NAKŞÎ TARİKATI'NIN ESASLARI
Hàcegân hazretlerinin âdâb-ı tarik hakkında onbir kelimeleri vardır ki, şunlardır:
1. Yad Gerd
Kelime-i tevhidi habs-i nefes ile zikr etmek ve cemî vakitlerini bununla meşgul etmek; zira kelime-i tevhid gibi kalbe cilâ veren zikir olmaz.
2. Nigâh Daşt
Kelime-i tevhidi söylerken tek adet üzere habs-i nefes ede ve nefesi salıvere... 21 adede baliğ oldukta netice-i zikir hasıl olur. Bu mertebede netice-i zikir zuhur etmezse, zâkirin âdâb-ı zikirde kusurundandır. Yeniden âdâbına riayet ederek zikirle meşgul ola... Âdâbı da dokuzdur, erbabından öğrenilir.
3. Baz Geşt
"İlâhî ente maksdî, ve rıdàke matlûbî." diye... Nefesini ıtlak ederken bu kelâmı mülâhazanın faydası şudur ki, iki nefesin arasını havâtırdan muhafaza etmiş olur ve zâkirin aşkı cânib-i Hakk'a ziyâde olur. Eğer bu kelime mülâhaza olunmasa, zikrin mabeynine gaflet girer; gaflet girince de huzur olmaz. Huzur olmayınca da, zikrinde fenâ bulmaz. Fenâ bulmayınca da, zikrin neticesi hasıl olmaz. Onun için bu kelimeyi, yâni "İlâhî ente maksdî, ve rıdàke matlûbî." cümlesini söylemek ve mülâhaza etmek gerekir.
4. Hûş Der Dem
Zâkir nefesini alıp verirken nefesini gafletten muhafaza etmek lâzımdır. Zira nefesleri muhafaza huzura sebeptir, huzur ise rükn-ü a'zamdır.
"Bir kimse nefesi girip çıkarken gaflet etse, nefesleri zâyî olmuş sayılır. Enfâsını zâyî eden kimse nefsine mâlik olamaz ve dalâlette kalıp helâk olur." diye Şeyh Şehâbeddin KS Hazretleri buyurmuşlardır.
Beyit:
Alma gafletle nefesi, etme sakın husrânı,
Alan enfâsı huzur üzre, bilir Sübhàn'ı.
Hiç bir nefes yoktur, ki onda râyiha-i vahdaniyet-i Hak Sübhànehû ve Teàlâ olmaya. Bir kimse nefeslerini huzur üzre alıp verse, elbette o râyiha-i vahdaniyyetten kokular alır. Onun için evliyâullah yanında, hıfz-ı enfas elzem ve efdal-i a'mâl olur.
5. Yad Daşt
Kalbi, havâtırdan muhafaza etmektir. Hak Teàlâ Hazretleri kalbi mir'at-i cemal-i zât u sıfat eylediği gibi, havâtırı da kalbin müşâhedesine hicâb eyledi. Bir kimse kalbini havatırın duhûlünden men etmese, Hakk'ın cemâl-i zâtını ve envâr-ı esmâ u sıfatını müşâhede edemez.
Sâlike kalbini havâtırdan muhafaza etmek o kadar lâzımdır ki, eğer bir çeyrek veya yarım saat kadar kalbini havâtırdan muhafaza edebiliyorsa, cemâl-i zâtı ve envâr-ı sıfatı müşâhede eder. Lâkin kalbi havatırdan bu kadar zaman muhafaza edebilmek, pek de kolay bir şey değildir. Çok mücahede ve riyazâtlara muhtaçtır. Onun için kalbin havâtırdan muhafazası a'lâ makam olmuştur.
Kalbi havâtırdan muhafaza etmenin yolu budur ki, sâlik bütün havassını mahsusata taalluktan men ede... Aklını dahi ma'kulâta taalluktan hıfz ede...
Kelime-i tevhidi çok söyleye... Kalbini başka şeylerle meşgul olmaktan muhafaza eyleye... İstiğfarı da çok yapıp Hakk'a tam mânâsıyla yönele...
Nastan mümkün mertebe kaçıp, boş kelâm söylemekten dilini tuta... Kalbini daima gözetleyip havâtırın girmesine mânî ola... Dünya işlerini imkân nisbetinde azaltıp, kalbini meşgul eden işlerden son derece sakına...
