GÜZEL AHLÂKLAR
Şimdi sizlere az da olsa güzel ahlâklardan bahsedeceğim. Ma'lûmunuzdur ki bu hususta söylenen hadis-i şerifler pek çoktur. Mü'minlerin en mükemmeli, ahlâkan en güzel olanıdır. En evvel lâzım olan şey ehl-i sünnet akaidi üzerine iman ve îtikaddır. Tabii bunlar olmayınca, diğer güzel huyların hiç kıymeti kalmaz. Bu hususun izahı ayrı bir bahiste bildirilecektir. Güzel ahlâkların başlıcaları, meşâyih-ı kiramdan Muhammed el Müfti el-Hàdimî KS'nun kitabında şöylece sıralanmıştır:
İhlâs, ihsân, tevâz, zikr-i minnet, nasihat, tasfiye, gayret, gıbta, sehà, îsar, mürüvvet, fütüvvet, hikmet, şükür, rızà, sabır, havf ve recâ, el-buğzu fillâh, el-hubbu fillâh, tevekkül, humûl, nazarında zem ve medhin müsâvîliği, mücâhede, hayırlı amellere sa'y, ölümü anma (hatırlama), işlerini Hakk'a teslim, ilim talebi, gönül selâmetliği, şecâat, hilim, rıfk, tevbe, ahde vefâ, va'dini yerine getirme, zühd, kanaat, hayırlara çalışmak, rikkat-ı kalb, şevk, hayâ, Allah'ın emirlerine ta'zim, el-ünsü billah, Allah'a kavuşma arzusu, vakar, zekâvet, istikàmet, edeb, ferâset, sadâkat, murâkabe, murâbata, muhasebe, muàtebe, kinini yenmek, ibadet için çok yaşamayı istemek, huşû, yakîn, ubûdiyyet, mükâfât.
KÖTÜ AHLÂKLAR
Salik için gerekli olan, muhakkak bütün işlerin azimet tarafını tercih edip, ruhsatlardan sakınması, uzaklaşması, ve bütün işlerinde Allah-u Teàlâ'nın rızasını istemesi ve Rasûlüllah SAS Efendimiz'in sünen-i seniyyesine ittibâ etmesidir. Öyle ki, azimetlerle amel, kendisinin tab'ına uyması ve adet kabilinden olmaması, dünya adamlarının yollarına gitmemesi de gerekir. Çünkü onlar bütün işlerinde Allah'tan gàfildirler. Onların gidişleri de dünya ve ahiret bakımından sonu iyi olan bir yol değildir.
Binâen aleyh ahiret yolcusu olan erbab-ı kemâlin, nefsani sıfatlardan, şeriatte mezmum, hakikatte habis olan mezmum sıfatlardan uzaklaşması lâzımdır. Bu kötü sıfat ve ahlâklar şunlardır:
Fâsid akîdeler, günahları irtikâb, tevbeyi terk, farz, vacib ve sünnetleri bilmemek, ibadete tenbellik, kibir, ucüb, kin, hased, adâvet, riyâset sevgisi, riyâ, öğünmek, hîle, hıyânet, müdâhene, hasislik, hırs, tama', harama ve mübaha meyil, şehvete meyil, çalgı dinlemek, günah yerlerinde bulunmak, hırsızlık, iftira, sövme, dövme, gıybet, kovuculuk, yalancılık, başkalarıyla istihzâ, hakaret etmek, gazab, incitme, gönül kırma, buğz, gayz, dargınlık, mücadele, imtihan, feryad ü figan, oburluk, tufeylîlik, tenbellik, sihirbazlık, sertlik, zulüm, dünya sevgisi, israf, aşırı sevinme, ahde vefasızlık, şakalaşma, tezeyyün (aşırı süsleme), rüşvetçilik fitne sevgisi seviye birliği istemek, kötü arzuları temennî, tl-i emel, arka dönme, hayâ azlığı, korkaklık, efrâd-ı ailesini kıskanmamak, ganîmet malından çalmak... vs.
Bu gibi mezmum sıfatların hepsi mânevî necislerdir. Bu necisleri hàmil olarak Hakk'a takarrüb hiç bir sûretle mümkün olmaz; zàhiri necasetlerle ibadete yaklaşmanın mümkün olmadığı gibi. Bunun için her sâlike nefsini bu kötü ahlâklardan temizlemesi ve sakınması lâzımdır ki, ind-i ilâhîde olan fevz ü felâha nâil olsun.
İYİ AHLÂKLARDAN HİLİM
İyi insan olabilmek için insanların yanında ve ind-i ilâhîde ve meleklerin katında razı olunan ahlâk-ı hamidelerle ahlâklanmak lâzımdır.
Efendimiz SAS buyurmuşlardır ki:
"Ahlâklar hazine-i ilâhîde mahfuzdur. Cenâb-ı Hak kuluna hayır murad ederse, onlardan bir ahlâkı ona ihsân eder."
Allah'ın razı olduğu ahlâkların başında hilim ile tevâz gelir. Bu iki ahlâk bütün iyi huyların menşei ve eşrefidir.
