KANAAT
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi Rabbil-àlemîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Kanaat tükenmez bir hazinedir. Kanaatsız insanlar her zaman çok zahmet çekerler. Büyüklerimiz dünyaya iltifat etmeyip dâimâ kanaatle, güzel ve hoş vakit geçirmişlerdir. Hele o İbrâhim Edhem Hazretleri'nin, sayısız saray nîmetlerini ve saltanatını terk edip, ehl-i kanaatın arasına girdikten sonra aldığı zevk-i mâneviyi anlatabilmek mümkün değildir.
Bâhusus Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri'nin ve ehl-i beytinin kanaatleri bütün ümmete büyük bir ders-i ibrettir. Hane-i saadetlerinde çok kereler ocak yanmaz ve yemek pişmezdi, su ve hurma ile iktifa ederlerdi. Arpa ekmeği ile dahi, birbiri üzerine her gün mübarek karınlarını doyurmazlardı. Bir kaç gün aç olup Hakk'a tazarru ve niyaz etmeyi, bir gün de bir miktar yiyip Hakk'a şükretmeyi severlerdi. Bazan aç oldukları halde bile oruç tutarlardı. Dâimâ ümmetini de böylece, kanaatkârlığa teşvik ederlerdi.
"Şeref-i nimet tevazda; izzet takvâda, hürriyet de kanaatte bulunur." buyurmuşlardır. (3/1)
Ve yine Efendimiz SAS buyurmuşlar ki:
"Cenab-ı Hak beş şeyi, yine beş şey üzerine koymuştur: İzzet taatte; zillet ma'siyyette; heybet, gece namazlarında; hikmet, boş midede; zenginlik de kanaattedir." demişlerdir.
Ey sâlik! Tamaı ve tûl-i emeli kökünden kes, at! Ancak büyüklerden biri:
"--Tilki olup da kendini arslana besletmektense, arslan olup tilki gibileri beslemek daha iyidir." demiştir.
Bunlardan da anlaşılıyor ki, kanaat tenbellik demek değildir. Bu ders, hakikate güzel bir misâl teşkil eder.
Abdülvehhab namındaki bir zat diyor ki:
Ben Cüneyd KS'in yanında oturuyordum, bir çok da misafirleri vardı. O arada bir zat beşyüz dinar getirip:
"--Bunu lütfen kabul buyurun!" dedi.
Cüneyd Hazretleri de:
"--Daha başka paranız var mı?" dedi.
O da:
"--Evet, var." dedi.
Cüneyd KS:
"--Paranızın daha fazla olmasını ister misiniz?" diye bir sual daha sordu.
O zat da:
"--Evet isterim." deyince;
"--Öyle ise, sen bunlara daha ziyade muhtaçmışsın!" diyerek, parayı kabul etmemişlerdir.
Bayezıd-i Bestâmî KS Hazretleri'ne sormuşlar:
"--Sen bu mertebeye nasıl vasıl oldun?"
Cevâben:
"--Esbâb-ı dünyayı cem edip, kanaat ipine bağlandım." buyurmuş.
Kanaata münâfi huylardan biri de hırs ve israftır. Bilhassa yeme, içme ve giyimde israfı mutlaka bertaraf etmek lazım gelir. Nitekim mühim tasavvufî eserlerden olan Ma'rifet-nâme'nin, en çok üzerinde durduğu şeylerden biri de açlıktır. Ona çok önem vermiş olması, insanlarda matlub olan kemâlin tahsili, her şeyden evvel açlığa vâbeste olduğundandır. Açlıktan muradı, az yemeyi tavsiyedir.
Hakîkaten bugünün insanı, bütün gücünü ve ömrünü yemek, içmek için feda etmektedir. Bu hal bizlere tabii gibi görünürse de, hakîkat-i insaniye sahipleri, zeki ve akl-ı kâmil insanlar için adeta şaşılacak kadar gayr-i tabiidir. Zira bu hayattan murat, ancak Allahu Celle ve A'lâ'yı tanıyıp, lazım gelen kulluğu yapabilmektir. Bunun için de fazla bir şeye ihtiyaç yoktur. Ev ve sâir eşyalar da buna göredir.
Onlar dünyaya ve dünya ziynetlerine kat'iyyen iltifat etmezler. Çünkü onların gönüllerinde bunların en iyisi ve en güzelleri vardır; hem de külfetsiz olarak, her mevsimde her çeşidi bulunur. Lakin onlar, bunlara da iltifat etmezler. Gayeleri, Hak Sübhànehû ve Teàlâ ve onun rızasıdır.
