Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

İLİM, KÜLTÜR VE SANAT

Aziz ve sevgili kardeşlerim!

Allah'a hamd ü senalar olsun, bizi müslüman eyledi. Hak din üzere yaşıyoruz. Cenab-ı Hakk'ın indinde geçerli olan, onun razı olduğu bir din üzerinde bulunuyoruz. Yanlış bir yol, yanlış bir inanç içerisinde olmamak çok güzel, çok büyük bir lütuf. Allah'a hamd ü senâlar olsun...

Belki başka inanç sahipleri de kendi inançlarını en iyi sanıyor olabilirler. Afrika'daki toteme tapan kabile de, Eskimolar da, Moğolistan'daki şaman, budist inançlı grup da kendini doğru sanabilir. Bir de bunun dışında, dinler tarihinde ortaya çıkan ve aklın ve mantığın muhakemesinden, --muhakeme derken sadece düşünmek manasını değil, suçlamak veya berâat etmek mânâsını da düşünüyorum-- murakabesinden geçmiş, sıhhati tescil edilmiş, aklın ve mantığın takdirini kazanmış, an'anevi yollardan da bize kadar bozulmadan geldiği bilinen bir güzel itikad üzereyiz.

Belki biz anadan babadan müslüman olduğumuz için kendi kendimizi iyi sanıyoruz diye düşünürüz. Ama o anadan babadan hıristiyan, yahudi ve başka başka inançlardan olan kimseler uzun incelemeler sonunda müslüman olduklarına göre demek ki bu sübjektif değil, objektif bir ilmî sonuç olmuş oluyor. Çünkü onlar da aynı sonuca geliyor. Kendi dinini kendi kültürünü bırakıyor ve İslâm'a geliyor.

Bunların bir tanesi Abdülkàdir es-Sfî, bir tanesi Roce Garudi (Roger Garaudy), diğeri Moris Bükey (Maurice Bucaille)... Tarih boyunca da, günümüzde de binlerce misâl var. Günümüzde olanlar daha kıymetli. Çünkü Yirminci Yüzyıl'ın kültürünü bildikleri halde hak dini seçmişler.

Bence Roce Garudi çok önemli bir kişi. Çünkü Fransız kültürüyle yetişmiş, kapitalizmi, Fransız Devrimi'ni, fikir hareketlerini, felsefe tarihindeki çeşitli ekolleri bilen insan olarak sonunda komünizmi benimsemiş, 'Asrın Filozofu' ünvanını almış ve yazdığı kitaplar Moskova gibi komünizmin uygulandığı bir ülkenin başşehrinde ders kitabı olarak kabul edilmiş, okullarda okutulmuş; 20. yüzyılın bütün fikir cereyanlarını görmüş, yaşamış, tanımış bir insan. Bunun müslüman olması çok önemli.

Ben komünizmi iyi bilmiyorum. Hep duyarım ama, materyalizmi okumadım; okumak da istemiyorum, midem bulanıyor. İslâm'dan gayri bir şey okumamaya da prensip olarak karar verdim. Başka bir fikri okuyunca, zihnimde o fikirden bir kalıntı kalır da, İslâm hakkındaki öz düşünceme belki etki eder diye düşünüyorum. İstiyorum ki bilgilerim sadece İslâmî olsun. Ama Garudi hepsini ister istemez tanıdı, her birisine doğru diye sarıldı. Macerası İbrâhim Aleyhisselâm'ın macerasına benziyor:

İbrahim Aleyhisselâm, gece olduğu zaman bir yıldız gördü, "Bu mu benim Rabbim?" dedi; sonra olmadığını anladı. Ayı görünce, "Bu mu benim Rabbim?" dedi; sonra olmadığını idrak etti. Güneşi görünce, "Gàlibâ bu benim Rabbim, bu en büyük!" dedi; sonra olmadığını anladı. Son noktaya ulaştı ve, "Bunları yaratan benim Rabbimdir!" dedi. İbrahim Aleyhisselâm'ın sağa sola sarılıp, teveccüh edip, inceleyip sonunda Allah'ı bulması gibi, o mübarek zatlar da 20. Yüzyıl'da mevcut olan bütün fikir cereyanlarını inceledikten sonra İslâm'a ulaşmış oluyorlar. Bu çok mühim bir olaydır, çok büyük bir hadisedir, biz bunun büyüklüğünü idrak edemiyoruz.

