RIZA
Hak Celle ve A'lâ'nın hükümlerine, kazâ ve kaderine teslîmiyettir. İster ekşi, ister tatlı olsun hükm-ü ilâhîyeye rızâ ve inkıyaddır. İnsanlık derecelerinin en üstünü ve ahlâk-ı hamîdenin de en mühimidir.
Şu kıssa bunu pek güzel anlatır:
Sa'd ibn-i Ebî Vakkas RA'ın ihtiyarlık sebebiyle gözleri görmez olmuş. Halbuki, duâsı da pek müstecâb olan bir zât imiş. Dostları kendisine, gözlerinin görmesi için Cenâb-ı Hakk'a duâ etmesini ricâ etmişlerse de, cevâben demiş ki:
"--Ben Hakk'ın kazâ ve kaderini, gözümün nûrundan daha çok severim de, onun hikmetlerine îtirâz etmem!"
Bu büyüklük ve kemâl alâmetlerinden başka bir şey olmadığı ma'lûm bir hakikatir.
Rızânın evveli, insanın sa'yi ve gayreti eseri, sonu da Cenâb-ı Vâcibül-Vücûd'un bir mevhibesidir. Cenâb-ı Peygamber SAS Efendimiz de;
"Allàhümme innî es'elüke nefsen bike mutmeinneten, tü'minü bilikàike ve terdâ bikadàike ve takneu biatâik." duâsıyla ümmetine ne güzel bir ders vermiştir. [Ey Allahım, ben senden sana mülâkî olacağına inanan, kazâna râzı olan ve nimetlerine kanaat eden, itmînâna ermiş bir nefis istiyorum!]
Makàm-ı mutmainneye ulaşmış olan hakîkî zâkir, her an Hakk'a mülâkî olacağına inanan, kazâ-yı ilâhiyeye râzı olan ve hiç bir vechile îtirâz ve şekvâda bulunmayan, her zaman ihsân-ı ilâhîye ve atâ-i sübhânîye kanaat eden, başkalarının mal ve servetinde gözü olmayan tok gözlü insanlar, hem Hâlik'ın hem de kullarının sevdiği makbûl kimseler olduğunda şüphe yoktur.
Fakat bu güzel ahlâkın ve benzerleri diğer ahlâkların, insanlarda yer alabilmesi ve bulunması, tabiatiyle kötü ahlâklardan kurtulmasına, nefsânî ve şehevânî temâyüllerinin tamamiyle kesilip kırılmasına bağldır. Azgın nefislerde yâni, nefis ve şehvetlerinin esiri olan zavallılarda rızâ ve diğer huyların bulunmasına imkân yoktur.
Onun için rızâ sahipleri dünyada dahi cennette imiş gibi rahattadırlar. Zîrâ rızâ, "Allah'ın en büyük kapısıdır, dünyanın cennetidir." buyrulmuştur. Halbuki kulun Hàlık'ının hükümlerine râzî oluşu, Hàlik-ı Zülcelâl'in o kulundan razı oluşundan sonradır. Nasıl ki, yerdeki otların bitişi ve mahsûlâtın oluşu, gökten gelen yağmurlara ve güneşin hâraretine bağlıdır. Yağmur yağmaz, güneş de bulunmazsa, bütün emeklerin boşa gideceği herkesin bildiği bir şeydir.
Kadınların sultanı Râbiatül-Adeviyye KS'nun sözleri ne kadar kıymetlidir. Mübârek kadın buyuruyor ki:
"--Bir kimse nâil olduğu nîmetlere sevindiği gibi, belâ ve musîbetlere de sevinmedikçe rızâ sahibi olamaz."
Efendimiz SAS Hazretleri de:
"--İmanın tadını Allàh-ü Celle ve Âlâ Hazretleri'nin hükümlerine râzı olanlar ve onu hakîkî mürebbî ittihaz edenler tadabilir." diye beyân buyurmuşlardır.
Bu sebeptendir ki, duâlarında evvelâ nefs-i mutmainneyi istemelerinin sebebi pek güzel anlaşılır. Çünkü nefs-i mutmainne makàmına erişilmedikçe güzel ahlâk elde edilemez.
Mûsâ AS Hazretleri Cenâb-ı Hakk'a:
"--Yâ Rab! Beni öyle bir amele delâlet et ki, ben onu işlediğim zaman sen benden râzı olasın!" demişler.
Cevâben:
"--Yâ Mûsâ, sen ona tâkat getiremezsin!" buyrulunca, hemen secedeye kapanıp tazarru' ve niyâzda bulunmuş, bunun üzerine:
"--Yâ ibn-i İmrân, muhakkak benim senden râzı olmaklığın; senin, benim verdiğim hükümlere, kazâ ve kadere râzı olmana vâbestedir." diye vahiy buyrulmuştur.
İşte çeşitli rûhî buhranlar ve muhtelif sinir hastalıkları ve hattâ --Mevlâ cümlemizi muhâfaza buyursun-- intiharlar, tetkik edilirse hep hükm-ü ilâhiye, kazâ ve kadere rızâsızlıktan neş'et etmekte olduğu müşâhede edilmektedir. Bu sebeptendir ki rızâ, ahlâk-ı hamîdenin ve fezâil-i insâniyenin en mühimlerindendir.
Cenâb-ı Hak cümlemizi hükm-ü ilâhiye münkâd, râzı ve tslim olan kullarından eylesin... Âmîn, bi-hürmeti seyyidil-mürselîn, salevâtullàhi ve selâmühû aleyhim ecmaìn.
"Rabbin hakkı için onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar." (En-Nisâ: 65)
ŞÜKÜR
Sahâbe-i kirâmdan bazıları Hazret-i Âişe Vâlidemiz'e, Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'nden, görmüş olduğu acâib şeylerden bazılarını söylemesini ricâ etmişler. Vâlidemiz de ağlayarak anlatmaya başlamış:
"Onun her hâli taaccübe şâyândı. Bir gece benim yatağıma dahil olmuşlardı, hattâ cildi cildime değmişti. Sonra buyurdular ki:
'--Yâ Ebâ Bekr'in kızı, Rabbime ibâdet etmek için beni bırakmaz mısın?'
Dedim ki:
'--Ben senin Hakk'a kurbiyetini severim. Evet izin veririm.'
Rasûl-ü Ekrem kalktılar. Abdest aldılar, fazlaca su dökündüler, namaza durdular. Baktım ki, ağlıyorlardı, gözyaşları göğüslerine dökülüyordu. Sonra rükû ettiler, yine ağlamakta idiler. Sonra secde ettiler, yine ağlıyorlardı. Başlarını kaldırdılar, hâlâ ağlamakta idiler. Bu hâl devâm etmekte iken, Hazret-i Bilâl RA sabah ezânını okumağa başladı. Ben:
'--Yâ Rasûlallah, neye ağlıyorsunuz? Cenâb-ı Hak sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı affetmedi mi?' dedim.
Cevâben:
'--Allah-ü Teàlâ'nın nîmetlerine karşı şükredici bir kul olmayayım mı?' buyurdular."
Şükür hakkında söylenen sözler pek çoktur. Şükrün hakîkati, mün'im-i hakîkî olan Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'nin vermiş olduğu nîmetleri ta'zîm üzere îtirâf edip, muhsin-i hakîkî olan Allah-u Teàlâ'yı ihsânından dolayı senâ etmektir. Bu da üç nev'îdir. Dil ile şükür, beden ile şükür ve kalb ile şükürdür.
Cüneyd KA Hazretleri'nden, daha çocuk iken, şükür hakkında fikri sorulmuş. Cevâben:
"--Cenâb-ı Hakk'ın nîmetleriyle tene'um ederek, ona isyân etmemektir." buyurmuştur.
Şiblî KS Hazretleri de:
"--Şükür, nîmeti değil, nîmeti vereni görmektir." demiştir.
