ORGANİZE ÇALIŞMALAR

Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Hamden kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultânih... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmiddîn...

Toplantımız Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rızasına uygun cereyan etsin... Hayırlı, uğurlu verimli olsun... Hepinize teşekkür ederiz, Allah hepinizden razı olsun...

İslâmî çalışmalarımızı şahsen götürmek mümkün... Zaten bir kısmı ister istemez şahsen yürür. Şahsın kendisiyle ilgilidir. Onun kendisine fiilen fert olarak Allah tarafından yükletilmiş, yöneltilmiş sorumluluğunun gereğidir. Herkes kendi şahsıyla ilgili, Allah'ın rızasını kazanma, iyi bir kul olma, hayatını hayırlı ve verimli çizgide geçirme çalışmasını yapacaktır. Dünyanın neresinde olursa olsun, hayatı boyunca hangi şart altında olursa olsun; hür olsa, esir olsa, sıhhatli olsa, hasta olsa, gurbette olsa, vatanında olsa, her hal ü kârda yapacağı şahsî görevleri vardır. Bunlar kitaplarda yazılı...

Biz de şimdiye kadarki kültürümüzle bunları içimize almış, sindirmiş kimseleriz. Namazlarımızı kılıyoruz, ibadetlerimizi yapıyoruz. Allah'ın günah olarak bize bildirmiş olduğu şeyleri yapmamağa çalışıyoruz. Hayırlı, sevaplı ve faydalı dediği şeyleri yapmağa çalışıyoruz.

Fakat, bir de çalışmalarımızın, görevlerimizin kollektif, toplu, ictimâî, beraber, birlikte yapılan cinsleri, çeşitleri var... Ya da, birlik ve beraberlik içinde olursak, daha büyük hayırlı sonuçlara ulaşabileceğimiz çalışmalar var...

Onun için, dinimiz bize birlik ve beraberlik içinde olmayı emretmiştir. Cemaat çok önemli bir husustur İslâm'da...

(Yedullàhi alel-cemâah.) Alllah'ın lütfu, inayeti, kudreti, rahmeti, yardımı, nusreti cemaate, birlik ve beraberlikte olan müslümanlara, mü'minlere teveccüh eder, yönelir.

Cemaat, birlik ve beraberlik, Allah'ın bir rahmeti tezahürüdür o topluluğa... Ayrılık, gayrılık, tefrika, çekişme, çatışma ve rekabet de azaptır. Hem fiilen kendisi, insanları rahatsız ettiği için azaptır; hem de Allah'ın bir azabının tezâhürüdür. Çünkü insan dünyada da, ahirette de tefrikanın cezâsını, zararını görür.

Onun için, dünyanın neresinde olursa olsun İslâmî şuura sahip olan insanlar birlik ve beraberlik içinde hareket ederler ve ellerinden geldikleri kadar, İslâmî hizmetleri toplu götürmeğe çalışırlar. Bu, İslâmın tabiatından kaynaklanan; Kur'anın emirlerinden, Rasûlüllah'ın sünnet-i seniyyesinden, hayatından, tavsiyelerinden kaynaklanan tabii bir durumdur.

Dinî bir endişeyle hareket etmeyen insan ve diğer canlı grupları da, tabiatının, hayatın, başarılarının gereği olarak yine birlik ve beraberlik içinde hareket ediyorlar ve o zaman büyük başarılar elde ediyorlar.

Şimdi biz dünya üzerinde, İslâm ülkelerinden bir şâyân-ı dikkat ülkeyiz, Türkiye olarak... Tarihî görevlerimiz dolayısıyla, hilâfetin bir ara bizde olması sebebiyle, dünya üzerindeki müslümanların hürmet ettiği, rağbet ettiği, sevdiği, saydığı bir topluluğuz. Dünyanın Malezya'sında, Pakistan'ında, Afganistan'ında, Afrika'sında hâlâ bizi o ruhtan, o tarihî görevden dolayı seven ve sayan insanlar var... İnsan yurtdışı seyahatlerine gittiği zaman, bunu görüyor.

Bîtaraf ölçülerle de ölçüp biçtiğimiz zaman, gelişmiş ve ön sıralarda rol alan bir İslâm devleti olarak görünüyoruz. İslâm devleti olarak sözü belki doğru değil; müslümanların yaşadığı, gelişme çizgisine yaklaşmış bir ülke olarak görünüyoruz.

