Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
EMPERYALİZM TASAVVUFTAN KORKUYOR
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Hamden kesîren kemâ hüve ehlüh... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedinil-mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmil-cezâ...
Aziz ve sevgili dostlar, kardeşler!..
Sevgi ve kaynaşma için toplandığımız bu güzel mekânda, tasavvuf tarihi'nde doktora yapan Necdet Yılmaz kardeşimiz, Tasavvuf ve Şahsiyet Eğitimi üzerine sevimli, tatlı, özlü bir konuşma yaptı. Kendisine tebriklerimi, takdirlerimi, teşekkürlerimi huzurunuzda sunarım. Allah razı olsun! Allah feyzini, ilmini, irfanını çok eylesin... Cümlemize ümmet-i Muhammed'e de güzel hizmetler yapmayı nasib eylesin...
Son günlerde ramazan ayında... Tam seçilmiş zaman da ramazan ayı oldu. Bunu anlıyorum, şeytan çok tecrübeli bir mahlûk... İnsanlık tarihi ile beraber şeytanın faaliyetleri başlamış, cedd-i akdemimiz Hazret-i Adem Atamız'dan beri devam ettiği için şeytanlığını çok mükemmel yapıyor. İnsanların en çok feyz alacağı zaman olan ramazanda, en çok kafalarını bulandırmak için, tasavvuf ve tarikatlarla ilgili konuda, çok ters yerden, çok çirkin tertiplerle saldırıya geçtiler. Artık gün gibi kat'î olarak ortaya çıktı, kendileri itiraf ettiler, gazeteler yazdı; aylar önceden hazırlanarak bu işe girişmişler.
Güzel de çalışıyorlar, her şeyden ibret almak lâzım! Büyüklerimizden bir tanesi, murâkabeyi kediden öğrendiğini söylüyor. Kedi böyle fare deliğinin önüne geçmiş, gözlerini o deliğe dikmiş, ordan fare ne zaman çıkacak diye kendi avını avlamak için o kadar pür-dikkat olursa, derviş de murakabede o kadar dikkatli olmalı diye ordan ders çıkarmış.
Bunlar çok güzel çalışıyorlar, takdir ediyorum (!); şeytanlıklarını çok güzel yapıyorlar, çok planlı yapıyorlar, çok önceden hazırlanıyorlar. Müslümanlar ibret almalı, önceden hazırlanmaya alışmalı, planlı çalışmaya alışmalı!..
Böyle çok güzel bir konuyu çok ters bir şekilde, çok mübarek bir mevsimde ortaya koymak, onlar için şeytânî büyük bir başarı... Hakîkaten takdir ediyorum, çok başarılı şeytanlık yapıyorlar!
Tabii, bu kadar hücum ettikleri konu, kendiliğinden ortaya çıkıyor ki çok mühim bir konu... Mühim olmazsa dile bile alınmaz, bahis konusu edilmez. Tasavvufun birilerine çok zararı dokunuyor, birilerine çok büyük bir engel gibi görünüyor ki, bu kadar büyük bir hücum planlamışlar. Dört cihetten, dört yandan saflar halinde, şeytanın çerisinin, askerinin sayısını bilmek mümkün değil, sayısız ordularıyla denizin dalgaları gibi hücum ettiler. Demek ki tasavvuf çok önemli bir konuymuş, bunu herkes ordan da anlayabilir. Önemli olmasaydı, bahis konusu edilmezdi.
Eski şair ariflerden bir tanesi, darb-ı mesel haline gelecek bir söz söylemiş:
Atarlar seng-i ta'rizi,
Dıraht-ı meyvadâr üzre.
Yâni, meyvalı ağaç taşlanır. Meyvası var ki düşürelim diye taş atıyorlar. Düşse de alsak, yesek filân diye...
Tabii, bunlar çok iyi oldu, olumlu ve olumsuz yönden halkın ilgisi doruk noktasına çıktı. Amerikalıların bir tanıtma metodu vardır. Amerika'da bir pankreas güreşi vardır, iki tarafı heyecanlandırmasını çok iyi bilirler. Ama asıl amaç ilgiyi çekip keseyi doldurmaktır. İlgiyi çektikten sonra satış rekorları kırmaktır, müşteri celbini çok fazla yapmaktır. Kesenin dolmasıdır, esas olan odur.
Brijit Bardo'ya Refii Cevat Ulunay aşüfte, bilmem ne gibi birtakım ağır sözlerle bir açık mektup yazmış. Adamcağız tahmin de etmiyor, Türkiye'de bir gazetede yazılmış bir makaleyi Fransa'dan bir artistin takib edeceğini... Brijit Bardo'dan bir cevap gelmiş ona:
"--Siz bana hakaret ediyorsunuz bazı kelimelerle ama, ben Fransa'ya yılda şu kadar döviz kazandırıyorum, milletime hizmet ediyorum." demiş.
