Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

ÇEVRE ANLAYIŞIMIZ

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Üzerimize saçtığı sonsuz, sayısız, hadsiz, hesapsız nimetleri için Cenâb-ı Mevlâ'ya hamd ü senâlar ederim.

Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlemizi habîbullah, halîlullah, safiyyullah, ni'metullah, rahmetullah olan Peygamber-i Zîşanımız Muhammed-i Mustafâ Efendimiz Hazretleri'nin yolundan ayırmasın; onun şefaatine nâil eylesin, cennette ona komşu olmayı cümlemize nasib eylesin...

Dünyaya imtihan için geldiğimizden, amacımız, gàyemiz, hedefimiz imtihanı kazanmak, Cenâb-ı Mevlâ'nın rızasına, rahmetine nâil olmaktır. O rahmete nâil olmanın yolu imandır, itâattir, ibadettir. İbadetin çeşitleri insanların sandığından da çok daha fazladır. Meselâ, sükût da ibadettir. Meselâ, tefekkür çok kıymetli bir ibadettir. İnsanlar için faydalı işler yapmak ibadettir. Gönül almak, kalb yapmak, insanların ihtiyacını gidermek ibadettir. İbadeti sadece namazla oruçla tahdit ve kısıtlama, sınırlama yapmak doğru değil.

Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri bir hadisinde buyurmuşlar ki:

--(Tbâ lil-gurebâ') "Ne mutlu garibanlara!.."

Peygamberimiz'in çevresindekiler sormuşlar ki:

--(Ve mel-gurebâ'?) "Gurebâdan kasdınız nedir yâ Rasûlallah? Garibanlar dediğiniz kimlerdir?"

Peygamber Efendimiz irşâden ve cevâben buyurmuşlar ki:

--(Ellezîne yuslihûne mâ efseden-nâs) "Başka iz'ansız, irfansız, imansız, insanların ifsad ettiği, berbat ettiği, bozduğu şeyleri islah eden, düzelten, güzelleştiren kimselerdir."

Çünkü çevresi bozuyor. Çevresinin içinde gariban kalıyorlar, yalnız kalıyorlar, anlaşılmayan kimseler olarak kalıyorlar. Onların bozduklarını bunlar düzeltmeye çalışıyorlar. Ne mutlu çevresi bir başka yanlış ve yamuk yola giderken, Allah'ın yolunda yürüyen, onların arasında gariban kalsa bile Cenâb-ı Hakk'ın dinine hizmet edenlere!.. Ne mutlu bu mânâda toplumun içinde boynu bükük, kenara itilmiş, horlanmış kalsa da, yapayalnız kalsa da hizmete devam edenlere!..

Eyüb'de bizim tasarrufumuza verilmiş olan iki tane tekke var: Selâmi Mustafa Efendi Tekkesi ve Şeyh Murad Efendi Tekkesi... Küçük alanları var, duvarları var, şöyle birbuçuk dönüm, iki dönüm gibi... Halbuki eskiden oraları dönümlerle genişlikte bahçelere sahipmiş ve bu bahçelerde güller açar, ceylanlar gezermiş, ahûlar dolaşırmış. Osmanlıların özlemindeki o şiir dünyası çevrelerinde hakîkaten varmış oralarda...

Eyüb de İstanbul'un en güzel semtiymiş. Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz'in çevresi... Haliç tertemiz sulu, Kâğıthâne yemyeşil çayırlar, tertemiz bir hava... Eyüb de sadrazamların, sultanların rağbet ettiği, sultanların tahta geçtiği zaman kılıç kuşanma merasimlerinin yapıldığı en güzîde semti imiş.

Bahçelerde güller açar, ceylanlar dolaşırmış. Manzarayı tasavvur edin, güzellikleri gözünüzün önüne getirin, şimdiki halleriyle mukayese edin!

