavrusu şirin görünürmüş. Halbuki kuzgun, karga, güzel değil ama, yavrusu olduğu için güzel görünürmüş. Herkes kendisinin olan şeyi severmiş. Bu öyle değil... Ben kendi hislerimizi tarafgirâne olur diye çok önemli görmüyorum, bizim dışımızdaki insanların duygularını önemli görüyorum. Bizim dışımızdaki insanlardan bir algılama, bir duyum, bir rivayet kulağıma geldiği zaman, o önemli oluyor.
Hiç bizim tekkemize bağlı olmayan, ihvanımız olmayan, bizimle ilgisi irtibatı olmayan çok insanların radyomuzu dinlediğini öğreniyoruz, sevdiğini öğreniyoruz. Meselâ; Agâh Oktay Güner Bey bizim arkadaşlara ifade etmiş: "Ben parti genelbaşkan yardımcısı olduğum için Anadolu'da çok geziyorum. Siz farkında değilsiniz belki, ben halkın sorularından anlıyorum, radyonuz çok dinleniyor." demiş.
Evet, 141 yerde uzaydaki yayınından alıp yansıtıcıyla oradakiler rahatlıkla dinlesinler diye yayınını kuvvetlendirmiş bir teşkilâtımız var... Bu mühim bir şeydir. O halde Türkiye'nin galiba TRT'den de önde gelen bir radyo kurumu haline geldik; elhamdü lillâh, çok şükür...
Allah şükrettikçe nimeti arttırırmış, onun için nimeti söyleyip de şükretmek için bunları söylüyorum. Bütün ilgililere ve sizlere teşekkür ediyorum. Çünkü, çocukluğumdan beri bir yazı dikkatimi çekerdi. Eskiden dükkânlarda: "Müşteri velînimetimdir." diye yazardı. Dükkâna gelen kimse velînimeti, minnettar olduğu, kendisine nimet veren muhterem bir kişi diye yazardı eskiden. Biz de öyle, dinleyicileri velînimet olarak görüyoruz.
Peygamber SAS Efendimiz'in hadis-i şerifini de hatırlatıyor: "Kapınızdaki sâil, bir şey isteyen, 'Bana Allah rızası için şunu ver, bunu ver!' diyen kimse, Allah'ın size hediyesidir." diyor Peygamber Efendimiz... Çünkü siz ona bir şey verince sevap kazanıyorsunuz, sevap kazanma imkânı kapınıza kadar gelmiş oluyor.
O halde meseleleri biraz bu gözle incelersek, radyo büyük bir nimet oldu bizim için... Ben de çok mutluyum, çok memnunum, çok mes'udum. Çünkü bir camide hitab ederken, bir şehirde hitab etmekten, bir ülkeye hitab etmekten öte, kıtalara hitab eder bir hale geldik. Bir de bunlar bantlarla zaman içinde de uzayıp gidecek; biz kara toprağın altına geçtikten sonra bile belki bunlar dinlenecek. Belki de bir sâhib-dilin eline geçer de kulağına gelirse rahmetle anılmamıza vesîle olacak diye seviniyorum. Şu dünyada, şu gök kubbenin altında bizden bir eser kalmış oluyor.
Tabii, bu hayırlara vesîle olan bütün kardeşlerimiz... Meselâ Tokatlı bir kardeşimiz kalktı geçen gün: "Reşâdiye'ye gittik. Reşâdiye'de bir tek ihvânımız var. Oraya yansıtıcı koyduk. Merkez çok az yardım etti, büyük yardımı ordaki kardeşimiz sağladı. Reşâdiye'den şimdi radyo dinleniyor." dedi. Çok güzel, yâni bizi ferahlandıran bir haber bu... Önemli bir şey.
Demek ki vaazlarımız, konuşmalarımız, nasihatlerimiz, bilgilerimiz bir çok kimsenin kulağına, kulağından gönlüne gidiyor. Gönlünden de hareketlerine intikal ederse, hayra delâlet eden hayrı işlemiş gibi sevap kazandığından, siz de kazanacaksınız, biz de kazanacağız. Oh, ne büyük kâr diye seviniyorum.
Şimdi sıra geldi Ak-Televizyon'a... Ak-Televizyon önemli bir olay; bu hususta da yardımlarınızı diliyoruz. Ak-Televizyon sizin televizyonunuz, sizin atılımınız... Ak-Televizyon'un da Akra gibi başarıya ulaşması lâzım!.. Başarılı olması lâzım, verimli olması lâzım, devamlı olması lâzım!..
Bu zor bir çalışma... Televizyon çalışması insanı büyük masraflara çeken zor bir çalışma... Korkuyoruz da bir taraftan, bir taraftan da başlattık; yâni surun üstüne çıktık, bayrak elimizde, devrilmekten de korkuyoruz. Bayrak elimizde, rüzgâr da esiyor, düşman da "Güm... Güm..." atış yapıyor, biz de bayrağı orda tutmak durumundayız; yardımınıza ihtiyaç var, işin doğrusu bu... Zaten her şeyi evvelallah kardeşçe, birlik ve beraberlik içinde olarak yaptığımız için Akra gibi Ak-Televizyon konusunda da ciddî ilginizi, desteğinizi ve yardımınızı bekliyoruz.