Artistin kafasında Fransız milliyetçiliği var... Onların akılları, fikirleri paradır, müşteridir, ilgiyi celbetmektir.
Bazan da böyle meşhur olmak için bazı insanlar bunu yaparlar. Velev ki çok ters yönlerden bile olsa, bu konu da çok meşhur oldu. Bugün artık tasavvuf diye, tarikat diye bir konuyu bilmeyen kalmadı. Kitâbül-İbriz'in de kitapçılarda nüshası kalmadı, herkes Kitâbül-İbriz neymiş diye aldı. Hattâ bizim arkadaşlar da "Yeniden basalım, çünkü çok isteniyor." dediler. Gerçekten de bastırmak lâzım!
Emekli İzmir müftüsü Celâl Yıldırım Hocaefendi, Allah selâmet versin, afiyet versin: "Bu kitabı çok sevdiğim için tam olarak tercüme ettim." diyor. Onun tercümesi tamdır. Ondan önceki Abdullah Arığ Hocaefendi Uşşâkî dervişlerinden bir kıymetli hakim efendi idi; nur içinde yatsın, ahirete irtihal eyledi. O da babasından beri okurmuş Kitâbül-İbriz'i, o da çok sevdiği için bazı bölümlerini neşretmiş.
Tabii, Kitâbül-İbriz'e de Hocamız önsöz filân yazmış değil, önsözü yazan Gökhan Evliyâoğlu... Hocamız yazdı sanıyorlar, o da ayrı bir mesele... Ama Kitâbül-İbriz meşhur oldu, önemli bir kitap olduğu anlaşıldı. Ben de size tavsiye ediyorum, okuyun! Gerçekten çok ilginç bir kitap... "Tasavvuf ne imiş?.. Bir insan mutasavvıf olunca neler olurmuş?.. Bu derûnî, mânevî, tasavvufî hayatın insan hayatındaki tesirleri nelermiş?.." gibi konuları anlatıyor.
Bazı kitaplar benim dikkatimi çeker. Dikkatimi çeken kitaplardan birisi, Aziz Mahmud-u Hüdâî Efendimiz'in Vâkıât'ıdır. Vâkıat-ı Aziz Mahmud-u Hüdâî... Kendi tasavvufî hayatlarının hatıra defteri gibidir. Yâni büyük bir velînin tasavvufî hayatı, halvete girdiği zamanki müşahadeleri nelerdir; bunu bilmek uygun olur. Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri'nin de neşredilen kitabında aynı konular vardır. Vâkıât-ı Üftâde'de vardır, Vâkıat-ı Aziz Mahmud-u Hüdâî'de vardır.
El-İbrîz de bir şeyhin kıymetli alim bir müridi tarafından hallerinin yazıldığı bir kitaptır. Tasavvuf gerçekten ne imiş, onu gösteren önemli bir eserdir. Ansiklopedilere geçmiştir. Müftü efendilerin beğendiği bir eserdir. Ariflerin takdir eylediği önemli bir eserdir.
Tasavvufla ilgili konu çok canlı bir şekilde, ramazan boyunca incelenince, öyle anlaşılıyor ki, bizim de elimize bir kalem alıp, tasavvufla ilgili bir kitap yazmamız gerekecek; anlaşılır bir dil ile, günümüzün insanına ana hatlarıyla tasavvufu anlatmak gerekecek. Böyle bir kitapta sanıyorum satış rekoru kıracak, satışta birinci olacak yâni...
Tabii, tasavvufun aleyhinde olanlar vardır. "Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın," dediği gibi Necib Fâzıl'ın, her şeyin düşmanı vardır. Allah düşmanları var, Peygamber Efendimiz'in düşmanları var, Kur'an-ı Kerim düşmanları var... Yâni bir şeyin düşmanının olması, ona hız kazandırır, bir şey değil... Fakat üzücü olan, bazı kimseler hem müslümandır, hem sakallıdır, hem ilâhiyatta hocadır; ama onlar da öteki zümrenin arasına geçip, onlar da tasavvufun aleyhine konuşmuşlardır. Onlar da suç işlemişlerdir, sabıkalı olmuşlardır. Bu da tabii önemli bir gözlemimiz oldu. "Onların ötekilerin arasında ne işi var?" diye şaşırdık ve üzüldük.
Çünkü, tasavvuf İslâmî ilimlerin en önemlisidir, özüdür, esasıdır. Bunu İslâmî ilimleri biraz okuyan herkes bilir. Biliyorsunuz Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teâlâ Hazretleri takvâyı tavsiye ediyor hepimize:
(Yâ eyyühellezîne âmenüt-tekullàh) "Allah'tan korkun, Allah'tan sakının, takvâlı müslüman olun!" diye pek çok yerde bu emir var, Takvâ yoludur tasavvuf...