Hilim; vakar ve sekinet sahibi olmak ve yavaşlıkla beraber, ukbet etmek istedikde acele etmemek, teenni ile hareket etmektir. Bu hareketlerden netice olarak afv ve ihsan gibi büyüklükler doğar. Elbette bu, herkes indinde makbul ve memduhdur.
Hilmin seyyidül-ahlâk olduğu cümlenin ma'lûmudur. Hilim, ahlâk-ı hamidelerin en iyisidir; ve hilm, gayzını, kinini yenmekten efdaldır. Zîrâ, gayzın yenilmesi tekellüfle, zorlanarak hasıl olur. Hilim ise, hiç zorlanmaya ve tekellüfe lüzum kalmadan tabii haliyle meydana gelendir. Gayzını yutmak ve onu yenmek, bir çok zaman şiddetli mücadelelere vâbestedir ve nihayet kendine hilim sıfatı gelerek i'tiyat halini alır; bir daha hiç bunalmadan, yorulmadan, hadiseleri hilm-i tabiisiyle karşılar. Bu ise aklın kemâline delâlettir. Aklın diğer huylar üzerindeki istilasıdır. Bu sebeble gayzın kuvveti tabii olarak kırılır ve akla teslim olmaktan başka çare bulamaz.
Lâkin önceden bu hali kazanabilmek için tehallüm edinilen vasfı, ancak çalışmak, zorlanmak ve hilim sahiplerine hizmet etmekle elde etmek mümkündür. Zîrâ ilim, nasıl ki bir çok seneler erbâbına hizmet etmekle kazanılırsa; hilim de böylece erbabına hizmet etmedikçe lâyıkı vechile yapılmayacağı, herkesin meşhudu ve ma'lûmudur. Meselâ; bir merkebi bile nallayabilmek için, bir nalbanta hizmet etmeden yapmağa kalksanız, hayvanı mutlaka ya topal veya sakat edersiniz. Bu kadar basit görülen şeyler bile bir hizmete muhtaç oluyorsa, hilim denilen bu güzel huyu iktisab edebilmek için de, muhakkak hilim sahiplerine hizmet etmek lâzımdır.
Bir zât ilme merak etmiş. Evini barkını ihmal edip bir çok seneler gurbet illerinde ilim elde etmeğe çalışmış ve nihayet memlekine dönerken yolu üstünde bulunan kâmil bir zâta uğramış, Halini ona arz etmiş. O zât:
"--Evlâdım kazandığın bu ilimle etrafına lâyıkı vechile faydalı olman mümkün olmaz. Her halde benim nasihatlerimi ehemmiyetle dinlemen gerekir." deyince;
"--Buyurun efendim, sizi dinliyorum!" diyerek önünde diz çökmüş.
Fakat üstâz-ı kâmil ona:
"--Yok, öyle hemen bir şeyler söylemekle olacak şey değildir bu!.. Sen bakalım burada bize de biraz hizmet et de, biz sana lâyık olduğun zamanda müsaade ederiz." diyerek onu alıkoymuş.
İki sene hizmetinde devam ettikten sonra, hilmin ve sâir güzel ahlâkların ne demek olduğunu anlamış ve kendine hâl edinmiş olunca, evine dönmesine müsaade etmiştir. Evine vardığında ilk karşılaştığı çok mühim bir vaziyetten, ancak o kâmil zâta olan hizmetleri neticesinde elde ettiği hilim ve sabır sayesinde kendisini kolayca kurtarmıştır.
İlim teallümle olduğu gibi, hilim de tehallümledir Hayır temenni edenlere hayır verilir. Şerlerden korunmak isteyenler de korunur. Binâen aleyh, hilmin iktisâbı evvelâ tekellüfle, şiddetle mukàbele ve zorlanmakla; zoru zoruna dedikleri gibi, uzun zamanlar mücâhede ve mücadelelerle mümkündür. Yoksa hemen kolayca elde edilebilmesi mümkün değildir.
Maamâfî bazı zevât-ı muhtereme bu huylar, hilkaten, cibillî olarak, andan doğma verilmiştir. Fakat bunlar müstesnâ kimselerdir. Velîlikleri ezelde tahakkuk eden bahtiyarlardır. Bizlerse hiç de öyle değiliz; her iyi huyu kazanabilmek için mutlaka erbâbı olan ahlâk-ı kâmile sahiplerine lâyıkı vechile hizmette bulunmalıyız. Bu sebeptendir ki:
"--İlmi taleb ediniz; fakat ilimle beraber sekine, vakar ve hilmi de taleb ediniz! İlim öğrendiğiniz üstadlarınıza ve ilim öğrettiğiniz talebelerinize karşı yumuşak olunuz; sakın cebâbire, zàlim, gaddar, kimselerden olmayınız!" diye ne güzel tavsiyelerde bulunulmuştur.