Çok önemli bir husus bu... Kendi kendinize sorun, ben şu anda teferruatını düşünmedim; "Sizden biriniz Ak-Televiyon'a nasıl bir yardım sağlayabilir?" Bilmiyorum, zihnimde teşekkül etmiş bir şey yok ama, siz belki daha iyisini bulabilirsiniz. Yalnız, hem Ak-Televizyon, hem de yanında onu destekleyici diğer çalışmalar, hem de diğer İslâmî tebliğ ve irşad çalışmalarımız için büyük desteklere ihtiyacımız var. Şahsen ihtiyacımız yok da, şahsen güç yetiremediğimiz işlerde yardımınıza ihtiyacımız var.
Şöyle söyleyeyim: Burada bir toplantıda Özbekistan'dan kardeşlerimiz geldiler, burada güzel konuşmalar yaptılar. Özbekistan önemli bir ülke, ayrı bir ülke; bizden İslâmî bakımdan destek istiyor. Ordaki kardeşlerimiz; ordaki alim, fâzıl, şâir, seçkin kardeşlerimiz, sizlerden, bizlerden yardım istiyor. İhvânımız, tarikatımıza girmiş kimseler... Hem İslâm'ı iyi anlamış, hem takvâ yolunu seçmiş, hem de orda takvâ yolunu temsil edecek, yayacak, anlatacak kardeşlerimiz bunlar..
Birisi kalktı, dedi ki:
"--Hocam, bunlara bir destek sağlayalım burdan, torbayı açalım para toplayalım!"
Ben onu azımsadım. Yanlış mı yaptım bilmiyorum, "Burda nihayet az bir şey toplanır." diye engelledim. Sonra Mısır'dan bir taleb geldi. Öğrenciler diyorlar ki:
"--Mısır'da şu kadar öğrenci okuyor, bunlara şöyle şöyle bir şeyler yapmak lâzım!"
Tabii, Almanya'da atılımlarımız var, İsveç'te atılımlarımız var... İngiltere'de, Amerika'da çalışmalarımız, atılımlarımız var... Avustralya'da, Orta Asya'nın diğer ülkelerinde, Balkanlarda atılımlarımız var. Yakamıza bütün rozetleri takacak olsak, rozetler çoğalacak.
Benim yakamda bir de Bosna-Hersek rozeti vardır. Bosna-Herseğe karşı borcumuz var, ordaki mağdur ve mazlum kardeşlerimize karşı büyük görevlerimiz var...
Çeçenistan'dan bakanlar geldi bana, dediler ki:
"--Hocam, cihad çok güzel bir şey ama, cihad eden bir ülkenin en samîmî müslümanlarını alıyor." dediler.
Alıp götürüyor. Yâni, Çeçenistan'ın en mütedeyyin, en müttakî, en salih insanları nerde?.. İnnâ lillâh, ve innâ ileyhi râcûn. Allah için çarpıştılar ve şehid olmanın sevabına ve mertebesine ulaştılar. Bakan diyor ki: "Gerideki insanlara hizmet edecek insan kalmadı." Hizmet lâzım! Yâni, "Vatan için ölmek de var, borcun yaşamaktır." diyen şair de biraz haklı gàlibâ... Şehid olmak da iyi ama, gàlibâ gàzi olup hizmet etmek daha iyi.
Hâsılı, çok çocuklu, çok muhtaç, bütçesi dar, fakr u zarûret içinde kıvranan bir ailenin reisi gibi hissediyorum kendimi; Çeçenistan'a para lâzım, Bosna-Herseğe para lâzım!.. Bunlar da böyle ufak tefek paralarla olmuyor; hani cebinden çıkar ellibin lira, yüzbin lira, elli mark, yüz mark ver de olsun bitsin... Böyle olmuyor, bunlara devlet çapında, uluslararası çapta hizmetler yapmamız gerekiyor. Bu da büyük çalışmalar gerektiriyor. Biz küçük şeyler peşinde değiliz, küçük şeyler yetmiyor. Hani mahallede bir dilenciye biraz küçük para, bir fakire birazcık yardım etmek gibi değil bu işler... Uluslarası İslâmî hizmetimiz var.
Onun için ben bilmiyorum, arkadaşlarımız söyleyebilir mi: Merkezde bir hesap açalım, herkes zekâtını ve hayır parasını oraya postalasın! Şahsen mahallinde yapacağı hayrını yapsın da, yardım olarak yapabileceği öteki şeyleri oraya postalasın; orda elimizde bir güç olsun da, Çeçenistan'a mı yardım edeceğiz, Bosna-Herseğe mi yardım edeceğiz, kolej mi kuracağız, bir başka kalıcı eser mi yapacağız orda, yayın mı yapacağız, dergi mi çıkaracağız, kitap mı neşredeceğiz, kitap mı tercüme ettireceğiz.
