HAKÎKAT-İ İMAN

İnsan hadd-i zâtında çok zayıf ve àciz bir mahlûktur. Her an ölüme mahkûm olduğu halde, kendini bundan kurtarmak için elinden hiçbir şey gelmez. Eğer doğumu ile ölümü arasında geçirdiği hayatı içerisinde Halik-ı Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri'nin ve Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz'in emirlerine itaat ve yasaklarından korunup kaçınmak suretiyle iyi ahlâklar elde edip, kötü huylardan da uzak kalabildiyse, ne mutlu bu bahtiyar müslümana!

Zîrâ; "Lâ yubliğul abdu hakikatel imani hatta yahzune min lisànihi." buyrulmuştur ki, kulun hakîkat-i imana ulaşması, dilini kötü ve fena şeylerden muhafazasına vabeste olduğu söyleniyor. (Feyzül-Kadîr, 6/9943)

Çünkü dilin aynı zamanda gönlün de tercümanı olması sebebiyle, dilinden Allah ve Rasûlü'nün razı olacağı güzel şeyleri söylemesi ve bilhassa nasihat ve irşad gibi makbul ve memduh ameller işlemesi, o kulun kalbinin temizliğine ve güzelliğine alâmettir. Bunun aksine, Hak Celle ve A'lâ'nın ve Rasûlü SAS Hazretleri'nin emir ve arzularına muhalif, yalan ve faydasız, boş laflarla, dedikodu, mâlâyâni gibi günahı mucib sözlerle meşgul olan kimselerin ise, bu hareketleri ve sözleri, gönüllerinin ve kalblerinin bozukluğuna ve zulmetine alâmet ve işarettir.

Nitekim,

(arapca metin)

hadis-i şerifinde de açıkca beyan olunduğu gibi, "Kişinin imanının doğruluğu, kemâl-i iman sahibi olması, kalbinin doğru olmasına bağlıdır."

Onun doğruluğu ise;

(arapca metin)

ile bildirilmiştir ki, "Kalbin doğruluğa da dilin doğruluğuna bağlıdır." demek olur. (Râmûz, 488/3)

Çünkü her kap, içinde ne varsa onu döker. İçinde bal varsa bal, zehir varsa zehir sızıp akacağı cümlenin ma'lûmudur. Gönlü Hak ile ve hakîkatlerle, ma'rifetlerle dolu olan bir kimseden, tabiatiyle uygunsuz ve fena söz çıkmaz.

Diğer a'zâ ve cevârih de dile bağlıdır. Her gün bütün a'zâlar dile yalvarırlar; "Sen doğru oldukça, biz de doğruyuz; sen bozulunca, biz de bozuluruz." derler. Buna binâen, dilin doğruluğu bütün a'zâ ve cevârihin de doğru olmasını intac eder. Cevârihin doğruluğu da, Hak Celle ve A'lâ Hazretleri'nin ve Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'nin sünnet-i seniyyelerine inkıyad ile, onlara muhalefetten son derece ictinab etmektir. İşte bu da kalblerinin gayet müstakim olduğuna delâlet eder ve imanın kemâline alâmettir.

Râmûz-u Şerif'in 483. sayfasında şu hadis-i şerif yer alır:

Meâli: "Kul, belki de mahzurludur düşüncesiyle, ilk bakışta kötü bir tarafı görülmeyen şeyleri bile terk edecek kadar titiz davranmadıkça, takvâ ehli olma mertebesine erişemez."

Abdullah ibn-i Ömer RA'ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte bu husus daha açık olarak bildiriliyor:

Meâli: "Kul, imanın hàlis ve sàfîsine erişemez, boş ve faydasız sözleri ve latîfeyi (şakayı) ve bahusus kizbi (yalanı) --velev şaka kabilinden dahi olsa-- terk etmedikçe ve haklı bile olsa münakaşayı bırakmadıkça..." (Râmûz, 483/6)

Çünkü münakaşa, insanları büyük günahlara sokmaya sebep olur. Arkadaşlar arasında ayrılığa, nefrete, hattâ muhàsamaya kadar götürür. Bundan naşi münakaşadan son derece sakınmak lâzımdır. Münakaşa aynı zamanda kibir alâmetidir.