Sonra, Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmektir. Allah'ın kendisini gördüğünü bilerek, Allah'ın huzurunda olduğunu bilerek, her şeyiyle Allah'ın gözü önünde, Allah'ın seveceği gibi, rızasına uygun şekilde yapmak, dinin özüdür. Bu böyle iken tasavvufa çatmak ya çok cahilliktir, ya çok hainliktir; başka sıfatı yoktur bu işin...
O bakımdan, tasavvufun bir çok yönden gereği var, önemi ve değeri var... Bunların güzelce anlatılması gerekiyor.
Ben böyle her programı takib edemedim. Yalnız bizim radyodaki, televizyondaki kardeşlerime dedim ki: "Bunları takip edin! Ben yurtdışına bir Hicaz'a gidiyorum, bir İsveç'e gidiyorum, bir Avustralya'ya gidiyorum. Arada geldiğim zaman bir-iki tane konuşma dinleyebiliyorsam, birçoğunu dinleyemiyorum. Bunları bir toplayın da bunların hepsine bir cevap verelim, gerçek anlaşılsın!" diye onların malzeme biriktirmesini istemiştim kendilerinden.
Katıldığı bir televizyon programında benim profesör olmuş bir talebem diyor ki:
"--Tasavvuf insanın şahsiyetini öldürüyor, müridi şeyhe tam mânâsıyla bağlıyor. Ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi olmasını istiyor, hiç iradesini kullanmasına müsaade etmiyor, şahsiyetini öldürüyor..."
Hiç böyle olmamıştır. Tarihin hiç bir devrinde böyle bir şahsiyetini kaybetme olmamıştır müridde; aksine şahsiyetini kazanma olmuştur. Mevlânâ Hazretleri diyor ki:
"--Bağlarını kopar da hür ol evlât!"
Derviş, nefisle olan bağlarını kopardığı zaman hür olur; nefsine esir olduğu zaman, şeytana esir olduğu zaman esir olur. Yoksa onlardan kurtulduğu zaman hür olur ve üretici olur. O zaman bir hal gelir ki, gönlünün kaynağından, dilinin pınarına hikmet ırmakları akmağa başlar da ciltlere sığmayan sözler söyler, çok büyük bir şahsiyet olur. Mevlânâ Hazretleri gibi, Yunus gibi, Eşrefoğlu Rûmî gibi, Erzurûmî İbrâhim Hakkı Hazretleri gibi, Ahmed-i Yesevî Hazretleri gibi...
Ama, eğitimin bir safhasında talebenin hocasına itaati de şarttır. Hiç bir devirde, hiç bir ülkede, hiç bir mektepte talebe kendi başına buyruk değildir. Hocasının emrindedir, hocasının emrine girer, derste susup oturur, konuştuğu zaman azarı işitir. Hocasının verdiği ödevleri yapar. Bu eğitim sürecinde normal bir şey... O eğitim süreci tamamlandıktan sonra gereken terbiyeyi kazandığı zaman, o da eğitici olur.
Onun için o söz doğru değildir, yanlıştır, veya yalandır, veya çarpıtmadır, veya bir fili sadece hortum gibi sanmaktır. Sadece işin bir tarafını görüp öbür tarafını görmemektir.
Meşhur hikâye var ya, körler filin etrafına getirilmiş. Fil diye bir mahlûku hiç tanımıyorlar, hiç görmemişler. Zâten kör, kendi ülkelerinde de fil yok... Birisine filin hortumunu tutturmuşlar, yoklattırmışlar, eliyle yoklamış... Birisine kulağını yoklattırmışlar, birisine bacağını yoklattırmışlar... Sormuşlar:
"--Fil nasıl bir şey sence?"
Hortumunu yoklayan demiş ki:
"--Fil boru gibi bir şey... Yumuşak, boru gibi, uzun bir şey." demiş. Çünkü sadece hortumunu gördü.
Kulağını tutan:
"--Fil çarşaf gibi yassı bir şey..." demiş. Çünkü sadece kulağını tuttu.
Bacağını tutan da:
"--Fil kalın direk gibi bir şey..." demiş. Çünkü sadece bacağını yokladı.
Tabii, bu yanlış.
Hattâ Diyanet İşleri Başkanı ve bazı müftüler dediler ki:
"--İslâm'ın ilk devrinde, Peygamber Efendimiz'in zamanında tasavvuf yoktu, tarikat yoktu."