Meselâ şimdi Özbekçeye Hocamız'ın kitapları ve bendenizin kitapları tercüme ediliyor. Orta Asya dillerine sizin okuduğunuz kitaplar tercüme ediliyor, İngilizceye tercüme ediliyor. Yâni farkına varmadan Allah bizi dünyaya hitab eder bir zümre haline getirdi. Sıradan bir zümre olmadan çıktık, uluslarası, küresel bir zümre haline geldik. Onu hatırlatmak istiyorum.
Sevgi ve kaynaşma derken, öyle sevgi içinde olmalıyız, öyle kaynaşmalıyız ki, uluslarası, küresel hizmetlerimizi, alın akıyla, başarıyla, üstün seviyeli olarak, mükemmel olarak yapabilelim.
Bunun için de gerekli uzman kişilere sahibiz. Hepiniz kendi sahanızda sanıyorum uzmansınız, doçentsiniz, profesörsünüz, doktorsunuz, başarılı bir işadamısınız... Gençlerimiz var; üniversiteyi bitirmiş, mastır yapıyor, doktora yapıyor... Cıvıl cıvıl kadromuz var, hepsi de çok güzel bir şekilde, memnuniyet verici bir durum... Geliyor, bana soruyor:
--"Hocam, ben emrinizdeyim, nereye isterseniz giderim!"
Ana okulu öğretmeni yetiştiren mektebimizden mezun kızlarımız dediler ki:
"--Afrika'nın en mahrumiyetli ülkesine gönderseniz, gideceğiz hocam!" dediler.
Kızlar dedi. "Kızım, Afrika'nın Senegal'ine gideceksin, Kongo'suna gideceksin, yamyamların arasına gideceksin, orda şu işi yapacaksın!" desek, yapacağız diye söz verdi çocuklar... Şimdi o söz vermenin mânâsı nedir?.. Sorumluluğu bana yüklemek demektir. Kendisi sorumluluktan kurtuldu. Ya ben, "Git Senegal'e!" diyeceğim, gitmenin şartlarını hazırlayacağım. Ya da yapamazsam; o sorumluluktan kurtulacak, ben sorumluluğun altında ezileceğim.
Onun için imdat çekiyorum, diyorum ki kızlar böyle söylüyor, erkekler de böyle söylüyor. Büyük çapta hizmetler için bir merkez havuzu teşkil etmek istiyoruz. Bir merkez hesap numarası söyleyelim. Bunları toplayalım, veyahut bundan sonra benimle irtibata geçin. Meselâ şimdi bir grup kardeşimiz bir kâğıt gönderdi: "Özbekistan'lı kardeşlerimizin Tasavvufa Giriş kitabınızın basılması için gerekli masraflarını karşılamayı taahhüt ediyoruz." diyorlar.
Bu sevgi ve kaynaşmadan böyle büyük sonuçlar çıkmasını temennî ediyorum. Uluslarası küresel bir faydası olmasını temenni ediyorum. Bir merkezî hizmet havuzu, bütçede bir hizmet ödeneği ayırmamız gerekiyor.
Şimdi burada bu ana meselemizi size söyledikten sonra hatırlatmak istediği bir şey daha var: Biliyorsunuz sağlam kafa sağlam vücutta bulunur gibi sözler var. Sağlam bir toplum, sağlam insanlardan teşekkül eder. Sağlam insan olmak için de işin bir bölümü, kişisel bölümüdür. Kişinin sağlam yetişmesi, huzurlu olması, ahlâklı olması, bilgili olması, edepli olması gibi şeyler...
Tabii, bunları siz sağlamışsınızdır, Allah razı olsun, Allah feyzinizi, ilminizi, irfanınızı çok eylesin. Ama bir de ailesel yönü vardır. Bana gelen rivayetlerden ve şikâyetlerden bazı ailelerde bu uyumun, sevgi ve kaynaşmanın tahakkuk etmediği duyuyorum. Peygamber SAS'in nasihatlarını hatırlatırım size, Vedâ Haccı'ndaki nasihatlerini hatırlatırım. Mutlaka ve mutlaka aile huzurunu, sevgisini, kaynaşmasını sağlayın. Bu bir vazîfe, dînî bir vazîfe... Tabii bunu hanımlar da dinliyor; hanımlar haşinlik yapıyorsa onlara nasihat, beyler gaddarlık yapıyorsa onlara nasihattir bu...
Çünkü, bazı duyumlar alıyorum. Bir hanım bana mektup yazıyor, diyor ki:
"--Hocam! Kocam beni öyle döver ki, duvarlar kan içinde kalır. Beni kulaklarımdan tutar, kafamı duvara vurur, duvarlar kan içinde kalır."
