Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

ÇOK MÜKEMMEL ÇALIŞMALIYIZ!

Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne, bize bahşettiği sayısız nimetlerin şükrânesi olarak hamd ü senâlar ederim... Onun Habîb-i Edîb'i, rehberimiz, önderimiz, peygamberimiz Muhammed-i Mustafa'sına salât ü selâm, tahiyyat ve ihtiramlarımı arz eylerim...

Hepiniz hoş geldiniz, anne baba bir can kardeşi gibi yakın kardeşlerim!.. Her biriniz muhtelif illerde ve beldelerde camiamızın bir uzvu olarak, mânevî vücudumuzun bir parçası olarak çalışma yapıyorsunuz. Sa'yiniz meşkûr olsun... Allah-u Teâlâ Hazretleri sa'yinizin cümlesini kabul eylesin, cümlenizi rızâsına vâsıl eylesin...

Asıl amacımız Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rızâsına nâil olabilmektir. En büyük gaye, hedef, çalışmalarımızın kaynağı, temeli budur.

Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rızasını kazanmanın, Rasûl-i Edîbi Muhammed-i Mustafâ'sının şefaatina nâil olmanın, sevgisini teveccühünü kazanmanın yolunun Dîn-i Mübîn-i İslâm'a ve onun müntesibi olan müslüman kardeşlerimize hizmet etmek olduğunu biliyoruz. Hizmeti kendimize şeref addediyoruz, baş tâcı addediyoruz. Hizmeti nasıl yapabiliriz diye çeşitleri üzerinde gücümüzün yettiğince, aklımızın erdiğince, kültürümüzün, tecrübemizin, müktesebâtımızın bize gösterdiği istikamette, belki karınca kararınca bir şeyler yapmağa gayret ediyoruz.

Biliyoruz ki, Allah-u Teâlâ Hazretleri dinine hizmet etmeyi bize en büyük görev olarak vermiştir. Biz yeryüzünde bir hizmeti görmek için görevlendirilmiş bir ümmetiz.

(Küntüm hayra ümmetin uhricet linnâsi te'murûne bil ma'rûfi ve tenhevne anil münker.) Bu kâinatın nizamı, düzeni bizden sorulur diye düşünüyoruz, sorumluluk hissediyoruz. Düzene sokmağa çalışıyoruz. Düzensizliğin de karşısında var gücümüzle mücadele vermek istiyoruz. Tek tek hepimizin kalbi böyle bir şevk ile atmakta, içimizde böyle bir ateş yanmakta...

Benî Adem, hemcinsimiz diğer insanlar, başka dinlerin mensupları, başka milletlerin mensupları, bu idrake erememiş insanlar bilmeden, cahilliklerinden ve gafilliklerinden Allah'ın razı olduğu olduğu din olan İslâm'la mücadele ediyorlar, Allah'ın hükmüne karşı geliyorlar ve asi oluyorlar. İşin acı tarafı, enteresan tarafı maddî imkân, âlet ve edevat yönünden de bizden ileride bulunuyorlar. Hem Allah'ın düşmanı, dolayısıyla Allah'ın kulluğunu yapmağa çalışmak durumunda olan bizlerin amansız can düşmanı, hasmı oluyorlar. O pozisyondalar...

Biz de Allah'ın dostuyuz, Allah'ın dostu olmağa çalışan insanlarız... Allah'ın sevdiği taraftayız, sevdiği zümreyiz... Bir hizmetle de görevliyiz. Fakat biz onlardan alet ve edevat, imkân ve müktesebat, disiplin ve çalışma bakımından maalesef daha geriyiz.

Düşünün ki bir kralın, bir kraliçenin, bir hükümdarın, bir melikin hassa ordusu mensuplarının kıyafetleri bile başka türlüdür. Çok seçme insanlardan teşekkül eder. Boyları posları ölçülüdür. Her birisi fidan gibidir, dağ gibidir, levent gibidir. Giyimleri kuşamları farklıdır, sırmalıdır. Silahları olağanüstüdür. Çünkü, şerefli bir yere özel yakınlığı vardır onların...