Hazreti Enes RA'ın rivayetinde ise:

buyruluyor ki, bu hadis-i şerif müslümanlar için gayet mühim bir düsturdur. Meâli: "Kulun hakîkat-i imana ulaşması, kendisi için sevdiği her çeşit şeyi diğer insanlar için de sevmesiyle olur. Başkalarının da o nimetlere mazhariyyetini arzu edip istemedikçe hakîkat-i imana nâil olamaz." (Râmûz, 483/5)

Bu nevî hasletin, İslâmiyet, hattâ bütün beşeriyet için en büyük bir düstur olması yakışır. Onun içindir ki, insanların saadet ve selâmetleri el birliğiyle olur. Yoksa bir kısmı mes'ud, diğer bir kısmı da sefil oldukça, fenalıklardan, kötülüklerden, soygunculuktan ve sâireden kurtulması mümkün olmaz. Şu halde insanlığın bütün saadet ve selâmeti, hakîkî kâmil bir imana sahip ve mâlik olmalarına bağlıdır. Bugünkü insanların İslâmiyet'ten kaçmaları, kendi kendilerini ızdıraba sokmalarına ve dolayısıyla dünya ve ahiretlerini mahvederek azab-ı ilâhiye düçar olmalarına sebep olur.

Bir de Buhàrî, Müslim, Ahmed ibn-i Hanbel, Neseî, İbn-i Mâce Hazerâtının Hazret-i Enes RA'den rivayet ettikleri şu hadise bakınız:

Meâli: "Sizden birinizin hakîkat-i imana (kâmil bir imana) sahip ve mâlik olması için, benim ona evlâdından, ana ve babasından ve bütün insanlardan daha ziyade sevgili olmam iktizâ eder. Böyle olmadıkça da, tam mü'min olamaz." (Râmûz, 482/11)

Bunun için ashab-ı kiram hazretleri dâima huzur-u saadetlerinde bulundukça: (Fidâke ebî ve ümmî yâ rasûlallah) "Anam-babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasulü!" derlerdi; ve bunu da bilfiil isbat etmişlerdir.

Yine Râmûz'un 485. sayfasında;

buyruluyor. Meâli: "Kul gerçek imanı, Allah için kızıp, Allah için sevmedikçe elde edemez. Her şeyini Allah için yapacak olgunluğa erişince, gerçek imanı elde eder."

Esasen imanın kemâli şunlarla ele geçer: Efendimiz SAS Hazretleri'ni lâyıkı vechile sevmek ve onun sünen-i seniyyesine tam mânâsıyla bağlanmak; dünya zevklerine kat'iyyen iltifat etmeyip zühd ve takvâ sahibi olmak; Efendimiz SAS Hazretleri'ne her gün çok çok salât ü selâm okumak (gerek kitaptan ve gerekse tesbih ile ezberden); mübah, mekruh, müfsid ve haram olan şeylerden son derece sakınmak...

Mübah olan şeylerde her ne kadar günah yoksa da, nefsin arzularına meyletmek hiç bir zaman dervişâna yakışmaz. Zîrâ dervişlik demek, nefse muhalefetle beraber üstazının emrine mutâvaat edip sözünden dışarı çıkmamak, onun arzularını kendi arzuları üzerine daima tercih etmektir. Değil üstazın sözünden dışarı çıkmak, en ufak îtirazların bile câiz olmadığı ve mu'terizlerin kat'iyyen felâh bulamayacakları erbâb-ı hakàyıkın kitaplarında beyan edilmiştir.

Günahlardan son derece korkmak ve kaçmak gerektiği gibi, emânete riâyet ve ahde vefâ ve sadâkat, şeair-i İslâmiyyeden olmakla beraber, bilhassa dervişânın bu hususlara son derece titizlikle dikkat etmeleri, elbette çok yerinde olur. Zîrâ, emânete riâyetsizlik, ahde vefasızlık, hayâsızlık ve sadakatsızlık insanın feyzine ve imanın kemâline mânîdir.

İman 72 cüz olup, bunun 71'i hayâda, biri de sâir kısımlarda olduğu Ebûbekir el-Kettânî Hazretleri'nin Câmius-Senâi Alellah adlı kitabının 51. sayfasında beyan buyrulmuştur.

Bir de:

[Emanete riayeti olmayanın imanı yoktur. Ahdine riayet etmeyenin dini yoktur.] buyrulmuştur. (Râmûz, 463/3)

Hazret-i Enes RA'den rivayet olunan bu hadis-i şerif gibi, İbn-i Ömer RA'dan rivayet olunan diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

Meali: "Emanete ve ahde riayet etmeyenlerin dinleri ve imanları kâmil olmıyacağı gibi, taharetsizlerin namazlarının sahih olmadığı, namazsızın da dini olmadığı, (yâni kâmil olmadığı, eğer hiç kılmıyorsa tabii dini olmadığı)" bildiriliyor. (Râmûz, 463/5)

Çünkü namazın dindeki yeri başın vücuddaki mevkii gibidir. Başsız vücudun yaşaması mümkün olmadığı gibi, namazsız bir dinin de yaşamasına imkân olamayacağı âşikârdır.

Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak ve Rabbül-Felak Hazretleri cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammed'i (SAS) doğru yolda kılsın... İbadetlerine ve bâhusus namaz ve orucuna, zekât ve hac farizalarına ve sâir sünen-i seniyye, nevâfil ve ferâizi îfâya da muvaffak eylesin... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn...

NEFİSLE MÜCÂHEDE

Deylemî'de, Câbir RA'dan nakledilen şu hadis-i şerifte, düşmanla cihad cihad-ı esğar (küçük muharebe); nefisle mücadele, cihad-ı ekber olarak tavsif ediliyor. (Râmûz, 334/5)

Cihâd-ı ekber (büyük muharebe, meydan muharebesi) yâni nefis ile mücadele edib onun batıl arzularına mani olmağa çalışmak ve kemal-i iman ve İslamiyete engel olacak hareketlerden kurtarmak ve dolayısıyla onu emmarelikten, levvamelikten, mülhimelikten mutamainneliğe daha sonra da raziye, marziyye ve safiyye mertebelerine ulaştırmağa çalışmak elbette pek kolay bir şey değildir.

Bu konuda, gazâ murad eden bir kişiye Muhammed ibn-i Fazl Hazretleri'nin tavsiyelerini derc etmekte fayda mülahaza ettik. Buyurmuşlar ki:

"--Nefis ve arzularını öldür; bu, senin bütün küffarı öldürmenden efdaldır. Zîrâ, küffar seni Allah'tan ayıramaz, velâkin hevâ-yı nefsin seni Allah'tan men edicidir. Onun için onunla mücâdele daha efdaldir."

Ufak veya küçük diye vasıflandırılan bir muharebenin bile, evvelâ bir başa, bir kumandaya, bir sürü malzemeye; sonra da birçok zahmet, meşakkat ve uykusuzluklara ve nihayet bir kısım insanların de şehadetine, bir çok malın ve mülkün mahvolmasına müncer olduğu herkesin bildiği bir şeydir. Küçük muharebe böyle olunca, büyük muharebenin ne demek olduğu pek kolay anlaşılır zannederim.

Evvelâ bu yolun talibine lâzım olan şey, kendini irşad edebilecek hàzık, erbâb bir mürebbî; ilmen, ahlâkan ve edeben temiz ve tekemmül etmiş ve yed-i sahih sahibi bir üstaz-ı kâmil ve irşada mezun olan bir alim-i àmil bulmak şarttır. Rüyâlar vasıtasıyla kendilerine irşad için izin verildiğini iddia eden şeyh taslaklarına, büyüklerimiz tarikat hırsızı diye ad vermişlerdir.

Gerek İmâm-ı Rabbânî'nin eserinde ve gerekse Risâle-i Bahàiyye'de, rüyâ ile amelin câiz olmadığı ayrıca tasrih olunmuştur. (Risâle-i Bahàiyye, s. 97)

Zâten maksad insanın kendisinin olgunlaşması, şehvetin, şeytanın, nefsin elinden paçayı kurtarması; kötü ahlak ve dünyaya meyil ve muhabbeti terk edib zühd ve takvâ sahibi olmasıdır. Nasıl merâtibe riayetle yetişmemiş bir kumandanın muharebe kazanması muhal ise, netice itibarıyla ordusunda düşmana muvaffakiyet usullerini, tâbiyelerini, korunma ve müdafaa kaidelerini bilmesi ve maharet göstermesi icab ederse, mürşidlik de öyledir.

Tabiatiyle ahiret yolunun vurucuları ve tehlikeleri, hüsranları hiç şüphesiz dünyanınkinden çok fazla ve korkunçtur. İnsanları kötü bir akıbete, ben bunları kurtaracağım diye atmak; dünya sevgisinin ve nefsin esiri, kölesi olmanın, binnetice de cehlinin alametidir. Fakat mürşidlik taslayan o zavallı insan bunları ve inceliklerini müdrik olmadığı için, lafların güzelliğiyle ve bazı ilâhi ve kasideleri okumakla veya kitaplardan öğrendiği bir takım sözlerle işi halletmeğe kalkışması kadar cehalet olamaz sanırım.

Zirâ Hàlik-ı Zülcelâl Hazretleri'nin en çok sevdiği kulları, kendilerini başkalarına tanıtmayan ve başkalarının de kendisini bilmediği ve dünyaya iltifatı olmayan zühd ve takvâ sahipleri olduğu beyan olunmuştur. Hele izhâr-ı kerametten o kadar sakınırlar ki, onu adeta kadının hayzı gibi sayarlar.