Manzarayı tasavvur edebiliyor musunuz?.. Tasavvur edebiliyor musunuz olayı?.. Hikâye değil, abartma değil, mübalağa değil, gereçek... Nasıl oluyor: Demek ki koca problemli, sorunlu, ruhsal sıkıntıları var... Ruh sağlığı doktoruna müracaat etmesi lâzım!..
Döğmek bir şeyi halletmiyor. Döğdüğü insan da ihvanımız, kötü bir kadın değil... Ya aşı tuzlu yapmıştır, ya tencerenin dibini yakmıştır. Ya da şu veya budur. Bundan dolayı duvarlar böyle kan içinde bırakılmaz.
Birisi diyor ki:
"--Göğsümde bir ağrılar oldu, şüphelendim, doktora gittim." Hani göğüste ağrı olunca, kanser filân diye korktu gàlibâ. "Meğerse kocamın tepiklerinden iki kaburga kemiğim kırılmış." diyor. Ben bunu anlayamıyorum. Kocası dindar insan, bu ruhsal bir olay... Böyle şey olmaz. İslâmî bakımdan böyle bir şey olmamalı. Varsa, kişi doktora müracaat etmeli! Demeli ki:
"--Bende bir şey var, ben sağa sola tepik atıyorum, kapı pencere kırıyorum. Karate yapar gibi, onsekiz tane tuğlayı üst üste koyup kırar gibi..."
Kaburga kemiği kırmak kolay bir şey değil... Rahmetli annem bana, "Kurbanın kaburgalarını kesiver evlâdım!" derdi de, kesemezdim; vururdum, vururdum, kırılmazdı. Elimde satır, altında tahta, kesilmiş kaburgaları kıramazdım.
Bir tepikle iki kaburga kemiği kırmak, acı bir olay!.. Duvarları kadının kanlarıyla kanlandırmak, çok acı bir olay, çok feci bir olay!.. İki aşırı olay söyledim, tabii hepsi bu kadar değildir ama, uyumsuzluk ve geçimsizlik vardır ailelerde... Lütfen beyler hanımlarına sevgi göstersin, lütfen hanımlar beylerine sevgi göstersin, saygı göstersin, ailede şu sevgi ve kaynaşma husûle gelsin. Bu sevap, Peygamber Efendimiz'in tavsiyesi...
Peygamber Efendimiz diyor ki:
"--Ben sizin ailesine en hayırlı olanınızım."
Nümûne-i imtisâlimiz, Peygamber-i Zîşânımız böyle diyor. O halde hanım sizden memnun olacak, gıyabınızda "Efendin nasıl?" denildiği zaman, "Allah razı olsun!" diyecek. Siz de hanımınızdan memnun olacaksınız. "Yâ sizin hanım nasıl?" denilince, "Allah razı olsun, melek gibi kadın." diyeceksiniz. Bu hale ayarlayın kendinizi... Bu önemli, Sevgi ve Kaynaşma Günleri'nde önemli bir husus
Ailede kavgaların ve ihtilâfların neden çıktığı hemen anlaşılır. On yıldır beraber yaşıyor adam; bey neye kızıyor, hanım neye kızıyor, kavga neden çıkıyor ilk birkaç ayda anlaşılır. Hep aynı sebepten çıkar. Ev kavgaları tekerrür eder. Tarih tekerrürden ibarettir, tekerrür eder. İşte onlara düşmezsiniz, sabredersiniz, dilinizi tutarsınız, tatlı konuşursunuz.
Biliyorsunuz yalan İslâm'da üç yerde caiz. Birisi, karı koca arasında yalan caiz. Bu ne demek?.. Karısına diyecek ki:
"--Vallàhi ben senin kadar güzel kadın görmedim, sen dünyanın en güzel kadınısın!"
Değil... Değil ama, diyebilir. Neden?.. Kadınla koca arasındaki yalan câiz de ondan; aile muhabbeti için... Tabii o içinden, "Benim nazarımda böyle, nikâhımdan dolayı böyle..." filân diyebilir.
Lütfen aile muhabbetini onaralım. Bizim kardeşlerimizin aileleri nümûne aileler olsun, muhabbet nümûnesi aileler olsun.
Güzel misal de vereyim: İhvânımızdan birisi vefat etmişti; nur içinde yatsın, kabri cennet bahçesi olsun, ruhu şâd olsun... Hanımı demişti ki:
"--Elli-altmış yıldır karı kocayız, bir tek kelime ile birbirimizi incitmedik."
Bu da güzel misâl, bu da tam dervişâne İslâmî misal... Elli altmış yıl beraber yaşayıp da birbirini incitmemek, birbirini azarlamamak, birbirine sert muamele yapmamak; bu da güzel bir misâl... Lütfen bu aile muhabbetini sağlayın!
Dışa karşı iyi, fedâkâr, cömert, tatlı, sevimli, sabırlı; ailede, içte, kapıdan girdikten sonra gaddar, zalim, bilmem vs. vs. Olmaz, bir insan her yerde aynı olmalı! Hanımına karşı da, çocuğuna karşı da güzel muamele etmeli!..