O bakımdan bakarsınız, "Kralın adamı!.. Sarayın adamı!.." deyince, kapalı kapılar açılır ve herkes kendilerine saygı duyar. Kendileri de çok meziyetli insanlardır.

E biz kâinatın sahibinin kullarıyız, onun askerleriyiz, onun hassa ordusuyuz. Bize de yakışan, her yönden boylu poslu, levent gibi, sırmalı, maddî mânevî bakımdan techizatlı, yakışıklı ve yetenekli ve meziyetli olmaktır. Bize yakışan budur. Fakat, maalesef biz, görevimizin şerefiyle mütenâsib olduğu şekilde İslâm'a sarılamamışız, görevimize sarılamamışız.

Dünyanın bir çok yerlerinde müslüman kardeşlerimiz var... Kardeşimiz olduğu için seviyoruz. Mü'min olduğu için mutlaka kâfirden daha öndedir, daha kıymetlidir. Çünkü fakir de olsa, onun imandan dolayı bir meziyeti vardır, bir şerefi vardır. Ama cahillik, geri kalmışlık, sonuçta İslâmî mânâda da onların istenilen seviyede olmaktan aşağıda kalmasına sebep oluyor. Acı olan taraf budur.

Hem Allah'ın dostu, hem de bir sürü kusuru var... Hem Allah ordusunun mensubu, hem de bir sürü tenkid edilecek tarafı var... Hem böyle çok şerefli bir görevle taltif edilmiş, yüceltilmiş insanlar; hem de kendi şahsî kusurları, tembellikleri ve kabahatleri dolayısıyla alçalmış bir kadro... Bu çok garip bir tezattır. Bizim bundan çok rahatsız olmamız lâzım, üzülmemiz lâzım!.. Mensub olduğumuz kapıya ar olmamamız lâzım!.. Gölge düşürmememiz lâzım!..

Mükemmel çalışmalıyız, çok mükemmel çalışmalıyız!..

Müslüman deyince, Allah'ın eri, Allah'ın askeri, Allah'ın sevdiği zümrenin mensubu deyince, parmakla gösterilen, her yönden beğenilen insanlar olmamız gerekirdi. Ama bu durumda değiliz.

Belki Türkiye'deki müslümanlar, başka yerdeki müslümanlardan bazı bakımlardan daha ileridir ama, biz de Türkiye'yi biliyoruz. Türkiye'yi siz biliyorsunuz. Türkiye'yi, muhtelif illeri siz temsil ediyorsunuz. İçinden çıkıp geldiniz ve oranın eşrafını, âyanını, müttaki kullarını, salihlerini, abidlerini, zahidlerini biliyorsunuz. Ben bizim seviyemizi, mensub olduğumuz dergâh-ı ilâhînin şerefiyle mütenâsib görmüyorum... Çalışmalarımızı kifayetli görmüyorum... Gayretlerimizi kifayetli görmüyorum... Zahmetlerimizi, masraflarımızı kifayetli görmüyorum.

Fevkalâde üzülmemiz ve fevkalâde utanmamız lâzım ki, bir yüce dergâhın mensublarıyız ama, o yüce dergâha hizmetimizi güzel yapamıyoruz. Allah bizi affeylesin... Mağfiret eylesin... Bizi takviye eylesin... Bizde sevmediği ne gibi hal, huy ve sıfat varsa bizi onlardan uzak eylesin, pâk eylesin... Baîd ve berî eylesin... Bizi sevdiği sıfatlara sahip hassa ordusunun has kulları eylesin... Has kapıkulu olmayı nasib eylesin diye dua ediyorum.

Tabii biz mehmâ imkân, imkân olduğu kadar, gücümüz yettiğince, takatimizle sınırlıyız. Tâkâtimizden daha yüksek bir şeyi Mevlâ bizden taleb etmiyor ama, kapasitemizin altında çalıştığımız için utanmamız lâzım!.. Çünkü bizim kapasitemiz, şu mevcut durum değildir. Bizim kapasitemiz çok daha yüksektir. Biz kâinata nizam vermeğe potansiyel olarak gücü yetecek bir topluluğuz.