Netice olarak memleketlerin ve vatanın muhafaza ve müdafaası nasıl mücâhedelere ve çalışmalara bağlı ise, dinin de muhafaza, müdafaası ve tekemmülü böylece ve daha çok çalışmalara, gayretlere, sabırlara bağlı olduğu inkâr edilemez bir hakîkattır.

Hakikî üstazı, mürşidi ve mürebbiyi arayıp bulmak da namaz, oruç gibi bir farzdır. Böylesini bulunca da ona tam mânâsıyla teslim olmak, emirlerine bilâ-îtiraz inkıyad etmek lâzımdır. Çünkü itirazlar haklı dahi olsa tecviz edilmemiştir. Zira teslimiyete muhaliftir.

"Zamanının din önderini bilmeden ölen kimse, cahiliyyet çağında ölmüş gibidir." buyrulmuştur. Zamanındaki mürşid-i kâmilleri arayıp bulmadan ve onlara tam mânâsıyla teslim olmadan ölenlerin hâlinin ne kadar acıklı olacağı pek âşikârdır.

Sonra vaktin ne kadar kıymetli ve aziz olduğunu da bilmek lâzımdır ki, onu boş yere zayi edip harcamaya... Zîrâ vakit nakittir, bir daha ele geçmez. Öyle ise bu kıymetli ve aziz vakitlerini, aziz olan zikrullaha hasr etmek elbette daha evlâdır.

ayet-i celilesiyle, "kalblerin rahatlığı ve sükûnunun zikrullah ile olabileceği" ifade buyrulmuştur. Vücudun rahatlığı da, tabii ki kalbin rahatlığına bağlıdır. Zira kalbi rahat olmayanın, vücudunun rahat olması mümkün değildir. Öyle ise insana ve bahusus mü'min ve müvahhide yakışan, Halik-ı Zülcelâl vel-ikrâm Hazretleri'ni lâyıkı vechile ve usûlüyle dâimâ zikre kendini alıştırmaktır.

ZİKRULLAHIN ESASLARI

Bu husuta, Risâle-i Bahâiyye'de beyan olunduğu vechile bu yolun altı esası vardır. Onlar da şunlardır:

1. Zikr-i müdâm,

2. Murâkabe, 

3. Vukùf-u kalbî,

4. Hıfz-ı nisbet,

5. Râbıta-i muhabbet,

6. Sohbet-i şeyh.

Bunlardan biri noksan olursa, bu tarîkat-i âliyyenin sırrına vakıf olunmaz. (Risâle-i Bahâiyye, s. 34)

1. Zikr-i Müdâm

Zikrullahı murad eden kimse üstü başı temiz olduğu halde ve mümkün oldukça temiz bir yerde, iki dizi üzerine ve mümkün olursa aks-i teverrük edip otura... Dudaklarını birbirine yapıştırıp, dilini de damağına yapıştıra... Gözlerini de yumup diğer a'zâlarını da hareketten men edip, üstazının ruhaniyyetinden istimdad ede... Sonra sol memesinin altındaki kalbden, kalb-i hakîkîye lafza-i celâli nurdan harflerle nakşedip, Vacibül-Vücud'a teveccüh ile kendinden geçe... Bu hal üzere zikrullahla meşgul ola...

Zikir tamamiyle kalbde yerleşip karar bulunca ruha, sonra sırra, hafîye, ahfâya, daha sonra nefs-i nâtıkaya naklolunur. Nihayet fevk-ı re'ste, ümm-ü dimağda zikr eder. Nihayet sultân-ı zikir zuhur eder. Nefsaniyyet tamamıyla muzmahil olup, âsâr-ı zikir bütün vücudda sârî olarak eczâ-yı bedende zikri işitir. Artık zikrini hiçbir vecihle durdurmak mümkün olmaz; yâni ne işle meşgul olursa olsun, o zikrinden ayrılmaz ve gafil de olmaz. İşte bundan sonra kendisine tevhid zikri verilir.

O da evvelki gibi kalbde, ruhta, sırda, hafî ile ahfâda en az günde 5000 tevhidi (Lâ ilâhe illalllah'ı) diliyle zikreder. Bu meratibden sonra, habs-i nefes ile her nefeste 21'e kadar, nefes almadan kendisine öğretildiği vechile 1001 kere tevhidine devam eder.

Bunların murâkabeleri ve duaları da vardır. Onları da üstazı müridine telkin eder. Bunlar kitaplardaki yazılarla olmaz. Onun için bunun inceliklerini yazmağa lüzum görmedim. Çünkü boşuna bir emektir. Tevhid ile cezbe-i kayyûmiyyet, cezbe-i kayyûmiyyet ile murâkabe, murâkabe ile de fenâ-yı tam, yâni yokluk hasıl olur. İşte o zaman, vâsıl-ı Hak olup tehlikelerden kurtularak selâmete erişir, vâsıl ilallah olur.