Bu da çok yanlış bir sözdür. Çünkü Peygamber Efendimiz'in zamanında Diyânet İşleri Başkanlığı da yoktu. O zaman kendisi de yanlış bir yerdedir. Ama biz hiç bir zaman müftülüğe veyahut başkanlığa karşı çıkmadık. O zaman gerçekten yoktu. Yoktu ama Peygamber Efendimiz vardı. Peygamber Efendimiz'in tayin ettiği kadılar vardı. Yemen'e gönderdiği, falanca ile gönderdiği valiler vardı. Hem valiydi, hem kadıydı, hem müftüydü. Bir çok vazifeyi yüklenmiş kimselerdi, çünkü bir eğitim meselesi vardı.
O söz de doğru olmamıştır, ilmî olmamıştır, hatâdır. Hele o sırada söylenmesi daha büyük hatâ olmuştur. Çünkü tasavvufun savunulması gerektiği bir sırada, bir de ordan: "Bunun aslı Kur'an'da da, İslâm'da da yoktur." demek gibi olmuştur, yalan olmuştur, yanlış olmuştur. Onu da yalan söylendiği için, yanlış söylendiği için açıklanması mecburiyettir.
Peygamber Efendimiz'in zamanında tasavvuf vardı. Peygamber Efendimiz'in hayatı mutasavvıfânedir. Peygamber Efendimiz şeyhlerin şeyhidir. Bir sıfatla şeyhler Peygamber Efendimiz'in hakîkî varisi olduğu gibi, Peygamber Efendimiz de mürşidlerin mürşididir, şeyhlerin şeyhidir. Onun için, yoktur sözü de doğru değildir.
İmam-ı Gazâlî gibi, İbn-i Haldun gibi İslâm'ı çok iyi bilen alimlerin hepsi, çok açık seçik bir şekilde ifade etmişler ki: "İslâm'ı Peygamber Efendimiz'in zamanına en uygun tarzda uygulayan mutasavvıflardır."
Hâlâ da öyledir. Bugün ne müftüler, ne de hocalar İslâm'ı Peygamber Efendimiz'in istediği tarzda uygulayabiliyorlar; çünkü devletin emirleri vardır, kanunları vardır. Ama İslâm'ı sarığıyla, sakalıyla, takvâsıyla, mânevî şartlarıyla uygulamaya çalışan yine mutasavvıflardır. Hür olarak, kınayanın kınamasından korkmadan uygulamaya çalışan yine erbâb-ı tasavvuftur. Takvâ yolunun yolcularıdır, ihsân yolunun yolcularıdır.
Demek ki, o söz de doğru değildir. Bunların hepsinin tabii, bir bir delilleriyle, ayet-i kerîmelerle, hadis-i şeriflerle, gün gibi âşikâr bir şekilde, güneşin herkes tarafından pırıl pırıl görüldüğü gibi delilendirilmesi mümkündür ve lâzımdır; o anlaşılıyor.
Her ilmin kendine göre tâbirleri vardır. meselâ mühendislerin kendilerine göre tâbirleri vardır. Fizikçilerin, kimyacıların tâbirleri vardır. Ticaretin tabirleri vardır. Ben şahsen meselâ, senetle bononun arasında ne fark vardır, bilmem. Gàlibâ farklı şeyler, farklı olup olmadığını da bilmiyorum. Para ile pulla pek ilişkim olmadığından bilmem ama, erbabı bilir. Her ilmin tâbirleri vardır. Şimdi bu tâbirlerle söylediğiniz zaman, o tâbirleri bilmeyenler anlamazlar. İşin hakîkatini, özünü, gerçeğini anlayamazlar. Anladım sanırlar ama, anlayamazlar.
Bizim rahmetli Mahmud Bayram Hoca'ya beraber talebe olarak devam ettiğimiz bir arkadaş vardı. Bir kaç sene Arapça okumuştu. "Nasara ne demek?" diyorum; Emsele'nin eski harfli baskısında yazıldığı gibi diyor ki: "Yardım etti bir er kişi mâzide." Bunu söylüyor. Peki, "Nasara muhammedün zeyden ne demek?" diyorum; hiç bir şey söyleyemiyor. Demek ki ezberlemiş ama, hakîkatine erememiş, Muhammed'in fâil olduğunu, Zeyd'in mef'ul olduğunu, cümlenin "Muhammed Zeyd'e yardım etti." demek olduğunu anlayamıyor. Neden?.. Bilgiye boğulmuş ama bilginin sonucunu çıkartamamış. Bu arabanın gaza boğulup da çalışmadığı gibi bir şey...
Şimdi tabirlerle konuşulduğu zaman, yirmi milyon mu, otuz milyon mu, kaç kişi dinliyorsa bu işle ilgileniyorsa, anlamayabilir. Ama kısaca anlattığınız zaman, ha bu o muşmuş diye bu işin ne kadar önemli olduğunu anlayacak.
Biliyorsunuz insanoğlunun yaratılmasının gàyesi, Allah'ı bilmektir.