Bir zamanlar Viyana, Bavyera, Romanya, Venedik hudutlarına kadardı; etkili olduğumuz, yönetimimiz altında olan alan... Afrika'nın yarısından fazlasıydı, bütün Ortadoğuydu. Karadeniz bize ait bir göl durumundaydı. Kafkasya ve Orta Asya bizimdi.

Bizim dışımızdaki hasım kuvvet olarak uzakdoğuda Çin vardı. Biz ona dayanmıştık mücadelelerimizin sonunda... Hindistan kıtasını halletmiştik. Hindistan kıtasında hâkim devlet kurmuştu müslümanlar... Çin'in de bir çok yerlerinde hâkim olmuşlardı.

Hâkim olamadıkları yerler var tarih boyunca... Avrupa'nın bir kısmına tamamen hakimiyetini genişletememiş. Osmanlı tarihi, Avrupa'yla bizim mücadele tarihimizdir. Amerika'ya uzanamamışız; Kuzey ve Güney Amerika uzak bir kıta olduğu için...

Fakat, bizden önceki nesillerin çok büyük acılar çekerek, mücadeleler yaparak canlarını mallarını fedâ etmelerine, şehid olmalarına, çalışmalarına rağmen tarihî durumumuz değişti. Topraklarımız çok büyük ölçüde elimizden çıktı. Bazı kardeşlerimiz yabancı bayrakların, idarelerin altında kaldılar. Bizimle beraber müslümanlar da dünya üzerinde çok acı günler yaşadılar, bizim çökmemizden sonra... Dünyanın her yerinde müslümanlar Osmanlı Devleti'nin çökmesiyle çok daha büyük acılar altında, zulümler altında kaldılar; katliamlara uğradılar, çok acılar çektiler.

Biz bu mücadelede çok büyük bir devletken, Trakya ve Anadolu elimizde bırakıldı. Osmalı'ya göre çok küçük bir parça... Fakat yine de bu küçük parça, diğer İslâm ülkeleriyle kıyas edilirse, önemli bir ülke... Biz burada acı günler geçirdik. İslâm olarak, müslüman olarak sıkıntılar çektik, baskılar altında kaldık... Şehidler verdik. Yıllar geçti, şu anda Türkiye iyi bir kondisyonu yakalamış durumda...

Meselâ, dünyanın süper ülkelerinden birisi olarak bildiğimiz Rusya'dan dün gelmiş bir arkadaşımızla konuştum: Tüm Rus ahalisi bize hayran... Bütün çarşılarında, pazarlarında --bir ara bizim çarşılarda, pazarlarda Amerikan mallarının satıldığı gibi-- Türk malları satılıyor. Tabii zenginliklerimizle, hem de üretimlerimizle oralara büyük etki yapan, etkisi olan bir devlet durumundayız.

Onlar o uzaya nasıl gitmişler, nasıl süper devlet olmuşlar anlaşılmaz ama; bizim durumumuz onlardan daha iyi... Süper bir devlet olan Rusya'dan daha iyi...

Ben Amerika'yı gördüm. Amerika'yı pek o kadar ahım şahım bulmadım şahsen... Kendimizi çok hor görüyorduk, küçük görüyorduk, üzülüyorduk.

İngiltere'de arkadaşlarımız var... Cardif'i, şurayı, burayı gördük. Eski, köhne şeyler durumunda...

Biz aşağı yukarı onlara yaklaşmış durumdayız. Malımızı dışarıya satıyoruz. Çok dinamik genç bir neslimiz var... Neslin yaş ortalaması olarak dünyanın çok genç devletlerinden birisiyiz. Ellibeş milyon bir nüfus var...

Avrupa ülkeleri nüfus bakımından artmıyor, çocuk yapmıyorlar. Bizde her ailenin dört beş çocuğu var... Hızla gelişme içindeyiz. Şu anda elli milyonuz. Bilmem kaç sene sonra yetmiş milyonuz. Ondan sonra bu hızla gidersek yüzelli milyonuz. Böyle bir durumumuz var...