2. Lütfen çocuklarınıza vakit ayırın! Size burda şahsiyetin gelişmesiyle ilgili konuşmalar yaptı çok değerli bir doktor kardeşimiz, ben hayran kaldım, mest oldum, çok beğendim. Bakın bir çocuğun kişiliği altı yaşına kadar gelişiyor, bitiyor. Ondan sonraki onun sonuçları oluyor.
Lütfen çocuklarınıza sevgi gösterin; baba olarak sevgi gösterin, hanım dinleyiciler anne olarak sevgi göstersinler! Annenin sevgisi, çocuğa sevgiyi öğretmek demek... Bazı insanlar sevgiyi bilmiyorlar. Sevgi nasıl bir şey acaba, yenilir mi içilir mi, metreyle mi satılır, kilo ile mi satılır, tane tane midir, nasıl bir şeydir?.. Sevgiden haberi yok, sevmeyi bilmiyor. Sevmeyi öğrenmek lâzım!..
Sevmeyi ilkönce anne çocuğuna öğretir, severek öğretir. Bebek sevgiden anlar. Bebeği9n yanağını sıkarsın, hoplatırsan, şaka yaparsın, çocuk sevildiğini anlar. Bu ona ilerde iyi bir insan olması için bir öğretidir. O ilerde dindar bir çocuk olacak... Neden?.. Annesi çok sevgi gösterirdi, sevmeyi biliyor. Allah'ı sevmeyi de öğrenecek. Annesini sevmekten Allah'ı sevmeyi öğrenecek.
Lütfen anneler çocuklarınızı sevin!.. Lütfen azarlamayın, lütfen yanınızdan koğmayın!.. Lütfen çiş yaptı diye kibritle pipisini yakmayın, poposunu çimdirmeyin, iğne batırmayın!.. Yapılan şeyler olduğu için söylüyorum.
"--Sen çiş mi yaptın, gel bakalım buraya!.."
Zırt, pırt... Öyle şey yok, sevgi göstereceksiniz! Sevgi çocuğu daha iyi terbiye ediyor, takdir daha iyi terbiye ediyor. Tekdir de olur. Tekdir de eksi işaretli bir sevgidir.
"--Aaa, bu güzel olmadı, bunu yapma evlâdım bir daha! Geçen gün şöyle yapmıştın, ne kadar güzeldi." dedin mi, tekdir de bir çeşit sevgi olur, takdir de bir çeşit sevgi olur.
Lütfen çocuklarınıza vakit ayırın!
"--Hocam benim işim çok!"
Ben onu bilmem, işlerinden bir tanesi de çocuğuna vakit ayırmaktır. İki saat, üç saat çocuğuna vakit ayıracaksın!
Avustralya'da birisi anlattı:
"--Birisine dikkat ettim, gözledim; iki saat çocuğuyla ciddî ciddî ilgilendi." diyor.
Çocuğunuza zaman ayırın!.. Hanımınıza zaman ayırın, hanımsanız beyinize zaman ayırın!..
Lütfen sevgi ve kaynaşmayı aileden başlatalım!
3. Ondan sonra, biz cennet yolunda yürüyen, Allah'ın rızasını kazanmağa çalışan mânevî bir zümreyiz, bir tasavvufî zümreyiz. Onun için bizim de birbirimizle kardeşliğimiz ahiret kardeşliğidir, mühim bir kardeşliktir. Hattâ kendi eğer kendi kan kardeşimiz mü'min değilse, kan kardeşliğinden de öncedir bu tasavvufî kardeşlik, ihvanlık, uhuvvet dediğimiz şey ve çok sevaplıdır. Bir insanın Allah rızası için bir kimseyi sevmesi ibadettir, çok sevap kazandırıcı bir ibadetir. Lütfen birbirinizi sevin!..
Lütfen birbirinizi ziyaret edin! Kalkın Adana'ya gidin, Maraş'a gidin, Erzurum'a gidin, Edirne'ye gidin, Bursa'ya gidin... Çanakkale'ye gelin... Yâni lütfen birbirinizi sevin ve ziyaret edin!..
--Hocam seveceğim ama, herifin bir sürü kusuru var...
Tamam, dikensiz gül olmaz, senin de kusurun var; kusurlarına rağmen seveceksin!.. Müslüman olduğu için seveceksin, ihvân olduğu için seveceksin ve kusurlarını münâsib bir şekilde düzeltmeğe çalışacaksın.