Anadolu'ya seyahat ettiğimiz zaman tabiatın, iklimin, şartların zorla yeşil tuttuğu, insanlara rağmen, insanların tahribatına rağmen zorla yeşil tuttuğu, kestikçe yerden bitki fışkıran mıntıkaları geçtiniz mi; yâni Adapazarı, Sapanca, Düzce, Bolu'yu geçtiniz mi, İçanadolu'ya girdiniz mi, Ankara'dan Aksaray'a, Niğde'ye doğru yürümeye başladınız mı, Doğu Anadolu'ya doğru yürümeğe başladınız mı, çırılçıplak, adetâ yoksul, üşüyen, titreyen, zavallı, miskin, fakir bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Bir zamanlar yemyeşil olan, ama şimdi o devletten, saadetten sonra bu fakirliğe, yoksulluğa düşmüş zavallı dağlar, zavallı ovalar görürsünüz.

Aksaray'ın çıplak Hasan Dağı'nda, Niğde'nin yamaçlarına yaslandığı dağlarda --oranın eskileri söylüyorlar-- bir insanın kucaklayamayacağı kadar ağaç kökleri varmış. Şimdi nerde?.. Hiç birisi yok! Ağaçlarla beraber topraklar gitmiş, topraklar gidince taşlar ortaya çıkmış, iklim değişmiş, sertleşmiş; bir acı manzara...

Bizim Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rahmetine mazhar olmamız, rızasına ermemiz için itâat ve ibadet lâzım demiştim. Bir de kendisinin hâl-i hayatında yaptıklarından ayrı, ölümünden sonra da bir müslümanın sevap kazanması mümkündür. Kendi hâl-i hayatında imtihan devam ederken sevap kazandığı gibi, ölümüyle hayat devresi kapandıktan sonra bile imtihan kâğıdına puan yazılması, defter-i a'mâline hayır işlenmesi, terazisinin hayır kefesine dağlar gibi hayırların konulmasını sağlayacak işlerin cereyan etmesi mümkündür.

Onun için bu cereyan etmek, devam etmek mânâsından, bu çeşit hayırlara sadaka-i câriye diyorlar. Cârî olan, yâni cereyan eden sadaka... Yâni, sahibine hayır kazandırmaya devam edip duran, sevabı cârî olan sadaka....

Fakire bir sadaka veriyorsunuz, "Al kardeşim, karnını doyur!" diyorsunuz; bir sadaka... Ama bazı sadakalar var ki, sadaka-i câriyedir. İnsanın vefatından sonra sevabı öyle cereyan ediyor ki, kabre günahkâr yatırılmış, gömülmüş nice insan, ölümden sonraki dirilmede kabirden kalkarken günahsız kalkıyor. Neden?.. Ölmüştü, kabrinde yatıyordu, elinden bir şey yapma imkânı alınmış, hayatı alınmış ama, sevap kazanmış, sevap kazanmış, sevap kazanmış... kabrinden günahsız kalkıyor. Halbuki günahkâr olarak yatmıştı.

İşte bu sadaka-i cariyelerden birisi de çevrede yapılan faaliyetlerin içine giriyor; yeşillendirme, ağaç dikme, park yapma, bahçe yapma... gibi. Şimdi biz muhtelif illerde fi'len katıldık, orman tesis ettik. O ormana diktiğimiz fidanlar ağaç oldu, büyüdü. Kaç seneden beri onlar ayaktalar.

Bir noktaya işaret etmek istiyorum: Türkiye hükümetlerinde Çevre Bakanlığı 1991 yılında kuruldu, ama bizim çevre derneklerimiz 1989'da, ondan önce kuruldu. Yâni biz, bakanlık kurulduğu için çevre faaliyetlerine girmiş değiliz, bakanlıktan önceyiz. Anadolu bizim olduğu için, şehid dedelerimizin bize emaneti olduğu için, onu her yönden korumamız gerektiğinden, toprağı düşmana karşı olduğu gibi aşınmaya karşı da korumak gerektiğinden 1989'da kurmuşuz. Belki o bile geçtir, keşke daha önceki yıllarda kurulsaydı da şimdi koca koca ormanlara sahip olsaydık.