Hasılı, elhamdü lillâh biz, hak din üzereyiz. Bu mahkeme kararlarıyla tescilli... Zaten kendimiz de, İslâm'ı bilen insanlar da elhamdü lillâh Allah'ın ahkâmının ne kadar mükemmel olduğunu biliyoruz ve başkalarına da anlatıyoruz. O bakımdan Hak Din üzere olmak çok büyük bir nimet. Bu güzel...

İkincisi: Bu Hak Din'in içinde de tarih boyunca siyasî, iktisadî, ictimâî sebeplerle Mu'tezile, Vehhabilik vs. gibi çeşitli fikir grupları meydana gelmiş. Meselâ; modern müslümanlık, modernizasyon, reformasyon fikirleri gibi çeşit çeşit görüşler var. Herkes "Ben müslümanım!" dediği halde İslâm'ı anlayışı ve yaşayışı çok farklı. Bunların içinde de elhamdü lillâh biz Ehl-i Sünnet vel-Cemaat çizgisi içinde, takvâ yolunda, yörüngenin en sağlam yönünde oturmuş bulunuyoruz. Cadde-i kübrâda, ilm ü irfan ve ihsanda yürüyoruz. İlim, irfan, ihsân malûm.

İlim yolundayız; İslâm'ı ilim yoluyla, hadisiyle, tefsiriyle, fıkhıyla, bütün ulûm-ı şer'iyyesi, akliyyesi ve nakliyyesiyle anlamaya çalışan ciddî yoldayız. Medresenin tuttuğu yoldayız.

İrfan yolundayız; muhabbetullaha takvâ yolunda ulaşmak isteyen tekkenin yolundayız. Bu bir üstünlük...

İhsân da, Allah-ü Teâlâ Hazretleri'ne yakîn üzere ve görüyormuşçasına ibadet etmek makamı olduğu için, o makamın talipleri ve o makama ulaşmış mübareklerin talebeleri olmak bakımından da en güzel yoldayız.

Bir çok kimse bu kademelerin bazılarına erişememiş oluyor, medrese seviyesinde kalıyor. Daha yüksek irfan seviyesini, ma'rifetullah seviyesini anlayamıyor. Ma'rifetullah seviyesine geliyor ama ihsân derecesine, tahkik derecesine ulaşamıyor.

Şöyle anlaşılır hale getireyim: Adam müslüman amma tasavvufa karşı katı bir tutumu var... Bakıyoruz ki, yanlış yolda, kerameti inkar ediyor... vs. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de keramet var. Bunların inkâr ettiği zikir ve sair tasavvufun bütün unsurları var. Tasavvufa karşı... Demek ki, alt seviyede kalmış.

Çevremizde erbab-ı tasavvufa bakıyoruz. Hatta adı bizimle aynı olan, "Nakşîyim!" diyen gruplara bakıyoruz; onların tutumlarıyla da bizim tutumumuz arasında bir fark var. Acaba onlar mı haklı, biz mi haklıyız? İnceleyince; elhamdü lillâh bakıyoruz ki, bizim tavırlarımız sünnet-i seniyyeye uygun, ama onlarınki aykırı... Bugün "Nakşiyim!" diyen insanlar var. Ama tavır ve davranışları ümmetin genel tasvibine mazhar olamıyor, kusurlar var. Ben bu tekkeleri ismen zikretmek istemiyorum, ama müslümanların amme vicdanı onları tasvib etmiyor. Bazı yerlerde saplantıları olduğunu görüyor, "Haa, demek ki bu yanlış yolda!" diyor. Doğru yolda ama, yanlış davranışlar içinde... İntisab ettiği yol doğru, fakat kendisi o yolun gereği olan performansı gösterememiş durumda... Binâen aleyh tasavvufun, tarikatin, irfanın önemini anlamış, ama irfanı kazanmamış.

Bunun içinde de, bir daha yüksek seviye var: İrfanı iktisab etmiş, ma'rifetullaha ermiş, bir de makàm-ı ihsân üzere Cenab-ı Mevlâ'ya kulluk eden insanlar var. Bu tabii ideal, en güzel müslümanlık... Biz bu caddede, bu noktada, bu çizgide olduğumuz için, Allah'a hamd ü senalar olsun en doğru yoldayız. Meselâ, Vahhabiler'den üstünüz. --Dışarıdan başlayarak şöyle dolaşalım.-- Çünkü adamlar tasavvufun bütün Kur'an-ı Kerim'le, hadis-i şerifle sabit gerçeklerini inkâr ediyorlar; azılı düşmanı, hasmı durumdalar. Biz onlardan üstünüz. Onların görmediği gerçekleri görebiliyoruz. Şimdi bu önemli bir şey.