Mûsâ AS münâcâtında:
"--İlâhî, Âdem'i yed-i kudretinle halk ettin. Ona sayısız ni'metler verdin. O sana nasıl şükretti de bu ihsâna nâil oldu?"
Cevâben:
"Onların hepsinin benden olduğunu bilmesi onun şükrüdür." buyruldu.
Sehl ibn-i Abdillâh KS Hazretleri'ne bir adam, evine hırsız girip eşyalarını çaldığından bahsedince, demiş ki:
"Allah'a şükret; eğer o hırsız kalbine girip de tevhidini ifsâd etseydi ne yapardın?"
Her a'zânın ayrı ayrı şükürleri vardır. Gözün şükrü, dostunun ayıbını görmemektir. Kulakların şükrü de, ayıpları işitmemektir.
Serrîy-yi Sakatî KS Hazretleri'ne de şükürden sorulmuş. Buyurmuş ki:
"--Allah-u Celle ve A'lâ'nın nîmetlerinden faydalandığın şeylerle, meâsîye cür'et etmemendir."
Hazret-i Ali KV'nin oğlu demiş ki:
"--Yâ İlâhî! Nîmetlerini verdin, beni şâkir olarak bulmadın. Sana şükretmediğimden dolayı nîmetlerini elimden almadın. Sabırsızlığımdan dolayı da iptilâlarımı artırmadın. İlâhî, Kerîm'den umulan ancak keremdir."
Dört amel vardır ki, hiç bir faydası yoktur:
1. Sağırla konuşmak.
2. Nîmeti, şükretmeyene vermek,
3. Tuzlu ve çorak yerlere tohum atmak,
4. Güneş varken ışık yakmak.
Haber-i sahihte bildirildiğine göre, Allah-u Teàlâ'nın nîmetlerine hamd edenler, cennete ilk girenler olacaktır.
Cenâb-ı Hak cümlemize verdiği maddî ve mânevî nîmetlerine lâyıkıyla şükredebilmek devlet ve şerefini ihsân buyursun... Âmîn, bi-hürmeti seyyidil-mürselîn ve sallallàhü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn...
SADÂKAT
[Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sàdıklarla beraber olun!] (Et-Tevbe:119)
Bu fermân-i İlâhî karşısında başka bir söz söylemeğe hakkımız yoktur. Yalnız ikaz sadedinde bazı hadis-i şeriflerle, büyüklerin sözlerini nakletmeyi uygun bulduk.
Sıdka devam eden ve sıdkı arayan insan, ind-i ilâhîde sıddîk olarak yazılır. Sıdk her işin temeli ve direğidir. Sâdakat nübüvvet derecesinden sonra gelir. Sıdkın en azı, iç ve dış birliğidir. Sâdık, söylediğini doğru söyleyen; sıddîk da bütün akvâl, ef'âl ve harekâtında sadâkatten ayrılmayandır. Sıdk, tehlikeli yerlerde hakkı söylemekten kaçınmamak olduğu gibi, haramların yenilmesini de men eder. Nefsinin esiri olan, sıdkın kokusunu koklayamaz. Başkalarına müdâhene eden de böyledir.
Bir zâtın annesi ölmüş, elli dînâr mîras kalmış. Bununlu hacca gitmeye niyet etmiş. Giderken yolda eşkıyâlarla karşılaşmış:
"--Neyin var?" diye sormuşlar.
O zât diyor ki: Nefsimde biraz düşündüm. Doğruyu söylemenin hayırlı olacağına inanarak:
"--Elli dînarım var!" dedim.
"--Ver!" dediler.
Verdim. Adamlar saydılar. Baktılar ki para tamam, geri verdiler ve dediler ki:
"--Senin doğruluğun bizi böyle yapmaya sevk etti".
Sonra reisleri atından inerek zorla beni atına bindirdi. Gideceğim yere kadar arkamdan yürüyerek geldi. Ertesi sene bizim meclisimize katılarak ölünceye kadar hizmetimizden ayrılmadı.
Cüneyd KS:
"--Asıl sadâkat, yalandan başka bir şeyle kurtulmak imkânı olmadığı yerde, doğruyu söyleyebilmektir." buyururlar.
Zünnûn-u Mısrî KS Hazretleri:
"--Sadâkat Allah'ın kılıncıdır, nereye konsa onu keser" buyurur.
Feth'el Mevsilî KS den sıdkı sormuşlar. Elini demircinin ateşine sıkarak; "İşte sadâkat budur!" demiştir.
Sâdık kimseden üç hal hiç ayrılmaz. Sözlerinde halâvet, hal ve tavrıyla herkesin hürmetini celb etmek ve nurlu bir yüz.
Demişler ki:
"--Farz-ı dâimîyi edâ etmeyenin vakitli farzları kabul olunmaz!"
Farz-ı dâimiyi sormuşlar;
"--Sıdktır." diye cevap verilmiş.
Yine demişler ki, Allah'ı sıdk ile istediğinde sana bir ayna verir ki, onunla dünyânın ve âhiretin acâib şeylerini görürsün.
Sana zarar vereceğinden korktuğun yerde sıdkta sebât et; muhakkak fayda bulursun. Fayda bulacağını ümid ettiğin yalanı da terk et; muhakkak zarar görürsün. Bunlardan anlaşıldığına göre, Cenâb-ı Hak cümlemizi içi dışı daimî surette doğru olan kullarından eylesin... Âmîn, ve sallallàhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Sıdk yalancılığın zıddı olan doğruluktur. Cenâb-ı Vacibül-Vücud Hazretleri doğruluğu ve doğrularla birlikte olmamızı tavsiye buyurmuştur. Bir insan daimâ doğruluğu ve doğru olmayı kasd ve arzu ettiği ve aradığı müddetçe, Cenâb-ı Hak indinde nihâyet sıddîk olarak yazılır. Bil'akis yalanı ve yalancılığı ve kaçamak yolları aradığı müddetçe de, nihâyet ind-i ilâhîde yalancı olarak yazılır.
Doğruluk her işin gereği, kökü ve esasıdır. Bütün işlerde muvaffakiyet doğruluğun neticesidir. Nübüvvet derecelerinden sonra gelen bir derecedir.
Sıdk, sözde, işte ve ahvalde olur. Yalnız sözde olursa sàdık denir. Söz ve işlerinde, hâl ve hareketinde de sıdkı muhafaza edebilirse, o zaman kendisi sıddîk denir. Allah-ü Teàlâ'nın yardım ve nusreti, hıfz ve himâyesi kendisiyle beraber olmasını isteyen her kişiye, sıdka devam tavsiye olunur. Zîrâ Allah-u Teàlâ Hazretleri daima sàdıklarla beraber olduğunu beyan buyurmaktadır. Sàdıkların kalbleri de o kadar nurlu ve feyizli olur ki, bu hâli tavsîfe lisânen imkân yoktur.
Asıl doğrulukta hüner, tehlikeyi mûcib olan bir yerde, yâni yalanla kurtulmak imkânı olduğu halde doğruluktan şaşmamaktır.
Yine doğruluk, iç hâlinin dış hâliyle uygun olmasıdır. Yâni içi dışına muvâfık olması gerekir. Bâhusus doğruluk, her şeyden evvel insanların haramlardan ve haramı mûcib olan her şeyden uzak kalmasıyladır. Yâni haramları irtikàb edenlerin sözlerindeki doğruluğun kıymeti olmaz. Bunun için doğruluk, bütün iş ve amelleriyle Allah-u Celle ve A'lâ'ya karşı vefâsını gösteren kimsenin hâlidir.
Doğruluğun kokusunu bir kul koklayamaz, nefsine esir ve köle olduğu müddetçe. Bundan dolayı derler ki: "Sàdık kimse ölüm geldiği vakitte bütün sırları meydana çıkarılsa dahi, kendisini utandıracak bir hâli bulunmayan kimsedir."