Orta Asyada bulunan devletler bütün menfî gelişmelere rağmen yine bizimle işbirliği yapmak istiyor ve mecbur... Kardeşimiz çünkü... Ve muhtaç... Rusya'nın muhtaç olduğu gibi bize; ticârî bakımdan, bir çok mal bakımından... "Her türlü malı götürün, satılır. Bütün mağazalar boş!" diyorlar. Yok işte... Sosyalist devrim orada üretimi sağlayamamış. Bize muhtaçlar... Rusya da muhtaç, onun bünyesinden ayrılmış öteki devletler de muhtaç... İşbirliği yapmak durumundayız elbette...

Fakat, yakın tarihimizde çok yanlış adımlar atılmış ve bu adımlar atanlar da mânevî bakımdan cezâsını çekmiş durumda... Hiç ilgisi yokken, hiç gereği yokken, Avrupa ile bütünleşmeye kalkmışız. Asırlarca, yedi asır mücadele ettiğimiz insanlarla, onların onüçte biri --nüfusla oranlayacak olursak altıda biri-- durumunda, azınlıkta olarak onlara katılma kararını vermişiz, İmzalar atmışız. Onlar evet derlerse, onların bir parçası olacağız. Buradaki kendi inisiyatiflerimizi de kaybedeceğiz.

İsveç'ta tahsil görmüş bir kardeşimiz var diyor ki: "Hocam, ben İsveç'te Türkler'e, müslümanlara bakışı biliyorum." diyor. Ben de İngiltere'de, Almanya'da, Fransa'da nasıl baktıkların biliyorum. "Ruslar'ın bakışı bize daha yakın!" diyor. Hayret edilecek bir şey... Yâni ezeli düşman olarak bellemişiz; Amerika bize sanki dostmuş gibi, İngiltere bize daha dostmuş gibi... Yanlış bir görüntü bu... Rusya'nın yapısı dolayısıyla, o bize daha yakın... Bizim onunla daha çok işbirliği yapmamızda faydalar var, kârlar var... Belki o tarafa doğru bazı gelişmeler var...

Şimdi biz şu sıralarda, böyle bir aldatılmışlığın uykusundan uyanma ve dünyayı anlama durumundayız. "Pöff... Batıymış. Ne olacak, onun yaptığını ben de yaparım!" diyecek duruma yavaş yavaş gelmiş durumdayız. Ufak tefek farkları da, kısa bir zaman içinde telâfi edebiliriz.

Avrupa'nın bir takım devletlerinin Türkiye'de kompütür kullanımı, kompütür alışkanlığı ve kompütür kullanmayı bilen insanların sayısı, vs. si üzerinde endişeli araştırmalar yaptığını duydum. Korkuyorlar yâni... Çünkü kompütüre dayalı bir çalışma, Türkiye'nin güzel gelişmesi demektir.

Şimdi, bizim çok yetişmiş elemanlarımız var... Yurdışında doktora yapmış, orayı tanımış, püf noktalarını görmüş; adamların yaşayış tarzlarını, sosyal yapılarını, aile yapılarını görmüş olan insanlar var...

Bizim onlardan bir eksik yanımız yok... Biz bunların yanına gelebiliriz ve bunları geçebiliriz. Ama elimizdeki avantajları güzel kullanırsak, bunu yapabiliriz. Birlik ve beraberlik içinde çalışırsak, güzel yapabiliriz.

Bir de çevremizdeki tarihten gelme avantajları kullanırsak, daha büyük bir devlet olabiliriz. Almanya'nın bir ara ayrılmış olduğu topraklara sonradan kavuşması gibi... Hayal gibi olan bazı şeyler gerçekleşebiliyor. Bunu Almanya üzerinde gördük. Almanya'nın belki şu anda Yugoslavya üzerinde emelleri var... Doğu Avrupa üzerinde, belki Rusya üzerinde ve belki Türkiye üzerinde emelleri var... Bunları görüyoruz. Bir imparatorluk olma durumu...