Bir ara Orman Bakanlığı'ndan yer istedik, "Bize yer gösterin, biz oraları ağaçlandıralım!" dedik. Sonradan ben bu faaliyeti beğenmedim, arkadaşlarıma teklif ettim, dedim ki: "Değersiz, çıplak arazileri paranızla satın alıp --kasaba olarak, şehir olarak, belde olarak-- mülk olarak alın! Mülkiyeti sizde olsun; siz bir bahçe mimarisiyle, peysaj dedikleri bir sanat anlayışı ile, bir güzellik duygusuyla bu araziyi güzel bir şekilde ağaçlandırın! Yâni bir tarafında ağaç olsun, bir tarafında çayır çimen olsun, bir tarafında hanımların oturduğu yer olsun, bir tarafında beylerin oturduğu yer olsun; öbür tarafında çocukların idman yaptığı, vücudunu geliştirdiği yer olsun.

"Karayolları üzerinde Hocamız Mehmed Zâhid Kotku için dinlenme parkları yapın!" dedik. Yolcu dinlensin. Yolcuya hizmet etmek, yolda kalmış insanlara hizmet etmek, bizim dinimizde önemli bir hizmet şekli...

Yolda insanın ihtiyacı oluyor, dinlenmesi gerekiyor, uyuması gerekiyor, yemek yemesi gerekiyor, namaz kılması gerekiyor, abdest alması gerekiyor. Bunlar hizmet, bu hizmetlerin yapıldığı yerler kuralım dedik. Nümûne yakıt durakları yapın dedik (Benzin istasyonları değil, çok dikkat ediyorum yabancı kelimeye düşmemeğe). Hem arabalarının yakıtlarını alsınlar, hem namazlarını kılsınlar, hem dinlensinler, hem karınlarını doyursunlar, yesinler dedik.

Tabii, biz çevreyi çok daha geniş çaplı olarak düşünüyoruz. Yeşil bir çevre, temiz bir çevre... Peygamber SAS buyuruyor ki:

"--Yâ Aişe, şu iki elbiseyi yıka! Bilmez misin ki, elbise kirlendiği zaman tesbihi biter."

Temizken tesbih eder elbise, kirlendiği zaman tesbihi biter. Temiz giyeceğiz muhterem kardeşlerim, tertemiz giyineceğiz, yeni giyineceğiz; elbise de tesbih edecek, o da sübhânallah diyecek.

Bir çiçeğin kökü kırıldığı zaman çiçeğin tesbihi biter. Canlıyken tesbih eder, öldüğü zaman tesbihi biter. Çiçeğin tesbihi biter, hücrelerin tesbihi devam eder.

"Evdeki pislik, süprüntü bereketi giderir, rızkı azaltır." diyor Peygamber SAS. Evimizin temiz olması lâzım, elbisemizin temiz olması lâzım, dişimizin temiz olması lâzım, koltukaltımızın temiz olması lâzım!..

Çevremizin temiz olması lâzım! Herkes sokaktan kendi önüne düşen yeri, çöpçüyü beklemeden temizlemeli ve kirletmemeli, bir şey atmamalı!..

Bugün büyük şehirlerde atıklar, artıklar, çöpler bir felâkettir, bir büyük meseledir. Onların ne yapılacağı kara kara düşündürmektedir ilgilileri... Bunları nasıl yok ederiz, değerlendiririz diye büyük büyük tasarıları vardır.

Çevre de temiz olacak, bahçe de temiz olacak amma, yeşil olacak, çiçekli olacak.

Avrupa'dan bir seyyah elçi, karayoluyla İstanbul'a gelirken, Yedikule önlerinde, kış gününde sünbül kokularından baygınlık geçiriyor, hayranlıktan bayılacak hale geliyor 16. Yüzyıl'da... Diyor ki:

"--Bu Osmanlılara akıl ermez! Bu adamlar bir tek çiçek için dünyanın parasını verirler. Bu adamlarda bir acaib çiçek sevgisi vardır."