O halde bizim hem gayr-ı müslimlere karşı görevlerimiz var; onların müslüman olması için çalışmamız lâzım! Hem de irfan derecesine ulaşmamış insanlara, irfanın dinimizde cesedin ruhu gibi olduğunu anlatmamız lâzım! "Çok önemli, bu olmazsa olmaz!", dememiz lâzım ki adam katılıktan, yobazlıktan kurtulsun, yanlış işler yapmasın. Yâni, iman namına bir takım inkârlara düşmesin.

Türkiye'de de var böyle: Lise tahsilli, dinî tahsili olmayan, coğrafya mezunu bir takım acaip, garaip insanlar tasavvufa karşı... Dergiler çıkartıyor, orada veryansın aleyhte bulunuyor. Dînî kavramlar diyor, güya milletin kafasındaki kavramları düzeltmeye çalışıyor ama, kendisinin kafası karışık... Kendisinin hayatında, ailesinde, karısında, davranışlarında bu düzgünlük yok. Tabii onlarla da uğraşmamız lâzım!.. Bu nasıl bir uğraşma olacak: İrşad etmemiz, ikaz etmemiz, yaptığınız yanlıştır dememiz lâzım. Bu da bir seviye.

Bir de tasavvuf erbabı, elinde tesbih, başında sarık, sırtında cübbe... Ama yine espriyi yakalayamamış insanlar var. Hiç birisini düşman görmüyoruz, ama hepsine karşı görevimiz var. Karanlık bir yerde, doğru yolu bulmuş bir insanın karanlıktakilere: "Bu tarafa gelin, doğru yol burasıdır, çıkış buradandır!" diye seslenmesi gibi seslenme görevimiz var.

O halde ilmi iyi bilmeliyiz. İlmin temeli Kur'an-ı Kerim'dir, fıkh-ı İslâmîdir, hadis-i şerifdir, mukayeseli İslâm hukukudur, sahih itikadı anlatan eserler, kitaplar, şahıslar ve onların yollarıdır... Ondan sonra tasavvuftaki inceliklere ve tasavvufî ruh terbiyesine sahip olmaktır. Ondan sonra da sonuca ulaşmak, yarı yolda kalmamaktır. O bakımdan yolumuz çok önemli!..

Tabii biz takvâmız dolayısıyla Allah'dan korktuğumuz için, Peygamber SAS Efendimiz öyle mütevazi olduğu için böbürlenmiyoruz, övünmüyoruz. Alemin içinde öyleleri var ki, "Ben istersem ağzımla kuş tutarım, yağmur yağdırırım, şöyle ederim, böyle ederim..." diyor. Hiç bir şey yapamazsın! Atıyor; sarığıyla, cübbesiyle atıyor. Kimisi resmen açıkça televizyonlarda atıyor, tutuyor. Ben dinlemedim ama, görenler söylüyorlar; atmasyon, uydurma...

Demek ki, biz öyle yapmadık, yapmıyoruz. Ama Allah kimi sever, onu da biliyoruz. Çok sevdiği bir kul kibre, ucbe düşerse Allah'ın sevgisinden de düşebilir. Onun için Allah'ın sevgisini, rızasını kazanmak esas olduğundan genele riayet ediyoruz ama, yanlışlar karşısında da boş durmayıp çalışmamız lâzım!..

O bakımdan bizim tekkemizin fonksiyonu çok önemli, müstesna bir görevi var. Tarih boyunca da böyle olmuş. Bizim büyüklerimiz, meselâ İmam-ı Rabbânî'yi alın, Hindistan'da padişahlarla mücadele etmiş. Adamların yanlışlıklarının karşısına çıkmış, koca bir topluluğu, büyük bir treni, büyük bir şilebi kayalıklara çarpmasın diye dümen dairesine geçmiş, dümenciyle yumruklaşmış, dümeni öbür tarafa kıvırmış, batmaktan kurtarmış.

Bizim de aynı şekilde bu devirde öyle önemli bir görevimiz var. Biz bunu böbürlenme olmasın diye söylememeyi tercih ediyoruz. Ama mânevi işaretler öyledir. Binâen aleyh biz bu yolda var gücümüzle çalışmakla görevliyiz, vazifeliyiz.