Gönül alemine erişen bahtiyarlar, Cenab-ı Hakk'ın nâmütenâhi nimetlerine mazhariyetlerinden nâşi, fâni olan bu dünyanın alâyişine kapılmazlar ve fâni olacak olan bu kıymetli hayatlarını hiçbir zaman boşa geçirmek istemezler. Olana kanaat edip, hemen Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın zikrine dalarlar. Bu esnada her şeyi de unuturlar.
Şimdi sen, bizim gibi dünyaya mübtelâ olanları görüp, herkesi de öyle zannetme. Ma'rifetnâme sahibinin sözleri bize göre değil, o ehlullah olan hak yolun yolcularına, o bahtiyarlara göre söylenmektedir. Eserin 304. sahifesinde, irfan yolcularının az yemesi hususunda geniş ma'lûmat vardır ve bu mevzuyu altı fasılda izah etmektedir.
Birinci fasıl sekiz bölüme ayrılmıştır. Onun da birinci bölümünde, az yemenin fayda ve hassaları beyan olunur.
"Yiyiniz, içiniz ve lakin israf etmeyiniz; muhakkak Allah-u Celle ve A'lâ müsrifleri sevmez." fermân-ı ilâhisinde ne güzel buyrulmuştur.
İsraf her şeyde mezmum olduğu gibi, yemek ve içmekte de câiz olmadığı bildirilmektedir. Tabii bu israflar, bizim dünya için fazla çalışmamıza, fazla kazanmamıza ve dolayısıyle fazla yorulmamıza sebep olmaktadır. Bu ise, en kıymetli metâımız olan ömrümüzü ve daha doğrusu ahiretimizi elimizden almaktadır. Bu yol akıllıların yolu değil, ancak cahillerin yoludur. Akıllı insan, o baha biçilmez kıymetli ömrünü fâni dünyanın fâni lezzetlerine elbette feda edemez.
Bir hadis-i kudsîde, Cenâb-ı Hak:
"--Ey Ademoğlu! Ben izzet denilen devleti, bana yapılacak tâatin içine koyduğum halde, insanlar o izzeti, sultanların kapısında (yâni memuriyetlerde) arıyorlar. Halbuki ona orada kat'iyyen bulamıyacaklardır." diyerek, gayet açık bir lisanla hakîkatleri beyan buyurması ne kadar şâyân-ı dikkattir.
Bugün ise iş tam tersinedir. Zira bugün bütün gençlerimizin yaptıkları tahsillerin gayesi, hep birer memur olabilmek ve bu suretle istikballerini temine çalışmaktır. Bu ise, çok yanlış bir harekettir. İnsan okumalı; okumalı amma devlete memur olmak ve milletin başına yük olmak için değil, başka sahalarda memlekete faydalı olabilmek için okumalıdır. Bu, daha çok mümkündür. Baksana, bugün memlekette ticaret sahası üç-buçuk yahudinin elinde; bu bizim için ne kadar acıdır. Gençlerimiz bu hususta acaba ne düşünüyorlar? Bunun için okumalı, fakat memlekete daha faydalı olmağa çalışmalıdır.
Hem de ne olacak memur olup da, nihayet muayyen bir maaş sahibi olacaksın. Halbuki ticaret ve sanayi, Hak kapısıdır. Kul kapısına iltica edip sığınacağına, Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın kapısına sığınmak elbette evlâdır. Onun vereceği rızık az bile olsa, herhalde memuriyetten alacağın çok maaştan daha hayırlıdır.
Bir kere Hakk'a dayanmak yeter. Sonra bugün servet sahiplerinin çoğu hep erbab-ı ticaretten olduğu hepimizin gözü önündedir. Ben bildiğim bir kardeşten bahsedeyim: Şimdi merhum olan bu zat, kafasını çalıştırıp ufak çapta bir kaba kağıt fabrikası kurdu. Fakat çok borçlanmıştı. Ömrü vefa etmeyerek --sizlere ömür-- dünyasını terkedip ahirete gitti.
Geride kalan üç evladı fabrikaya sahip çıktılar. Az zamanda babalarının bıraktığı bir milyonun üstündeki borcu ödediler. Hem de bugün çok müreffeh bir hayata sahiptirler. Mütemâdiyen de fabrikalarını tevsi' etmektedirler.
Şunu da yazmadan geçemiyeceğim, hepimize bir ibret levhası olsa gerek; bu fabrikanın katibi bir Ermeni vatandaştır. Tabii her gün pahalılık biraz daha artmaktadır. Çocuklar bu Ermeninin maaşını artırmak istedikleri vakit, bu Ermeni bakın ne demiş:
"--Efendiler, sizin fabrikanızın çok borcu var, şimdi benim maaşımın artırılacak zamanı değil! Siz ne zaman borçtan kurtulur ve para kazanmaya başlarsanız, zammı da o zaman yaparsınız."