Sàdıkların sözleri bir oktan daha ziyâde te'sirlidir. Ölmek istedikleri vakite bile, istekleri olan bir şeyi reddedilmeden, derhal vaktinde yerine getirilir. Bu hususta pek çok vak'alar zikredilmiştir. Meselâ:
Birisinin annesi vefat etmiş. Kendisine elli dinar miras isabet etmiş. Bununla hacca gitmeyi murad etmiş. Yolculuğu esnasında önüne çıkan bir adam, ne kadar parası olduğunu sormuş. O da tereddütsüz, doğruluk hayırdır diyerek, "Elli dinarım var!" demiş. Soran adam bunları istemiş. O da kesesiyle beraber teslim etmiş.
Alan adam paraları saymış; tamam çıkınca kendisine gelen bir halet-i rûhiyye karşısında paraları sahibine iade etmiş ve "Ben senin doğruluğunun üzerimde bıraktığı tesirin altında kaldım." diyerek, atından inmiş ve yolcuyu zorla atına bindirmiş; kendisi de arkasından bir seyis gibi Hicaz'a kadar götürmüş. Sonra da onun hizmetine girerek, ölünceye kadar hasr-ı nefs etmiştir.
Onun için sâdıklar, öyle boş şeylerle kat'iyyen uğraşmazlar. "Onları yâ farzların edâsında veya Allah için yapılan hayırlı işlerde görürsünüz." demişlerdir.
Sâdıklar, sözlerindeki halâvet, yüzlerindeki melâhat, tavır ve hareketlerindeki heybetle zînetlendirilmişlerdir. Yüzdeki melâhat, gece namazlarına devamın mükâfatıdır. Heybet de Allah-u Celle ve A'lâ'nın hoş görmediği yerlerden ve işlerden uzak kalmalarının neticesi, kendilerine verilen bir ilâhî lütuftur. Lisanlarındaki halâvet ise, hakkı rıfk ve sühûletle konuşmalarının neticesi olarak verilmiştir. Bu hasletler her kimde bulunursa, hiç şüphesiz onlar, çok bahtiyar kimselerdir.
Dâvûd AS'a olunan vahiyde buyrulmuştur ki:
"--Yâ Dâvûd! Her kim beni içinden, gizli bir halde tasdik ederse, ben de onu mahlûklarımın arasında alenen sâdık olarak zikreder, anarım."
Bu iç tasdîki çok mühimdir. Allah-ü Teàlâ'ya tam mânâsıyla teslim olan insanların hâlidir. Bu hâle canlı bir misâl verelim:
İki arkadaş bir yola çıkmışlar. Sıdkı kâmil olan zât yanındakine demiş ki:
"--Dünyalık neyin varsa hepsini bırak, hattâ ayakkabının tasmasını dahi..."
Öteki diyor ki: "Ben de onun sözünü tutarak neyim varsa hepsini terk ettim. Fakat yolda ayakkabımın tasmaları kopdukça yenisini hazırca buluyordum." Arkadaşım bana dedi ki:
"--Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'yle sıdk ile muamele edenlerin hâli böyle olur. Onu hiç bir yerde mahrum bırakmaz."
Zünnûn-u Mısrî KS Hazretleri:
"--Doğruluk Allah'ın kılıncıdır; nereye dokunursa, nereye konursa, derhal keser." buyurmuştur.
Her fenalık üzerinde olan bir kimse müslüman olmak istemiş; fakat senelerden beri mûtâdı olan kötü huyların hepsini birden bırakamayacağını da söylemiş. Ona:
"--Sen yalnız yalanı terk et ve doğruluktan ayrılma!" denilmiş, o da kabul etmiş.
Sonra içki içmek istemiş; fakat yakalandığı takdirde doğruyu söylemek mecbûriyetinde olduğu için, cezâlanacağını düşünerek içkiyi terk etmiş. Hırsızlık yapacak olmuş, tutulursa yine doğruyu söyleyeceği için cezâ göreceğini hatırlayınca ondan da vaz geçmiş. Nihâyet yalanı terk etmekle bütün fenalıklardan kurtulmuş; bu sûretle de hem kendine, hem de cemiyete faydalı bir müslüman olmuştur.
Sıddîkların kendiliklerinden söyledikleri nefsânî sözler, sadakata hıyânet addedilmiştir. Zîrâ, sıddîklık makamına ulaşan kimselerin, sözlerinin de nefsânî değil rûhânî olması gerekir.
Fethul-Mevsilî KS adındaki zâttan sıdk hakkında sormuşlar, yâni sıdkın mahiyetini öğrenmek istemişler de; o mübârek zât, yanında bulunan bir demircinin ateşinde kızarmış olan demiri eliyle tutarak ateşten çıkarmış ve avucunun içine alarak; "İşte evlâdım sıdk buna derler." demiştir.
Tabiî bu, pek şaşılacak bir şey değildir. Zîrâ bütün eşya Cenâb-ı Vâcibül-Vücûd Hazretleri'nin yed-i tasarruflarındadır. İbrâhîm AS'ı yakmayan ateş nasıl yakmadıysa, Allah'ın sevgili kullarını da yakmayacağı şüphesizdir. Bunun gibi, Mûsâ AS'ı ve kendisiyle beraber olan kavmini, Kızıldeniz'den geçerken su boğamamıştı. Bir de her şeyi kesen bıçak, İsmâîl AS'ı kesememişti. Daha bir çok misaller varsa da, bu kadarı kâfîdir.
Yâni Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'yle muâmelesi dürüst olanların hàfızı, hàmîsi, yardımcısı her yerde ve her zaman Allah CC olduğunu unutmamalıdır. Yeter ki biz, o sadâkate sahip olan kullardan olalım!
Bundan dolayı Yûsuf ibn-i Isbat KS:
"--Benim bir gecelik Allah ile sıdk üzere muâmelem, düşmanla fî sebîlillâh dövüşüp boyunlarını vurmaktan, bana daha sevgilidir." diyerek sıdkın lüzumunu ve ehemmiyetini belirtmiştir.
Ebû Ali ed-Dekkâk KS Hazretleri de:
"--Sıdk, yâni doğruluk, ya göründüğün gibi olmak, veya olduğun gibi görünmektir." buyurmuşlardır.
Sàdıklarda, halkın gönlünde yer alma hevesi kat'iyyen bulunmaz, insanların iyi amellerine muttalî olmalarını istemedikleri gibi, kötü hallerine de muttalî olmalarını kerîh görmezler. Çünkü kötü amellerinin bilinmemesini istmek, onların yanlarındaki kıymetlerinin ziyâdeliğini istiyor demektir. Bu ise sıddîklara yakışmayan bir ahlâktır.
Bazı büyükler buyurmuşlar ki:
"--Dâimî olan bir farzı edâ edemeyen bir insanın, vakitli farzları kabul olunmaz."
Bunun üzerine;
"--Dâimî farz nedir?" demişler.
Bu suâle;
"--Sıdkdır, yâni doğruluktur." diye cvvap vermişlerdir.
Bundan da anlıyoruz ki, doğruluk her müslümanın dâimî ve ebedî bir borcudur. Bundan ayrıldığı zaman muvakkat olan vakitlerdeki, muayyen saatlerdeki ibadetlerin de kabul olunamayacağına da işâret olunmuştur.
Binâen aleyh, Allah-ü Teàlâ'yı sıdk ile isteyenlere Allah-u Teàlâ Hazretleri bir ayna verir ki, o aynada dünya ve ahiretin bütün acâibini pek aşikâr olarak görürsün. Zannederim, bu ayna da gönül aynası olsa gerektir.