Bizim bu görevi yapmamız için kurduğumuz mekanizmalar, vakıflar, aletler vardır. Vakıflarımızdan birisi İlim, Kültür ve Sanat Vakfı'dır. İLKSAV, gayeleri itibariyle son derece önemli, çok yüksek seviyeli bir vakıftır. Camla elmasın farkını anlamak lâzım, şapla şekerin farkını ayırmak lâzım!.. İlim, Kültür ve Sanat Vakfı Allah'ın bir lütfudur, çok önemli bir organizasyondur. Siz de bu büyük organizasyonda hizmet yüklenmiş arkadaşlarsınız. Allah sizlerden razı olsun, gayret kuvvet versin, yanıltmasın, şaşırtmasın...

İlim, Kültür ve Sanat Vakfı'mızın ismi müsemmâsını anlatan bir mahiyettedir. Faaliyet dalları çoktur ama, ana hedefi üçtür: İlim, Kültür ve Sanat.

1. İlim, ulûm-i şer'iyyeyi temsil ediyor.

2. Kültür, irfanı temsil ediyor. İslâm'ı yaşayan büyüklerimizin bize öğrettikleri âdâbı ve ahlâkı temsil ediyor.

3. Sanat da ihsânı temsil ediyor.

Allah-u Teâlâ Hazretleri mü'mine her yaptığı işi güzel yapmayı farz kılmıştır. Vazife, mecburiyet kılmıştır. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:

--(İnnallàhe ketebel ihsân, alâ külli şey') "Allah ihsânı her şeyde yazdı."

Hasüne, güzel olmak. Ahsene, güzel yapmak. İhsân, bir şeyi güzel yapmak demek... Hangi işi yapıyorsa, onu güzel yapmasını Allah mü'minin boynuna yazdı. O halde yaptığımız şeyi güzel yapacağız. Misâl veriyor Peygamber Efendimiz:

"--Kurban kesiyorsanız bıçağınızı güzel bileyin, kurbanı güzel kesin!"

Kimisi ensesinden kesmeğe kalkıyor. Ensesinden kesince hayvan ölmez, eza çeker. Boğazından, gırtlağının iki çıkıntı arasındaki yerini bulup oradan kesmesi lâzım. Orada dahi Allah işi güzel yapmayı emretmiştir diyor Peygamber Efendimiz.

Güzel yapma işini maddî konularda olduğu gibi --kurbanı bir kasap da keser, illâ şeyh efendi gibi evliyaullahdan bir kişinin kesmesine gerek yok--mü'minlere her işinde de yazmıştır. Namazı da güzel kılmak, abdesti de güzel almak lâzım!.. İbadeti en güzel vech ile yapmak, Kur'an'ı ve ilmi en güzel şekilde öğrenmek lâzım, en güzel tarzda uygulamak lâzım!.. En güzel vasfı bizim her faaliyetimizde olmalı!..

Biz İlim, Kültür ve Sanat derken, sanat kelimesiyle ihsânı kastediyoruz.

İlim; ulûm-i şer'iyye,

Kültür; tarikat-ı aliyye,

Sanat; makàm-ı ihsan.

Bu kademeyi düşünüyoruz.

Bu isimleri koyarken Allah nasib ediyor, güzel güzel tevâfuklar ortaya çıkıyor. Meselâ radyoyu kurarken, Akbük semtinde radyonun kuruluş kararı alındığı için, Akbük'ün Ak'ını aldık. Ondan sonra Radyo'nun Ra'sını aldık. İkisini bir araya getirdik: AKRA. Ne demek? Kur'an-ı Kerim'i en iyi okuyan, dini en iyi bilen, en âlim mânâsına geliyor.

Peygamber Efendimiz'in bir hadis-i şerifinde geçiyor: "Bir grup seyahat ediyorsa bu gruba akra' olanı imamlık etsin!" buyruluyor. Yâni en güzel okuyanı demek. Bu, ses güzelliğini kasdetmiyor; Kur'an'a en çok âşinâ olanı, Kur'an bilgisi en çok olanı kasdediyor.