(Vemâ halaktül-cinne vel-inse illâ liya'budûn) [Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.] buyruluyor. Bir insan Allah'ı bilmezse, ne kadar başka bilgi bilirse bilsin, kıymeti yoktur. Ağzıyla havadaki kuşu tutsa, kıymeti yoktur. Allah'ı bilmesi lâzım, yaradanını bilmesi lâzım, kendisini yaşatanı bilmesi lâzım, kendisine nimetleri vereni bilmesi lâzım!.. Kâinatı yöneteni bilmesi lâzım, kâinatın sahibini bilmesi lâzım!.. Kâinatın sahibinin emrine girmesi lâzım!.. Bilmeyince, emrine de girmediğinden kıymeti yoktur.
Onun için dünya üzerinde bir insan mü'min olmamışsa, imanı kazanamamışsa, cennete girmeyecektir. "Allah'a yemin olsun ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz." diyor Peygamber Efendimiz.
Kur'an-ı Kerim'de ayet-i kerime var:
(Kàletil a'râbü âmennâ) "Bedevîler iman ettik dediler. (kul lem tü'minû) Onlara de ki: Siz daha inanmadınız, durun bakalım! Henüz imanı anlayamadınız. (velâkin klû eslemnâ) İslâm'ı kabul ettik deyin. (velemmâ yedhulil imânü fî kulûbiküm) Gönlünüze inanç girmedi."
Halbuki hepsi kelime-i şehadet getirdiler, kendilerini mü'min sanıyorlar. Mü'min olamadıklarını Allah bildiriyor. "Daha durun bakalım, siz İslâm'a girdik deyin ama, henüz daha iman sizin kalbinize yerleşmediği için, siz tam mü'min değilsiniz." diyor.
Allah'ın istediği şekilde tam mü'min olmak esas... Bedevîlikten kurtulmak esas... Bedevîlik 20. Yüzyıl'da da olabilir, 21. Yüzyıl'da da olabilir... Ankara'da, İstanbul'da da olabilir. İnsan duyguları bakımdan bedevî kalabilir, bedevîler gibi olabilir. İman kalbinin içine girmemiş olabilir. Adı İslâm ismi olduğu halde, mesleği İslâmî olduğu halde...
İnsan iman edecek, kalbi imanla dolacak, her yaptığı işi Allah'ı bilen, Allah'a inanmış, Allah'a bağlanmış bir insanın duygularıyla yapacak... Bunu yapmak için de --Allah-u Teâlâ Hazretleri, Allah'tan korkup sakınarak her şeyi güzel yapmayı emrediyor, takvâyı emrediyor-- takvâyı öğrenmesi lâzım! Takvâsız olduğu zaman, ihlâssız olduğu zaman, samîmiyetsiz olduğu zaman, niyette bozukluk olduğu zaman, Allah'ın kendisini gördüğünü bilerek titizlikle hareket etmediği zaman, amellerin kabul olunmayacağını da biliyoruz.
O halde bunların kabulü için, bu şartların sağlanması lâzım!.. Bunun için de insanların bir eğitimden geçirilmesi gerekiyor. Öyle kuru bilgi ile olmaz, olmuyor.
Eski zamanın müşrikleri demişler ki:
"--Allah gökten bir melek indirseydi, veyahut peygamberin etrafında iki tane melek dolaşsaydı, şöyle olsaydı, böyle olsaydı..."
Yeryüzünde melekler olsaydı, melekten bir peygamber gönderirdi Allah; ama insanlar olduğu için, insandan bir peygamber göndermiştir. Kur'anı Kerim'i ona indirmiştir ve Kur'an-ı Kerim'i 23 yılda öğretmiştir Peygamber Efendimiz insanlara... 23 Yılda sindire sindire mü'minlerin gönlüne yerleştirmiştir. Bunun böyle olması lâzım!..
Kitabın ciltli olarak rafta durması, hattâ okunması yetmiyor. Okuyor, yetmiyor; hattâ Arapça biliyor, yetmiyor; hattâ başkalarına anlatıyor, yetmiyor... Onun içine sindirilmesi gerekiyor. Kalbine girmediğinden, dilinden söylediğinden, işin kökünü anlamadığından, içinden, candan olmadığı için olmuyor. Onun sağlanması lâzım!..
Tasavvuf işte budur, bunu sağlamağa çalışıyor. Allah'ın istediği kul olmayı sağlamağa çalışıyor. Böyle bir şeyin sağlanmasına çalışmak da şarttır. 20. Yüzyıl'a kadar böyle bir ilim olmasaydı, 20. Yüzyıl'da bizim ilk yapacağımız iş tasavvuf diye bir ilmi icad etmek olacaktı. Çünkü bu çok önemli bir iş, ahireti kazanmak işi, cenneti kazanmak işi...