Azîz kardeş, öyleyse sen sıdktan ayrılma! Her ne kadar korkulu yerlerde sana zarar verecek gibi olsa bile, asla korkma! Doğruluk hiçbir zaman zarar vermez, dâimâ sana fayda verir. Yalanı kat'iyyen bırak! Her ne kadar sana faydalı gibi görünse de, muhakkak sana zarar verecektir. En büyük zararından birisi de, artık gönlünün tamamiyle kararıp hiçbir şeyi görmesine imkân kalmamasıdır.
Zîrâ doğruluk kişiyi iyiliklere ve hayırlara sevkeder. Hayırlar da dolayısıyle cennete götürür. Kişinin gâyesi sadâkat olunca, ind-i ilâhîde sıddîklar defterine yazılır. Yalancılık ise, muhakkak insanları kötülüğe sevkeder. Kötülükler de, tabiatiyle kişinin cehenneme girmesine sebep olur. Yine kişi yalancılığa alıştığından dolayı, bu kötü huy, nihayet ind-i ilâhîde onun yalancı olarak yazılmasına sebep olmuştur. Sıddîk veya kezzâb olarak yazılmanın ne demek olduğunu artık sizler düşününüz.
İlâhî kitabımızda bütün Peygamberler övülürken sıddîkiyet sıfatlarıyla övülmüşlerdir. İbn-i Abbâs RA buyururlar ki:
"--Dört şey her kimde bulunursa, muhakkak en büyük kazancı elde etmiş olur. Bunlar; sıdk, hayâ, şükür ve güzel ahlâktır."
Allah-u Teàlâ Hazretleri'yle muâmelesinde sadâkat üzere hareket edenler, insanlardan tabiatiyle tevahhuş ederler. Onun için senin bineğin sadâkat olsun, hak da kılıncın, Allah-u Celle ve A'lâ da gâyen ve talebin olsun.
Bir adam, hakîm bir zâta:
"--Ben senin dediğin gibi sàdık bir kimse göremedim!" demiş.
Bu hakîm zât da:
"--Eğer sen sàdıklardan olsaydın, sàdıkları bilir ve tanırdın." demiştir.
Allah-ü Teàlâ'nın dini, üç erkân üzerine kurulmuştur: Hak, sıdk, adâlet.
Hak olan, a'zâ-yı cevarih üzerine görülür. Adâlet ise, kalblerde; sıdk da, akıllar üzerinde tezâhür eder.
Bir kişi ki, Allah-u Teàlâ'yı severim iddiâsında bulunur ve bu iddiâsında sàdık olmazsa, kıyâmet gününde yüzleri kapkara olacağı bildirilmiştir. Bütün ulemâ ve fukahânın ittifakıyla, bir kimsede üç haslet sahîh olursa onun kurtuluşu mümkündür. Fakat bunlar birbirinden ayrılmazlar:
Birincisi; bid'at ve hevâdan ârî halis bir İslâmiyet.
İkincisi; amellerinde Allah-ü Teàlâ'ya sıdkını göstermesi.
Üçüncüsü de; yeyip içmesinde tıyb (helâl ve güzel) olanı aramasıdır.
Her ne zaman ki yaptığı iş ve amellere nefsinin hazlarından bir şey karşıtırıyorsa, o zaman bu amel, sıdktan àrîdir. Ma'lûmdur ki sıdkın olmadığı yerde ihlâs da olmaz. Sıdkın ve ihlâsın bulunmadığı iş, amel ve harekâtta da hayır, bereket olmaz vesselâm.
Bazı kitaplarda kurtuluşun şartlarından olarak zikr olunan aşağıda yazılı 22 ufak, fakat mânâları çok derin olan kelime ve cümleler üzerinde titizlikle durulması tavsiye olunur:
1. İlimden daha faydalı bir hazîne olamaz.
2. Hilimden daha ziyâde kârlı mal olmaz.
3. Gazabını yenmekten daha iyi hesap olmaz.
4. Amelden daha ziynetli dost olmaz.
5. Cehâletten daha kötü refîk (arkadaş) olmaz.
6. Takvâdan daha azîz şeref olmaz.
7. Hevâsını terketmekten daha iyi kerem olmaz.
8. Tefekkürden efdal amel olmaz.
9. Sabırdan a'lâ hasene olmaz.
10. Kibirden beter, fenâ günah olmaz.
11. Rıfktan daha makbûl ilâç olmaz.
12. Akılsızlıktan daha acı dert ve musibet olmaz.
13. Haktan daha adâletli elçi olmaz.
14. Sadâkatten daha iyi nasîhatçi ve delîl olmaz.
15. Tama'dan daha zelil fakirlik olmaz.
16. Şekâvetle toplanan maldan zenginlik olmaz.
17. Sıhhatten daha güzel hayat olmaz.
18. İffetten daha tatlı maîşet olmaz.
19. Huşû'dan daha güzel ibâdet olmaz.
20. Kanâatten daha hayırlı zühd olmaz.
21. Sükûttan daha ziyâde muhafaza eden bekçi olmaz.
22. Ölümden yakın da gàib olmaz.
Şimdi bunları birer birer inceleyecek olursak, beşerin saadet ve selâmetinin nerede olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz, sanırım.
Ebûbekir el-Verrâk KS:
"--Kendinle Hak arasındaki sıdkı ve halk ile kendi arandaki rıfkı muhafaza edebilmek, kişinin saâdet ve selâmetinin îcâbıdır." buyurmuştur.
Hayattaki selâmet ve saadet yollarının doğruluk, sehâ ve şecâatte olduğunu, bir de bunlara ilâveten, ittikâ, hayâ ve gıdanın tıybi olarak bildirmiştir.
İbn-i Abbâs RA der ki:
"Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz'den kemâl denilen şey soruldu.
'--Hak sözü söylemek ve sadâkatle amel etmektir.' buyurdular."
Sıdkın altı mânâda müsta'mel olduğu da ayrıca zikredilmektedir:
1. Sözde sadâkat.
2. İrâde ve niyette sadâkat.
3. Azminde sadâkat.
4. Ahdine vefâda sadâkat.
5- Amellerinde sadâkat.
6. Muâmelât-ı dîniyyenin hepsinde sadâkat.
1. Sözde Sadâkat
Yalnız çocukların terbiyesinde ve bazen de hanımların terbiyesinde, karı koca arasını ıslâhta, kardeşlerin aralarını ıslâh ile barıştırmakta, harp esnasında ve usüllerinde ihtiyaç ve zaruret miktarı söylenen sözlerin kizib denilen yalandan sayılamayacağı belirtilmiştir. Bu ise ne kadar dikkate şâyândır.
Şu mezmûm olan ve herkes tarafından da hiç beğenilmeyen yalanı görüyorsunuz ki, iki kardeş arasını veya karı koca arasındaki dargınlık ve münâfereti gidermek için, bu fena olan yalana cevaz verilmiştir. Müslümanların ve âilelerin birbirine karşı dargınlık ve küslüğü, demek ki, yalandan daha fena bir şey olduğundan, onları barıştırmak için bu gibi yalanlara cevaz verilmiştir.
Meselâ, "O benim için şöyle, şöyle söylemiş. Yâni iğrenç, kötü, fena sözler sarf etmiş." diyene, siz de inkâr sadedinde: "Hayır birader, ben de ordaydım, o adam sizin için kat'iyyen öyle söylemedi, size yanlış anlatılmış, belki şöyle şöyle dedi" diyerek onun hoşuna gidecek bir ifade kullanmak gibi...
2. İrâde ve Niyette Sadâkat
Niyyet ve irâdesinde Hakk'ın rızâsından gayrı bir şey düşünmemek ve istememektir.
3. Azminde Sadâkat
"Cenâb-ı Hak şöyle bir servet verirse, ben onun şu kadarını hayırlara harcayacağım!" dediğinde ve buna mümâsil bütün yapacağı işlerdeki azminden sadâkatini bilfiil dediği gibi göstermesidir. Bunlarda gösterceği zaaf, azminde sadâkatsizliğe delildir.