Peygamber SAS Efendimiz bir grubu bir yere gönderirken hepsini teker teker karşısına alıp onlara sual tevcih buyurdu:

"--Kur'an-ı Kerim'den ne kadar biliyorsun?" diye sordu. Herkes Kur'an-ı Kerim'den ne kadar bildiğini anlattı. Nihayet Peygamber Efendimiz'in huzuruna bir genç geldi. Ona da aynı soruyu sordu Peygamber Efendimiz. O da:

"--Yâ Rasulallah! Anam babam sana feda olsun. Ben Kur'an-ı Kerim'den şunları, şunları biliyorum ve Bakara Sûresi'ni biliyorum." dedi.

Peygamber Efendimiz soruyu bir kere daha tekrar buyurdular, dediler ki:

"--Bakara Sûresi'ni biliyor musun?"

"--Evet yâ Rasûlallah, Bakara Sûresi'ni ezbere biliyorum."

O zaman:

"--Git, sen bu grubun emirisin!" dedi.

Bakın Bakara Sûresi'ni bilmesi, ötekilerden kıraat yönünden üstünlüğü olması, onun emir olmasına sebeb oldu. Akra' olduğu, kıraatçe en çok bilen olduğu için.

Tabii o devirde Kur'an'ı bilen aynı zamanda Arapçasını da biliyor, mânâsından da bir şeyler anlayabiliyordu. Şimdi bizim bu devirde Kur'an'ı ezberliyor, cenazenin olduğu evde nikâhla ilgili aşr-ı şerif okuyor, nikâh merasiminde boşanmakla ilgili ayeti okuyor... Tabii onu da okusun, ama mutlu bir zamanda soğuk duş tesiri yapıyor. Neden?.. Mânâsını bilmiyor.

Bizim AKRA'mızın, Kur'an'ı en iyi bilen, kıraat yönünden en ileri seviyede olan gibi bir mânâya çok uygun düştüğüne de sevinçliyiz. AKRA Radyosu bereketli bir çalışma oldu.

İlim, Kültür ve Sanat ismi de anlamlıdır. Bu anlam üzerinde derin derin düşünmeliyiz. Biz ulûm-i şer'iyyenin her çeşidini seviyoruz. Hadisi de, tefsiri de, akàidi de seviyoruz. Kıraat, ferâiz hepsi dahil... Onları öğreneceğiz ve öğreteceğiz. Görevimiz bu konularda yetişmiş büyük zatları tanımak ve tanıtmak, böylece yenilere hedef göstermek;

"--Bakın ey Tokatlılar, İbnül-Hümâm gibi olun!.."

"--Ey Sivaslılar, İbnül-Hümâm gibi olun!.."

"--Ey İstanbullular, Ebû Eyyüb el-Ensàrî Hazretleri'nin yolundan gidin!.." diyerek, ulemayı tanımak, tanıtmak, sevindirmek, özendirmek gençleri oraya yönlendirmek, öyle olmasını sağlayacak tedbirleri almak...

Bunu yaparken ruh terbiyesini ihmal edersek olmaz. Biliyorsunuz ilmin, irfanın ve alimin medhinde çok hadis-i şerifler, ayetler var. Amma kötü alimler hakkında da çok tehditler yok mu?.. Açın hadis-i şerifleri, kötü alimler hakkında ne kadar büyük tehditler var. Demek ki, bilgi doğrudan doğruya insanı Allah indinde makbul kul yapamıyor. Biliyor ama, kötü alim olursa Allah'ın sevmediği bir kul oluyor; dünyası, ahireti mahvoluyor. Bilgi, başlı başına bir fazilet değil.

Bilgi sahibi bir insan, bilgiyi bilir de uygulamazsa, faziletsizdir. Bilgi sahibi bir insan bilgiyi öğrenmiş ve bunu dünya celbi için kullanıyorsa, o zaman dünyayı az bir baha karşılığı satan durumuna düşüveriyor. Allah'ın sevmediği bir insan oluyor. Allah'ın cehennem ateşini ilk tutuşturduğu insanlardan biri oluyor.

Et-Tergîb vet-Terhîb'in riyâ bölümünde bir hadis-i şerif vardır. Orda Peygamber Efendimiz: "Allah-u Teâlâ Hazretleri cehennem ateşini üç kişi ile tutuşturacak!" buyuruyor. Bunlardan birisi de alim... O alim huzur-u Rabbül-izzete çıkartılıyor, muhakemesi için Allah-u Teâlâ Hazretleri soru tevcih buyuruyor:

"--Dünyada neyledin?" diye.