Dünya üzerindeki her beş kişiden bir tanesi müslüman... Dünyanın en güzel yerlerine sahip ve dünyanın en stratejik mallarına, madenlerine, petrolüne sahip... Jeopolitik yönden fevkalâde güzel konumda... Tarih yönünden fevkalâde iyi örnekler sergilemiş bir mâzisi var... Bu bir kişinin öteki dört kişiye yol göstermesi mümkün... Öteki dört kişiden bir tanesi de zâten ehl-i kitabdır, hristiyanlardır.

Hristiyanları biz Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin Kur'an-ı Kerim'de emrettiği şekilde, tavsiye ettiği şekilde;

(Yâ ehlel kitâbi teâlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beyneküm) "Ey ehl-i kitâb, gelin aramızdaki müşterek olan inanca, aynı kelimeye, aynı ideale, aynı söze... (en lâ na'büde illallah) Allah'tan gayriye tapınmamak; (velâ yettahıze ba'dunâ ba'dan erbâben min dûnillâh) Allah'ı bırakıp da aramızdaki beşer olan, bizim gibi olan birisini tanrı edinmemek konusunda karara varalım, sonuca ulaşalım!.. Yanlışı bırakalım, aynı noktaya gelelim!" diye bizim onlara bir iman teklifi, hatasından dönme teklifi yapmamız gerektiği emrediliyor ayet-i kerimede...

Fakat, onu yapmamışız. Yapabilsek, zâten dünyanın en medenî, en azgın, en vurucu kırıcı silâhına vesâiresine sahip olan grup onlar... Yâni, cihana hakim olacağız. Fakat, biz bu çalışmaları yapmamışız. Aksiyonu bir ara durdurmuşuz. İpin üstünde yürüyen canbazın, hareket durunca aşağı düştüğü gibi, binbir zorluklar içinde hareketi, aksiyonu durduğumuz için de, aşağı düşmüşüz, kaybetmişiz.

Halbuki, İslâm'a dâvetin, Allah'ın dinine hizmetin hiç aksamadan, hayatımızın en önemli işi olarak, bizden önceki nesillerde de devam etmesi gerekirdi. Bu aksama olduğu için ve hedefler şaşırıldığı için, idealler bırakıldığı için, ideallere bağlılıklar gevşediği için, biz aşağı düşmüşüzdür. Yâni, bizim kusurumuzun cezâsıdır bugünkü durumumuz...

Biz bunu da idrak ediyoruz. Sebep olanlara Allah hesabını soracaktır. Hüsnü niyetle hareket edenlerin Allah taksiratını affeylesin... Hüsnü niyetle mücadele verip, Allah'ın dinine hizmet etmeye o şartlar altında da devam edenlere, Allah büyük mükâfatlar versin...

Devir gelmiş geçmiş, bizim üzerimize nöbet gelmiştir. Bizim şimdi omuzumuzda Allah'ın dinine en güzel hizmet etme görevimiz vardır. Allah'ın huzuruna yüzümüz ak, alnımızın açık olduğu bir şekilde, vicdânen müsterih olarak; elinden geleni yapmış, tâkatinin sonunu, a'zâmisini, kapasitesinin tamamını kullanmış olarak gitmemiz lâzım!.. Rabbimize mazeretimizin olması lâzım!.. "Yâ Rabbi, elimden geldiğince çalıştım." diyebilmemiz lâzım!.. "Sen bana hayat verdiğin müddetçe, senin emirlerini yaymağa, senin dinine hizmet etmeğe gayret ettim." dememiz lâzım!..

Bu zamanın müslümanlarında böyle düşünülmüyor. Herkes yaşamayı gaye edinmiş; yaşamanın içinde İslâm'a da bağlılığı var... Yâni, hayatın gayesi ve ana hedefi İslâm'a hizmet değil; yaşamak esas ve o yaşamının, mesleğinin gerektirdiği işleri yapmak esas... Onun arasında da mesâinin dışında olduğu zaman veya tekaüd olduğu zaman, İslâmla bağlantısı olabilir bir insanın... Ancak İslâm oralarda uygulanabilir gibi bir sakat zihniyet içinde müslümanlar.... Yâni İslâm'ı, İslâm dinini bir garnitür gibi, bir aksesuar gibi düşünüyorlar; ana mesele olarak düşünmüyor müslümanlar... Hayatları, geceleri, gündüzleri, akılları, fikirleri İslâm'a hizmet yönünde değil...