Şimdi kalkıyorlar, buna düşmanlık besliyorlar. Bir de tertipler şeytanca... İki tane kendilerinin ajanı olduğu belirtilen adamı sahneye çıkartıp, ajan olduğu söylenilen kadınları konuşturup; ondan sonra suçlulardan suçu alıp, suçsuzlara yükleyerek bir şeyler yapmak istiyorlar. Bu toplu şeytanlık, toplu suç...
Bu hukuka da sığmaz, suçların şahsîliğine de sığmaz. Her suç işleyeni suçlu duruma düşürür, başkasını suçlamaz ki... Katilin babası katil değildir ki, belki babası oğluna karşıdır. Annesi belki beş vakit namazlı, eli tesbihli bir insandır; oğlu katil olmuştur. Oğlu katil oldu diye anneyi suçlayamazsınız ki!..
Hukukçular bunu bilir, cümle hukukçular bilir; Yargıtay bilir, Danıştay bilir, Anayasa Mahkemesi bilir, meclisteki hukukçular bilir, bakanlar bilir, vatandaşlar bilir, avukatlar bilir ama, uygulumada fi'len suçsuzlara suç yüklenmektedir. Suçu başkasına işlettirip, hem de tiyatro eseri olarak işlettirip, ondan sonra suç başkasına yamanmak, yüklenmek istenmiştir; tasavvuf kötülenmek istenmiştir.
Neden?.. Tarih boyunca emperyalizm tasavvuftan korkmuştur. Zalim idareler tasavvuftan korkmuştur. Çünkü, mutasavvıflar emperyalizmle mücadele etmiştir. Sudan'da mücadele etmiştir, Orta Asya'da mücadele etmiştir, Balkanlar'da mücadele etmiştir, Kafkaslar'da mücadele etmiştir. İşte bugün Çeçen direnişinin altını kurcalarsanız, o ölen kalan, şehid olan insanların hepsinin tasavvufla ilgisi olduğu çıkar ortaya...
Onun için bu ihlâslı insanlarla başa çıkamayanlar, bu ihlâsın kökünü kurutmak istemektedirler. İşin aslı, esası odur. Onlar kendilerinin her dediğine kanan insan istiyorlar. Şahsiyet sahibi insanlardan rahatsız oldukları için karalama yapıyorlar.
Onun için böyle bir konuşma uygun olmuştur, konu uygun seçilmiştir, takdir ediyorum, tebrik ediyorum. Allah razı olsun!.. Ama bu konunun da güzel bir kitap haline getirilmesini de temenni ediyorum.
Şimdi bizim günlük olaylardan neşrettiğimiz bazı kitaplar var. Meselâ Irak savaşı olduğu zaman, biz arkadaşlarla oturduk, kalktık. Balkanlardaki Bosna-Hersek olayları dolayısıyla Türkiye'nin harbe girmesi bahis konusu idi. Hâlen de Yunanistan'la harbe girmesi, Amerika'yla İngiltere'nin yöneticilerine göre gün meselesi... Televizyonlar öyle söylüyor: Her an patlak verebilirmiş, en tehlikeli bölge imiş.
"Bir savaş hali olursa siviller ne yapacak, kadınlar ne yapacak, çocuklar ne yapacak, kendilerini nasıl savunacak?" filân diye, Savaş ve İlkyardım adıyla bir kitap neşretti camiamız, çok güzel oldu, faydalı bir şey oldu.
Sonra hastalıklar dolayısıyla gördük ki, toplumumuzda insanlar çok sağlıklı değil. Kimisinin kolesterolü fazla, kimisinin kalp rahatsızlığı var, kimisinde damar sertliği var, kimisinin tansiyon yüksekliği var... O zaman Sıhhatli Beslenme, Sağlıklı Yaşam Kılavuzu diye bir kılavuz hazırlansın dedik, hemen hemen basılacak duruma geldi, güzel bir eser ortaya çıkıyor. Sağlıklı yaşamanız için bir kılavuz da neşrediyoruz.
İnşaallah sağlıklı müslüman olmak için de takvâ yolunu, ihsân yolunu, ihlâs yolunu anlatacak bir eser de neşretmek gerekecek ve böyle ilmî konuşmaların, vukuflu konuşmaların yapılması da çok faydalı olacak.
Şimdi dikkatimi çeken bir başka husus var: İhtisas asrındayız. Herkes bir dalda çalışıp derin bilgi sahibi oluyor, oranın mütehassısı oluyor. Meselâ, damar cerrahisi diye bir cerrahi bölümü oluyor; genel cerrahiden bir insan değil de damar cerrahisinde uzmanlaşmış bir kimse o ameliyatı yapıyor. Her şeyin ihtisası var...