Kendisi o zamana kadar görmediği çiçekleri inceliyor. Onlardan lâle adlı çiçeğin soğanlarını alıyor yanına, Hollanda'ya götürüyor. Hollanda'da lâle tanınıyor, lâle yetiştiriliyor. Sanıyorum, şimdi Hollanda'dan lâle soğanları getirip dikiyorlar parklara, bahçelere... İş bu hale gelmiş durumda...

Biz çevreyi çok geniş olarak düşünüyoruz. Bu maddî çevremiz, kendi temizliğimiz, aile, ev çevremiz, sokak temizliğimiz, belde temizliğimiz, dağların ovaların temizliği, havanın temizliği; bu maddî çevre... Biz bu maddî çevrenin içinde her şey olsa, bir cami olmasa, mutlu olmayız. Onun için bu çevreyi süsleyen mânevî varlıkları da çevreye katıyoruz biz...

Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:

"Bir insan secde ettiği zaman, secde ettiği mahal yedi kat yerin altına kadar temizlenir."

O halde bir yerin temizliği ibadetledir. İçki içilen yer pistir. Müşrikler pistir.

(İnnemel-müşrikûne necesün felâ yakrabül-mescidil harâme bağde àmihim hâzâ) "Müşrikler pis varlıklardır, bu yıldan sonra bir daha Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar!" diye Allah yasaklıyor. Pis heriflere Kâbe'ye yaklaşmaya bile izin yok, müsaade olunmuyor. "Müşriktir, pistir; onun için onlar gelmesin!.." deniyor. İsterse yıkansın...

Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri de diyor ki:

"--Bir şişenin içine içki koysalar, şişenin ağzını iyice kapatsalar, deryanın kenarına götürseler, dışını on yıl yıkasalar, yine pistir; çünkü içinde içki vardır. İçki pistir, murdardır." diyor.

Yalan yanlış şekilde yazılan Bektâşî fıkralarında geçen, dinleyenlerin kih kih güldükleri, ayyaş Bektâşîlerin mübarek şeyhi Hacı Bektâş-ı Velî böyle diyor.

Hazret-i Ali Efendimiz de diyor ki:

"--Bir kuyunun içine içki düşse, kuyunun suyu pis olur, dışarı çıkartmak lâzım gelir. O dökülen yerde ot bitse, o otu koyun yese, o koyunun etini yemem!.." Böyle rivayet ediliyor.

"--Orada ezan okumam!" diye de var.

Neden?.. Mekân pistir, mânevî bakımdan pistir. O halde bir mekânın temizliği sadece maddî ölçülerle ölçülemez. Maddî ölçülerle temiz olduğu halde, mânevî yönden leş gibi olan mekânlar olur. Onların güzelleşmesi cami iledir, imanladır, irfanladır, tekke iledir.

Çırpılarlı Ali Hocamız --rahmetullàhi aleyh, cennet mekân, babamın hocası, Gümüşhâneli Hazretleri'nin talebesi-- memleketine gitmiş, varlıklı insanmış; kendi varlığını ortaya koymuş, parasını ortaya koymuş, mâlî imkânlarını ortaya koymuş, --çevreden de belki yardım etmişlerdir; bilmiyoruz-- bir cami yapmış. Gittik, namaz kıldık.

Etrafına da 23 odalı medrese yapmış, yâni ilim öğrenmek için mekân yapmış, mektep yapmış. Köylüler onu yıkmışlar, onun yerine bir baraka yapmışlar, Tarım Bakanlığı'na vermişler.

O köyün kurtulması, Allah'ın onları affetmesi için, onların o medreseyi en aşağı eskisi gibi kurmaları lâzım!..

Onun için biz bir çevreyi düşünürken, bu tarihî yapıları da düşünüyoruz. "Orada kervansaray var mı, tamir edelim; cami var mı, tamir edelim; çeşme var mı; ihyâ edelim; mektep var mı, ihyâ edelim!" diyoruz.

24. 11. 1996 - Hâcegân / İST.