Bu büyük bir kusurdur, yanlıştır. Sahabe-i Kirâm'ın hayatıyla taban tabana zıttır. Sahabe-i Kirâm'ın hiç birinin zihniyeti böyle değildi. Onların mesleklerinin bazılarını biliyoruz, çoğunun ne yaptığını bilmiyoruz bile... Ama hepsini biliyoruz ki, Allah'ın dinini yaymak için dünyanın her tarafına dağılmışlardır. Kimisinin Semerkand'da kabri vardır, kimisinin İstanbul'da kabri vardır... Kimisinin Mısır'da, Tunus'ta kabri vardır... Kimisinin Kıbrıs'ta, Anadolu'da, Kafkaslar'da kabri vardır. Dünyanın her yerine yayılmış ve vazifelerini yapmışlardır.

Bu vazifeleri şimdi biz yapma durumundayız ve elhamdü lillâh maddî planda kendimizi incelediğimiz zaman meslekler yönünden, tenevvür yönünden, kültür yönünden yüksek bir seviyede olduğumuzu görüyoruz. Profesörlerimiz var, mütehassıslarımız var, uzmanlarımız var... Mühendislerimiz var, doktorlarımız var, sosyologlarımız var, yazarlarımız var... Çeşitli meziyette insanlar var... Bu insanlar büyük bir değerdir, büyük bir kıymettir ve büyük bir potansiyeldir.

Biz bu potansiyelin kıyısından köşesinden yüzde nisbeti çok düşük bir kısmını, %3 - %5'lik bir kısmını kullanıyoruz. Allah'ın dinine hizmet etmekte bir grup olarak bir şeyler yapmağa çalışıyoruz.

Görüyoruz ki insan, "Sadece camide namaz kılacağım, ibadet edeceğim, oruç tutacağım..." diye düşündüğü zaman, düşman onu o noktada bile bırakmıyor. Sonunda camisini de kapatıyor, oruç da tutmasını engelliyor, başını da örtmesini engelliyor... Namaz kılmasına da mâni oluyor, Kur'an'ı da parçalıyor... Şahsî ibadetleri yapmasına da mâni oluyor. Demek ki, bir noktada durduğun zaman, karşı taraf seni o noktada tutmuyor, daha da geriye düşürüyor, daha da aşağı batırıyor. Tabii, İslâm sadece namaz kılmak, oruç tutmak olmadığından, böyle duruma düşüyor insan...

İslâm'ın özünde, aslında her şeye hakim olmak, her şeyden kendisini sorumlu hissetmek ve o gayretle çalışmak olduğundan; bizim aslında kâfire, "Niye sen bu küfre devam ediyorsun?"; zâlime, "Sen bu zulmü niye yapıyorsun?"; haksıza, "Sen bu haksızlığı niye bırakmadın?" diye karşısına çıkabilecek bir güç oluşturmamız gerekiyor.

Bunun bir adımı kültürel sahada atılmış bulunuyor. Biz diyoruz ki: "İnsanların İslâm'ı iyi tanıması, Kur'an'ın tam ehli olması, sünnet-i seniyye-i nebeviyyeyi tam okuyup anlaması halinde problemler çözülecektir. Çünkü o zaman, insan has müslüman oluyor, hakîkî müslüman oluyor. Has ve hakîkî müslümana da Allah hem mânen yardım ediyor, hem de o müslüman ne yapması gerektiğini çok güzel tesbit ediyor. Detayla uğraşmıyor, ana noktaları yakalıyor, hedefin tam ortasından vuruyor ve başarı kazanıyor.

