Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
İRŞÂD VE TEBLİĞ ÇALIŞMASI
Muhterem Kardeşlerim!
Dâvetimize icâbet ettiniz, işinizi gücünüzü bırakıp İstanbul'a geldiniz. Üç gündür bir mesâi, çalışma sarfediyorsunuz. Komisyon çalışmalarınızın verimlerini, sonuçlarını Allah büyük eylesin...
Bu arada verilen konferansların da, bir tanesine ben katılabildim, dinleyebildim. Mustafa Özel kardeşimizin, rakamlara dayalı çok güzel bir konuşması oldu.
Bu çeşit toplantıları biz senelerdir yapıyoruz. Vakfımızın, vakıflarımızın, hattâ kardeş vakıfların, kuruluşların elemanlarını çağırarak çok büyük çapta toplantılar yaptığımız gibi, müesseselerimizin belli elemanlarını çağırarak hizmet içi eğitimi gibi yaptığımız çalışmalar, toplantılar da olmuştur. Ailelerin katılımıyla, çocukların katılımıyla bir topyekün eğitim tarzında yaptığımız toplantılar da olmuştur.
Şimdi tabii, biz bunları niçin yapıyoruz?.. Biz Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri'nin bize vermiş olduğu örneğe, modele uymağa, sünnet-i seniyye-i nebeviyyeye uygun, her yönünden tam bir faaliyet göstermeğe çalışıyoruz.
Peygamber SAS Efendimiz, esas mesele itikad ve iman meselesi olduğu halde, Medine-i Münevvere'de cemiyetin her meselesiyle ilgilenmişti. Hattâ Hamidullah Bey'e göre --Allah selâmet versin-- bir anayasa, Medine'de İslâm anayasası denilebilecek bir hukuk belgesi ortaya koymuştur. Çünkü Medine'de artık Mekkeli zalim eşrafın müslümanlara yaptıkları baskı tarzında bir baskı yoktu.
Medine'nin belli başlı kabileleleri Peygamberimiz'e kucak açmışlar, hizmet arzetmişler; "Yâ Rasûlallah! Biz seni kendimizi koruduğumuz gibi, mallarımızı canlarımızı koruduğumuz gibi koruruz." demiş, dâvet etmişlerdi. O bakımdan kimsenin, âşikâre bir şekilde Peygamber Efendimiz'e mânî olacak bir pozisyonu yoktu Medine-i Münevvere'de... Ama, hasımlar vardı, içten korkarak düşmanlık yapan insanlar vardı. Bunlara münafıklar diyoruz. Ayrıca ehl-i kitaptan Yahudiler vardı. Onlar da husûmet, rekabet ve adâvet grupları teşkil ediyorlardı ama, etkin değillerdi.
O halde Peygamber SAS Efendimiz, Medine-i Münevvere'de cemiyetin her meselesiyle ilgilendi. Hattâ çarşıya pazara gidip, çarşıyı pazarı dahi teftiş etti. Yâni, belediye hizmetleri sayabileceğimiz, belediye başkanının yapacağı hizmeti yaptı. Ordular teşkil ederek muhtelif yerlere sevketti ve bu orduların yaptığı bazı savaşların bizzat başında bulundu.
Demek ki, askerî faaliyetler, siyasî faaliyetler, ekonomik faaliyetler, kültürel faaliyetler... her yönden çalışmalar yaptı. Hani, Hasan Ali Yücel mantığının, "Din bir duygu, ona kimse ilişmez. / Lâikliği ben böylece bileyim." diye şiirde ortaya koyduğu saçma sapan, yersiz mantıksız bir din anlayışı yok İslâm'da... "Din bir duygu... Kulla Allah arasına girilmez. Kul evinde, seccadesinde ibadetini yapabilir; ama toplum, yarım akıllı insanların prensipleriyle götürülebilir." gibi bir saçma mantık yok İslâm'da... Yâni, "Konuları taksimata tabi tutup, sadece dinî konularla ilgilenir de, dünyevî konularla ve diğer konularla ilgilenmez." gibi bir ayırım yok...
Bunu bir çok kimse anlayamıyor. Çünkü, bizim aydınlarımız, okumuşlarımız Batı'nın yazarlarının, filozoflarının sözlerini, yazılarını okumuşlardır. Batı'yı anlayamamışlardır, tahlil de edememişlerdir. Batı'nın mantığını da kavrayamadıkları, kendi köklerini de bilemedikleri için böyle acâip şeyler söyleyebilmişlerdir. Millî eğitim bakanlığı yapmış olmasına rağmen, böyle bir insanın ağzından böyle bir söz çıkabilmiştir.