Şimdi tasavvuf ve tarikatla ilgili konuşmalarda da karşımıza bir coğrafyacı çıkıyor, bir lise mezunu çıkıyor... Böyle komik şey olmaz! Üniversitedeki tasavvuf kürsüleri ne güne duruyor, tasavvuf kürsülerindeki hocalar ne güne duruyor?.. Niye tasavvuf kürsüsündeki kimseleri konuşturmuyorsun da, coğrafyacıyı konuşturuyorsun?.. İlkokul, ortaokul mezununu konuşturuyorsun?.. Büyük İslâm yazarı filân diye kim vermiş o ünvanı da, nerden öyle olmuş, kaç tane kitabı var; belli değil... Yâni, uzmanların konuşması önemli!
Benim de hoşuma gitti. Tabii, Necdet Yılmaz tasavvuf kürsüsünde doktora yapan bir kimse... Hiç olmazsa lise mezunu değil, hiç olmazsa Dil-Tarih mezunu değil, ilâhiyat mezunu... Hiç olmazsa daha başka bir kürsüde değil de tasavvuf kürsüsünde ihtisas yapıyor. Yâni uzmanlık alanında konuşuyor, bu çok önemli bir husus... Buna da önem vermeliyiz. Şimdi herhangi bir kitabı alırken, seçerken, okumaya karar verirken, o kitabı yazan kimsenin o konudaki uzmanlığını bahis konusu etmeniz lâzım!
Uzman olmayan bir kimse kalkıp bir kitap yazmış. İsmini unuttum, Niğde'nin Bor kasabasından bir öğretmen çıkmış, "Gerçek Din Budur" diye bir kitap yazmış. Bir parmak kalınlığında şöyle bir kitap... Arapça bilmiyor, ayeti hadisi bilmiyor. Daha önsözünde ayetle hadisi karıştırmış. Yâni hadis bile olmayan bir söze ayet diyor. Ayeti bile bilmeyen bir kimse din konusunda kitap yazarsa, olsa olsa bu kıyamet alâmeti olur. Câhillerin başa geçmesi ahir zamanda olacağı için, kıyamet alâmeti olur, her şeyin altüst olduğgunu gösterir.
Ayet olmayan şeye ayet diyor. İnsaf yâni... Kur'an-ı Kerim'in; bir harfini bile, bir kelimesini bile kimsenin değiştiremediği o kitabın içine, o kitaptan olmayan bir şeyi isnad etmek çok yanlış...
Sonra kalkmış orda meselâ, onbeş-yirmi sayfa iddiada bulunmuş: "Kur'an-ı Kerim'in cümlelerine ayet denmez, bu cahilliktir. Ayat, büyük mucize demektir." filân diye deliller getirmiş, ayetler getirmiş. Evet o da var ama, senin bu dediğin işin yüzde ellisi, yarısı... Öteki yarısı da, Kur'an-ı Kerim'in cümleleri; onu da ayet diye Allah isimlendirmiş:
(Hüvellezî enzele aleykel-kitâb) "O Allah'tır senin üzerine ey Rasûlüm, bu kitabı indiren. (minhü âyâtün muhkemâtün hünne ümmül-kitâb) Bunun içindekilerin bir kısmı muhkem ayetlerdir ki, bunlar kitabın esasıdır. (ve uharu müteşâbihât) Bir kısmı da müteşâbih ayetlerdir." diye bu cümlelere ayet ismini veren Allah...
Şimdi adam yirmi sayfa bu cümlelere ayet denmez diye câhilliğini yazmış oraya... Allah'ın verdiği ismi reddediyor. Sanıyor ki bunu müslümanlar uydurdu.
Ben hatırlıyorum, üniversitede bir doçent vardı. Şimdi Almanya'da yaşıyor, Alman bir kadınla evlendi.
"--Bu hocalar da dört kadınla evlenmeyi amma çıkartmışlar hâ!" filân dedi.
Doçent, hocaların hanımlarına karşı meyillerinden dolayı, dört kadınla evlenmeyi çıkarttıklarını zannediyor. Ben de Edebiyat Fakültesi'nde talebeyim, şaşırdım. Dedim ki:
"--Efendim, bu hocaların çıkarttığı bir şey değil, Kur'an-ı Kerim'de olan bir şey!"
"--Hayır, olamaz!" dedi.
Canım, Kur'an-ı Kerim'de olan bir şey deyince, "Yerini göster!" dersin, "Olamaz!" diyemezsin ki... Olamaz başka şeyler için söylenir. Ben de yerini açtım, gösterdim:
(Fenkihû mâ tâbe leküm minen-nisâi mesnâ ve sülâse ve rubâ') "Sizin için uygun olan kadınlardan bir tane, iki tane, veya üç tane, veya dört tane alabilirsiniz." diye ayet-i kerimeyi okudum. Sustu kaldı.