Misâl, Sahabe-i Kirâm... Misâl, takvâ ehli insanların İslâm toplumlarına hakim oldukları zamanlardaki büyük başarılar... Büyük aksiyonlar, büyük fetihler... İmkânlar, vasıtalar çok kuvvetli olmayabiliyor. Meselâ; Osmanlı buraya bir aşiret olarak gelmiş olabiliyor... Anadolu'ya ecdadımız Orta Asya'dan kabileler halinde gelmiş olabiliyor ama, imanın kuvvetiyle çok büyük başarılar elde etmiş oluyorlar.

Sahabe-i Kiram da belki kendileri ihtisas ve meslek yönünden hiç bir mektep görmüş değiller ama, Kur'an-ı Kerim'e iyi sarıldıkları için, Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine iyi sarıldıkları için, üç kıtaya hakim oldular ve İslâm'ı çok kısa bir zamanda muazzam hudutlara kadar yaydılar.

Şimdi bu kültürel boyutu sağlamak için, bu zemini sağlamlaştırmak için, bu kaynağı harekete geçirmek için, mutlaka hepimizin İslâm'ı çok iyi öğrenmesi lâzım!.. İlimlerin her çeşidini fevkalâde güzel bir tarzda öğrenmesi lâzım ve sahasında bütün diğer insanları yenecek kadar, yüksek ve kaliteli yetişmesi lâzım!..

Benim kardeşim mühendis ise, ondan daha ilerde bir hristiyanın bulunmasına; bir gayrimüslimin, Japon'un, Çinli'nin, Hintli'nin, Rus'un bulunmasına asla müsaade etmemeli!.. Neden?.. Çünkü, ben müslümanım! En ön noktada olmak ve burcun tepesine bayrağı dikilmek, İslâm'ın hakkıdır diye düşünmesi lâzım!..

Onun için ben kardeşlerimin hepsini, mümkün olduğu kadar ihtisasa, mümkün olduğu kadar akademik hayat dediğimiz ilim sahasına kaydırmağa çalışıyorum. Bana kim gelip de danışmada bulunursa, kardeşlerimin mutlaka sahasında en yüksek seviyeye ulaşmalarını sağlayacak yolu göstermeğe çalışıyorum. Profesör olmasını, ilim adamı olmasını, mütehassıs olmasını tavsiye ediyorum.

İlmin her çeşidi, müslüman için gereklidir. Her çeşidinin mensubunun Allah'ın sevgili kulu olması mümkündür. Bir doktor evliyâ olabilir, bir mühendis evliyâ olabilir, bir eczâcı evliyâ olabilir, bir kimyâger evliyâ olabilir, bir ziraat mühendisi bir eczâcı evliyâ olabilir, bir veteriner bir eczâcı evliyâ olabilir... Neden?.. Kendi mesleğiyle Allah'ın dinine ve müslümanlara hizmet eder, o yoldan kazanır ecr ü sevâbı...

Mü'minlerin hizmetinde olan, onların ihtiyaçlarını gideren, İslâm'a hizmet eden iki cihanda aziz olur, o mertebeyi bulur.

Onun için, ilmin her çeşidine büyük önem veriyoruz. İlim, Kültür ve Sanat Vakfı'mız bu amaçla kurulmuştur. Bunu en yüksek seviyede, maddî imkânlarımız nisbetinde gerçekleştirmek istiyoruz. İmkânlarımız çok olsa çok yapacağız. Ama, olmadığı için hayalimizin çok altında bir seviyede çalışma yapıyoruz. Fakat, amacımız güzeldir, doğrudur.

İlme aşıkız, ilmin İslâm'a güzel hizmet edeceğini biliyoruz. Sanata aşıkız, güzelliğin meftûnuyuz. Çünkü, güzelliği Allah-u Teâlâ Hazretleri yaratmıştır ve her şeyin güzel olmasını Allah-u Teâlâ Hazretleri istiyor.

Kültürümüzün bütün dünyaya yayılması gerektiğini biliyoruz. Bu pis, yabancı ve yalancı kültürlerin, sahtekâr, şeytanî kültürlerin yeryüzünden silinmesi lâzım!.. Bu hunhar, gaddar va zâlim insanların, bu pis gönüllerini, şahsiyetlerini ortaya çıkaran kaynakların, pis bataklıkların kurutulması lâzım!.. Onun için kültürün, İslâm kültürünün çok önemli olduğunu biliyoruz.