O da:

"--Yâ Rabbi, senin rızan için ilim öğrendim, öğrettim, şöyle yaptım, böyle yaptım..." diyor, kendi zannına göre bir şeyler sayıyor.

Allah-u Teâlâ Hazretleri ona buyuruyor ki:

"--Yalan söylüyorsun! Sen ilmi menfaat için öğrendin. Ne kadar alim adam desinler diye, alkışlanmak için, şunun için, bunun için öğrendin. Hadi bakalım bunu atın cehenneme!.." diyor.

Ötekisi kim? Harbte şehid olmuş bir şehid... Allah'ın huzuruna getiriliyor. Soruyor Allah-u Teâlâ Hazretleri:

"--Ne yaptın dünyadayken?"

Diyor ki:

"--Yâ Rabbi, senin için çarpıştım, hattâ şehid oldum."

"--Mendebur, alçak, yalan söylüyorsun! Sen ne kahraman adam desinler diye, ganimet almak için, gayr-i İslâmî, gayr-i meşrû bir sebeple çarpıştın. O muradına da erdin. Atın bunu cehenneme!.." diyor.

Yâni ilim başlı başına insanı kurtaracak bir çare değil.

Nitekim İmam-ı Gazâlî ilmi, ilk başta insanı kurtaracak bir sebep olduğunu söylüyor. Ama üçüncü, dördüncü mertebede bir insanın cennete ulaşmasına bir mâni de ilim. Cahillik de bir mâni, ilim de bir mâni... O nasıl oluyor?.. Adam mağrur, adam mütekebbir, adam kendini beğenmiş... Dünyada hiç kimseye sıcak bakışla bakmaz, herkesi tepeden görür... O zaman ilmi kendisine gurur verdiği, perde ve mani olduğu için cennete gidemiyor.

Demek ki cahillik de cennete gitmeye perde ve mâni, alimlik de perde ve mâni... Hadis-i şerifleri dikkatle incelediğiniz zaman hayretle görüyorsunuz, ilim bizim tasavvur ettiğimiz gibi çok bilgi bilmek değil. Kur'an ve hadis-i şerif, alimleri medhediyor. Ne üniversiteler bitirmişler? Kaç fakülte bitirmişler? Diplomaları çok olan insanlar mı?.. Hayır.

(Ver-râsihûne fil-ilm) "İlimde sapasağlam, çok yüksek olan insanlar" çok diplomalı insanlar mı? Hayır...

Bir hadis-i şerif bize bu hususta ışık tutuyor. Zaten bir insan hadis-i şerifleri çok dikkatli okursa bunu anlar. Peygamber Efendimiz:

"Kimin yemini doğruysa, yalan yere yemin etmiyorsa, dili doğru söylüyorsa, kalbi müstakimse; onlar ilimde rüsuh kesbetmiş alimlerdir." diyor.

Yani şu kadar ilmi bilen demiyor. zaten şu kadar ilmi bilen, alim seviyesine gelecek olsaydı sahabe-i kiramın çoğunun o kadar (daha sonraki devirlerdeki kadar) bilgileri yoktu. Ama çok daha yüksek seviyedeydiler.

Buradan anlaşılıyor ki, ilimde rüsuh sahibi olmak, ilm-i nâfi' sahibi olmak, ilmiyle amil olmak demektir, Allah'ı bilmek demektir. İnsan ümmî olabilir, ama evliyâ olur. Zaten Allah'ın evliyâsı olunca, Allah öğretiyor da...

(Mettehazallahü veliyyan câhilâ, velev ittehazehû leallemehû). "Allah bir câhili kendisine velî edinmez. Birisini evliyâ edinirse, öğretir; o evliyâlığı ile, ümmîliği ile bilir." Neden?.. İlmi Allah'dan alınca, Allah'ın bildirdiği her şeyi bilir.

Peygamber Efendimiz bir üniversitede okumadı. Allah'ın sevgili kulu olduğu için, ulûm-u evvelin ü âhirin kendisine verildiği için insanların en alimi oldu. Bunları iyi anlamak, ilmi kütüphane memurluğu sanmamak, bilgi çokluğu sanmamak lâzım!.. İlmin Allah'ın indinde makbul olan ilm-i nâfi', insanın cenneti kazanmasına sebeb olacak ilim olduğunu da bilmek lâzım!..