6. Vukf-u Kalbî
Vücuttaki kalbe teveccüh ederken, basîret gözüyle de hakîkat-i kalbe nazar edip durmaktır. Tâ kim inâyet-i ilâhiyyeye mazhar olup, nisbet-i tarikat-i aliyye onda takarrur ve tahakkuk ede...
Eğer sâlikler diğer zikir ve evradlarla sülûkten müteessir olmazlarsa, meşâyih-ı izâm hazerâtı bunlara vukf-u kalbîyi ta'lim edip onu meşgul ederler. Tâ kim, onlarda terbiyeye kàbiliyyet gele... Sonra sâir vazifelerle meşgul edip, Hakk'a vâsıl kılarlar. Bundan nâşi vukf-u kalbî bu yolda asıl ve usûl oldu.
7. Murâkabe
Vücud-u ehadiyyet-i Hak Teàlâ'yı her halde ve her şeyde devam üzere murakabeden ibarettir. Vücud-u vahdet-i ilâhiyyeyi cemî-i mevcûdatı muhît, keyf ve kemden, levn ve şekilden, cihet ve mekândan münezzeh bir emr-i nûrânî, bir vücud-u hakkànî mülâhaza ede ve dâim o emr-i nûrânîyi cemî-i eşyada murâkabe ede... Bu murâkabede fütur getirmeden müdâvemet eyleye... Tâ kim, vücûd-u zât-ı Hak Sübhànehû ve Teàlâ'yı, bütün görünen eşyada müşâhede eyleye... Zira bütün eşyanın Cenâb-ı Hakk'ın varlığına ve birliğine delâlet eylediği cümlenin ma'lûmudur.
Eğer murâkabe esnasında ve sâir zamanlarda kalbine havâtır hutûr eylese, sâlik gözünü eşyadan bir şeye dikip ondan ayırmaya; tâ ki o hatıralar def olup gide; veyahut hatıralar gelince vücûd-u vahdet-i zât-ı ilâhiyyeyi mülâhaza ede; tâ kim havâtırda vücûd-u vahdet-i zât-ı ilâhiyye zuhur edip havâtıra muzmahil ola...
8. Nazar Ber Kadem
Sâlikin yürüdüğü zamanda gözünü ayaklarının ucuna dikip, başka taraflara bakmamasıdır. Zîrâ gözleri her ne zaman ki Hak'tan gayri şeylere bakar, gönüllerini elden kaçırırlar. Sonra onu toplamak pek de kolay olmaz. Onun için havass-ı hamse yollarından biri olan gözü, her yerde ve her halde güzelce muhafaza edip, dikkatini etrafa dağıtmamak lâzımdır.
Bâhusus devrimizde, --ki her tarafın günahlarla dolu olduğu bir devirdir-- insanın evinden bile ihtiyaç olmadan sokağa çıkması câiz olmadığı halde, hanım kardeşlerimizin hatm-i hâceye gitmelerinin --ister yakın olsun, ister uzak-- ne kadar tehlikeli ve zararlı olacağı da pek âşikârdır. Hele şimdiki devrin toplantıları gıybet, dedikodu ve mâlâyâni, boş ve faydasız bir sürü sözlerle hem gönüllerini öldürmekten, hem de sayısız günahlar kazanmaktan hàlî olamazlar.
Onun için, hanım kardeşlerimizin evlerinde oturup, ev işleriyle, çocuklarıyla ve efendileriyle meşgul olup, derslerini de yine evlerinde yapmaları daha a'lâ ve efdaldır.
Bazı nefsi cezb eden güzel şeylere bakmak sebebiyle kalbde alâka hasıl olup, sâlik meftun olur ve sülûkden mahrum kalır; Hak'tan da münkatî olur. Orta ve müntehî sâlikler dahi, yolda giderken etrafa bakarak giderlerse, huzur-u kalbleri ve cemiyet-i bâtınları zâil olur. Sonra o cemiyyeti tahsil, pek müşkül olur.
Onun için sâliklerin cümlesine lâzımdır ki, yolda giderken ve hattâ otururken gözlerini önünden ayırmaya... Nazar ber kadem mânâsı dahi budur. Sâlikin masivadan el çekip, cemiyeti dahi terk edip tarik-ı Hakk'a sa'y ve gayretle çalışıp, âfâka nazarı terk eylemesi lâzımdır.