Ben, bunları duyunca tüylerim ürperdi. Böyle bir fedakârlığı, maalesef bizler gösteremiyoruz. Bugün milletimizin hali ma'lûm, maaş alan memurlar hiçbir türlü kanaat edip yeter diyemiyorlar. Her sene zam, her sene zam. Yalnız bu sene 22 milyar, bütçedeki memur maaşlarının karşılığı... Bu ne demek? Onun için bizim memleketimiz bir türlü kalkınamıyor. "İşden artmaz, dişten artar." dediklerini unutmamalıyız.
İnsan ne kadar çok kazansa, harcadıktan sonra bir şey artmaz. Onun için "Kanaat tükenmez bir hazinedir." demişlerdir. Şimdi israfın neden haram olduğunu bilmem anlayabiliyor muyuz?..
Saadet ve selamet, çok kazanıp israf ile harcamakta değil, belki kanaat ile iktisad edip, devlet ve milletin kalkınmasına hizmet etmektedir. Bu, her vatandaşın başlıca vazifelerinden biridir. Biz, Avrupalının yaşadığı gibi yaşamaya özenirsek, hiçbir zaman kölelikten kurtulup hakiki hürriyetimize kavuşamayız.
Allah-u Teàlâ dünyanın hemen en güzel yerini bizlere ihsan etmiş. Elhamdü lillah her şeyi ne kadar bol; bol amma biz yine yiyeceğimiz ekmeğin ununu vesair bir çok ihtiyaçlarımızı hep dışarıdan, dış yardımlardan temin etmeye çalışıyoruz.
Halbuki gözümüzün önünde iki devlet var ki, bunların ne arazileri var ne de bağ ve bahçeleri; her şeylerini ticaretleri vasıtasıyla dışarıdan bol bol getirip yaşıyorlar. Eğer bizim bu arazilerimiz onların elinde olsa, emin olun ki, dışarıdan bir şey almadan çok müreffeh geçinirler, belki de dışarıya çok da ekin ve sâir hubûbat satarlar; keselerini ve hazinelerini altınla doldururlar. Bunun yerine bizim köylü kardeş, köyünü, tarlasını, işini, gücünü bırakır, okuyup nihayet memur olmaya çalışır.
Evvelce de arz ettiğim gibi, bizim kendi tarlamızdan aldığımız velev az da olsa, kanaat ettiğimiz takdirde bizim için daha çok iyidir. Bir kere israftan korkar ve kaçarız. İkincisi, bol paralar İslami bakımdan iyi yetişmemiş insanları haram yerlere ve haram işlere sürükler. Allahü Zülcelâl'e, artık boyun bükmesi ve ibadet etmesi zor gelir. Biraz da şöhretlerin verdiği azamet, kibir ve gururu buna eklerseniz, israfın neden haram olduğunu daha güzel anlamış olursunuz. Netice olarak, mevzuumuz olan izzet, memuriyetlerde değil, belki Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne yapılan taatlerdedir. Sen bu izzeti bırakıp da, izzeti memuriyette ararsan çok aldanırsın!
Bak, İbrahim Edhem KS adlı bir veli vardır ki, bu zat Horasan ilinde bir padişah iken, izzetin padişahlıkta değil, belki tâatte olduğunu anlamış, o canım sarayını ve saltanatını terk edip, kendisini irşad edici birini, bir veliyi aramak üzere memleketini terk ederek Arabistan çöllerine düşmüştür. O terkine mukàbil adı dillere destan bir velî olmuştur. Öyle padişah olarak kalsaydı bugün çoktan unutulmuş gitmişti.
İster unutulsun; ister unutulmasın da ismi tarihlere altın yazıyla yazılsın, mezarı da altından yapılsın, ne çıkar, Allah-u Teàlâ'nın sevmediği bir kul olduktan sonra... İşte Mısır'da da, ne firavunlar yatmaktadır; fakat yerleri hiç şüphesiz cehennemin ta dibi... Öyleyse o muvakkat saltanat ve saadet artık neye yarar?
İzzet'e dair hükümleri hâvî olan hadis-i şerifin ikinci kısmında:
"--Ben hakîkî ilmi aç kimselere nasib kıldım, halbuki insanlar onu toklukta arıyorlar; bulmalarına imkân yoktur." buyuruluyor.