Biz hayatın her dalındaki faaliyetleri yapmalıyız. Peygamber SAS Efendimiz Medine-i Münevvere'de neler yaptıysa, demin saydığım maddeler neler ise, hepsinde faaliyet göstermeliyiz. Çünkü bunların hepsi, insanoğlunun Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne hâlisâne ibadet etmesi için gerekli çevreyi ve şartları hazırlayan faaliyetlerdir.
Askerî faaliyet olmasa, müşriklerin ve kâfirlerin hücumlarından İslâm'ın hiç bir ahkâmını uygulamak ve yaşamak mümkün olmayacak; binâen aleyh, o şarttır.
Kültürel çalışmalar, eğitim çalışmaları olmasa, Peygamber SAS Efendimiz'in mescid-i saadeti bir üniversite gibi çalışmasa, Kur'an-ı Kerim, hadis-i şerif, fıkıh ve diğer bilgiler gece gündüz yirmidört saat öğretilmese, İslâm öğrenilmez, başkalarına nakledilmez. tebliğ edilemezdi.
Ekonomik faaliyetler olmasa, insanoğlunun büyük bir ihtiyacı karşılanmamış olurdu. Hukukî çalışmalar olmasaydı, düzen olmazdı. Binâen aleyh, bunların hepsini biz yapmalıyız. Kalem kalem, madde madde bunları düşünerek yapmalıyız. Çünkü bunlar, İslâm'ın pâyidar olması için şarttır, gereklidir, lüzumludur. Bunları ihmal ettiğimiz zaman, İslâm'ı yaşatmamız mümkün değildir.
O bakımdan biz de Peygamber SAS Efendimiz'in bize emretmiş olduğu, bırakmış olduğu vazifeleri, kendi çağımızda, zamanımızda devam ettirmekle görevliyiz. Bunları yapmağa çalışacağız.
Fakat, âdetâ Peygamber SAS Efendimiz'in bambaşka bir tarzda yetişmiş bir toplumun içinden çıkıp da, İslâm'ı o topluma kabul ettirdiği gibi, biz de gayr-i İslâmî bilgilerle kafası ve gönlü tamâmen karışmış olan insanlar arasında İslâm'ı anlatmağa çalışıyoruz. Durumumuz bu... Yâni, bizim çevremizde de bir cahiliye toplumu var... Peygamber SAS Efendimiz'in çevresinde olduğu gibi, bizim çevremizde de bir kâfir, müşrik topluluğu var... Bir gafil topluluğu var...
Şimdi biz bu çalışmaları yapmak isterken, böyle çalışmaları yapmak iddiasında olan başka gruplarla eşit durumda değiliz. Pozisyon itibariyle hepsinin önünde ve üstündeyiz. Çünkü biz, Allah'ın rızasını düşünüyoruz... Çünkü biz, takvâ yolunu tutmuşuz... İhlâs ve takvâ gibi mânevî, tasavvufî, irfânî vasıflar olmadığı zaman, çalışmaların başarılı olmayacağını bildiğimiz için ve o yolları tuttuğumuz için onlardan üstünüz.
Eğer, insanların iç alemi, batınî durumu ele alınmazsa, tamir ve ta'dil edilmezse, tenvir edilmezse, elemanlardan fayda gelmiyor. Bugün çevrenizdeki insanlara bakın, gazetelere bakın, evsaflarına bakın!.. Amerika'da okumuşlardır, Avrupa'da tahsil görmüşlerdir... İhtisas yapmışlardır, koca koca diplomaları vardır... Yabancı dil bilirler... vs. vs. Ama, memlekete faydalı insanlar değillerdir, muzır insanlardır. Hele imanları, irfanları olmayanlar, memleket için fevkalâde muzır insanlardır. Çünkü, bilgili düşmandır. Keşke, tahsilleri olmasaydı... Keşke zır câhil olsalardı... Keşke elifi gördükleri zaman mertek sansalardı, sopa sansalardı... Hiç bir şeyden haberleri olmasaydı keşke... Öyle değil, her şeyden haberleri var; yalnız dinden, imandan, irfandan haberleri yok!.. Bütün o bilgilerini şerre kullanıyorlar. Rüşvete kullanıyorlar, anarşiye kullanıyorlar, İslâm'a karşı kullanıyorlar. Onun için, çok daha zararlı oluyorlar.