Bizim tekkemizde yaşlı ihvânımızın suçları var... Nedir suçları: Genç ihvanımıza tarikatın, tasavvufun âdâbını öğretmekte üzerlerine düşen görevleri yapmıyorlar. Gençlerle kaynaşamıyorlar, gençler meydanda ağabeylerini, amcalarını göremiyorlar. Cumaya gelmiyor, camiye gelmiyor. Kimden öğrenecek... Hocası zaten ortada yok; bir Suud'da, bir Avrupa'da, bir Avustralya'da, bir Amerika'da... Hocadan hayır yok, bâri ihvân ağabeylerden hayır olsun. Binâen aleyh kendi aranızda lütfen tasavvufu anlayıp anlatın, öğretin, birbirinizi sevin, kusurlarınızı da söyleyin:
"--Kardeşim böyle kalkılmaz, böyle yatılmaz!.. Böyle oturulmaz, böyle konuşulmaz!.. Yok, bu ayıp oldu, yanlış oldu. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuş... Aman gıybet etme, aman sözüne dikkat et, böyle hitab edilmez!.. Aman elini cebine sokma!.."
Bunlar küçük şeylerdir ama... Bunları hoca öğretmez insana, kardeş kardeşe öğretir. Bir insanı elinden tutup tarikata getiren kimse, onun tarikatta rehberidir. O ona bilmediği şeyleri anlatacak.
Onun için bizim yaşlı ihvanımızın çok kıymeti var... Onlar Hocamız'ın rahle-i tedrisinde yetişmişler, birçok tasavvufî incelikleri öğrenmişler. O halde öğrendikleri incelikleri gençlere, onların aktarmasını istiyorum. Yâni tasavvufî mânâda, mânevî yolumuzdaki sevgi ve kaynaşmayı da temennî ediyorum.
Ailedeki kaynaşmayı temennî ettim, tasavvufî yolumuzdaki muhabbet ve kaynaşmamızı tavsiye ettim; çok mühim! Lütfen not alın, lütfen bunlar için zaman ayırın!
4. Yurtdışında uzun zaman bulunduğum için yakından takib edemedim. Fakat arada televizyonları açıyorum, radyoları dinliyorum, gazetelere bakıyorum; bir şey dikkatimi çekiyor, bunu Korkut Bey de vurguladı: Bugün siyaset ve siyâsîlerin çalışmaları değişti. Bundan otuz yıl önceki gibi değil. Kürsüye çıkıp da, "Sayın vatandaşlarım, bana oy verin!" demiyor siyasîler... Siyâsîler profesörlerden, sosyologlardan, psikologlardan bilgi alıyor. "Nasıl bir yol tayin edersek, nasıl bir düzen ve tertip yaparsak falanca partiyi yıpratırız., kendimiz oy toplarız, iktidara yaklaşırız?" gibi çok ince daleverelerle, tertiplerle politikalar yürütülüyor.
--Misâl ver hocam, biraz kapalı konuştun, anlayamadım...
Ramazanda tasavvuf ve tarikat aleyhindeki çalışmaların arkasındaki amaç siyâsî idi, iktidarın yıpratılması idi. Refah Partisi'nin tabanını oyup yıkmak için çare düşünmüşler. Refah Partisi'ni büyük ölçüde tarikatlara dayanıyor sanıyorlar. "Tarikatları yıkarsak, Refah Partisi'nin de dayanağı yıkılır, hükümet yıkılır." diye bir çalışma.
Başka bir misâl: Pompalı tüfekler... Pompalı tüfek meselesi politikadır. Bir insanın kendi evinde, kendi evinin namusunu koruyacak bir silahının olması lâzım! İstiklâl harbi öyle kazanılmıştır. Kazma ile, kürekle ve çifte ile kazanılmıştır, dolma tüfekle kazanılmıştır. Herkesin evinde bir silâhın olması lâzım! Çünkü devlet koruyamıyor, kendi memurunu koruyamıyor.
Onun için o pompalı tüfek hikâyesi bir siyâsî çalışmadır. Arkası gelmedi, haklı olarak da bir tepki uyandırdı. Buna benzer şeyler olabilir.
Gazetelerdeki yazıları, başlıkları, televizyonlardaki açıkoturumları incelerken, ikaz ediyorum, ihtar ediyorum: "Bu hangi partinin hangi siyâsî dalaveresidir?" diye lütfen bir sorun kendinize önceden!.. "Ezü billâhi mineş-şeytànir-racîm, yâni taşlanmış şeytandan Allah'a sığınırım." deyin, programdan evvel kendi kendinize, "Bu işin altında hangi dalavere var?" diye bir sorun! "Bu kanal nereye hizmet ediyor?" diye sorun! Çünkü politika çok dalavereli bir yol oldu, çok değişik şekillerde çalışmaya başladı. Olayların çoğunun arkasında iktidar hırsları, muhalefet etme çalışmaları gibi şeyler var...
Burdan nereye geçmek istiyorum: Bu çeşit dalaverelerden birisinin sonucu olarak gazete ve televizyonlarda ordu ile millet arasında, ordu ile bir parti arasında soğukluk, çatışma, çekişme, icabında mücadele gibi şeyler telaffuz edilmeye başlandı. Bunu çok tehlikeli bir siyaset dalaveresi olarak görüyorum, çok tehlikeli, çok ayıp olarak görüyorum. Böyle etrafımızda ciddî düşmanların olduğu bir zamanda orduyu bu hale getirmeyi, milletle orduyu karşı karşıya getirmeyi vatanseverlikle de bağdaştırmıyorum.