Sonra cehliniz ilminize gàlipolur da hiç bir fayda temin edemezsiniz. Zîrâ tekebbür ve cebbarlık, gazab sıfatını kamçılar da hilimden ve yumuşaklıktan sizleri alıkoyar.
Bakınız şu dua ne kadar güzeldir:
"--Yâ Rab! Beni ilim, gınâ ve hilimle zînetlendir. Takvâ ikrâm eyle, afiyetle de cemallendir."
Hem dâimâ Cenâb-ı Hak'tan yükseklik isteyiniz. O yükseklik ise; sana darılıp ayrılanlara, senin gidip ziyaret etmekliğin ve seni hayırlardan men edene, senin vermekliğindir. Sana câhillik edene karşı da, zorla, nefsini, gazabını, kinini yenerek, yumuşak davranmaklığındır.
Beş şey bizlere peygamberlerin sünneti olarak verilmiştir. Bunlar: 1. Hayâ, 2. Hilim, 3. Cemaat, 4. Misvak, 5. Güzel kokudur.
Hazreti Ali KV Efendimiz der ki:
"--Müslim kişi hilmi sayesinde sàim ve kàim olanların derecesine ulaştırılır. Müslüman kardeşlerine karşı olan haklarını, onlara bağışlayan kimseler de, hiç şüphesiz mağfiret-i ilâhiyyeye mazhar olurlar."
Gazablarını yenerek hilim ile muamele eden kimselerden, Cenâb-ı Hakk'ın azabını men edeceği; Rabbine karşı özür dileyenlerin özrünü Cenâb-ı Hakk'ın kabul edeceği; kardeşlerinin aybını saklamakla, onların da ayıblarını Cenâb-ı Hakk'ın örteceği bildirilmiştir.
Sizlerin en kuvvetliniz, en hilimle, yumuşaklıkla, afv ile muamele edeninizdir. Gücü, kuvveti yettiği halde yine afv ile muamele eden de, hilim sahibidir.
"--Her kim gücü yettiği halde, yâni hasmına lâyık olduğu cezayı verebilecek kudrette olduğu halde affedip ona hilimle muamele ederse, Cenâb-ı Hak da kıyamet gününde, onun kalbini rıza-yı ilâhîsiyle dolduracaktır." Bir rivayette de, "Allah-u Teàlâ onların kalblerini emn ü iman ile dolduracaktır." diye buyrulmuştur ki, ne büyük bir devlettir.
İnsanın gazabını, Allah-u Teàlâ'nın rızasını taleb ederek yenmesi, büyük ecre sebep olur. Her kim kàdir olduğu halde gazabını yenerse, hem kalbi iman ile doldurulur, hem de yarın kıyamet gününde bütün halkın arasında kendisine yüksek bir imtiyaz verilerek, cennet hurilerinden istediği kadarı emrine verilir.
Lokman Hekim oğluna nasihatinde demiş ki:
"--Oğlum! Sakın bir kimseden yüzsuyu dökerek bir şey isteme! Kinini, gayzını, gazabını yen ki, senin de gizli, mahcub olacağın esrarların, kabahatlerin meydana çıkmasın... Ve yine kendi kadr ü kıymetini bil ki, hayatın ve yaşayışın sana fayda versin."
Bu sebepten buyrulmuş ki:
"--Bir an bile olsa hilimle muamele etmek, bir çok şerleri def eder."
Bütün ilim ehli ittifak edip demişler ki:
"--Gazab halinde hilimle hareket, amellerin efdalidir."
Bütün büyükler bu hususlarda hep bizlere örnek olmuşlar ve kendilerine karşı yapılan haksız ve yanlış hareketleri, müsamaha ile karşılayıp affettiklerini ve onlara güç ve kuvvetleri yeter olduğu halde dahi ceza yapmadıklarını bizzât göstermişlerdir.
Hilim bahsi, İmâm-ı Gazâli KS Hazretleri'nin İhyâ-yı Ulûm'unda bir çok örneklerle doludur. Bâhusus, Hazret-i Ömer RA gibi bir zâta karşı söylenen sözler hiç affolunmaz cinsten olduğu halde, o büyük insan hep nefsini yenerek, gazabını yutarak afv ve müsamaha ile muamele buyurmuştur. Hatta bazılarına da çok büyük hediyelerle karşılık vererek taltif buyurmuşlardır. Bunlardan birisi kendi torunlarıdır ki, aleyhinde konuşmasına muttali olunca, ona gayet güzel bir elbiselik kumaş ile bin dirhem verilmesini emir buyurmuşlardır.
Bu konuda Hazret-i Ömer RA'in bir sarhoşa verdiği ders dikkate şayandır. Bir gün huzurlarına bir sarhoşu getirmişler. Adam Hazret-i Ömer'e RA karşı münasebetsiz ve tahrik dolu sözler söylemiş. Böyle iken Hazret, sarhoşu affetmiş ve salıvermiş. Bu hareketine şaşıranlar, neden böyle yaptığını sormuşlar. Cevaben:
"--Eğer o sırada ben ona ceza verecek olsaydım, sırf nefsime uyarak, ona kızdığım için cezalandıracaktım. Ben ise hiç bir kimseyi nefsim için cezalandırmayı uygun görmem." buyurmuşlardır.