Kültür, gözle görülmeyen, elle tutulmayan, müşahhas olmayan mânevî bir değerdir. Tabii böyle elle tutulmadığı için, gözle görülmediği için, ilmin önemini, san'atın önemini, yüksek ihtisasın önemini ancak yüksek şahsiyetler anlayabilir. Yüksek olmayan şahsiyetler inkâr eder; "Ben gözümün gördüğüne inanırım, elimin tuttuğuna inanırım!" der, aşağı seviyede kalır.

Biz İslâm'ın kültür yoluyla büyük darbeler yediğini, ilimdeki ilerlemeleri yüzünden Avrupalıların müslümanlara büyük zararlar verebildiklerini biliyoruz. Coğrafî keşifler yüzünden dünyanın bizim hakkımız olan nice yerlerine, hattâ bizim kardeşlerimizin meskûn olduğu birçok yerlere --Afrika gibi-- sahib olduğunu ve ordaki kardeşlerimize kan kusturduğunu; onları esir aldığını, kendi ülkelerine götürdüğünü, köpek diyerek esir olarak tarlalarda çalıştırdığını, kamçılar altında inlettiğini biliyoruz. Bunun sebebinin bilimsel yönden geri kalmakta, kültürel yönden geri kalmakta, birbirimizden haberdar olmamakta olduğunu biliyoruz.

Coğrafî keşifleri biz yapsaydık, Avustralya'yı biz bulsaydık, Güney Amerika'ya biz yayılsaydık; Batı'yı zenginleştiren, Osmanlı'nın karşısındaki devamlı gerilemesinden, yenilmesinden onu kurtaran, kendisi takviye eden imkânları, Amerika'yı vesâireyi biz bulsaydık tabii durum çok daha farklı olabilirdi.

Onun için kültürel yönden, bilgi yönünden, sanat yönünden, teknoloji yönünden geriliğin İslâm'a zarar verdiğini bildiğimiz için onlara sarılıyoruz. O gerilik sonunda İslâm'a büyük zarar verdiğinden, İslâm'a büyük fayda sağlamak için onlara sarılmak geretğini biliyoruz.

Onun için aramızda bu saydığım şerefli, güzel mesleklere sahip çok kardeşlerimiz var... Mühendis, doktor, vs. kıymetli mesleklere sahip kimseler var... Çünkü, bu yollarla İslâm'a çok daha büyük hizmetler edebiliriz. Bunları bilmeyen insanların hizmet edemeyeceğini düşünüyoruz.

Bizi şimdi Afrika'daki bir ülkeye (Sudan'a) çağırıyorlar gideceğiz; yanımızda teknik eleman götürüyoruz. Yâni, bir ülkenin gelişmesi ve kalkınması konusunda neler yapılması gerektiğini bilen insanları götürüyoruz ki, onlara bir fayda sağlanabilsin.

Bu bir kültür savaşıdır diyoruz. Din savaşının bir sonucudur. Bize dinî yönden buğzeden, kızan; Allah'ın Peygamberiyle harb halinde olan insanlar bizi o sahada yenemedikleri için, kültürel sahada bize darbe vuruyorlar. Biz de onların silahlarıyla silahlanıp, o kişilerin karşısına kültürel yönden kuvvetli olarak çıkmak zorundayız.

Onları kurtarmak durumundayız, onları imana getirmek durumundayız. Bizim ilim, kültür ve teknolojik çalışmalarımız aslında cihana İslâm'ın yayılması ve gayrimüslimlerin müslüman olması, imana gelmesi içindir. O bakımdan buna da büyük önem veriyoruz.