Zâkir, ism-i celâli zikrederken gördüğü nurlarla mukayyed olup kalmamalıdır. Zira bu nurlar dahi envar-i ilâhiyyenin hicablarındandır. İlahi nurların bunların manevrasında olduğunu bilmeli; yoksa bu nurlar ile takayyüd zâkiri, Hakk'ın tecellîsinden mahrum eder.

Bu bahiste söylenmiş şu güzel kıt'ayı sunuyoruz:

Zikr eyleyerek perde-i zulmetleri ref et,
Tâ kim ola envâr-ı letàif sana peydâ...
Zinhâr sakın envâr-i letàiflere bakma;
Hakk'ın çün ola sende tecellîsi hüveydâ...

Bu nurlar evvelâ kırmızı, sonra sarı, beyaz, yeşil, siyah olurlar. Bazan da ahfâda beyaz nur zàhir olur. Fakat hakîkatte nur, vücud-u insânîdir, taraf-ı ilâhîden mahvedilmiştir. Nefs-i nâtıkanın nuru ise, gök renginde mavi olarak zàhir olur. Letàif tamamiyle ve kemâliyle tasfiye olmadan habs-i nefese geçilse, kelime-i tevhidi zikirde zahmet çekilir ve belki kelime-i tevhidin neticesi onda zuhur etmez.

Yine bahsimizle ilgili birkaç mısra takdim ediyoruz:

Kalbinle zikret ey hümâm,
İsm-i celâli her subh ü şâm.
Zikre huzur üzre devâm,
Eyle kemâl-i i'tisâm.

Nakleyle rûha zikrini,
Rûhunda eyle fikrini,
Ref eyledikte sırrını,
Sır cânibine kıl hırâm.

Sırrınla zikri muttasıl,
Şevk ile durma eylegil,
Zikrinden olma munfasıl.
Tâ bulmayınca sır nizâm.

Sırdan hafîye zikri ver,
Zikrinde eyle müstekır,
Olsun zikirden müstenir,
Bulsun o da a'lâ makàm.

Zikri hafîden al geçir,
Ahfâda durma zikri sür,
Nakl eyle zikri nefse tâ,
İtsin o da zikrin edâ.

Sultan-ı zikr etse zuhur,
Olsa vücûdun gark-ı nur,
Ecza-yı cismin bi-kusur,
Zikri ederler iltizâm.

Bu ni'metin bil kadrini,
Eyle Hüdâ'nın şükrünü.

İsm-i celâl olan Allah ism-i şerifinin zikrinden ve letàiflerdeki mahallerinden sonra zikr-i tevhide geçer. Onun da murâkabelerinden sonra, o kimseye habs-i nefes ile tevhid zikri verilir ki;

(Lâ) kelimesini göbeğinden alıp uçlarını dimağına uzâtır. (İlâhe) kelimesini sağ omuzdan yazar ve (illallah) kelimesini ters olarak yukarıdan aşağı yazar ve (Allah) lafzını kalbine sertçe indirir. Bunu bir nefeste 21 kere kadar yapmağa gayret eder ve günde 1001 kere tekrarlar.

Netice, zikrin nefiy tarafında, yâni "Lâ" kısmında nefy-i vücud-u beşeriyyet hàsıl olup, "illâ" isbat kısmında ise cezbe-i kayyûmiyet zàhir olmaktadır. Bu netice hasıl olmazsa, zâkirin âdâb-ı zikrindeki kusurundan naşidir.

Zikrin Âdâbı:

Âdâb-ı zikir de şunlardır:

1. Zikr eden zikrini huzur üzere edip, mânâsı olan Lâ maksde illallah'ı mülâhaza ederek ve bu mülâhazada son derece dikkat ve ihtimam üzere olarak, bütün dünya ve ahirete müteallik mâsivâyı ve bütün ilim ve âmâli nefiy tarafında mülâhaza ile nefy-i beşeriyyete son derece sa'y ede ve bütün havâtırı --gerek hayır gerek şer-- kalbinden çıkara...

2. İsbat tarafında "illallah" deyince, Hak Sübhanehû ve Teàlâ'nın birliğini mülâhazada nefsini yok ede... Bu tevhidinde akla nazar etmeye...

3. Beş vakit namazını sünnetleriyle birlikte, vakitlerinde, cemaatle, ta'dil-i erkâna riâyet ederek edâ ede...

4. Sonra halkdan uzlet edip bütün vakitlerini kelime-i tevhidin zikrine hasr eyleye...

Zikrin edeblerine riayetle zikrin neticesini tahsil ederse, o zaman üstazı ona murâkabeyi ta'lim eder ve zâkir artık murâkabe ile meşgul olub zikri muvakkaten terk eder. Her gün diliyle en aşağı 5000 kelime-i tevhidi gizlice zikreder.