Hiç şüphe yok ki, bu hadiseler bizler için pek büyük birer ders-i ibrettir. Hemen öyle kızdığı vakitte ağzından çıkanı kulağı duymayacak derecede mukàbelede bulunmanın; sonra gücüne, kuvvet ve kudretine güvenerek o zavallıyı perişan etmenin, elbette muvâfık bir hatt-ı hareket olmadığını her akl-ı selim sahibi teslim eder.
Yine ma'lûmdur ki, bu gibi hareketler aklın zayıf, nefis ve şehvetin gàlipolmasından ileri gelir ki, bunlar insan sıfatı değildir. Bu gibi hareketler ancak hayvanlara yakışır. Çünkü insan mümtaz bir mahlûktur. Allah-u Teàlâ onlara, hiç bir mahlûka vermediği akıl, zekâ, vicdan, ruh yüksekliği, merhamet, şefkat, acıma ve yardım etme, hürmet, saygı ve sâire gibi üstün vasıflar vermiştir. Halbuki diğer mahlûkların hiç birisinde böyle bir şey göremezsiniz. Onlar ancak şehvetlerinin esiri olduklarından, canları nasıl isterlerse öyle hareket ederler. Kuvvetleri nisbetinde de birbirlerine musallat olurlar. Acımak, merhamet etmek, günah, ayıb diye bir şey bilmezler.
Onun için insanın kıymeti çok büyüktür. Hele ince ruhlu, kâmil ve olgun bir Müslümanın hali... Sana biri sövsün, çirkin sözler söylesin; sen de ona karşı çeşitli hediyeler vermekle mukabele et... Bak zalimi, kötü ahlâk sahibini nasıl yola getiriyorlar? Halbuki ağır cezalar yapabilirlerdi ve haksız da değillerdi.
Kötü huy ve kötü ahlâk sahibi böyle sert cezalarla hemen ıslah-ı nefs etsin; bu olmaz. Fakat onun kapalı olan insanlık damarlarını okşamak sûretiyle, --ne de olsa bir insandır-- bakarsınız ki hem mahcup olur, hem de bir daha böyle adîliklere teşebbüs etmeğe çekinir. Binâen aleyh, ona iki türlü ikram edilmiş oluyor: Birisi cezadan kurtuluyor, diğeri ise kendisi intibaha davet edilmiş oluyor. Bu da çok büyük bir nasihat ve ders-i ibrettir.
Üç şey, üç huy, üç haslet kimde bulunursa o kimsenin Allah'a imanı kemâl derecesindedir: Birincisi: Razı olduğu zaman, rızası onu bâtıla götürmüyor. İkincisi: Kızdığı zaman, gazabı onu Hak'tan çıkarmıyor. Üçüncüsü: Gücü yettiği vakitte bile, kendisinin hakkı olmayan bir şeyi almıyorsa, o en bahtiyar kimse demektir.
Selman-ı Farisi RA nasihat isteyen bir kişiye buyurmuşlar ki:
"--Kızma!"
Adam her halde gazub bir kimse olsa gerek ki:
"--Kızmadan yapamam!" demiş.
"--Öyleyse, kızdığın vakit eline ve diline hakim ol!" buyurmuş.
Yâni nefsini yenmesini bil, gazabına esir olma, insan gibi hareket et! Çünkü insanlar hayvanlar gibi değildirler, öldükten sonra hayvanlar gibi helâk olup gitmeyecekler. Belki cennet ve cemâlullah ile müşerref olacaklarından, her halde ve mutlaka nefislerine hakim olmaları iktizâ eder. Zîrâ o ahiret saadeti, cennet ve cemâlullah, öyle para ve pul ile alınır bir şey değildir. Belki insanlığın ve müslümanlığın îcâbına göre hareketlere vâbestedir.
İnsan şöyle biraz düşünecek olsa kâfîdir. Bizim yaratılışımızın esası, kökü şu kara topraktır. Halbuki bu toprak biraz evvel güneşten kopan bir ateş parçasıydı. Hayatı sönmüş, boşluğa atılmıştı. Bak Cenâb-ı Hak ona nasıl tekrar hayat verdi. Bizim hayatımıza sebep olan bütün gıdalarımız da orada yetişiyor. Sonra biz de onları yiyoruz. Kan olup şu vücudumuzun hayatiyetini devam ettiriyor. Bir de bakıyoruz ki, her bir a'zâmız ayrı ayrı görevde... Hikmetine aklımız bir türlü eremez.
Kimi göz olmuş kâinâtı seyreder. Kimi kulak olmuş hadiseleri dinler. Kimi burun olmuş envâi çeşit kokulardan koku alır. Hele o akıl; ona ne akıl erer, ne de fikir! Olmuşu, olacağı anlar ve sezer, insana istikamet verir. Ne acaib bir nîmet!..