9. Halvet Der Encümen
Bu kelime bâtında Hak'la meşgul olup, zàhirde halk ile olmaktan kinâyedir. Bu ancak müntehî olan sâliklerin hâlidir. Zîrâ mübtedî sâlikler ehl-i gaflet ile düşüp kalktıklarında, elbette kalblerinde perişanlık ve nisbetlerinde de noksanlık hasıl olur. Bunlara nastan uzlet ve Hak ile ünsiyet tahsili lâzımdır; tâ kim nas ile muamelesi, Hak ile olan ünsiyete mânî olmaya... Halk ile cemiyet dahi ile halvete mâni olmaya... Halvet-i zàhire, halvet-i bâtıneyi tahsil içindir. Yoksa halvet-i zàhire şeriatte ve sünnette makbul değildir, belki bid'attir.
10. Sefer Der Vatan
Sâlikin mâsivâyı terk edip Cenâb-ı Hakk'a teveccüh ile sefer etmesinden, veya sıfat-ı zemîmesini sıfat-ı hamîdeye tebdil ve terakkîsinden, veya sıfat-ı zemîmesini sıfat-ı hamîdeye tebdil ve terakkîsinden veya mertebe-i ilm-i yakînden ayn-ı yakîne ve ayn-ı yakînden hakkal-yakîne intikàlinden ibarettir.
Sâlik bu zikrolunan mertebelerde seyr etmedikçe, Hak Teàlâ'ya takarrub edemez. Sâliklerin zàhirî seferleri bâtın seferini tahsil içindir. Bu olmazsa zàhirî seferi abestir, beden yorgunluğudur, taksîrata ve bir çok ibadetlerin de terkine sebep olur. Hattâ bazı sâliklere göre, zàhiri sefer haramdır. Onun için hâcegan hazretleri zàhirî sefere îtibar etmeyip, bâtınî seferi murad edip, "Sâlikin seferi vatandadır." dediler.
11. Vukf-u Zamânî
Bulunduğu zaman-ı hâle muttalî olup, geçmiş zamanı da muhasebeden ibarettir. Zîrâ insana lâzım olan, her vaktini gözetip muktezâsıyla amel etmektir. Her gününü, akşamda ve gecesinde ve sabahta muhasebe edip göre ki: "Geçen vakitler ibadetle mi geçti, yoksa günah, hatâ, isyan ve kabahatlerle mi geçti?" Eğer taatle geçti ise, Cenâb-ı Hakk'a hamd ü senâ ve şükredip ibadetlerine devam ede... Yok eğer isyan, kusur ve muhalefetle geçtiyse; tevbe ve istiğfar edip, gelecekte bir daha bu gibi hatâlara düşmemeğe dikkat edip, tâat-ı ilâhiyyeye sa'y ü gayret gösterip gafleti terk ede...
Zîrâ gafletin günahların en büyüğü olduğunu, ehlullah kitaplarında beyan etmişlerdir. Gafletin başlıcası Hak'tan i'raz olduğunu, bir zaman ve bir an Allah'tan gafletin cehenneme girmekten daha şedid olduğunu da ayrıca izah eylemişlerdir. Bütün ömrünü gafletle geçiren kişilerin haline artık ne demek lâzım geleceği erbâb-ı insafa bırakılır.
İnsan kendini yoktan halk eden ve ana karnında yetiştiren, sonra dünyaya çıkarıp çocukluktan kemâle ulaştıran ve İslâm dini gibi güzel bir din ile mütedeyyin kılan; akıl, fikir, sağlık, afiyet, sıhhat ve mütenâsib endam ile kusursuz yaratan ve göz, kulak gibi nîmetlerle mütena'im kılan; itaat ettiği takdirde cennet ve cemâliyle taltif edeceğini, aksi takdirde, isyan ederse cehennemiyle cezalandıracağını önceden haber veren; binâen aleyh bu iki yoldan hangisini isterse hareket etmekte sahibini muhayyer kılan ve nihayet saymakla bitmez bütün bu nîmetlerle kendisini perverde eden Allah-u Zülcelâl Hazretleri'nden nasıl olur da gàfil olur?..
Halbuki gideceği yer yine onadır; kaçmak kurtulmak imkânı da yoktur. Öyle ise onun kapısından ayrılma ve ondan gayrisine de bakma ki, helak olmayasın! Dâimâ izzeti Allah'tan iste ki, o senin Rabbindir. Onunla iftihar eyle ki, sen onun kulusun.