Burda bize ne düşüyor?.. Tabii, ordunun aldığı kararların içinde bizi üzen şeyler yok mu?.. Var: Sevdiğimiz, tanıdıklarımız müslüman diye, mütedeyyin diye ordudan atılıyor. Başörtülü insan garnizona alınmıyor, sakallı bir kimse alınmıyor gibi şeyler duyuyoruz, üzülüyoruz. Bu da onların kusuru, onlar da onu yapmasınlar.
Biliyorsunuz, düşman bir şey yapmak istediği zaman tepkilerden faydalanıyor." dedi Korkut bey; ben ona katılıyorum. Lütfen tepkilerinizi kontrol altına alın, ne yaptığınızı düşünün, ordu ile millet kaynaşsın, siz de başkaları ile kaynaşın!
Burada gördük, bizden başka bir Fenerbahçe grubu geldi buraya... Onlar başka insanlar, biz başka insanlarız tabii... Bize gülmüşler. Biz biraz yadırganabiliyoruz. Tanımadıkları için; yâni aramıza girse, baksa, diyecek ki: "Tamam yâ, bunlar benim amcazâdem gibi, halazâdem gibi kimselermiş, bizdenmiş." filân diyecek, çok korkmayacak ama, sakaldan korkuyor, gazetelerde öncelerden beri yazılan şeylerden dolayı başka şeyler düşünüyor.
Burdakilerden bir tanesi demiş ki:
"--Sizin otel paralarınızı şeyh mi veriyor?" demiş.
Şeyh mi veriyor sizin otel paralarınızı?.. Kelin merhemi olsa başına sürermiş. Yâni böyle düşünüyorlar, başka başka şeyler düşünüyorlar, bilmiyorlar. Bilseler, gelseler, konuşsalar, sevecekler.
O halde, kendimizin İslâm'ı temsil ettiğini bilelim, halkla kaynaşalım! Halka İslâm'ı sevdirmek için yolun, kendimizi sevdirmek olduğunu bilerek çareler düşünelim!.. Zorlayalım kendimizi! Bir kenara çekilip kendi başına yaşamak da kolaydır ama, lütfen zorlayalım kendimizi, bu kaynaşmayı da sağlayalım!.. Tanısın, korkulacak bir şey olmadığını anlasın; milletin içinde bir çatlaklık olmasın.
Bakın benim kendi çalışmalarım arasında, Türkiye'de bir alevî-sünnî çatışması olmasın diye, alevilerle ilgili benim çeşitli yazılarım, kitaplarım, konferanslarım, konuşmalarım oldu. Neden yapıyorum bunu: Bu çatışma olmasın diye... Mâdem onlar Hazret-i Ali Efendimiz'i seviyorlar, o halde birleşebiliriz diyoruz. Bir müşterek nokta düşünüyorum, o müşterek noktada birleşmeye çalışıyorum.
Halbuki mum söndü vs deyince kızıyorlar. Hem mum söndü bizde yoktur diyorlar, hem de birisi mum söndü deyince, vay bize hakaret edildi diyorlar. Alınma, sizde mum söndü yok ki ne diye alınıyorsun?.. Ama, ters tutunce işler bozuluyor, düzgün tarafından tutulursa düzelebilir.
Onun için lütfen ictimâî sevgi ve kaynaşmayı sağlamak için vazife görün! Çimento gibi vazife görün, çakılları, kumları birleştirip bir beton set, sağlam bir duvar örmek hususunda çalışın! Açıkça bir daha söyleyeyim: İslâm'ı sevdirmek için kendinizi sevdirmeğe mecbursunuz. Kendinizi de sevdirmek için süslenmeğe mecbursunuz. Aynanın karşısına geçeceksiniz, taranacaksınız, dişlerinizi fırçalayacaksınız, güzel elbiseler giyeceksiniz...
Ondan sonra, güzel jestlerde, hareketlerde, davranışlarda bulanacaksınız. Bir hareket yapacaksınız ki herkesin hoşuna gidecek, beğenecek:
--Aa, müslümanlar da böyle yapar mı?..
Tabii ne sandın ya, böyle yapar. Peygamber Efendimiz de böyle yapmış.
Kendinizi sevdirerek İslâm'ı sevdireceksiniz. Allah aşkına, İslâm'ı sevdirmek için sevimli görünmeniz lâzım, sevimli konuşmanız lâzım, sevimli davranmanız lâzım; sevdirecek işler, hayır, hasenat yapmanız lâzım!..
"İyiye kötüye herkese iyilik yapmak" diyor Peygamber Efendimiz, vazife olarak... İyiye iyilik yaparız da, kötüye de iyilik yapmak...