O topraktan yine kimi et, kimi deri, kimi yağ, kimi barsak, kimi mide, ciğer, kalb, el, ayak; neticede şu eşine rast gelinmez, kâinatı içine almış zübde-i mahlûkat oluyor. Biraz hastalansa, ya donacakmış gibi üşür veya sıtmalı hastalarda olduğu gibi ateşler içinde yanar. İşte iki kuvveti de mutedil olarak insanda cem eden Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri, cennet ve cehennemi de onun için halk etmiştir.
Sakın inkârcılar gibi inkâra kalkma! Kendini düşün, hem pek iyi düşün! Senin gibi çok üstün bir mahlûku şu topraktan yaratan, madde ile mâneviyatı sende toplayan, hiç görülmedik esrar ile seni dolduran Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin bu kuvvet ve kudreti karşısında insana lâyık olan şey; ona teslim olup, sözlerini kabul edip emirlerine imtisal etmek ve yasaklarından kaçmaktır. Çünkü her söylediği binlerce ve belki de yüzbinlerce hikmetlerle doludur. İşte sen bu gün meydandasın. Bak sana bu gün gökleri bile fethetmiş, yer ve gök hepsini senin emrine vermiştir.
Ey insan daha ne istiyorsun?.. İşte, sen sözünü dinlediğin takdirde, o hazırlamış olduğu cenneti ile beraber, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hatır ve hayale bile gelmeyen envai çeşit nîmetleri ile seni taltif edecektir. Buna mukàbil, münkirler için de o azab evi olan cehennemi yaratmıştır ki, bu kadar envâi çeşit sayısız, hesapsız nîmetlerle kendisini özemiş bezemiş olduğu halde, nankörlük edip onu tanımayanlar ve yolunda gitmeyenler için, böyle cezaya elbette ki lüzum vardır.
Cenâb-ı Hak bizleri lütf u keremiyle, Hakk'ı tanıyan ve Hak yolunda ömrünü ifnâ edip, Hakk'ın rızasına nail olduğu halde cennet ve cemâliyle müşerref olan kullarından eylesin... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.
Biz yine mevzuumuza dönelim:
Kur'an-ı Kerim'in içinde Hak kelâmındaki "Rabbâniyyîne, selâmen, hevnen, kehlen, kirâmen..." gibi kelâmlar hep hilim sıfatıyla tefsir edilmiştir. Sonra bir duada:
"--Ya Rab! Bana o zaman erişmesin, ben de o zamana erişmeyeyim ki, o zamanda ilim sahiplerine uyulmaz ve hilim sıfatıyla muttasıf muhterem kişilerden utanılmaz." buyrulmuştur.
O zamanda insanların kalbleri, insanlık ve İslâmlıkdan uzak, tıpkı Acemlerin kalbleri gibi olacak ki, bu her ne kadar lisanları Arab lisanı üzerine ise de, kalblerinin İslâmlıktan uzak oluşu dolayısıyla sözlerinin kıymeti yoktur demektir.
Eşca' isminde bir zât, Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz Hazretleri'ne kabilesi namına elçi olarak gelmişti. Efendimiz SAS Hazretleri ona hitàben buyurdu ki:
"--Yâ Eşca'! Sende Allah ve Rasûlünün sevdiği iki huy vardır."
"--Anam babam sana fedâ olsun, onlar nedir?" diye sorduklarında:
"--Onlar hilim ve teennîdir." buyurdular.
Bunların cibillî olup olmadığını tekrar sorduğunda:
"--Allah-u Teàlâ Hazretleri, seni o iki cibilliyette halk buyurmuştur." dediler.
Bunun üzerine Eşca', Rasûlünün sevdiği bu iki huy ve ahlâkı kendisine ihsân ettiği için, Allah-u Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri'ne hamd ü senâda bulunmuştur.
Bu demektir ki, hilim ve teennî ile hareket her halde ve herkes için pek lüzumlu ve ehemmiyetle üzerinde durulmağa lâyık ve şâyestedir. Onun için, her müslümanlık davasında bulunan kimselerin, bu huyları iktisab edip kazanmaları lâzımdır.
Her kimde şu üç şeyden birisi bulunmazsa onun amellerini bir şeyden saymayınız ve kıymet vermeyiniz:
Birincisi: Kendisinde Allah-u Azze ve Celle Hazretleri'ne karşı meàsî (isyan) işlemesine mânî olan bir takvâ yoksa.
İkincisi: Akılsız ve sefih kişilerden kendisini men edecek bir hilmi yoksa.
Üçüncüsü: Halk ile güzelce geçinebilecek iyi bir ahlâka sahip değilse.
Bu sûretle bizlere takvânın, hilmin ve güzel ahlâkın lüzumu ne güzel duyurulmuş olmaktadır. Bize düşen hemen kuşaklarımızı sıkarak, mücadele ve mücâhede-i nefs ile bu huyları kendimize tabii olarak mal etmeğe çalışmaktır.