Hazret-i Ali KV buyurmuşlar ki:
"--Sen benim Rabbim olduğun müddetçe, o izzet bana yeter. Ben de senin kulun olabildiğim müddetçe, bu da bana iftihar etmek için kâfîdir."
Her kim izzeti Allah-u Celle ve A'lâ'dan bekler ve isterse, her şey onun önünde zelil olur ve izzeti dâim olur. Bunun aksine izzeti, Allah-u Celle ve A'lâ'nın gayrisinden isteyen ve bekleyenler de, herkesin yanında zelil olur; ve bu zillet de dâim olur. Nitekim meşhur olan Hazret-i Ömer RA'ın hikayesi buna en güzel bir delildir:
Şâm-ı Şerif'e maiyetiyle beraber yaklaştıkları sırada, önlerine çıkan bir sudan geçmek için ayakkabılarını omuzuna alıp, devesinin de ipinden tutarak ve eteklerini toplıyarak sudan geçmeye hazırlanırken, kumandan olan zât der ki:
"--Yâ Emirel-mü'minîn, ehl-i Şam'ın kibarları ve büyükleri karşıda sizi istikbal için hazırlanıyorlar. Bu vaziyette ise sizin izzet ve şerefinize nakîsa gelir." diyerek, kendisinin devesine binmek suretiyle, bir devlet adamına yakışır şekilde gitmesi arzusunu izhar etmesine karşılık; Hazret-i Ömer RA hemen celâdetini izhar ile, kumandanı göğsünden iterek:
"--Allah-u Teàlâ'nın bize verdiği izzet yetmiyor mu ki, biz kullarının vereceği izzet ve şerefe muhtaç olalım; onlardan pâye ve kıymet bekleyelim?" diyerek, ona lâzım gelen dersi vermiştir.
Deveye binmemesinin bir sebebi de, kölesiyle nöbetleşerek bindikleri için o sırada binme nöbeti kölede olduğundandı. Her işinde adaletin timsâli olan Hazret-i Ömer RA'ın şu halinin bütün ümmet-i Muhammed için bir nümûne olması gerektir.
İnsan kıymetinin ne demek olduğunu, bu mübarek zât bütün beşeriyyete bakın nasıl göstermiştir. Kölesi dahi olsa, o da bir insandır. Allah-u Celle ve A'lâ'nın yarattığı bir mahlûktur. Hem kendileri emirül-mü'minîn halîfe-i rûy-i zemin olduğu halde, kölesini de devesine bindirip kendisinin deveyi yedmesi, ne büyük bir tevazu örneği ve ne kıymet biçilmesine imkân olmayan bir âlicenablık nümûnesidir. İnsan haklarına karşı göstermiş olduğu bu büyüklük harikası, kıyamete kadar bütün beşeriyetin hayranlık ve takdirini mucib olacak değerde asil bir harekettir.
Bütün saadet ve selâmet ancak ve ancak İslâmi düsturlara tam riayetle bulunacak ve insanların hakiki sükûn ve huzura kavuşmaları da yine müslümanlıkla olacaktır.
Bizim anladığımız müslümanlıkla, hakîkî müslümanlığın ne kadar farklı olduğu, bu misâlden güzelce anlaşılıyor. Cenâb-ı Hak Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri hemen cümlemize hakîkat-i İslâmiyyeyi anlayıp, ona göre hareket etmemizi nasib buyursun; âmîn...
Bu sayılan 11 esasa riayetle hareket etmek, insanın hürriyetine kavuşmasına ve nefsin elinden kurtulmasına, hakîkî mürid olmasına ve dolayısıyla da kalbin hakîkat-ı zikre ulaşmasına vesîle olur. Çünkü bir insan ne kadar çok zikir ve ibadetlerle meşgul olup, geceleri kàim, gündüzleri sàim dahi olsa, nefsin elinden kurtulmadıkça; büyük ve küçük bilumum günahlardan ve hatta mekruhlardan yakasını sıyırmadıkça, ibadetlerinin ne lezzetini alabilir ve ne de kalbi, hakîkî zikre nâil olabilir.