Şimdi biz bir kere --etrafı dikkatle inceleyen meraklı insanlar olarak, bilmiyorum siz de aynı şeyi yakaladınız mı-- ötekilerden pek bir farkımız olmadığını, bir eksik yanımız olmadığını görüp sevinme durumundayız, elhamdü lillâh... Elimizdeki avantajların, ötekileri kıskandıracak kadar daha iyi olduğunu görüyoruz. Şimdiki kötü yönetimler, cahil insanlar, beceriksiz idareciler; bunların hepsi kabuktur, bunlar kurur gider. Ama biz kendi direksiyonumuzu elde ettiğimiz zaman, Ortadoğu'daki dengeler çok daha başka türlü olur. Orta Asya'daki, Ortadoğu'daki, Güney Doğu Asya'daki müslümanlarla bütünleşmemiz mümkün olabilir.

Galiba bizim bu potansiyelimizi ve dünyanın ileri yıllardaki durumlarını inceleyenler, bu tehlikeleri görüyorlar. Meselâ ben Avrupa'nın bazı mecmualarında yıllar önce gördüm. İleride batılı ülkelerin fakirleşeceği, şimdi fakir ve geri ülke sayılan İslâm ülkelerinin zengin ve ileri ülke durumuna geleceğine dair yazılar yazdıklarını, toplantılar yaptıklarını biliyorum. Arkadaşlarımız da okumuşlardır. Bu endişeler var...

Şartlar ve roller değişecek. Çünkü, onların kendilerin besleyecek zenginlikleri yok. Emin olun, topraklarında bitkilerini besleyecek toprak kalmamış. Her şeyleri tükenmiş. Bizim topraklarımız bâkir... İmkânlarımız bâkir... Madenlerimiz bâkir... Nereyi eşelesek ordan bir bir şey sağlayabiliriz.

Her şeyimizin de olduğu görüyoruz. Bitki örtüsü bakımından dünyanın en zengin çeşitlerine sahipmişiz. Hayvanlar bakımından şöyleymiş, madenler bakımından böyleymiş. Yeni yeni kendimizin "Vay be! Ben de neymişim!" diye farkına varıyoruz, ne olduğumuzun...

Fakat bu durumda daha önceki yanlış hareketlerden dolayı düşmüş olduğumuz bir ters pozisyonda, sıkıntı içindeyiz. Attığımız imzalardan, yapılmış yanlış anlaşmalardan, şimdiye kadarki eğitimin yanlış yönelimlerinden, uygulamalardan; memleketin hakiki evlatlarının düşman gibi görülüp, memleketi hakikaten batıracak ve bugünkü anarşiyi meydana getirecek şeylerin körüklenmesinden, meydana gelmiş bir ters durum var...

Bu sahip olduğumuz ecdat yâdigârı topraklara zarar verebilecek güçler, şu anda o kadar organize olmuş ki, bizim bir ara kaşımızı kaldıramadığımız, rüyamızda bile görmeğe cesaret edemeyeceğimiz şeyleri yapıyorlar orduya... Karakol basıyorlar, general öldürüyorlar... Bir şeyler oluyor. Kim yapıyor, nasıl yapıyor?.. Bir efsane yıkılıyor ve organize bir şeyler oluyor. Bunlar tabii, bir şeylerin işaretleri...

Bunları fısıltı halinde duyuyoruz; Doğu Anadolu'nun taksimi, Batı Anadolu'nun taksimi, Türkiye'nin parçalanması, bölünmesi... İkide birde yetkili ağızların, "Kimseye verilecek bir karış toprağımız yoktur!" dediklerini duyuyoruz. Tabii, hiç kimse kimseye toprak vermek istemez ama, çatır çatır alırlar. Yâni, olduğu zaman tedbirleri almazsan, vermek istemesen de çatır çatır kopartılıp alınıyor.

İşte meselâ, Bosna- Hersek devleti kuruldu. Birleşmiş Milletler'e kabul edildi, üye oldu. Ama ondan sonra Sırplar hücum ettiler, Hırvatlar hücum ettiler... Topraklarının, yâni hür bir devlet olduktan sonraki topraklarının büyük bir kısmını kaybederek, şu kadar vatandaşının hayatı yok olarak, bu kadar acı şeylerden sonra, hâlâ da harpler, hücumlar ve bombalamalar devam ediyor, acı bir kışa doğru gidiyorlar.

Şimdi, şu görülen olaylar, Türkiye'nin bu güzel pozisyonuna rağmen, çok büyük kötü emellerin de hedefi olduğunu çok net olarak gösteriyor.