Yarınki kıyamet gününde, --ki bunda hiç şüphemiz yoktur-- bütün mahlûkatın toplandığı o ahiret günüde, bir münadi nida edip ehl-i fazlı sorar. Onlar da derhal toplanıp cennete doğru sür'atle giderlerken, melekler kendilerini karşılayıp, böyle sür'atle cennete doğru gidişlerinin sebebini sorar. Onlar da cevaben:
"--Bizler ehl-i fazlız." derler.
Melekler de:
"--Sizin o fazlınız nedir?" derler.
Onlar cevâben:
"--Bize zulm olunduğu vakit sabr eder, bir kötülük yapıldığı zaman da afv ü mağfiret ederdik; bizlere câhilâne muamele olunduğu zaman da, hilim ile mukàbele ederdik." derler.
O zaman melekler de:
"--Buyurun cennete giriniz. Orası böyle iyi işler ve ameller işleyenlerin ne güzel yeridir." diye onları taltif buyururlar.
Hazret-i Ömer RA buyururlar ki:
"--İlmi öğreniniz ve ilimle beraber sekîne, vakar ve hilmi de teallüm ediniz!"
Ne güzel bir tavsiye! Zîrâ sekîne, vakar ve hilmden àrî olan ilimden, matlub olan fayda hasıl olmayacağı açıkça beyan buyrulmuş oluyor.
Hazret-i Ali KV'nin şu sözleri ne kadar kıymetlidir:
"--Hayır, malın ve çocukların çokluğunda değildir. Belki hayır, sizin ilminizi çoğaltmakla beraber, hilminizi de artırmanızdadır." buyurmuşlardır.
Bununla beraber Allah-u Teàlâ'ya karşı yaptığını ibadetle sakın insanlara karşı övünme! Yâni, "Ben geceleri bu kadar ibadet eder, gündüzleri de şöyle oruç tutarım!" deme!
Bir iyilik veya iyi bir amel işlediğin vakit, Allah-u Teàlâ'ya hamd ü senâ eyle! Bir seyyie, bir günah veya hoş görülmeyecek bir fenalık işlediğin zaman da, hemen arkasından Allah-u Teàlâ'dan mağfiret dile.
Hasan-ı Basrî KS Hazretleri de:
"--İlmi taleb ediniz ve onu vakar ve hilimle ziynetlendiriniz!" tavsiyesinde bulunmuştur.
"--Hilmin ilk mükâfâtı câhillere karşı bütün insanların, hilim sahibinin yardımcısı olmasıdır." diye Hazret-i Ali KV Efendimiz söylemişlerdir.
Muâviye RA de:
"--Bir kişi rey sahibi olamaz, tâ hilmi cehline gàlip olmadıkça..." diyor.
Demek ki, hakîkat-i reyin yaşın onsekiz olmasıyla değil, aklın kemâle gelmesiyle gerçekleşmiş olacağını bildiriyorlar ki, pek mühimdir ve üzerinde durulmağa değer. Daha sonra da şunları ilâve ediyor:
"--Sabrı da şehvetine gàlip gelmesi gerektir."
Tabii, bu da pek kolay değildir, ancak ilmindeki kuvvet ve kemâle vâbestedir. Şu halde rey sahibi demek, hilmi cehline, sabrı da şehvetine gàlip olan demektir ki, o da ancak ulemâ-yı zevil-ihtirâma mahsustur. Bunun ne kadar doğru olduğunu, zamanlar bize pekâlâ göstermektedir.
Bu günün reyi, ma'lûm olduğu vechile, onsekiz veya yirmi yaşını dolduran kadın erkek her insana; gerek câhil, gerek alim, gerek hasta, gerek ihtiyar, gerek sakat herkese şâmildir. Halbuki bu zavallıların çoğu, evinin idaresinden bile àciz, aklı hiçbir şeye ermeyen kimselerdir. Kim nereye çekse o tarafa gitmeğe meyyal, hani akan suyun içindeki ufak taş, kumların suyun önünde yuvarlandığı gibi, idarecilerin önünde yuvarlanıp giderler ki, böylelerinin memleket için çok büyük zararlar îras edeceğinden şüphe yoktur.
Bu günkü profesörlerimizin bile, dince ma'lûmatları olmadığından, "Şeriat isteyenleri şöyle yaparız!" diye, küfre kadar kendilerini sürükledikleri görülegelmektedir. Halbuki, dünya işlerinde bile lâyık olduğumuz seviyeye, senelerden beri bir türlü ulaşamadığımız bir gerçektir. Her gelen idarecinin ilk vazifesi, iş başındaki eski sâkıt idareye mensup, senelerin tecrübesine sahip iş adamlarını hemen değiştirmek ve yerlerine kendi adamlarını oturtmak oluyor ki, çok yanlış bir zihniyet olsa gerektir.