Gönül mecmuasında ders olan mânâ-yı tevhîdi,
Lisan-ı zikr ile meşgul olanlar eyledi izhâr.

Mükedder olsa mir'at-ı gönül ceng-i ta'allûktan,
Olur tevhid ile saykal bulursa mazhar-ı esrâr.

2. Murâkabe

Ma'lûm olduğu vechile murâkabe, gözlemek demektir. Kedinin fareyi gözlediği sıradaki dikkati bize bir ders olabilir. Tàlib-i Hak olan kimse, Hak Teàlâ'nın emrettiğini işleyip, nehyettiği bütün yasaklardan ictinab ile, her hal, zaman ve mekânda kulun cemii ahvâline muttalî olduğunu mülâhaza ede ve bundan aslâ gàfil olmaya... Bu hal nihayet kendisine bir meleke ola...

Kişinin efdal-i imanı, kendi nerede olursa olsun, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kendisini ilmen muhît olduğunu bilmesidir.

Gözetir Hâlikını hergiz unutmaz àkil.
Ömrünü zâyi edib olmaz o Hak'tan gàfil.

Nazar et çeşm-i basîretle Cenâb-ı Hakk'a.
Olma bir demde nezaretten o semte zâhil.

Murâkabenin usûlü budur ki, murâkabe kasd eden kimse, tenha bir yerde tahâret-i kâmile ile oturup, bütün mevcûdatı yok zanneder, hatırını tamamıyla her şeyden ayırır. Muhabbet-i tâmme ile, bütün letàifleriyle birlikte Cenâb-ı Hakk'a teveccüh eder; tâ ki kendinden geçe ve buna devam ede... Hatırına bir şeyler gelirse, derhal onları ihrac ede... Ya zikr-i lisân veya zikr-i kalble zikrede ve yine murâkabesine devam ede... Tâ ki havâtır tamâmiyle silinip selâmet bula ve artık hatırına bir şeyler gelmeye... Murâkabeden ayrılmayıp Cenâb-ı Hakk'ı iştiyak ile ve aşkla mülahazaya devam edip ehl-i gafletten son derece uzak ola ve dilinden istiğfarı bırakmaya... Her şeyde Hak Teàlâ'nın envârına nâzır ve esrârına murâkıb ola...

Beyit:

Gerek sâlikliğe dâim Hak ile üns ede canda.
Görür gibi murâkıb olmak ister, Hakk'ı her anda.

3. Vukùf-u Kalbî

Vukùf-u kalbî ise üçüncü şart idi. Kalbini bütün hàtıralardan ve fikirlerden tecrid edib boşalta ve teveccüh-ü tam ile kalbe nazar edip dura ve esrâr-ı Hakk'ın zuhuruna kalbinde muntazır ola...

Beyit:

Kalbdir âyine-i esrâr-ı İlâh,
Görür esrâr-ı eden kalbe nigâh.

Mü'minin kalbi hazâin-i melekûttan bir hazinedir. Bir kimse kalbini havâtır ve vesveselerden sıyırır ve kurtarırsa, temizleyip basîret gözüyle kalbine baksa, kalbde olan nurlar ve envâr-i vahdet, esrâr-ı rubûbiyyet ona münkeşif olur. Cenâb-ı Hak o kulunu çeşitli kerametlerle mükerrem ve muhterem eder. Zîrâ, müşahedeye mâni olan, dünyaya bağlılık, ta'allûkat ve nükş-u kâinattır ki, mir'at-ı kalb, yâni gönül aynası onlarla mahcub ve mükedder olup, esrâr-ı vahdeti görmez ve bilmez.

Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri insanın hakîkatini kalbine koymuş ve onu sıfat-ı nefsâniyyesiyle örtmüştür. Bir kimse sıfat-ı nefsaniyyeden (ki, mezmum olan huylardır; benlik, riyâ, kibir, hased, nemime, hırs, gazab, gıybet, hayasızlık, buhl, korkaklık, merhametsizlik ve emsâli gibi kötü sıfatlar) kendisini kurtardığı zaman kalbinin hakîkatine teveccüh etme;

(Men arafe nefsehû, fekad arafe Rabbehû) sırrı zuhur eder. Bu hadisdeki nefis'ten murad, hakîkat-i insandır ki, Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri onu kalbine koymuştur. Kalbe teveccühe devam eden kişiye hakîkat keşf olunur.