Ermeni istiyor ki, Van'dan, Ermenistan'dan Hatay'a kadar, Akdeniz'e kadar uzanan topraklar onun oluversin!.. Hem petrol mıntıkasıdır. Amerika da destekliyor; çünkü, Amerika'da Ermeniler mevki, makam sahibi olmuşlar, yerleşmişler.

"Yunanlılar İstanbul'u alsınlar, patriklik merkezi olsun, bütün ortodoks aleminin Roma gibi bir merkezi olsun... Trakya elden çıksın... Batı Anadolu elden çıksın... Eğer öldürülmeden kalan biraz müslüman Türk varsa, onlar da Tuz Gölü'nün çevresinde tuzlu su içerek, bozkırlarda, güneşin altında, cılız topraklarda biraz buğday yetiştirerek onlar da yaşasınlar orda işte... Öbür taraflar başkasına verilsin!" gibi bir şey var...

Şimdi bu günlerde kurulan planlar nedir?.. Meselâ deniliyordu ki: "Ortadoğu'da hudutlar değişecek!" Senaryolar var, birtakım projeler var... Şunlar şöyle olacak, böyle olacak...

Bu günlerde kimlerin ne emeller peşinde koştuğunu, biz sadece gazetelerden, merakımızdan, bir kültürlü vatandaş, aydın vatandaş olarak bazı şeyleri merak ettiğimiz için biliyoruz. Bazı şeyleri tahmin ediyoruz, bazı şeyleri de yakıştırıyoruz. Bazılarını da hayalimizden boşlukları dolduruyoruz; "Şurası belli, burası belli; arası şöyle olabilir." gibi...

Tabii, aslında şu memleketin içinde bizim gibi düşünen insanların da kahir bir ekseriyette olduğunu bilelim.

Sivas'ta içki içecek doğru düzgün bir yer yokmuş... Aziz Nesin bundan yakınıyor. Yahu iki adımda bir meyhane var her yerde... Yok diye iddia ediyor, yalan söylüyor. Ondan sonra diyor: "Bu Sivas olaylarının müsebbibi ne valiliktir, ne belediyedir; şimdiye kadar ki bütün cumhuriyet hükümetleridir. Neden müslümanlara bu kadar hayat hakkı verdiler?.."

Sen demokratik zihniyetli misin, haydut musun, diktatör müsün, cânî misin, gaddar mısın?.. Devletler milletlere, elinde kamçı istediğini yaptırmaz ki!.. Böyle bir devlet şekli diktatörlük... Zâlim, despotik bir idare... Yâni onu özlüyor.

Devletler milletlerin hizmet araçlarıdır, hizmetindedir ve bugün kanun devleti bile ayıp sayılıyor. Hukuk devleti var... Kanunlar antidemokratik olabildiği için, kanunlarla idare edilmek bile bir meziyet değil... İnsan haklarına saygılı olmak zorunda her devlet... Kim oluyor ki küçücük bir yönetici azınlık çıkacak da, koca bir milleti te'dip edecek. Şunu yapma diyecek, bunu böyle yap diyecek... Sen kim oluyorsun ya?.. Ben milletim, ben istediğimi yaparım; defol git!.. Onu atarım, başkasını getiririm.

Bunu anlayamamış, koca bir solcu yazar... İnsan haklarından bahseden, solcuların şişirilmiş balonu, alçak!..

Şecaat arzederken merd-i kıptî, sirkatin söyler.

dediği gibi şairin... Ne kadar antidemokratik, despotik, gaddar, zâlim bir zihniyete sahip... Adamın eline selâhiyeti versen, Türkiye'deki nüfusu kesecek bir zihniyette olduğu anlaşılıyor. Bütün hükümetleri de kesmediği için suçluyor. Bütün hükümetler suçlu!.. Neden?.. Rahat içki içeceği bir meyhane yokmuş Sivas'ta...

Şimdi bu şartlar altında karşı taraf da son derece organize olmuş görünüyor. Bu organize olmayı çok net olarak, bugün artık gazeteler de yazıyorlar... Bazı bakanlıklar ellerinde... Bazı kadrolara adamların yerleştiriyorlar. Mecliste milletvekilleri var... Milletvekillerinin arkalarında, dağda silahlı gezen haydutları var... Öyle çetelerin çete temsilcileri meclise girmiş.