Meselâ: "Cenâb-ı Hak bana para ve kuvvet verirse hemen hacca gideceğim!" diye azmeden insanın, bilâhare çeşitli bahânelerle bunu tehir etmesi azminde sadâkatsizliğe alâmettir.
4. Ahdine Vefâda Sadâkat:
Ahdinde vefâ da böyledir. Bir şeyi va'd etmek kolaydır. Fakat va'dini zamanında yapmak hünerdir. Meselâ, Enes RA'ın amcasının oğlu Enes RA. Bedir muharabesine iştirak edememiş ve buna çok üzülmüş;
"--Nasıl olur da ben Rasûlullah'ın bulunduğu bu ilk muharebede bulunamayayım?" diyerek çok acınmış ve "Bir daha muharebe olursa bakın ben kendimi nasıl göstereceğim ve Bedir'de bulunamadığımın acısını çıkaracağım!" diye söz vermiş. Vaktâki Uhud muharebesi başlıyor, Sa'd ibn-i Muâz RA bu zâta, Uhud meydan muharebesine giderken rastlıyor ve soruyor:
"--Hayır ola nereye böyle?" deyince, cevâben:
"--Cennet kokuları burnuma gelmektedir." diyor ve muharebe meydanına atılıyor. Öyle aşkla cenk ediyor ve dövüşüyor ki herkes hayrete düşüyor. Nihayet şehâdet şerbetini içip rûhunu teslim ediyor. Muharebe bitince bir de bakıyorlar ki, tanınacak hali kalmamış, yalnız kardeşi elbisesinden tanıyabilmiş. Aldığı ok ve kılıç yaralarını saymışlar, seksenden fazla yara almış.
Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle sözlerinde ve ahidlerinde vefâkâr olan bahtiyar insanların şefâatine nâil eylesin ve onları da radiyallàhü anhüm ve rad anh sırrına mazhar buyursun, âmîn.
5. Amellerinde Sadâkat
Bu da pek ince ve dikkate değer bir iştir. Yaptığı amellerde, dışı nasılsa içi de öyle olmalıdır. Meselâ, dışından pek güzel namaz kılan insanın, o andaki iç harekâtı dışının göründüğü gibi değilse, aranan sadâkat bunda bulunmaz. Namazda herkes dışını, duruşunu ve kıldığı namazı pek beğenir. Fakat onun içi gönlü, kalbi, evde, işte, çarşıda, pazarda, olup da bu harekâtıyla içi dışına uymadığından ötürü, hareketlerinde ve amellerinde sadâkat bulunmamaktadır.
Elbette bu pek kolay bir şey değildir. İçimiz her ne kadar dışmıza uymasa dahî biz yine vazîfemizi yapmakla me'muruz. Kendimizi ıslâha sa'y ve gayretle beraber gönlümüzü de Hakk'a tam mânâsıyla çevirmeye çalışıyoruz ve Cenâb-ı Hakk'ın yardımını ve tevfîkını da mütemâdiyen isteriz. Çünkü bizim aczimiz mâlûmdur. Onun lütfu ve ihsânı olmazsa, hiç bir şeyde muvaffak olmayacağımız tabiîdir.
Peygamberimiz SAS Efendimiz bir duâsında şöyle buyurmuşlardır:
"--Yâ Rab! Benim sırrımı âşikâr olan amellerimden hayırlı kıl ve âşikâr, alenî amellerimi de sâliha kıl!"
Bir mü'min de dâimâ böyle duâ etmelidir. İçle dış müsâvî olursa, o vakit yarı yarıya demektir. Asıl iç dıştan efdal olursa, o zaman makbûl ve memdûh olur. Bunun aksine, dış içten üstün ve gösterişli olursa, o makbûl değildir. Onun için bazı büyükler, sadâkat "İç ve dışın Hakk'a muvâfık olması gerektir." demişlerdir.
6. Muamelât-ı Dîniyyenin Hepsinde Sadâkat
Mü'minin sırrı zâhirine uyarsa, Allah-u Teàlâ o kulu ile meleklerine mübâhât edip, "İşte benim bu hak kulumdur!" buyurur.
Sıdk, derecelerin en a'lâsı ve azîzidir. Din makamlarında Allah'tan korkudaki, recâdaki, ta'zîm, zühd, rızâ, tevekkül, sevgi ve sâiredeki sadâkatini göstermesidir. Hiç şüphesiz ki, bunların başlangıcıyla sonuna ulaşanlar bir olamazlar. Bunlardaki korku, ümid, ta'zîm, rızâ, tevekkül ve sevginin herkesteki tezâhürü bir olamaz. Burada zaaf ve kuvvet nisbetinde, herkeste ayrı ayrıdır, derece derecedir ve galebe nisbetindedir.
Allah-u Teàlâ'ya iman eden herkes Allah'tan korkar. Fakat bu korku, herkeste bir değildir. İmanın kuvveti nisbetinde korkarlar ve severler. Ta'zîm ve tevkîr de böyledir. Meselâ Efendimiz SAS Hazretleri, Cebrâil AS'ı hılkat-i asliyesiyle, şark ile garb arasını doldurmuş olduğu vakitte görünce, bayılır gibi olmuştu. Cebrâil AS:
"--Yâ İsrâfil AS'ı görseydin ne olacaktı? Onun büyüklüğü ta'rife sığmaz derecededir. Halbuki, o kadar büyük olmasına rağmen huzûr-u Rabbül-Àlemîn'de korkusundan ufacık bir kuş gibi kalır." buyurmuştur.
Allah'tan gayrisinden korkanlar hakîkat-i imana ulaşamazlar. Fakat cibilliyet-i insaniye iktizâsı, insanda zaaf ve acz vardır. Yırtıcı canavarları görünce korkmaması, sultandan, zâlimlerden, eşkiyâlardan korkmamak herkese müyesser değildir. Filvâkî bazı büyük zevat, bu canavarlara da sözlerini geçirebilmişlerdir. Ammâ bunlar pek mahdut bahtiyarlardır. Yoksa bizim gibi àcizlerin işi değildir.
Sıdk derecelerinin sonu yoktur. Herkes nasîbi kadarını alır. Tevhîdde sadâkat, tâatte sadâkat, ma'rifet-i ilâhiyede sadâkat, sıdkın esaslarındandır. Tevhîddeki sadâkatte bütün ehl-i iman müsâvîdir. Tâatteki sadâkat ise ehl-i ilme mahsustur, denilmiştir.
Ca'fer-i Sâdık RA Hazretleri'ne göre sıdk, mücâhede ve Allah'tan gayrisini ihtiyar etmemektir. Sıdkın alâmeti olarak da, tâatlerin ve müsîbetlerin tamamen saklamaktır demişlerdir.
Şu da şâyân-ı dikkattir ki, Sûre-i Münâfikn'da bildirildiği vechile münâfıkların Rasûlüllah SAS Hazretleri'ne gelip:
"--Biz senin, Allah-u Teàlâ'nın hak rasûlü olduğuna şehâdet ederiz!" demelerine mukàbil, Cenâb-ı Hakk'ın onların yalan söylediklerini ve kâzibînden oldukların bildirmesi ne kadar güzeldir. (Münâfikn: 63)
Çünkü söylenen söz hakikatte pek doğru, fakat bu söz dilin sözüdür. Hakîkatte ise gönülleri ona inanmış olarak söylemedikleri için, Cenâb-ı Hak da onların yalancılıklarını meydana koymuştur. Bundan pek güzel anlıyoruz ki, sözlerin muhakkak sûrette özlerine uygun olması gerektir.