Bütün bunları imkânlarımız nisbetinde yapıyoruz dedim. İmkânlarımız elvermediği zaman, iki elimizi iki tarafa açıyoruz, boynumuzu büküyoruz, "Ne yapalım, para yok, bu kadar yapabiliyoruz!" diyoruz. Para bizi bağlıyor. Finans imkânsızlıkları, finansman kaynaklarının olmaması veya finans kaynaklarını işler hale getiremememiz, bulamamız, teşkil edemememiz, veya bu işleri sağlayacak fedâkârlığı yapamamamız dolayısıyla, sonunda iş ekonomik yönden zayıflıktan doğuyor gibi görünüyor.

Aslında, o da yine imanın bir zaafıdır ki, insanın canını vermesi gereken dinine, malını vermesi haydi haydi daha kolayken, biz müslümanlar, bir milyar müslüman nice bakımdan fevkalâde zengin iken; --petrol ülkeleri gibi, Kuveyt gibi, Suudi Arabistan gibi, Brunei Sultanlığı gibi-- o paralar bile bizim bankalarımızda dursa, bizim finans kurumlarımızda dursa bize fayda sağlayacakken; bunu bile yapmadıklarından, kusur yine iman zaafındandır. Yâni, bizim ekonomik yönden zayıf olmamız da yine imandaki zaafımızdandır.

İmanımız kuvvetli olsaydı, bu millet gemilerinin yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden yapabilirdi. Yapabiliriz, hâlâ yapabiliriz. Hâlâ elimizde o potansiyel vardır. Amma, malî imkânlarımızı Allah'ın dinine yönlendirmediğimiz için, Allah'ın yoluna vermediğimiz için, çalışmalarımız gecikmeli olarak yapılıyor. Düşük kapasiteli olarak yapılıyor. Biz bir yılda on adım atarken, karşımızdaki bin adım atıyor. Dokuzyüz doksan adım bizden daha ileriye gidiyor. Çünkü biz yatırımı az yapıyoruz.

Geçtiğimiz yıllarda, burada heyecanla bir şirket kurduk. Herkes şu kadar para vereceğim, bu kadar vereceğim diye taahhütte bulundu. O taahhütleri yerine getirmedikleri için şirketlerin kuruluşunda büyük zorluklar çektik. Gittik finansal kiralama ile, bir yerlere borçlanarak işlerimizi yapmak zorunda kaldık. Ya taahhüt etme, ya ettiğin taahhüdü yerine getir!..

Haftalık dergi çıkartacağız dedik, Adapazarı'nda toplantı yaptık; çeşitli vaadler oldu. Ben o vaadimi ödedim. Ben o zamana göre yüksek bir vaadde bulunmuştum. Kendi şahsî imkânımla ben o taahhüdümü ödedim. Bu işi takib eden arkadaşlar çıksınlar, söylesinler! Ama bir çok kimse ödemediği için, biz haftalık dergiyi çıkartamadık.

Ama buna mukabil, Akbük'te yaptığımız toplantıda bir televizyon şirketi kuralım diye coşkulu bir şekilde işe başladığımız için, büyük rakamlarla bir radyo-televizyon şirketi kuralım diye adım attığımızdan, büyük rakamlarla işe başlandığından, bir radyo yayınımız şimdi vardır. Ama orda da taahhütler zamanında tam yerine getirilmediğinden televizyona geçememişizdir ama, radyoyu gerçekleştirmişizdir. Hiç olmazsa asgarî seviyede bir katılım olduğundan, bir atılım yapılmıştır.

Netice itibariyle, bizim finansal geriliğimiz de dinî geriliğimizden kaynaklanıyor. Bunu da size arzetmek istiyorum.

Eğer biz Türkiye müslümanları olarak; veyahut onları bırakalım, kendi dergâhımız olarak, İskenderpaşa camiası olarak, elimizdeki bize lâzım olmayan fazla imkânları dinimizin emrine, tekkemizin emrine verebilseydik... Hattâ biz öyle teklifler yapıyoruz ki, diyoruz: "Falanca yerde okul var... Bu okul çalıştığı zaman dinimize hizmet edecek, kültürümüze hizmet edecek ve para da kazanacak. Biz sizden bağış da istemiyoruz. Gelin buna ortak olun, kârı sizin olsun!" diyoruz. O zaman bile gelmiyor kardeşimiz. Para kendisinin olacak... Okul çalıştığı zaman, kârı da yine kendisine gidecek bir yatırım olacak netice itibariyle...