Çünkü hiçbir memurun, hiçbir idarenin adamı olmaması ve yalnız milletin işlerini görmeye mâtuf, seçilmiş, tecrübeli ve ahlâkan temiz kimselerden olması gerekir. Ancak bulunduğu yerin ehli değil de, vazifesini hakkıyla yapamıyorsa, o zaman tabii daha lâyıklısı aranır. Fakat idarecilere alet olamazlar. Dünkü mağlup Japon ve mağlup Alman'a, hele komşumuz, dünkü yavrumuz Bulgar'a ne dersiniz?.. Hepsi de bizi fersah fersah geçmişlerdir. Dünya işlerinin bu durumu, aklın kemâline değil zaafına alâmettir.
Ve yine Muâviye RA'a birisi soruyor:
"--En cesur ve şecâatli insan kimdir?"
O da cevaben:
"--Hilmiyle câhilin cehlini reddedendir." diyor.
Tekrar:
"--En cömert kimdir?" diyor.
Cevâben:
"--Dinin salâhı için, dünyasını verendir." buyuruyor.
Enes RA, kendisine şetmeden bir adama şöyle demiş:
"--Eğer sözlerin yalan ve iftira ise, Allah seni mağfiret etsin... Eğer sözlerinde sàdık isen, yâni ben senin dediğin gibi kötü bir adam isem, Allah beni mağfiret etsin..."
Ne güzel cevap!
Muâviye RA, Gurabe isminde bir emire, kavminin halinden ve onları ne şekilde idare ettiğinden sormuş. O da cevâben şöyle demiş:
"--Câhillerini hilimle karşılar, isteyenlere istediklerini veririm ve onların hacetlerini görmeye ve bitirmeye çalışırım."
Bakınız reîsül-müfessirîn olan Hazret-i Abbas'ın oğluna biri sövmüş. O da mukàbeleten:
"--Bu adamın hacetlerini sorun da verelim!" demiş.
Bunun üzerine o zavallı başını önüne eğerek mahcûbiyet ve pişmanlıkla af dileyerek çekilip gitmiş.
Bakınız insanlık ne kadar güzel bir şey, eğer ona, söyledikleriyle mukàbele edilseydi, neticede kimbilir ne çirkin ve korkunç hadiseler çıkabilirdi.
Şu da bir başka canlı misâl:
Ümmetin efdali, Peygamber SAS Efendimizin kaynatası ve İslam milletinin ilk halifesi Hazret-i Ebû Bekir es-Sıddîk RA, Rasûlüllah SAS Hazretleriyle beraber oturdukları bir sırada bir adam gelip, Hazret-i Ebû Bekir RA'a karşı itâle-i lisanda bulundu. Bir müddet Hazret-i Ebû Bekir hiç sesini çıkarmadı. Fakat nihayet dayanamadı. Mukabeleye yeni başlamıştı ki, Hazret-i Fahr-i Kâinat SAS Efendimiz ayağa kalktı. Giderken, Hazret-i Ebû Bekir RA:
"--Ya Rasûlallah! O adam bana o çirkin sözleri söylerken oturup duruyordunuz. Şimdi ise ben mukabeleye başlayınca, neden kalkıp gidiyorsunuz?" demeleri üzerine, Efendimiz SAS Hazretleri:
"--Yâ Ebâ Bekir! O, size karşı sözlerini söylerken bir melek ona cevap veriyordu. Şimdi ise, siz hakkınızı müdafaaya kalkıp konuşunca; melek gitti, yerine şeytan geldi. Ben de meleğin olmadığı ve şeytanın bulunduğu yerde oturamam." buyurmuşlardır.
Ne kadar şâyan-ı dikkat değil mi?.. Her ne kadar bu gibi insanlara mukabele etmek, cevap vermek mümkünse de, --ki buna ruhsat da vardır-- efdal olanı susmaktır. "Câhile en güzel cevap sükûttur." demişlerdir. Susmak zillet değildir, zelil ancak zàlimlerdir.
Halil ibn-i Ahmed diyor ki:
"--Sana kötülük edene karşı iyilik yapıp ihsanda bulunmak, onunla senin aranızda bir perdedir ki, onun fenalığı sana tesir etmez ve onun pişman olmasına sebep olur. "
İnsan her ne kadar bu hilim sıfatı ile muttasıf değilse bile, zorla kendini halim yapmağa çalışması lâzımdır ki, dünya ve ahiret saadetine nâil olsun. Çünkü hilim ile, bir müddet sonra o kimsenin sana köle olacağına şüphen olmasın.
Şu beş haslet kimde olursa bütün güzel huyları kendisinde toplamış olur: Bunlardan birincisi hilim... İkincisi, kimseye eziyet etmemek... Üçüncüsü, kişiyi Allah'tan uzak eden kötü hareketlerden, işlerden, halâs etmek, kurtarmak... Dördüncüsü, bir kişinin nedâmete ve tevbeye dönmesine sebeb olmak... Beşincisi, zemden sonra medhe vesile olmak... Bunların hepsinin, şu dünya metaının birazını vermekle mümkün olmadığı dâimâ görülegelen şeylerdendir.