Kur'an-ı Kerim'de Bakara Sûresi'nin ikinci sayfasında bu yalancı münâfıkların halleri pek güzel ve açık bir sûrette tasvîr edilmiştir. O günün yalancı, müfteri, aldatıcı münâfıklarının hâli, her devirde her zaman görülegelmektedir. Bunlar bâtıl akîdelerince, yalanlarıyla insanları aldattılarını zannederlerse de hakikatte kendilerinin aldandıklarını ve bu iki yüzlü olmaları ise beyinsiz ve akılsız oldularının alâmeti olduğunu pek açık bir lisan ile belirtmişlerdir.
Pek azîz ve muhterem kardeşim! Şu okuyagelmiş olduğun sıdk bahsi hakkında her halde gönlünde birtakım belirtler hâsıl olmuştur. Mahlûkların en mükemmel ve efdali olan insana dâimâ her yerde ve her zaman sadâkatin yakışacağına kanâatin mevcuttur. Bugünkü insan câmiası, herhangi bir kavim ve miletten veya dinden olursa olsun, doğruluğun, sadâkatin lüzumunu hiçbiri inkâr edemez. Doğruluğun lüzumuna herkes kàil fakat, doğru olmak ve doğru olabilmek kolay bir mesele değildir. Herkesin sevdiği ve istediği bu doğruluk, oldukça zor bir iştir. Zira, her kıymetli şey gibi o da pahalıdır. Herkes alamaz, ancak büyük zenginler alabilir. Meselâ, yâkut ve plâtin cevherleri olsa da çok değil, birazcıktır.
Halbuki doğruluk, hiç bir cevherle ölçülemeyecek kadar üstün ve kıymetildr. Oun elde edebilmek için çok kuvvetli ve üstün, sağlam bir imana sahip olmalıdır. Sàdık, doğru, düzgün, tam, kâmil bir müslüman olması da pek kolay bir şey değildir. Bunun için Hazret-i Celle ve Âlâ, bizlere dâimâ sàdıklarla yâni, tam, kâmil, olgun müslümanlarla beraber olmamızı tavsiye etmiş ki, onların güzel ahlâkları, kemâlleri, tedricî bir sûrette temas ettiği insanlara, müslümanlara da sirâyet eder, geçer ve bir gün bakarsınız ki, o da güzel, kâmil, olgun bir müslüman olmuştur.
Kötü ve yaramaz kimselerin kötülükleri, nasıl kendileriyle temas eden kimselere geçerse, iyilik de böyledir. Hattâ bu kàide nebatlarda da böylece cârîdir. Meselâ, beyaz kabağın yanına ekilen bir karpuz, bir müddet sonra kırmızı rengini kaybeder. O da kabağın rengine boyanır. Bu haberi çiftçilerden dinlemiştim. Bizde de şu atalar sözü meşhur değil midir? "Üzüm üzüme baka baka kararır."
Yerin güzelinden, güzel mahsûl alındığı da ma'lûmdur. Çorak ve çöl arazide ise ne kadar uğraşsanız, güzel mahsul alamazsınız. Çiftçiye güzel yeri aramak nasıl lâzımsa, müslümanlara da güzel müslümanları aramak ve onlarla hem dem ve hem âhenk olmak mutlak sûrette lâzımdır. Zirâ, dünya ve dünyanın her çeşit nîmeti ne kadar güzel ve kıymetli de olsa, sonu yoktur, bekàsı yoktur, fânîdir. İman ve İslâmiyet'te kemâl ise, hiç de böyle değildir. Onlar hep ebediyet yolunun meyveleridir; ne biter, ne de tükenir. Her lokmasının tadı ayrı ayrıdır, birbirinden üstün lezzetleri vardır.
Sert bir demiri hemen şöyle bir kızdırmakla, onu istenilen şekle sokmak mümkün olmaz. Belki ateş gibi kıpkırmızı olacak ki, istenilen şekle sokulabilsin. İnsan da tıpkı böyledir. İyileri görmek, onlarla sohbet etmek veya onlara biraz hizmet etmekle, onların hallerini tam mânâsıyla almak mümkün olmaz. Demirin tam mânâsıyla kızarması nasıl lâzımsa; kâmil, olgun müslümanların arasında uzun zaman bulunup onların hallerini tam almadıkça, insanda kemâl tezâhür etmez ve edemez.
Bu hususta ne kadar büyük ve devamlı bir mücâdelenin lâzım olduğuna inanmak gerekir. Küçük muharebeden büyük muharebeye dönüşün ne demek olduğunu herkes pekâlâ bilir. Binâen aleyh, böyle mücâhedelere alışmamış ve hazırlanmamış kimseler için, imanda kemâl, ahlâkta kemâl, insanlıkta kemâl, İslâmlıkta kemâli ummak âdeta muhaldir, derseniz pek hata etmiş olmazsınız sanırım.
Büyüklerin atasözleri de buna delildir: "Kötü huyu teneşir temizler." derler ya, evet, yerleşen ve kökleşen kötü huyların değişmesi ve terki çok zordur. Onun için, "Dağı yerinden söküp kaldırmışlar denirse inan; fakat, alışılan kötü huyların bırakıldığını söylerlerse, inanma!" dedikleri de meşhurdur. Fakat ne yazık ki henüz küçük yaşlarda, iyisini alıp kötüsünü bırakmak, hele bu devirde ne kadar müşküldür. Sinemaler, tiyatrolar, televizyonlar, radyolar, gazete ve mecmualar, deniz ve kara banyoları, artık kimde can bırakır bilmem?..
Böyle sefâhatlara, israflara haramlara alışan insanlarda, artık ne insanlık ne de İslâmlık aranabilir. O gibiler, ahireti çoktan unutmuş, tam bir dünya adamı olmuştur. Amma ecel şerbetini içip de, ahiret âlemine intikal edince, nasıl yanlış yolda olduğunu anlayacak, fakat iş işten geçmiş, her şey bitmiş olacaktır. Nedâmet, pişmanlık kimseye fayda vermez.
Onun için, ey aziz kardeşim; sen bu fakîr-i pürtaksîr, günahkâr kardeşinin sözlerine iyi kulak ver ve onu kabul et de, bir an evvel tevbe ve nedâmet edip İslâm'ın yoluna dön! Namaz kıl, cemaate devam et, vaaz ve nasihat dinle! "Ben ondan daha iyisini bilirim!" deme! Zekâtını fazlasıyla ver, yardımdan ve sadakalardan sakın kaçma!
Elinden gelirse her sene hacca git, orda akümülâtörünü doldur! Sonra memleketine faydalı olarak dön! Medine-i Münevvere'yi de ziyaret etmeyi ihmal etme! Rasûlüllah SAS Efendimiz'in huzurlarında gözyaşlarını dökerek çok çok salât ü selâm getir! Sakın kimseyi hakir ve hor görme, herkesi her bakımdan kendinden iyi ve üstün görmeye bak! Servete, bilgiye, varlığa, sağlığa sakın güvenme!
Kimseyi incitme ve kimseden yardım bekleme; elinden geldiği kadar herkese yardımcı olmaya çalış! Kat'iyyen sert konuşma ve çok da konuşma! Yüksek sesle hele hiç konuşma; gayet yumuşak ve tatlı konuşmaya dikkat et! Bâhusus, zuafâ ve fukarâya karşı gayet mülâyim ol, kimsenin gönlünü kırma! Kat'iyyen bilgiçlik taslama, makamlara göz dikme, onların parlaklığına hiç aldanma! Mümkün olduğu kadar devlet kapılarından uzak ol; oradan bir şey bekleme!
İhtiyar dahi olsan, sakın genç kadınlarla hatta yaşlı kadınlarla dahi sohbete alışma! Yazlık diye deniz kıyılarında ev tutma, günah yerlerinden kaç! Çocuklarını da öyle yerlere bırakma ve onları günahlara alışmaktan koru! Dünya için zinhar dinini zâyî etme! Ölümü unutma, gözünün önünden ayırma! Dâimâ Hakk'ın rızasını kazanabileceğin hayırlı ibadetler ve amellerle meşgul ol!