Adlî mekanizme sıhhatli çalışmıyor ve hiç bir şeye sahip değiliz, devlet sahip değil... Hiç bir şeyden de emin değiliz, nerde ne olacağı belli olmaz. İstanbul'a da anarşi oluyor, Ankara'da da oluyor. Hukukçular, cübbelerini giyip yürüdükleri zaman, en ters şeyleri söyleyebiliyorlar. İnsan haklarını çiğneyebiliyorlar, hukuku çiğneyebiliyorlar; slogonlarıyla, ve sâiresiyle... Aşırı silahlanma vs.

Bütün bunlar gösteriyor ki, şu memleketin sahibi olarak bizlerin, "Bunlar ne oluyor?" diye bir kere şaşırma duygusunu kaybetmeden, "Ne hakla oluyor, niçin oluyor?" diye, bu soruyu sormamız lâzım!.. Bizim kendimizin çok büyük kahir ekseriyette olduğumuzu bilerek, bu çirkin ve çirkef azınlığın söz hakkının olmadığını bilerek, onların yapmak istediği şeyleri engelleyerek, yapmamız gereken vazifeler ne ise onları yapmamız gerekiyor.

Tabii bunun için, organize olmak gerekiyor. Birlik ve beraberlik içinde olmak gerekiyor. Tek başına olduğu zaman insan bir şey yapamıyor. Ama, organize olduğu zaman, planla programlı çalıştığı zaman, halkın büyük reaksiyonu görüldüğü zaman kimse önünde duramıyor.

Netice itibariyle, halkın büyük reaksiyonları kanun oluyor, söz oluyor. Yâni bu böyle olacak deyince, o reaksiyonun önünde kimse duramıyor. "Peki peki!" diyorlar, geri adım atıyorlar. Geri adım atmaktan başka çaresi yok, çünkü selin önüne duvar yapılmaz; yıkıp geçer.

Şimdi biz, bu karışık devrede yapılacak görevlerimizin neler olduğunu düşünmek durumundayız. Faaliyetlerimizi birleştirmek durumundayız. İrdelemek durumundayız, kontrol etmek durumundayız. Şu memleket bize ecdadımızın yâdigârı olduğu için, bunu korumak durumundayız. Müslüman olduğumuz için, dünya üzerindeki bütün müslümanlara yardımcı olmak durumundayız. Kendimizi kurtardıktan sonra, başkalarına da yardım elimizi uzatmak durumundayız.

Bunun için tâlî imkânlarımızı harekete getirmemiz lâzım!.. Sosyal gücümüzü harekete getirmemiz lâzım!.. Ve Kur'ân-ı Kerim'in emrettiği şekilde:

(Veiddû lehüm mesteta'tüm min kuvvetin ve ribâtil hayli türhibûne bihî adüvvallahi ve adüvveküm) (Enfal: 60) ayet-i kerimesinde bildirdiği üzere, düşmanın bize suikastta bulunmasını, kötü düşünce, kötü emel beslemesini engeleyecek, onu korkutacak ve bize karşı ters bir hareket yapmasına mâni olacak tarzda kuvvetlenmemiz lâzım!..

Şimdi bakın, dışımızdaki dış kuvvetler o kadar organize ki, İslâm Alemi'nin gücü zayıflasın diye, Hindûları Bâbürşah Mescidi'ne saldırtıyor... Peygamber Efendimiz'in saçlarının, sakalının muhafaza edildiği Hazretbal Mescidi'ne tecâvüz ettirtiyor, mescidi yaktırtıyor, o emaneti çaldırtıyor... Yâni tahrik ile koca bir Hint kıtasının Hindû yığınlarını İslâm'ın karşısına getiriyor, koyuyor. Hristiyanları da tahrik ederek onları da müslümanların karşısına koyuyor. Yahudi zâten İslâm'ın düşmanı... Çin'i bir başka şekilde tahrik ederek, ordaki müslümanları onunla tehdit altına almağa çalışıyor. Her yerde bir organize düşmanlık var...