Vehb diyor ki:
"Merhamet edene merhamet olunacağı gibi, sükut edenler de selâmete erişirler. Câhilin dünyada nasibi nedâmettir. Şerre haris olanlar hiçbir zaman rahatlık ve selâmet bulamazlar. Mücadeleyi terk etmeyenler, dâimâ şetm olunurlar. Şerlerden kaçmayanlar da günahlardan kurtulamazlar. Şerleri kerih görenler ise korunurlar.
Allah-u Teàlâ'nın vasiyyetine uyanlar hıfz olunurlar. Allah'ın gazabından korkanlar, emin olurlar. Allah-u Teàlâ'nın velîsi olduğu kimseler, her türlü fenâlıklardan men olunurlar. Allah'tan istemeyenler, dâimâ fakir kalırlar. Allah'ın mekrinden emin olanlar, rezil, rüsvay olurlar. Allahu Teàlâ'ya sığınanlar da her zaman her yerde ve her işte zafere ulaşırlar. Ves-selâm..."
Bir adam Malik İbni Dinar (Rh.A)'e:
"--Sen benim için şöyle böyle söylemişsin?" deyince; o da:
"--Ne mümkün? Sen bana bu takdirde nefsimde daha ekremsin demektir. Eğer ben sana böyle bir şey söylediysem ,bütün hasenatımı sana hediye etmiş ve bağışlamış olurum." demiştir.
Bazı ulema buyurmuşlardır ki:
"Hilim, aklın en yüksek derecede kemâline işarettir."
Hele İsâ Aleyhisselâm'a, yahudilerden bir cemaat fenâ ve şer sözler söyledilerse de, o bunlara mukàbeleten hep hayır söylemiştir. Demişler ki:
"--Onlar sana ne diyorlar; sen de onlara ne söylüyorsun?"
Buyurmuşlar ki:
"--Herkes kendi hazinesinde ne varsa, onu harcar."
Görülüyor ki, kötü ve fenâ sözler sahibinin fenâlığına; iyi ve hayırlı sözler de, sahibinin iyiliğine alâmettir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki, bunlar hep imandan sonraki şeylerdir. Yoksa imansız olan bir kimsenin şöyle iyi ahlâkı, böyle iyi huyu var demek, cömertliğinden bahsetmek bizim sadedimizin dışındadır. Onlar ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, nihayet yerleri cehennemdir. Zîrâ imansızların yeri cehennemdir, ves-selâm.
"Hilim, her eleme şifadır." da denilmiş; içe de şifa dışa da şifâ...
Aziz kardeş! Şimdi senden benim ricâm şu: Bunları okudun ya, bakalım kendini bu terazi ile bir tart, ona göre hal ve hareketlerini güzelce ayarla! Doktor insanın kendisi olmadıkça, dışardan gelen doktorun tavsiyesinin ne kıymeti olur? İlaçları vaktinde almazsan, perhizlere ve tavsiyelere riayet etmezsen, doktor sana ne yapsın?..
Bu konuda İmam Şafiî'nin şu sözleri şâyân-ı dikkattir. Buyurmuşlar ki:
"--Kızılması lâzım gelen bir yerde kızmayan hımardır, yâni merkebdir. Razı olması istenen bir yerde razı olmayan, şeytandır."
Pek güzel bir sözdür. Günah ve ma'siyetlere göz yummak ve bunları müsamaha ile karşılamak elbette akıl kârı değildir.
Barışılması istendiği halde barışmamak da affolunmaz bir kabahattir. Burada aklıma bir hikâye geldi.
Vaktiyle firavunlardan biri hamamda yıkanırken, şeytan aleyhilla'ne ona kendisinin kim olduğunu sormuş. Firavun, hiç görmediği bir kimse olduğu için, "Bilmiyorum!" diye cevap vermiş. Şeytan:
"--Öyle ise sen nasıl tanrılık davası yapıyorsun; daha karşısındakini bilmiyorsun?" demiş.
Sonra da kendini takdim ile:
"--Acaba senden ve benden daha kötü bir kimse var mıdır? Sen tanrılık davası yapan firavun ben de, rahmet-i ilâhîyyeden kovulmuş bir şeytanım."
Yine cevabını kendisi şöyle vermiş:
"--Evet, senden ve benden daha fenâ ve kötü adam odur ki, kendisinden özür dileyip af isteyenin özrünü kabul etmez.
Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak cümlemizin kusur ve günahlarını affeyleyip, rıza-yı ilâhîsine muvafık amellere ve bu hilim sıfatıyla ahlâklanmak şerefine, sizleri de bizleri de muvaffak eylesin... Âmin...
Asıl hüner her şeyi yerli yerinde yapabilmektir. Bu da kuvvetli bir ilim ve mağlub olmaz nefislerle mümkündür. Azgın nefislerde her ne kadar ilim olsa da o kişi yine nefsinin esiri olmaktan kendini kurtaramaz. Onun için herkese ve bâhusus her ilim sahibine tasavvuf şarttır. Tasavvufsuz ilimler hebâen mensrdur. Zühd, takvâ, hilim, sabır ve sâir ahlâklar hep tasavvufun mahsûlüdür ves-selâm...