Bid'atlardan sakın, hevâ ve nefsinin arzularına uyma. İyi, sàlih, sàdık, àbid, zâhid kişileri ara bul, onlardan ayrılma, hizmetlerine devam et! Kat'iyyen kimsede kusur ve kabahat görme ve arama; kendi kusur ve kabahatlerini ara ve onlar gidermeye sa'y ü gayret eyle!
Komşularınla son derece güzel geçinmeye bak, onları mümkün oldukça hediyelerle taltîf et! Çocuklarına da hediye vermekten geri kalma! Onların kusurları olursa, örtmeye çalış! Kimsesiz ve yardıma muhtaç olanlarını ara bul, hizmetlerinde kusur etme! Güler yüz ve tatlı dilden ayrılma!
Boş vakitlerinde Kur'an-ı Kerim'i oku ve zikrullah ile meşgul ol! Boş ve faydasız dedikodulardan son derece uzak ol! Hakk'ı unutma ve Hak'tan zerre kadar ayrılma!
Lokmalarına son derece dikkat et, onların dâimâ helâlinden olmasına çalış! Şüphelilerden sakın! Faizlere kat'iyyen karışma; hırs ve tama' hiç bir zaman iyi bir şey değildir. Dünya zînet ve süslerine iltifat etme, fuzûlî masraflardan sakın! Haramlardan milyonları kazanacağını bilsen, katiyyen tenezzül etme!
Kızlarını ve hanımını sakın memure etme ve ticaret yapmalarına izin verme, son derece zaruret olmadıkça... Fakr ü hale rızâ ve kanaat ile geçinmek ve hür türlü sıkıntılara sabır ve tahammül etmek, hiç şüphe yoktur ki dünyanın müreffeh hayatlarının hepsinden daha iyidir. Ahiretteki mükâfatı da o nisbette büyük ve hesapsızdır. Sabır bahsini mütalâanızı tavsiye ederim.
AHDE VEFÂ
"Ahdi (yapılan sözleşmeyi) yerine getirin, çünkü verdiği sözden cayan (kıyamet günü) sorumludur." (El-İsrâ: 34)
İslâm ahlâkının en mühimlerinden biri de ahde vefâdır. Ahde vefâ husundaki âyet-i kerimler on taneden fazladır. Sözünde duran kimseleri, ahidlerini, vaadlerini, verdikleri sözü yerine getirenleri, hem Allah-u Celle ve A'lâ sever, hem de insanlar sever. Sözlerinde ve vaadlerinde durmayan kimseleri, Allah-u Celle ve A'lâ sevmediği gibi, kulları da sevmez.
Emânete riâyet etmeyenin imanı olmadığı gibi, ahde riâyet etmeyenin de kâmil bir dini olmadığı Hazret-i Enes RA'den rivâyet edilmiştir. (Et-Tergîb, c. 4, s.11)
Müslim RA'ın rivâyet ettiği bir hadisin sonunda, bir müslümana gadr ve ahdini nakzedenler, "Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti üzerlerine olsun!" diye çok açık bir şekilde tehdit edilmişlerdir.
Bu tehdit hiç şüphesiz ki, ahde vefânın çok mühim olduğunu güzelce bildirmektedir. Esâsen münafıklığın başlıca üç alâmetinden birini de, ahdini bozanlar teşkil etmektedir. İsmail AS'ın vaadinde sebâtı, Kur'an-ı Azîmüşşan'da övülmüştür. Efendimiz SAS Hazretleri peygamberliğinden önce, birisine vermiş olduğu sözden nâşî üç gün orada beklemişti.
EMÂNETE RİÂYET VE HIYÂNETİ TERK
[Gerçekten Allah size, emânetleri ehline vermenizi emreder.] (En-Nisâ: 58)
Emânete riayet şeâir-i İslâmiyedendir. Mukàbili hıyânettir. Emânet sahipleri, ind-i ilâhîde ve insanlar yanında makbul ve memduh kimselerdir. Ondan dolayı Cenâb-ı Peygamber de, emânete riâyet edenleri cennetle tebşir buyurdukları gibi, mukàbili olan hıyânetliği de o kadar mezmûm ve kötü olarak bildirmiştir.
Hattâ, muharebe meydanlarında şehid olanların bile, bütün günahları affolduğu halde, emânetsizlikten dolayı olan günahlar üzerinde kalır. Bunu ödemesi kendisine teklif olunur. Tabii o günde mal ve mülk bulunup da ödenmesi mümkün olmayacağından --Allah korusun-- cehenneme sürüklenir. Namaz, abdest, ölçü, tartı, ve buna benzer bir çok şeyler emânetten addedilmiştir. Bundan dolayı, abdesti olmayanın namazı sahih olmadığı gibi, emânete riâyeti olmayan kimselerin de imanı kâmil olamaz.
Hazret-i Ali KV'nin rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte buyuruyorlar ki:
"Biz Rasûlüllahla beraber oturuyorduk. Ehl-i Âliyeden bir racül geldi:
'--Yâ Rasûlallah, bu dinin en şiddetlisinin ve en yumuşağının neler olduğunu haber verir misiniz?'
Buyurdular ki:
'--En kolayı kelime-i şehâdettir. (Eşhedü en lâ ilâhe illallàh ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû) En şiddetlisi de ey Âliyenin kardeşi, emânettir."
Muhakkak emânete riâyet etmeyen kimsenin dini de yoktur. Yâni kâmil değildir. Onun namazı ve zekâtı da makbul değildir.
Bunun için devrin en iyisi, Efendimiz SAS'den sonra ashab-ı kirâmın, daha sonra tâbiîn ve tebe-i tâbiînin devridir. Ondan sonra gelen insanlarda şekàvet, hıyânet ve emânete riâyetsizlikle beraber, nezirlerini îfâ etmeyen bir takım insanlar gelecektir ki, onların bütün gàyeleri hayat-ı dünya olup, leziz taamlar ve içkilerle karınlarını doldurmaktan başka düşünceleri olmayacaktır.
Münafıkın alâmetlerinin de; konuştuğu zaman yalan söylemek, va'dinden hulf etmek, emânete hıyânet etmek olduğu, Buhârî ve Müslim hadislerinde belirtildiği gibi, bu husus herkesçe de ma'lûmdur.
Efendimiz SAS Hazretleri de, açlık ve hıyânetlikten Cenâb-ı Hakk'a ilticâ etmişlerdir.
Cenâb-ı Hak cümlemizi emânete riâyet eden sevgili kullar arasına ilhak buyursun... Âmîn, ve sallallàhü alâ sevyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
KOMŞULUK HAKLARININ MUHÀFAZASI
Komşuluk hakkı, İslâm haklarından ayrı bir haktır. Hak üçe bölünürse, bir hak komşunundur. Bunda din ve millet farkı gözetilmez.
İkincisi, İslâm komşu hakkıdır. Bunda, hem müslümanlık hakkı, hem de komşuluk hakkı vardır.
Üçüncüsü de, komşu akrabadan olursa, onun da üç hakkı vardır. Biri komşuluk, biri müslümanlık, biri de akrabalık hakkıdır. Güzel komşuluk yapmak, olgun müslümanlık alâmetidir.
Cebrâil Aleyhisselâm, Efendimiz SAS Hazretlerine komşu hakkında o kadar çok vasiyette bulunmuşlar ki, Efendimiz SAS Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"--Allah'a ve kıyamet gününe inanan, koşusuna ikram etsin!"
Ve yine:
"--Bir kulun kâmil bir mü'min olmsına imkân yoktur; ancak komşusu, onun şerrinden emîn olmadıkça. Hattâ komşunun köpeğini bile taşlamak ona ezâdır." buyurmuşlardır.
Efendimiz SAS Hazretleri'ne demişler ki:
"--Filân kadın oruç tutar, gece namazı kılar; bununla beraber komuşlarına ezâ eder."