İnsanlar sıhhatlerinin iktizası, mümkün oldukça yaz mevsimlerinde havası güzel, suları soğuk ve tatlı olan yeşillik, ormanlık mıntıkaları veya sıcak su kaplıcaları olan yerleri arar ve bulurlar. Oralarda haline göre bir müddet ikàmet ederek sıhhî faydalar elde etmeğe çalışırlar da; hayat-ı ebediyyelerinde kendilerine huzur ve selâmeti kazandıracak, hakîkî insanlık ve İslâmlığı aşılayacak zevât-ı muhteremeleri arayıp bulmak ve onların huzurlarında hiç olmazsa 10-20-30-40 gün kadar kısa da olsa bir müddet oturup, bilmediklerini öğrenip, feyz-yâb olmak devlet ve şerefini istemezler mi?..
Fakat bazı böyle yüksek huzurlarda çok bulunan bedbahtlar da vardır ki, onların huzuru o ali ve muhterem zâtları rahatsız etmekten ve mânen onları incitmekten başka bir işe yaramaz. Zira edebe riayetleri olmadığı gibi, söylenenleri de kulaklarına sokmazlar. Bunlar bildikleri ve gördükleriyle amel etmedikleri gibi, gıybet ve dedikodulardan da kendilerini alamazlar. Daima birbirlerinin aleyhinde bulunmakla beraber, kendilerinden başkasını da beğenmezler. Kibir, ucüb, riya, hased, hırs, gazab ve şehvetin esiri olarak, aziz ömürlerini şu fânî dünyanın üç-beş günlük hayatına fedâ edip, ahiretin saadet ve selâmetini kaybederler ki, ne büyük bir hüsran ve telâfisi mümkün olmayan ne büyük bir zarar ve felâkettir.
Cenâb-ı Hak cümlemizi hıfz u himâyesinde dâim buyursun, âmîn...
TARÎKAT-I ALİYYE'NİN ŞARTLARI
Sâlik sülûkün hangi mertesinde olursa olsun, vaktini muhafaza ve muhasebe edip, zâyî olan zamanlarının telâfisine çalışmak ona vacib olur. Çünki, vaktinde vazifesini yapmayıp ihmâl edenin, kaybettiği vakit zàyiattandır.
Şiir:
Nakd-i ömrü yok yere sarf etme, gaflet eyleyip;
Her zaman tâatte ol, gafletle ebter olmagil!
Vaktine àlim olup, derk eyle durr u nef'ini;
Olma câhil vaktine, hüsrana mazhar olmagil!
Tâmir-i evkàt ve tedârik-i mâfât böyle olmalıdır. Vaktini zayî eden kimseye lâzımdır ki, gündüzün sàim, geceleri de kàim ola... Kalbini tefrikadan, dağınıklıkdan, gaflet ve taallûk-u mâsivâdan hıfz ede...
Dilini boş sözlerden ve gözünü faydasız şeylere bakmaktan, kulaklarını lüzumsuz ve günahı mucip seslerden, ayaklarını abes yerlere gitmekten muhafaza ede...
Haram ve şüpheli şeyleri yemekten son derece sakına; icabında açlık ve susuzluğa tahammül ve devam ede...
Ahlâk-ı zemîmeyi toptan terk ede; ehl-i dünyadan da son derece uzaklaşa... Dâimâ tevbe ve istiğfara devam ede; emr-i ma'ruf ve nehy-i münkerden de geri kalmaya...
Zühd ve takvâ üzere ola; vaktinde yapılması lâzım gelen taati ve zikri vaktinde yapıp başka zamana bırakmaya...
Tenbellikten son derece sakına; zira, ahiret yolunun en büyük afatı tenbellikdir. Dâimâ mücâhedeyi elden bırakmaya; muhabbet-i ilâhiyyeye manî olan her şeyden, haramdan kaçar gibi kaça... Her vaktini ganimet bilip, hiç bir vaktin faydasını kaçırmaya...
Çünkü;
"Musibetler pek çoktur; fakat en büyük musibet ise, vaktin faydasız ve boş yere geçmesidir." buyrulmuştur. Allah muhafaza buyursun, ya bu kıymetli vakitleri bir de günah yerlerde ve günah işlerde geçerse, bu zayiat ne büyük bir zayiattır.