Aya gitmek, göklerde uçmak, füzeler yapmak ve çeşitli teknik icadlar da birer ilme vâbestedir. Fakat din ve ahiret için matlub olan ilim, bu ilim değildir. Bunlara dünya ilmi, ilm-i zàhir, ilm-i mâaş derler. Cenab-ı Hakk'ın yarattığı bütün mahlûklar, hatta o ufacık, gözle görünmeyen mikroplar bile hayatlarının idamesi için çalışırlar; vücutlarımızı hiç acımadan tahrib ederler, hatta ölümümüze bile sebep olurlar. Bunlar gibi, tok insanın da kafası, ancak dünya işlerine çalışır, bu alemin arkasında olan ahireti ve Hak rızasını düşünemez.
İşte bak bütün zenginler ekseriyetle faizden korkmaz ve kaçmazlar. Üstelik bir de, "Onsuz bugün ticaret olmaz, mümkün değildir." derler. Böylece belki İslâmiyet'ten bile çıkarlar da, haberleri bile olmaz. İşte bu, tokluğun verdiği bir afettir. Böyleleri açlığa tahammülü ve kanaate yüzü olmadığından, büyük günahların altında ibadet ve taatten de bir lezzet almadan bir gün Azrail Aleyhisselâm'ın pençesine düşer giderler vesselâm.
Hadis-i şerifin üçüncü kısmında ise, Cenab-ı Hak:
"--Ben kalbin cilâsını, parlaklığını, sabahın seherinde, gecenin uykusuzluğunda ve gece ibadetlerinde kıldığım halde; insanlar o gönül cilâsını, gönül uyanıklığını, Hak aşıklığını uykuda aramaktadırlar. O takdirde nasıl bulabilirler?" buyurmaktadır.
Heyhat ne mümkün! Aziz kardeş, mutlaka iyi bil ki, insanlık bu gönül uyanıklığına bağlıdır. Karnı tok, merhametten uzak, bir sürü emellerin peşinde dolaşan; yalan, hile ve faizlerle halka zararlı olan kimselerin gönülleri nasıl cilâlanır? Geceleri uyumasalar bile, işleri ya günah veya zevk u safâ ardında koşmaktır. Kâr, hesap-kitap peşinde, ne namaz, ne cemaat var; ezan seslerini işitir fakat, çok kere gururu onu camiye çıkarmaz. Bazan, camiyi beğenmez, pistir der. Bazan da imam veya müezzini beğenmez, çünkü onlar, ona nazaran seviyesiz kimselerdir. Allah bu gibilerin şerlerinden ümmet-i Muhammed'i kurtarsın...
Elbet bir gün canı ve malı elinden gidince, kimin seviyeli, kimin seviyesiz olduğu meydana çıkacaktır. Yine, teneşir tahtasında ve musallâ taşında, o beğenmediklerinin eline düşecektir. Fakat ne yazık ki, ibret alan yok, vesselâm.
Hadis-i şerifin dördüncü kısmı da şöyledir:
"--Ben hikmeti sükûta koydum, halbuki insanlar onu çok konuşmada arıyorlar. Çok konuşma ile beraber hikmet nasıl bulunur?"
Hikmet, öyle bir devlettir ki, işlerinde, hallerinde, sözlerinde isabetli hareket edip, eşyanın hakikatlerine muttalî olmaktır. Hikmet, ilim, zekâ, fehim, idrak gibi, bütün hasletlerin aslı olup, diğer ilimler fer'idir. İşte bu ilim, çok konuşan kimselerden umulmaz. Hak ile ünsiyet yerine, onun mahlûku olan insanlarla ünsiyet eden kimselerde bulunmaz. Allah-u Teàlâ'nın sevgisi, dünya sevgisiyle bir arada bulunmaz.
Öyle ise sen, ilim ile ameli açlıkta, kalbin cilâsını gece uykusuzluğunda, hikmeti sükûtta, Allah'la (CC) ünsiyeti ve ona mülâkî olmayı halvette ve uzlette, onun sevgisini ve rızasını da, terk-i dünyada bulabilirsin. Dünyayı ancak ahiretin bir geçidi olarak görür ve bilirsen, onun sevgi ve rızasını kazanabilirsin.
Terk-i dünya demek, dünyayı bırakıp gitmek demek olmadığını herkes bilir. Bu dünyada bulundukça, yeme, içme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarımız zaruridir. Bunların tedariki de, elbette çalışmaya bağlıdır. Yalnız bütün bunlara rağmen, insan Mevlâsını unutmasın ve onun emirlerinden dışarı çıkmasın. O zaman dünya o kimseye hiç bir zarar vermez. Kul, ahiretini burada kazanacağına göre, dünya onun için bir nîmet olmuş olur.