Efendimiz SAS bu kadının cehennem ehli olduğunu beyan buyurmuşlardır. Komşuluğun, her evin dört tarafından kırkar eve şâmil olduğu da ayrıca bildirilmiştir. Komşu hakkı yalnız ezâ etmemek değil, belki aynı zamanda ezâlara da tahammüldür. Hattâ bu da kâfi değildir; komşuya rıfk ile muamele etmekle beraber, ona hayırlarını ulaştırmakla da memurdur.
Onu, her gördükçe, ondan önce selâm vermek de komşu hakkından sayılmıştır. Hâl hatır sorarken sözü çok uzatmamak, hâlinden çokça soru sormamak, hastalığında ziyaretine gitmek, musîbet zamanında tâziye etmek, sevinç halinde tebrik etmek, sevincine ve musîbetine iştirak etmek, hatalarını affetmek; pencerelerden veya damdan evine bakmamak, evinin duvarları üstüne bir şey koymamak, evinin içerisine su akıtmamak, evine getirdiği şeylere dikkatle bakmamak, gördüğü veya duyduğu ayıplarını örtmek, yokluğunda evini muhafaza etmek; aleyhinde konuşulanları dinlememek, kadınlarına, genç kızlarına, hatta hizmetçilerine dahi bakmamak; çocuklarını güzel sözlerle okşamak, din ve dünyadan bilmediklerini öğretmek; yardım isterse yardımda bulunmak, borç isterse vermek, borcunu ödemekte zorluk çekerse müddeti uzatmak; vefatında cenazesinde bulunmak, ondan izin almadan evini onun evinden yüksek yapmamak; hiçbir hususta ona eziyet etmemek, bahçeden topladığın veya çarşıdan aldığın meyvalardan onlara hediye etmek; kendi çocuklarını ellerine mevya ve sâir yiyecek şeylerle sokağa çıkarmamak, komşu haklarındandır.
Abdullah ibn-i Ömer RA bir gün bir koyun kesmişler ve kölesine, koyunu yüzdükten sonra evvelâ yahudi komşudan dağıtmaya başlamasını emretmişler ve unutmasın diye ısrarla tekrarlamışlardır. Dinimizde, kurban etlerinden yahudi ve hristiyan komşulara da vermek, komşu hakkı olarak sayılmıştır.
Hazret-i Âişe RA, mekârim-i ahlâkı şöyle sıralamış: Sözlerinde doğruluk, insanlara sû-i zan etmemek, sıla-i rahim yapmak, emâneti muhafaza etmek, komşu ve dostlarının haklarını müdâfaa etmek, misafiri barındırmak... Bütün bu iyi huyların başı da hayâdır. Komşuların senin için iyi derse iyisin; kötü derse bu senin kötülüğünün alâmetidir.
Allah-u Teàlâ Hazretleri hayır murad ettiği kimseleri komşularına sevdirir. Bizleri de komşu hakkına riâyet edenlerden etsin, âmîn.
Komşu Hakları Üzerine İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Beyânları
Komşunun komşu üzerine olan hakları sekizdir:
1. Eğer senden bir nesne istese, veresin.
2. Eğer seni dâvet ederse, dâvetine gidesin.
3. Eğer senden yardım isterse, yardım edesin.
4. Eğer bir hayra ulaşırsa, tehniye edesin.
5. Bir musîbet erişirse, tâziye edesin.
6. Hasta olursa, ziyaret edesin.
7. Eğer ölüm erişirse, cenâzesine gidesin.
8. Eğer gàib olursa, onu ve ehl-i ıyâlini muhâfaza edesin.
Komşu üç kısımdır. Bazısının üç kat hakkı vardır. Bazısının da bir hakkı vardır. Üç hakkı olan komşun akraban ve müslüman olan olan komşudur. Bunun birisi akrabalığı için, birisi müslümanlığı için, birisi de komşuluk hakkı içindir. İki kat olan komşu hakkının birisi müslümanlığından, birisi de komşuluk hakkıdır. Bir kat olan hak ise, hristiyan zimmînin komşuluk hakkıdır.
Cennetteki köşkler, saraylar o mü'minler içindir ki; onlar it'âm-ı taâm, ifşâ-i selâm ederler ve gündüzleri sàim, geceleri kàimdirler.
Nitekim, İbrâhim Aleyhisselâm, taam yemek istedikleri vakitte, kendisiyle beraber yiyecek bir misafir olmazsa, iki mil kadar yol gidip misafir arardı. Evinin dört kapısı vardı. Herbirinde misafir, arzusuyla beklerdi. Onun için İbrâhim Aleyhisselâm'a Misafirler Babası diye isim verilmiştir.
Bu bir dindir ki, size lâyık görmüşümdür. Halbuki, kim bunu ıslah eylemez, illâ iki haslet eyler; birisi hüsn-ü hulkdür, birisi de sehâdır. Bunlarla bu dine ikram eylemek lâzımdır.
Mü'mine helâl olmaz ki, üç geceden ziyade küs (dargın) olup hicret eyleye. Birbirlerine mülâkî oldukta, yülerini döndürüp îrâz ederler. İkisinin hayırlısı, evvelâ selâm verip konuşandır. Az bir sadakada çok fazilet vardır. Kim ki iki mü'minin arasını ıslâh eyler, Hak Teàlâ Hazretleri ona her bir kelime için bir köle âzâd etmiş kadar savap bahşeyler.
Bir mil mesafe gidip, bir hastayı ziyaret eyle! İki mil mesafe yürüyüp, bir mü'min kardeşini ziyaret eyle! Üç mil mesafe yürüyüp, iki mü'minin arasını ıslâh eyle!
Sultana yakın olan, rahmetten uzak olur. Etbâı çok olanın şeytanı da çok olur. Malı çok olanan kaygı ve kederi hesapsız ve şiddetli olur. Hükümdarlar ve ümerâ, ilim ve hikmeti size terketmişlerdir. Siz de onların mülkünü onlara bırakın!
Kim ki kadı nasb olunur, ol bıçaksız zebh olunur. Zenginlerle komşuluktan, umerâ ile muâşeretten ve ulemâ-i dünyadan sakınınız. Mütevâzîleri görürseniz, onlara tevâz eyleyiniz. Mütekebbirleri görünce, onlara tekebbür eyleyiniz. Bu onlara mezellettir, sizlere tasadduk ve izzettir.
Kim ki papucunu dikip, elbisesini yamarsa ve Mevlâ'ya sücûd yüzünü tozlarsa, muhakkak o kimse kibirden berîdir. Kim ki ıyâliyle arpa ekmeği yiyip, sofu elbisesiyle na'lini giyip, koyunu sağarsa; miskinlerle oturup, merkebine binip, yoluna giderse; o kimsenin kalbinden kibir mahvolmuştur.
Dört şey orucu ve abdesti bozup iyi amelleri yıkar ki, bunlar; yalan, gıybet, nemîme ve mahremi olmayana bakmaktır. Bu dört şey her kötülüğün aslıdır, su her ağacın sulanmasında asıl olduğu gibi.
Hazret-i İsâ Aleyhisselâm ashâbına demiştir ki:
"--Bana haber veriniz ki, eğer siz bir uyur kimsenin üzerine gelseniz de, rüzgâr onun avret yerlerini açmış bulsanız, siz onu örter misiniz?" deyince;
"--Evet örteriz" demişler.
O Hazret bunlara:
"--Hayır, belki kalan yerlerini de açarsınız!" deyince;
"--Sübhânallah, biz o açılmayan yerleri nasıl açarız?" demişler.
Ol Hazret bu söze cevaben demiştir ki:
"--Bir kimse sizin yanınızda kötülüğüyle zikrolunduğu zaman, siz onu müdafaa edecek yerde onun kötü hallerini söylemez misiniz?" diye onları îkaz buyurmuştur.