Meşâyih-ı kirâm hazretlerinin vasiyyetlerinde buyrulmuştur ki:
"Tarîkat-i aliyyenin hıfzı mümkün olmaz, tâ ki bu on iki şart yerine getirilmedikçe ve sâlik bunlarla huylanmadıkça:
1. Halk ile karışmayı terk ede, ihtilât ancak zaruret miktarı ola...
2. Nîmetlerle ve lezzetli şeylerle zevklenmeyi terk ede, tâ ki kanaat ile muttasıf ola...
3. Beş vakit namazı cemaatle kıla, âdâba riayet de devam ede; gidip gelirken önünden başka yere bakmaya...
4. Yeri gelmedikçe kat'iyyen konuşmaya...
5. Helâl yeyip haramdan kaça, şüphelilerden de sakına...
6. Halkın ezâsına sabır ve tahammül ede; zîrâ tahammülsüz adam seyyid olmaz.
7. Ehl ü iyâline şiddet-i muhabbetten ihtiraz ede; zîrâ kasvet-i kalbi mûcibdir.
8. Cömertliği, kendi muhtaç olduğu zamanda bile elden komaya; başka muhtaçları kendine tercih ede ve bunu kendine hulk ve huy edine... Bilhassa fukarâ ve mesâkîne karşı cömert ola...
9. Ehl ü iyâl ve ahbaplarıyla hüsn-ü hulûk ile muamele ede...
10. Ehl-i dünyadan kaça ve onlara tevâzuu terk ede...
11. Gecede ve gündüzde evrâdını muhafaza ve devam ede...
12. Huzur-u kalble ve devam üzere zikre dikkat ve ihtimam eyleye..."
Kişi bu oniki şarta Cenâb-ı Hakk'ın izin ve tevfikıyla devam eylese, elbette gönlü ibadet ve taatle üns tutar, halktan ayrılıp kalbe murâkabe kapısı açılarak müşahedeye istîdad hasıl olur ki, bu sıddıklar mertebesidir. Lâkin bir oniki şart daha vardır ki, evvelkilerin devamına sebeb olurlar:
1. Halkın reddine ve kabulüne iltifat etmeye; yâni söz dinleyip dinlememesine bakmadan yoluna devam ede...
2. Halkın zemmine ve medhine îtibar etmeye...
3. Dünya işlerinde, maksadına nâil olamadığına sabır ve rıza göstere...
4. Aleyhine de olsa daima doğruyu söyleye...
5. Kimseye fenâ ve kötü dua etmeye...
6. Başkalarını kendinden efdal ve hayırlı bile...
7. Gece ve gündüz zikrullahdan fâriğ olmaya...
8. İşlerinde istihàresiz ve müşâveresiz hareket etmeye...
9. Mühim olan işlerinde ervâh-ı meşâyıhtan istimdâd eyleye...
10. Halkla kat'iyyen muhàsama, yâni düşmanlık etmeye ve nefsini islahla meşgul ola...
11. Hiç bir vechile mü'minler hakkında gıll ü gış ve kin tutmaya...
12. Mü'minler hakkında hayır duadan hiç bir zaman gàfil olmaya...
Ve sallallàhü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Ulemâ ve hükemâ demişlerdir ki:
"Kişinin nefs-i nâtıkasını bilip, kendinde gizlenen ve saklanan ve vaz' olunan fazàili, kemâlâtı, hakàyıkı ve onların kadir ve kıymetlerinin ne olduğunu bilip anlaması, fazàil ve ma'rifetin esası, alem-i melekût ve müşâhedâtın miftah ve mübtenâsıdır.
Kim ki nefsini bilmeye, ona insan ismini ıtlak etmek, yâni vermek sahih olmaz. Men arefe nefsehû sırrına vâkıf olmayanın, hayvanlıktan gayri nasibi olmaz." (Hasbühàlis-Sâlik fî Akvâlil-Mesâlik, s. 22-31)
Şeyh Muhammed Üftâde KS Hazretleri buyururlar ki:
"Kişinin nefsini ahlàk-ı zemîmelerden temizlemesi ve kötü huylardan kurtarıp ıslah eylemesi, en mühim ve en faydalı ve hayırlı işlerdendir. Tâ ki âhir halinde, son zamanında muztarib ve mütezellil olmaya... Şol kişiler ki el'an zamanımızda seyr-ü süluk iddia ederler, fakat nefsin hallerini ve hilelerini bilmezler. Bundan nâşi, ekser-i zamanda halleri dâvâlarını tekzib edip, birbirlerini gâh sever ve gah buğz, adâvet ve hased ederler. İşte bu haller nefsin mekir ve hilelerini bilmediklerinden ve hamlıklarından neş'et eder.