Bu benim bir sitemimdir. Arkadaşlarımıza bir sitemdir bu... Maalesef elindeki imkânları, vaad ettikleri yerlere bile vermekte gecikmiştir arkadaşlarımız...

Bazı kimseler taahhütlerini vaad ettikleri üzere fevkalâde güzel yerine getirmiş oluyorlar. Herkes yapsa, aksiyonlarımız çok daha ileriye gidecek.

Netice itibariyle, bizim dergâh çalışmalarımızda, camiamızın çalışmalarında bir finans darboğazı vardır. Darboğazdır bu, biz bu darboğazı geçeriz. Üç yılda geçeriz, iki yılda geçeriz. Eğer kardeşliğimiz kuvvetli olsaydı, bir ayda geçerdik. Şu anda çok daha ileri noktada olurduk. Bu geri kalmanın sebebi arkadaşlarımızın gecikmesidir. İhvânımızın ağır davranmasıdır, ihmalidir, sözünde durmamasıdır.

Biz onun için, biraz da kırılmışızdır. Ondan bundan para istemek yoluna karşı bir kırgınlığımız, küskünlüğümüz vardır. Kendi işimizi kendimiz görelim diye şirketleşmeye yönelmişizdir. Şirket kurarım, çalışırım, kazancımla İslâmî hizmeti yaparım. Gidip de ona buna da, "İslâmî hizmet için para ver!" dememe durumuna gelirim diye, biraz da böyle bir kırgınlık durumuna girmişizdir.

Bu da doğru bir şey değil, bu noktaya gelinmesi de iyi bir şey değil?.. Bizim camiamız hem Türkiye'de çok eşsiz bir camiadır, hem de dünyada eşsiz bir camiadır. Bize böylesi uygun düşmezdi.

Onun için, şu toplantıları yapıyoruz, yapacağız. Birkaç gün bir arada olacağız. Bu toplantıların Ümmet-i Muhammed hakkında hayırlı olmasını temenni ediyorum... Allah'ın rızasına uygun olmasını, Peygamber Efendimiz'in rızasını kazanmaya vesile olmasını ve Ümmet-i Muhammed için faideli işler yapmaya yarayacak vurucu kararlar, sonuç alıcı hamleler yapılmasına vesile olmasın temenni ediyorum.

Finans güçlüklerinin açılması, aşılması konusunu müzakere etmenizi dilerim... Çünkü bizim proje eksikliğimiz yoktur. Hedeflerimiz doğru tesbit edilmiştir. Moderndir. Aklın gösterdiği, basiretin gösterdiği yoldur. İlmin, irfanın işaret ettiği yoldur. Bizim şu andaki sıkıntımız güç birliğidir, iman birliğidir, el birliğidir. Keselerimizi de birleştirmektir.

Bizim camiamıza mensup bir kardeşimiz, bizim camiamıza mensup olduğunu söylemekten, bir sır saklar gibi çekiniyor. Ama, başkaları öyle yapmıyor; daha başka, daha hırslı çalışmalar yapıyorlar. Tabii, onlar da kendi kararınca bir şeyler yapmağa çalışıyorlar. Bazan bizi taklid ediyorlar, bazan başka yönlere gidiyorlar.

Bizim yolumuz doğrudur, moderndir, güzeldir, vurucudur, sonuç alıcıdır. Allah-u Teâlâ Hazretleri, kusurlarımızı düzeltmemizi ve çalışmalarımızı çok daha mükemmel bir tarzda yapmamızı bizlere nasib eylesin... Tevfikını bizlere refik eylesin... Gözümüzden, gönlümüzden perdelerı kaldırsın... Hakkı hak olarak bilip ona uymayı nasib eylesin... Batılı bâtıl olarak görüp, yanlışı yalanı tesbit edip, ondan sakınmayı, korunmayı nasîb eylesin.

Çalışmalarınız hayırlı ve başarılı olsun... Allah'ın rahmeti, bereketi üzerinize olsun...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh...

1 Temmuz 1994 - İstanbul