Zavallı doçent, İslâmî konularda yirmi tane, otuz tane eser yazmış, İslâm alimi diye geçinen doçent, Kur'an-ı Kerim'de dört kadınla evlenmekle ilgili bir ayet olduğundan haberi yok. Okuyunca şaşırdı. Hele bir de böyle talebeden bir itiraz gelince kıpkırmızı oldu.
Bilmiyorlar. Nasıl doçent olmuş, nasıl o kitapları yazmış?.. Onun da izahını ben biliyorum, o da olabiliyor işte öyle... Bazıları bilmiyorlar o meseleyi.
--Peki, İslâm niye dört kadınla evlenmeye müsaade etmiş?..
Onun için de İslâm tarihini aç bir oku! Mücadeleler var, kocaları şehid oluyor, kadınlar ortada kalıyor. İnsânî bir takım sebepler var ortada. O kadınların öyle bakımsız, himayesiz kalması doğru değil...
Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin o hükmü indirmesinde hikmetler var. Dünya sadece Türkiye değil ki, sadece 776.000 kilometrekare olan yer değil ki... Dünyanın başka yerleri var. Malezya'da İslâm nüfusunun artması için, Malezya devleti dört kadınla evlenmeyi ve çok çocuk yapmayı teşvik ediyor. Çünkü Çinliler galip gelecek. Yüzde kırkaltı Çinli var, yüzde ellidört müslüman var... Türkiyede bir kadınla evlenmesi savunabilirsin devrim adına ama, orada tutmaz işte...
Dünya sadece 776.000 kilometrekare değil, sadece Yirminci Yüzyıl değil... Bunun öncesi var, sonrası var, binbir türlü şartı var... İslâm dini de ebedî, dünya durdukça da hükmü duracak olan bir şey... Onun için buradan bir takım ön fikirleri alıp da, İslâm'ı öyle yargılamak yanlış oluyor.
Sonra bir derste dedi ki:
"--Elmalılı Hamdi Yazır iyi, güzel, 'Hak Dini Kur'an Dili' diye bir tefsir yazmış ama, tefsirde en mühim kitaplardan birisi olan Taberî tefsirini görmemiş." dedi.
Ben kalktım, dedim ki:
"--Efendim, Taberî tefsirini görmez olur mu, kaç yerde Taberî tefsirinden bahsediyor; amma, Taberî diye söylemiyor da İbn-i Cerir diye söylüyor. Çünkü Taberî'nin ismi Muhammed ibn-i Cerir'dir, yâni Cerir oğlu Muhammed'dir. Taberî de nereli olduğunu gösteriyor." dedim.
Ondan haberi yok, bir de ders veriyor. Elmalılı'nın tefsiri güzel bir tefsirdir. Rahmetli, mübârek, nur içinde yatsın, bütün tefsir kitaplarını açmış, kendisinin de gàyet güzel bir bilgisi var; güzel bir eser yazmıştır. Tabii, güzelin güzeli vardır ama, Elmalılı'nın tefsiri güzel bir eserdir, emek mahsulü bir eserdir. Ondan haberi yok o zatın...
Yâni, şunu demek istiyorum: Bilmiyorlar, meslek dışı oluyorlar. Bilmedikleri konularla ilgili kocaman laflar söylüyorlar. İnsan haddini bilir. Meselâ şimdi bana tıpla ilgili konu açılsa, ben de desem ki şöyle böyle... Gülerler bana, derler ki: "Hocam burda o kadar doktorlar var, doçentler var!" filân derler. Ben zaten demem de doktorlara sorarım. Mühendisliğin işini mühendislere sorarız. Matematiğin işini matematikçilere sorarız. Herkes ihtisasına göre konuşurken, niye din ve tasavvuf bahis konusu olunca ihtisastan olmayan cahil kimseler, Kur'an'ı bilmeyen, dini anlamamış olan kimseler konuşuyor; ya da meslekten olan, müftü veya fetva kurulu başkanı olanlar niye böyle yanlış şeyleri söylüyorlar?..
Tabii, bunların arkasında başka sebepler olabilir. Organize, teşkilatlı bir tertibin sonucunda birileri kötülenip de politik bir sonuç alınmak isteniyorsa, hükümet bozulsun da yeni bir hükümet kurulsun filân diye isteniyorsa; o zaman tabii bizler kurban gidiyoruz, kurban seçilmiş oluyoruz. Ayak altında kalmış oluyoruz.
Onun için bu konunun seçilmesi iyi olmuştur. Ben de bu vesîle ile biraz duygularımı anlatmış oldum. Bazı misâller de vermiş oldum. Teşekkür ederim.
Esselâmü aleyküm!..
13. 02. 1997 - Antalya