İşte bu bakımdan size çok büyük bir şerefli vazife tevcih edilmiş oluyor. Daha doğrusu, bu yol şerefli olduğu için bu yolu seçmiş oluyoruz. Birçok yolu seçebilirdik. Ben de futbolcu olabilirdim, bir transferde şu kadar milyar alabilirdim. Bakmayın böyle sakalımın aklığına... Askerdeyken pentatlon şampiyonu idim. Hem de akranımdan askere 10-15 sene geç gittiğim halde... Biz niye futbolcu olmadık, daha çok kârlı olduğu halde?.. Allah yolu başka olduğu için, biz onun rızasını aradığımızdan, Allah'ın yolunu araya araya bu yörüngeye oturduk.

Bu yol çok paralı bir yol olmayabilir, mahrumiyet olabilir. İnsan aç kalabilir, otomobilsiz, evsiz olabilir. Ay sonunda maaşı yetmeyebilir, kuru ekmek yiyebilir. "Eh bugün madem yokmuş, oruca niyet edeyim bari..." diyebilir. Bu bizim yolumuz, hizmet yolu olduğundan biz bu yola girdik.

Siz bu yola girdiniz, bu organizasyonda kendi bölgenizde vazife aldınız. Bizim İlim, Kültür ve Sanat Vakfı'mızın gàye ve faaliyet maddelerini lütfen çok derinlemesine okuyun, şerh edin! Ne olur şu bizim İlim, Kültür ve Sanat Vakfı'mızın gàye maddelerine yüz, ikiyüz sayfalık şerh yazın ve bölgenizde yapabileceğiniz şeyleri yapın!

İslâm'ın savunması bugün bizim omuzumuzdadır. Fatih Sultan Mehmed Trabzon taraflarını --Rum Pontus Hükümeti varken-- fethetti. O zaman Trabzon'un dağlarında tabii şose yol yok, at da çıkamıyor. Yokuş fazla oldu mu, atla ne inilir, ne de çıkılır; çare yok yürüyeceksin. Koca Padişah yaya yürümeye başlamış. Etekleri de uzun olduğundan şöyle toparlamış, yürüyor. Maiyyetindeki heyet de yürüyor. Akrabası olan bir yaşlı hatun diyor ki:

"--A Sultanım! Bir küçük kale için bu kadar zahmet çekmeye değer mi?"

Diyor ki:

"--Valideciğim, İslâm'ın cihad kılıcını Allah bizim elimize vermiştir. Bugün bu görev bizdedir. Bu görevi yapmazsak Allah bunun hesabını sorar."

Cennet-mekânın sorumluluk duygusuna bakın.

İşte bugün görev bizim, muhterem kardeşlerim! Sizin ve bizim... Bizim yaptığımız bir vakıfçılık oyunu değildir. Bizim yaptığımız basit bir konferans düzenleme, Kur'an Kursu çalışması değildir. Bizim vazifemiz Fatih Sultan Muhammed Han'ın vazifesi gibidir. Bizim vazifemiz Fatih Sultan Muhammed Han'ın vazifesinden daha üstündür, Akşemseddin'in vazifesi gibidir; Fatihleri yönlendirme vazifesidir, insanları yönlendirme vazifesidir. Onun için burada aşk ile çalışacaksınız. Canla başla çalışacaksınız.

Çok sevaplı yoldur. Çok kıymetli yoldur. Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rızasını kazanma yoludur. Din-i mübin-i İslâm'a ve müslüman kardeşlerimize en güzel hizmet etme yoludur.

Bir insana bir öyün ziyafet çekerseniz, bir defa karnını doyurmuş olursunuz. Sırtına bir elbise alsanız, iki sene onu soğuktan korumuş olursunuz; ondan sonra o yıpranır. Ama ona dinini öğretirseniz, cenneti kazandırırsanız, ona en büyük hayrı yapmış olursunuz. Bizim yolumuz budur. Bizim yolumuz irşad yoludur, insanları takvâ yoluna davet yoludur.

Aletimiz ilimdir. Ama ilim başlı başına bir fazilet değildir, ilmi kullanış tarzı fazilet getiriyor insana... İlmi öğreneceğiz, kendimiz yaşayacağız, sonucunu alacağız; ondan sonra ilmi öğreteceğiz, İslâm'ı savunacağız.