Kâşif gerek, mezàhir-i esmâyı bilmeğe,
Àrif gerek, hakàyık-ı eşyâyı bilmeğe;
Ol kimse kim hakîkat-i nefsi bilmeye,
Mümkün müdür o kimseye Mevlâ'yı bilmeğe?

Bununla beraber maddî-mânevî bütün günahlardan hattâ kerametlerden bile kaçar, uzak kalır ve edebe çok riayet edib, dâimâ kendisinin Halik-ı Zülcelâl Hazretleri'nin murâkabesi altında olduğuna yakînen ve tam bir imanla inanır ve kalbine bu vechile teveccüh eder. Bu teveccühünde kalbini ağyardan muhafaza edip, yarım veya bir saat içinde kalbine ağyardan bir şey gelmezse ve buna kàdir olunca, elbette kalbine tecellî-yi Hak zuhur edip vâsıl-ı Hak olur ve bir daha başka yola muhtaç olmaz.
 

Kalbdir sâlikin nazargâhı,
Eder onda tecellîleri seyrân.

Okunur kalbde ders-i ilm-i ledün,
Keşf olur anda sâlike irfân.

Ruh-i insânı Hudâ eyledi kendi haremi,
Kodu anda ne kadar varsa sırr-ı kademi.

Kalbi dergâh-ı muallâsı edib ol haremin,
Gözleyen kimse o dergâhı, görür çok keremi.

Cümle àrifler o dergâhtan erişti Hakk'a;
Öyle dergâh kim o, àleme sığmaz izâmı.

İntisâb eyle o dergâh-ı muallâya, yürü,
Çekme beyhûde gezib àlem-i firkatte gamı.

Durma var, yüz sür o dergâha, niyaz eyleyi gör;
Sana keşf ede Hudâ, öyle ulûm ü hikemi.

4. Hıfz-ı Nisbet

Dördüncü vazife ise hıfz-ı nisbet idi. Nisbetin muhafazası, bu yolda yürümek istiyen kimseler için rükn-ü azîm ve çok mühim bir esastır. Sâlik nisbetin muhafazası için, üstazından aldığı derslere ve ahidlere son derece riâyetkâr olmakla beraber, hiç bir zaman derslerini, zikrini, evradını, kıraatini, namaz ve niyazını ve cemaati bırakmamak ve onun sözünden dışarı çıkmamak; derse başka bir şey ilâve etmemek ve dersten eksik yapmamak; başka üstazların sohbetlerine gitmemek, hatta üstâzından gayri hiçbir ehl-i süluk ile görüşmemek, yani sohbet etmemek lâzımdır.

Öyle ki, "Beni Hakka vâsıl kalacak ancak üstazımdır." diye îtikad ede ve bütün tekliflerini can ü gönülden kabul edip hepsini üstazının dediği gibi işleye... Onu Rasûlüllah'ın vekili bile. Ona itaati ve tâbî olmayı, Allah-u Celle ve A'lâ'ya ve Rasûlüne itaattır diye îtikad ede... Bu itaat ve îtikadda olmayanın, nûr-u iktidâ kalbinden zâil olur ve Hakk'a vâsıl olamaz.

Binâen aleyh, üstadından aldığı dersleri ihmal edip yapmazsa, ahdini bozmuş olacağından, yeniden özür dileyip ahdini tazelemek gerekir:

Hıfz-ı nisbetle (1) erer ehl-i iradet vasla.
Olur envâ-ı kerâmete tarikatte cedîr.

(1) Nisbetin mânâsı: Tarîk-ı aliyye sâdâtı, huzur ve âgâhlık melekesinden nisbet lafzıyla tâbir ve kinâye ederler. Bazıları muhabbet, bazıları da aşk ile tâbir buyurmuşlardır.

Emr-i şeyhi gözetip, hükmüne teslim olanın;
Güç olan işleri elbette olur cümle yesîr.

Şeyhine sıdk ile var da, ona eyle hizmet;
Emrine tâate kıl nefsini bir abd-i esîr.

Kişinin kalbinde Hak Celle ve A'lâ Hazretleri'nin kibriyâ ve azametiyle ma'rifet ve muhabbeti kararlaştırıp, dâimâ Hak Celle ve A'lâ'dan âgâh olduğu keyfiyetidir. Âgâh olmak, uyanık bulunmak demektir. Eğer bir kimse bütün ilimleri kesb etse, son nefesinde ona hiç bir faydası olmaz; meğer ki nisbet-i huzur melekesini tahsil etmiş ola; gençliği ganimet bilip bir nice gün riyazâtle huzur melekesini tahsil edip, saadet-i ebediyyeye nâil ola...