Buna mukabil de bizim, bir milyarın üstünde müslüman kardeşimiz var, dünya üzerinde... Biz de bir kuvvetiz, biz de en büyük kuvvetlerden biriyiz. Ama, potansiyelimizi kullanmıyoruz, bunu ortaya koymuş değiliz.

Şimdi biz meselâ, Türkiye'deki kiliselere bir şey yapmağa kalksak... Yapmayız; çünkü biz imanımıza göre, Peygamber Efendimiz'in tavsiyesine göre hareket ediyoruz. Yapmayız ama, herhangi bir şey yapacak olsak, Avrupa'daki kardeşlerimize, Avustralya'daki kardeşlerimize tavır derhal değişiyor. Meselâ Körfez Harbi sırasında Avustralya gibi İngiliz Milletler Topluluğu (CommonWealth) içindeki bir devlette, çarşıda pazarda başörtüsülü insanlara saldırmak, tecâvüz etmek olayları başladı. Almanya'da dazlakların hareketleri başladı. Amerika'da aynı şekilde homurdanmalar başladı.

Yani bu bir kollektif şuurdur. Müslümanların bir yerde onlara bir galebe çaldığını bildikleri zaman, en yakınlarında, güçlerinin yettiği yerde mukabele bilmisil yaptıkları için, kimse onlara dokunamıyor. Çünkü, hristiyanların kollektif şuurunu biliyor.

Ama, müslümanların böyle bir kollektif şuuru olmadığı için herkes saldırıyor. Hindistan'daki böyle camiye bir şey olmuş!.. Olsun... Türkiye'deki ellibeş milyon insan sabahtan akşama işine gücüne gidiyor; herhangi bir şey yapmıyor.

Bosna-Hersek'de şöyle olduğunun ertesi günü, "Ben de Türkiye'de şunu şunu yapıyorum... Ürdün'de bunu bunu yapıyorum... Suudî Arabistan'da şu oluyor... Mallarınızı boykot ediyoruz, almıyoruz!" desek, bir seri tedbir alsak; "Tamam tamam..." dedirtecek, pes dedirtecek adamlara... Böyle bir kollektif şuura sahip değiliz. Demek ki, potansiyelimizi kullanmıyoruz. Bu kadar avantajı bir başkası olsa, kullanırdı. Bu, organize olmamanın cezasıdır.

Hristiyan alemi papalık dolayısıyla, Yahudilik alemi siyonizm dolayısıyla, daha başka sosyal ve gizli organizasyonlarla, politik organizasyonlarla bu işleri sağlamaktadır.

............

Bir taraftan da dinimize karşı, müslüman kardeşlerimize karşı; ecdadımızın bize emanet bıraktığı toprakların korunması yönünde, müslüman kardeşlerimizin, müslüman kardeşlerimize hizmet götürmek, onların dertlerine çare olmak, merhem sürmek; onları horluktan, horlanmaktan, ezilmekten kurtarmak babında çalışmalar yapmamız gerekiyor.

Bütün bunları da, bir merkezin yapması lâzım!.. Bu bir organizasyon işi... Bunu hilâfet merkezi, o zamanın ulaşım ve haberleşme imkânları güç olmasına rağmen, az çok yapmış. Hilâfet müessesesi bu işi yapar. Yâni, bütün müslümanları Dünya üzerinde korumak, haklarını savunmak, tecâvüzleri müştereken savuşturmak gibi şeyleri...

Bu yapılamıyor. Pekâlâ müslümanların sözcülüğünü kim yapacak?.. Müslümanları dünya üzerinde kim müdafaa edecek?.. Menfaatlerini kim koruyacak. avukatlığını kim yapacak, bekçiliğini kim yapacak?.. Bu belli değil...

O kadar büyük alana dağılmayalım, Türkiye içinde biz de mağdur durumdayız şu sırada... Bir taraftan Süleyman Demirel konuşma yaptığı zaman, "Cenâb-ı Hakk'ın izniyle... Şehitler, gaziler... Kur'an, iman vs." derken; başbakan, "Bayrakla, ezanla bu meseleleri çözeceğiz." derken; öbür taraftan başörtülü hemşireler okula alınmıyor, imtihanlara sokulmuyor!.. Başörtülü avukat hukuku savunamıyor. Bu tıkanıkları çözememişiz.