İki cihan serveri, başlarımızın tâcı, Allah'ın sevgilisi, dostu, Peygamber SAS Efendimiz, yemek hususunda bizleri irşad ederek buyururlar ki:
"--Ademoğlu, karnından daha şerli bir kab doldurmamıştır."
Bu irşada göre, ona bir kaç lokma yeter ki, vücuduna kuvvet ve kıvam ola. İmdi herkim şehvetle yemeğe müptelâ olup karnını doldurmak isterse, bari midesinin üçtebirini yemeğe, üçtebirini içmeye, yani suyuna ayırsın. Geri kalan üçtebiri de nefesi için kalsın.
Tok iken yemek hem marazdır (derttir), hem de mezmumdur. Hırs ile yiyenin kalbi katıdır, hikmet ve ilimden de mahrumdur. Hak Teàlâ'nın velîsi olanlar, açlık ve susuzluğa tahammül ve sabredenlerdir. Bunları inciten şakî olur, yerleri de ateştir. Kim onlara hor bakıp incitirse, Azizün züntikàm olan Allah-u Teàlâ Hazretleri onlara çeşitli hastalıklar verip, bütün aleme rüsvay eder ve hayatını, yaşayışını haram eder.
Kimin ki kalbi yumuşak, karnı aç, gönlü Hakk'ı gözetici ve dili zikredicidir, onun, Allah'ın sevgili ve yakın kullarından olduğunda şüphe yoktur. Muhakkak ki şeytan, ademoğlunun damarlarında kan gibi akmaktadır. Bunun önüne geçmek için, yolların açlık ve susuzlukla daraltılması gerekmektedir. Bu da ancak Allah dostlarının işidir.
Açlıkları uzun olan kimseler, ind-i ilâhîde, dereceleri en yüksek olanınızdır. Muhakkak sizin en gazaba uğrayanınız, çok yiyenlerle, çok uyuyanlar ve tenbellerinizdir. Kimin karnı aç olur, kalbinde nur-u ma'rifet parlar. Açlığa tahammül edenlerin, içlerinden hikmet kaynar, bedenleri sıhhat ve afiyet üzere olur.
Hak Teàlâ'ya halkın en yakını, ahlâkı en güzel olanıdır; iman ve İslâm üzere olmak şartıyla... Karnı aç, yüreği susuz olanların kalbleri mahzun olur. Hak Teàlâ kullarını doyurur, lâkin evliyasını aç ve susuz eyler. Nefsinizi aç ediniz, tâ ki kalbiniz nur-u irfan dolsun. Böylece kalbiniz hikmet menbaı ola ki, yer ve gök ehli sizinle ferah bula...
Hazret-i Ömer RA, günde bir kere taam yerdi ve onbir lokma ile iktifâ ederlerdi.
Oburluğa düşmeyin ve aç gözlü olmayın ki, deveyi yardan aşağı uçuran bir tutam ottur.
Nazım:
Habîbullah mübarek karnına taş bağladı yâni,
Taam isterse batnın ver ana taş, verme sen nânı!
Şikomperver ki, pür-hâk eylemiş divâr-i a'zâsın,
O kalmış hàne-i muzlimde görmez şems-i tâbâni.
Şikâyet eyleyen üç günlük açlıktan, değil àrif,
O nâdân kâr ü kesb etsin ki, yoktur Hakk'a tüklânı.
Desen açlıkta var za'f, ol keseldir mâni-i tâat,
Deriz açlıktadır üns-ü Hak, oldur kt-ı rûhânî.
Taàm-ı Hak'tır, açlık onu mahsûs-u havâs etmiş,
Bulur cû' ehli vecd ü hâl ü zevk u cezb-i Hakkànî.
Bulan açlıkta bulumuştur, fenâdan devlet-i fakrı;
Duyan açlıkta duymuştur, rumûz-u sırr-ı Sübhàn'ı.
Gören açlıkta görmüştür, eğer aşkı eğer ravhı;
Alan açlıktan almıştır, künûz-u nefs-i insânı.
Eren açlıktan ermiştir, huzur-u Hazret-i Hakk'a;
Bilen açlıkta bilmiştir, ulûm-u bahr-i irfânı.
Kamu açlıktadır devlet, saadet, izzet ü lezzet;
Bulur cû' ehli ilm ü hilm, olur ahlhak,ı Rabbânî.
Zaif et nefsi, tâ kim kuvvet-i kudsî bula rûhun;
Hayât-ı candır açlık, hem memât-ı nefs-i şehvânî.
Gel ey Hakkı bu ehl ü nevmi koy, fakr u fenâ iste!
Ki, viran olsa ten köşkü, bulursun genc-i pinhânı.