Bununla beraber üzerimize vâcib olan, cümleyi kendimizden hayırlı ve efdal bilmektir. Nefs ile mücâhedeyi hiçbir zaman elden bırakmamak ve tevhid çomağıyla emmâreliği mutmeinneliğe ve cadde-i istikàmete sokmaktır. Ma'lûmdur ki, sülûk ve mücâhededen murad, kişi kalbini mâsivâya iltifat, îtibar, meyil ve muhabbetten halâs ve Cenâb-ı Hakk'a teveccüh-ü tam ile teveccüh edip, saadet-i ebediyyesine sa'y ü gayret etmesidir." (Hasbühàlis-Sâlik fî Akvâlil-Mesâlik, s. 32)
Cüneyd-i Bağdâdî KS Hazretleri buyurmuşlardır ki:
"Edeb ikidir: Biri gizli, biri de âşikârdır. Gizli olana âdâbüs-sır derler ki, kalbin tahâreti ve temizliğidir. Bu, mânevî olan âdâbdır. Aşikâr olanı ise temizliğin zàhir olanıdır ki, bu da bütün a'zâları ma'siyyetten, küçük-büyük bütün günahlardan ve kusurlardan muhafaza etmektir."
Huccetül-İslâm Şeyh Muhammed el-Gazâli KS Hazretleri, kulun iki cihanda necat ve selâmeti ve saadet-i ebediyyeye ne ile vâsıl olacağını beyan sadedinde buyururlar ki:
"--Ey birader! Muhakkak bilip anlayasın ki, kul için Allahü Teàlâ'nın likàsından gayride kat'iyyen necât yoktur. Likàullaha da ancak Allah-u Teàlâ'ya muhabbet ve ma'rifet üzere ömr-ü dünyevîsini ifnâ ve Hakk'a àrif ve muhib olduğu halde fevt olmaktan gayrı çare ve tarîk yoktur. Zîrâ Hakk'ın muhabbet ve ünsiyyeti, ancak Hak Sübhànehû ve Teàlâ'yı devam üzere zikirle hasıl olur.
Ma'rifet'ullah dahi, Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın ef'al ve sıfatına ve acâib-i masnûàtına devam üzere tefekkür ve teemmül ile hàsıl olur. Bu ise ancak dünyayı ve dünya şehevatını terk edip, kifaf ve zaruret mikdarına kanaat ile; gecede, gündüzde vakitlerini zikr ü fikr ve evrâd u vezàif-i ubûdiyyete devam ve lâyıkı vechile yapmakla mümkün olur."
Hemen Cenâb-ı Hak Sübhànehû ve Teàlâ cümlemizi inâyet ve ihsân ile tevfikàt-ı samedâniyyesine mazhar buyursun... Âmîn ve sallallàhu alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ecmaîn...
Şeyh Sa'deddîn-i Kaşgarî KS Hazretleri buyururlar ki:
"--Ey yârân! Biliyor musunuz ki, Hak Celle ve A'lâ Hazretleri bunca azamet ve kibriyâsıyla, sizlere gàyet yakındır. Dâimâ bu îtikad üzere olasınız. Bu mânâ halen sizlere ma'lûm değilse bile, siz dâim edeb üzere olup, gerek yalnız, gerek cemaat içinde, hattâ çok tenhâ bir evin içinde dahi olsanız, ayağınızı uzâtmayıp utanarak, gözlerinizi yumup oturasınız.
Zàhirde ve bâtında Hak'la dürüst olasınız. Âdâb-ı zàhire ve bâtınaya riayet edip, emirlere uyup, yasaklardan kaçmak; daima abdestli olmak, istiğfar ve sükûta devamla bütün işlerinde ihtiyata riayetle beraber, selef-i sàlihinin eserlerini okumak ve imkân nisbetinde onları kendinde tatbik etmeğe çalışmak gerektir.
Âdâb-ı bâtına ve âdâb-ı kalbiyyenin ehem ve elzemi, yâni en lüzumlusu, ağyar hatırasından firar etmekdir. Gerek hayır ve gerek şer, ikisi de hicabda beraberdir.