Bu da bir organize olamamaktan kaynaklanıyor. Hakkımızdır. Bir kadın örtünmek istiyorsa, onun başını örtmesi hakkıdır. Hele bu inancından dolayı ise... Yâni, bir modadan dolayı da olabilir; meselâ, "Ben blue-jean giymek istiyorum!" diyebilir bir erkek ve bunun için diretebilir. Ama bir kadının başörtüsü, aynı zamanda imanı dolayısıyla oluyorsa; buna müslüman olsun olmasın bütün insanların, insan hakları yönünden destekçi olması lâzım. Demek ki, yurt içinde bile organize değiliz.

O halde organize çalışmalar, etkili çalışmalar yapmamız gerekiyor. Bunu bir başkası yapmıyor, Türkiye içindeki müslümanlar yapacak. Dünya üzerinde başka devletler yapamıyor; dünya üzerinde de Türkiye yapacak. Belki en ileri olduğu için, nüfusu kalabalık olduğu için...

Belki bizden daha iyileri vardır. Belki Pakistan daha iyidir. Ama, onun da halini uzatan görüyoruz. Onlar da iyi olsa, bizim de üzerimize düşen görevler var...

O bakımdan tahsilimize, görgümüze, bilgimize, imanımıza uygun seviyede ve klasta İslâmî hizmeti, birlik ve beraberlik içinde ortaya koymak zorundayız.

Hepimizin şahsî işi var, memuriyeti var, çalışması var, kazanç kapısı var... Ama müşterek çalışmalarımızın da olması lâzım!.. İmanımızın gereği olan kollektif bir İslâm dayanışmasının ortaya konulması lâzım!..

Gerek anarşik, adî, mal ve cana kasdeden çalışmaların karşısında birlik beraberlik içinde olmamız lâzım; gerek hukukî, politik, siyasî konularda birlik ve beraberlik içinde yapmamış gereken şeyleri yapmamız lâzım, yaptırımları kullanmamız lâzım!.. Bizim bu haklarımızı tanımayan insanlara karşı, yaptırımımızı kullanarak zorla onu bir çizgiye getirmemiz, pes ettirmemiz lâzım!..

Bunlar her zaman asker kullanarak, savaşla olmuyor. Zâten o durumda, o güçte kuvvette olmadığı için müslümanlar bu sıkıntıları çekiyor. Aciz kalabalıklar bile silahlı kalabalıkları, birlik ve beraberlik içinde oldukları zaman yenebiliyorlar. Hindistan'da meselâ, İngilizlere karşı Gandi'nin silahsız direnişiyle bir takım şeyler elde etmesi gibi, sonunda bir şeyler elde edilebiliyor.

O bakımdan, şimdi biz Türkiye'da acil, çok ciddî, yeni bir hizmet ve çalışma anlayışı içine girmemiz gerektiğini düşünerek; şu elimizde imkân olan, fırsat olan günleri en verimli tarzda, en güzel tedbirleri alacak tarzda değerlendirip, sonradan, o vakitleri boş geçirmişiz diye pişman olmayalım!..

Bu gezileri böyle yapıyoruz. Kardeşlerimizi toplayıp meseleleri anlatıyoruz. İslâmî çalışmalarda neler yaptıklarını dinliyoruz kendilerinden... "Bundan sonra neler yapılabilir, neler yapmalıyız?" diye istişarede bulunuyoruz.

Bu toplantıları başka illerde yaptık, şimdi Ankara'ya geldi sıra.... Ankara'da bizim camiamız içinde çeşitli kardeşlerimiz var... Bizim camiamızın dışında da çalışan pek çok müslüman kardeşlerimiz var, gruplar var... Allah, ihlâsla çalışanlara gayret kuvvet versin, yardımcı olsun...

Bizim camiamız olarak, potansiyelimiz var... Ben bizim potansiyelimizi çok az kullandığımız kanaatindeyim. Yüzde birler gibi, yüzde ikiler gibi...

Ankara'da neler yapıyorsunuz, ne safhadasınız?.. Mali durumunuz nedir, daha başka durumlar nedir?.. Bundan sonra ne yapılabilir?.. Bugün onları konuşalım diye şöyle sizleri görmek istedik, aranıza katıldık. Bundan sonra söz sizin!..

3 Kasım 1993 - ANKARA