Sonra bizde bir şey vardır biliyorsunuz, kâfire de iyi niyetler besleriz, onun müslüman olmasını isteriz. Sevdik mi bir kâfiri deriz ki: "Allah hidayet nasib etsin, şu müslüman olsun da kurtulsun." deriz. Demek ki onun da iyiliğini istiyoruz, cennete girmesini istiyoruz.
Bunu anlatmamız lâzım; "Kardeşim ben seni seviyorum, ben senin kurtulmanı istiyorum, ben senin cennete girmeni istiyorum." dememiz lâzım!
..........
Halka İslâm'ı sevdirmek, kaynaştırmak için bir çalışma yapmak zorundayız.
Tabii bunların hepsinin temeli insanın kendisinin sevgiyi bilmesiyle olur. İnsanın sevgiyi bilmesi tasavvufla olur, zikirle olur. Zikr-i kesîrden, çok zikirden aşkullah, muhabbetullah, şevkullah hasıl olur, aşık olur insan...
Nasıl aşık olur?.. Mevlânâ gibi aşık olur, Yunus Emre gibi aşık olur, Eşrefoğlu Rûmî gibi aşık olur. Ne diyor:
Ey Allah'ım beni senden ayırma,
Benin senin cemâlinden ayırma!
Balığın canı su içre diridir,
İlâhi balığı gölden ayırma!..
Yâni suyun içindeki balık gibi, aşkullah muhabbetullah içinde canlı yaşayacağını söylüyor. Bu sadece birkaç kişiye mahsus değildir. Bizim tasavvuf tarihimizde tasavvuf büyüklerimizin işlediği en mühim konu sevgi konusudur. Meselâ, Yunus Emre'nin divanını baştan sona okuyun, biraz da bıkarsınız; sevgi, sevgi, sevgi... Bıktıracak kadar sevgiyi işlemiştir.
Ben gelmedim da'vî için,
Benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmağa geldim.
Gönül yapmağa gelmiş, cihana gelmesinin sebebi gönül yapmakmış. Dostun evi kalbler olduğu için, gönüller olduğu için gönül yapmağa gelmiş. Öyle anlıyor hayatı, öyle çalışıyor.
Başka biri de şöyle diyor:
Aşk imiş her ne var alemde,
İlm bir kıyl ü kàl imiş ancak.
İlmi dedi-kodu sayıyor, mühim olan aşktır diyor. Aşk, yâni şiddetli sevgi...
Onun için, insanda bu sevginin hasıl olması lâzım! Bu sevgi hasıl olunca, Mevlânâ gibi olur insan, Yunus gibi olur.
Mevlânâ Hazretleri arkadaşlarıyla bir yerden geliyormuş, ak sakallı, heybetli, sarıklı, nur yüzlü bir cemaat geliyor. Şu taraftan da bir papaz geliyormuş. Mevlânâ Hazretleri'ne bakmış, beğenmiş, heybetinin tesiri altında kalmış, secde etmiş. Bizde kişiye secde edilmez ama onlar da var demek ki... Secde etmiş. Mevlânâ Hazretleri de ona secde etmiş. Papaz başını kaldırmış, bakmış, Mevlânâ Hazretleri secdede; tekrar secde etmiş. Mevlânâ Hazretleri tekrar secde etmiş... Adam şaşırmış, hayran kalmış, kelime-i şehâdet getirmiş, müslüman olmuş.
Gelelim, olayı Mevlânâ Hazretleri'nin ağzından dinleyelim, anlayalım. Mevlânâ Hazretleri diyor ki:
"--Gayrimüslimin birisi Allah'ın çok sevdiği tevâz sıfatında bizimle yarışmaya kalktı, bize secde etti. Biz müslümanız, o gayrimüslim... Biz gayrimüslimden aşağı kalır mıyız, biz de onunla yarıştık." diyor.
Meseleye bakış tarzına bak Mevlânâ Hazretleri'nin...
İçimde çok arzular var da hiçbirisini de yapamıyorum. Dua edin, yapmak nasib olsun. Mevlânâ Hazretleri'yle ilgili derse başlayacağım. Mesnevî'den, Divân-ı Kebîr'den, şiirlerden derslere başlayacağız. Olacak, niyetimiz var ama, bakalım ne zaman olur. Çabuk olması için dua edin! Rüyada gördük, Mevlevî olduk; onun için bu işi de yapacağız inşaallah...
Onun için, tüm insanlara karşı sevgi ve kaynaşma vazifesini de hatırlatayım. Şahsen sevgiyi bilmek, aşkullaha, muhabbetullaha nâil olmak; ailede sevgi ve kaynaşma, tasavvuf yolunda sevgi ve kaynaşma, ihvânın kaynaşması, toplumla köprüleri atmamak, sevgi ve kaynaşma...
Allah-u Teâlâ hepimizi sevdiği razı olduğu işleri işlemeğe muvaffak eylesin...
15. 02. 1997 - Antalya