5. Şeyhe Muhabbet

Beşinci vazifesi ise, üstazına, mürebbisine, şeyhine olan muhabbetten ibarettir. Eğer müridde bu râbıta-i muhabbet olmasa, şeyhinden hiç bir suretle istifade edemez; çünkü feyzine sebeb olan râbıta-i muhabbettir. Bu sebepten bütün turûk-u aliyyede râbıta-i muhabbet rükün, asıl ve esas olmuştur.

Binâen aleyh, aşıkın ma'şûkunda kendini ifnâ ettiği gibi, sâlikin de nefsini şeyhinin nefsinde ifnâ etmesi, yok etmesi; onun emirlerinden hiç bir emre --velev ki hatâlı dahi bulsa-- kat'iyyen itiraz etmeyip, reddetmeyerek sözünü tutması lâzımdır. İyi bilmeli ki, bu râbıtalar muhabbete mukàrin olmazsa, zerre kadar fayda vermediği gibi belki de zarar verir.

6. Sohbet

Altıncı vazife de, meşâyihin sohbetine devam etmektir. Zira meşâyihin ekseriyya müridlerine ifade ve ifâzaları sohbet ile olmuştur. Efendimiz SAS Hazretleri'nin Ashab-ı Kiram Hazeratına ifade ve ifâzaları ekseriyyetle sohbeti ile vâkî olduğundan, Ashab-ı Kiram Hazretlerine sohbet kökünden alınarak sahabî tesmiye olunmuştur.

Hattâ bazan arifler, sâlikleri bir sohbette Hakk'a iysâl ederler. Her ne kadar onların sohbetleri zàhirde va'z ü nasihate dair olmasa da... Onun için, ariflerin sohbetleri sair nasın kelâmlarına kıyas olunmaya...

Ariflerin sohbetleri feyz îrâs ettiği gibi, nazarları da feyz îrâs eder. Çünkü bakışları ayn-ı Hak'tır. İşte Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri'nin bir köpeğe olan nazarı ve bakışı münâsebetiyle, o köpekte hasıl olan hâlât, bütün insanların hayretini mûcib olmuştur.

Bilhassa Seyyid Ahmed-i Bedevî Hazretleri'nin velâyetlerinden ve kudret-i ruhâniyetlerinden idi ki, bir sâlik huzurlarına istifâza niyyetiyle gelse; hemen o sâliki bir nazar-ı âliyye ile makàm-ı velâyete eriştirir ve hilâfet verirlerdi.

Binaen alâ zâlik, tarikatte sohbet en büyük bir esastır. Eğer sohbetin âdâbına riayet olunursa... Riayet olunmazsa, sohbetin faydası olmadığı gibi, belki zararı da olur.

Sohbetin Âdâbı:

1. Evvelâ mümkün ise gusl ile, olmazsa taze bir abdestle iki rek'at namaz kılmak; fukaraya sadaka vermek, günahlardan ve kötü huylardan tevbe etmek, kalbini hatıralardan pak etmek.

2. İçeri girmek için izin istemek, eğer izin olursa ta'zim ile huzuruna girmek ve edebe riayetle beraber niyyet-i hàlisa ile girmek.

3. Ellerini öpüp arka arkaya geri çekilmek, izin verilmedikçe oturmamak, izin olmadıkça konuşmamak ve şeyhin yüzüne sebepsiz bakmamak.

4. Mahv-i vücud edip sükût üzere oturmak, izin verilse dahi az konuşmak, hatırını evham ve hayâlattan muhafaza etmek.

5. Şeyhin sohbetine candan kulak verip dinlemek ve hüsn-ü kabul etmek; anlayamadığı bir şey olursa onu kendi kusuruna hamletmek, "Ben anlayamadım." demek.

6. Hiçbir suretle şeyhin kavl, fiil ve ahvâline kat'iyyen îtiraz etmemek, şeyhin kelâmını hakdır, diye îtikad etmek ve sözlerini zabt edip muhafaza etmek; sonra yalnız kalınca mülahaza edip muktezasıyla amel etmek.

7. Sohbet bitince çok oturmayıp, hemen kalkıp izin istemek ve ellerini, dizlerini öpüp geri geri gitmek.

8. Evine varınca iki rekât şükür namazı kılmak, şeyhine dua etmek.

Şiir:

Edebdir bâis-i vuslat Hudâ'ya,
Edebdir zâd olan râh-ı Hudâ'ya.

Edeble meclis-i şeyhe girenler,
Bulur anda füyûz-ı bî-nihâye.

Tarikatten garaz ancak edebdir;
Edeb oldu hakîkat içre mâye.

Edeble şeyhine hizmet edenler,
Erişti fevk-ı arşa saldı sâye.