Osmanlı talebe-i ulûmu askere, orduya almamıştır. Çünkü talebe-i ulûmun cihadı, ordunun yaptığı cihaddan çok üstündür. Çanakkale'de 375.000 kişi ölmüş; çok aydın, alim, fazıl kimseler gitmiş. Çanakkale'den sonra da pek çok ölenler olmuş... Ve sonunda, Allah ilmi verdikten sonra insanların göğsünden çekip almaz, ama alimleri alır. Geriye cahil insanlar kalır. Onlar da kendilerine mesele sorulduğu zaman, kendi kafalarından fikir söylerler. Bir alim öldü mü, ilmin şehrinin surunda gedik açılır.

O bakımdan bizim yaptığımız, yapmak istediğimiz, niyetlendiğimiz, çalıştığımız ilim yolu, cihad yolundan üstündür. Bizim makamımız, "Ben cihad emiriyim!" diyenlerden üstündür. Şaşırmayalım, aldanmayalım, kanmayalım, bunu bilelim!.. O bakımdan bu yolda var gücümüzle, aşk ile şevk ile, gece gündüz, susuz uykusuz çalışmanızı dilerim. Allah'ın rızasına ermenizi dilerim. Allah'ın sevgili kulu olmanızı dilerim.

Mevlâm bütün perdelerini kaldırsın. Gönlünüzün pasını izale eylesin. Gözünüzü pür-nûr eylesin. Hakkı hak olarak görüp ona uymayı nasib eylesin, bâtılı bâtıl olarak görüp ondan kaçınmayı nasib eylesin... Ulum-u nâfiayı ihsân eylesin... Takvâyı, makam-ı ihsâna ulaşmayı nasib eylesin... Sevdiği kul olarak yaşamayı nasib eylesin...

Hayırlı, uzun bir ömürle muammer olmamızı nasib eylesin... Çünkü hayırlı bir alim, çok zor yetişiyor. Ben şahsen Allah'dan doksan yılını geçmeyi dua ve temenni ediyorum.

Ziya Paşa'nın iki beyti var, diyor ki:

Yüz yılda bir vücudu kılıp genc-i ma'rifet
Ahir yerin neşimen-i hâk-i mezar eder,

"Allah bir insanı yüz yılda bir ulûm-u maarif hazinesi haline getirir. Ondan sonra da hazinenin toprağa gömüldüğü gibi, kendisini toprağın altı eder."

Bir cismi izz ü naz ile sad sal besleyüb,
Encam-ı kâr pence-i merge şikâr eder.

"İzz ü naz ile bir şahsı balla kaymakla, lüksle konforla yüz sene besleyip sonunda ölümün pençesine ağ eder." diyor. Çok hoşuma gidiyor, adam şair...

Alimin uzun ömürlü olması milletin menfaatınadır. Çünkü bir alim kolay yetişmiyor. Onun için beden de sizin emanetinizdir. Sıhhatinizi korumaya da dikkat edin. Sigara içerek ciğerlerinizi kurum doldurmayın!.. Uykunuza dikkat edin ki, uykusuzluktan bedeniniz zaafa uğrayıp hasta olmayın, kan kusmayın, romatizma olmayın!.. Sıhhatinize dikkat edin ki,

(Nefsüke matıyyetüke ferfak bihâ) "Nefsin senin bineğindir, ona yumuşak davran!" buyrulmuştur. Allah sıhhatli, afiyetli, huzurlu, ecirli, sevaplı uzun ömürle yaşamayı nasib etsin...

İnsan doksan yaşını geçti mi, bi-gayri hisab cennete girecekmiş. Bizim bir arkadaş babama, "Kaç yaşındasın?" diye sordu. Babam ona: "Seksen küsur yaşındayım." dedi. O zaman, "Hacı ağabey, dişini sık, şu doksanı geç!" dedi. Siz de dişinizi sıkın, doksan yaşınızı geçmeye gayret edin, öyle koruyun kendinizi!..

Allah sizin elinizden hayırları icrâ eylesin. Sizin elinizden memleketimizin içinde ve dışında nice hayırların hasıl olmasını, sizin tesis ettiğiniz nice sadaka-i cariyelerin arkanızda size sevap kaynağı olarak kalmasını nasib eylesin... Allah cennetiyle, cemaliyle cümlenizi, cümlemizi müşerref eylesin... O sevdiğimiz büyüklerimize Firdevs-i A'lâ'da komşu eylesin... Dualarımızı da lütfuyla, keremiyle kabul eylesin...

El-Fâtiha!..

24. 03. 1996 - İstanbul