Tabii biz, bunların karşısında mücadele veren öteki grupların içinde de, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin Kur'an-ı Kerim'de medhettiği, Rasûlüllah SAS Efendimiz'in sünnet-i seniyyesi ile tebellür etmiş olan takvâ yolunu, nefsi terbiye etme yolunu, Allah'tan korkma yolunu, ahlâkını düzeltme yolunu, iç alemindeki duyguları kontrol altına alma yolunu benimsemiş olduğumuz için, bizimle denk değil öteki çalışan gruplar... Tasavvufla ilgilenmeyen bir grup bizimle denk değil...
Tasavvufla ilgilenen gruplar ise, bizim elemanlarımız kadar çeşitli ilimlerde ilerlememiş oldukları için yine bize denk değil... Tasavvufî çeşnileri itibariyle şeriate bağlılıkları bizim kadar belirgin olmadığı için, yine bizimle eşit değil...
Bizim Gümüşhaneli Hocamız ne yapmıştır Nakşibendiliğin Halidiyye kolunda?.. Tabii onlar bir şey yapmak iddiasıyla ortaya çıkmıyorlar, üstadlarını aynen takib etmek arzusuyla hareket ediyorlar. Ama kendiliğinden ortaya çıkan bir enterasan durum var... O enterasan durum şudur ki, tasavvufî bir camiada, o üstadımız --cennet mekân, rahmetullahi aleyh-- bir hadis kolleksiyonunu ders kitabı olarak ortaya koymuştur. Bu, tasavvuf tarihinde çok mühim ve önemli bir hadisedir. Ve Gümüşhaneli Hocamız buyurmuştur ki: "Bizim şu hadis kolleksiyonumuzu dikkatle okursanız, kısa zamanda muhakkik bir alim olursunuz."
Aynı sözü başka kimselerden bazı kimseler hatırlayacaktır. Meselâ, Said-i Nursî merhum diyor ki: "Risâle-i Nurları okursanız, kısa zamanda bir muhakkik alim olursunuz."
Risâle-i Nur okumakla hadis-i şerif okumak arasında muazzam fark vardır muhterem kardeşlerim!.. Bizim yolumuzun, müslümanın yolunun şeriatin çizgisinden kaymaması için emniyet, hadis-i şeriftedir. Hadis-i şerife sarılmadığınız zaman, şeriatin çizgisinde devam edemezsiniz, kayarsınız. Çünkü şeriatin çizgisi kıl kadar incedir, kılıç kadar keskindir. Ona ancak hadis-i şerife sarılarak, hadis-i şerif yolunda yürüyerek, takvâ yolunu yol edinerek, ihlâs ile hareket ederek ulaşabilirsiniz.
Onun için bizim yolumuz --Allah'a hamd ü senâlar olsun ki, bize bu yolu nasib etmiş Mevlâmız-- bütün yollardan daha ileridir. Bunu şahsî bir öğünç veya bir reklam ve bir propaganda sözü olarak söylemiyorum; Allah'a hamd ü senâlar olsun diye, bir tahdis-i nîmet sadedinde söylüyorum.
Biz tasavvufa karşı, dine karşı, millî kültürümüze karşı, tarihimize karşı, her türlü ileri geri, abuk sabuk, düşmanca sözlerin söylendiği bir ortamda yaşadık. Her türlü zehirli şerbeti bize sundular. Biz o şerbetlerin tadlarını tattık ama, yutmadık. Dilimiz o tadları biliyor. Biz bütün bu çeşitli yollar arasında bu yolu benimsemişsek, elhamdü lillâh bu büyük bir nimettir.
Ecdâdımız da öyleydi muhterem kardeşlerim!.. Ecdadımız da Orta Asya'da iken Budizm'i biliyorlardı, Konfüçyanizmi biliyorlardı, Brahmanizm'i biliyorlardı... Totemizmi biliyorlardı, Şamanizmi biliyorlardı... Yahudiliği biliyorlardı, Hristiyanlığı biliyorlardı. Hattâ, Türklerin bir kısmı eski devirlerde yahudi olmuştu... Bir kısmı Hazar Denizi'nin kuzeyinde hristiyan olmuştu. İncil'le ilgili, Hristiyanlık'la ilgili en eski Türkçe metinler, Kodekus Komanikus denilen bir eserdir. O Gagavuz Türkleri dediğimiz kollar, Hristiyanlığa aşina olmuşlardı. İran'ı gördükleri için, Şiiliği de biliyordu dedelerimiz...
Binâen aleyh, bütün hak ve bâtıl dinleri, bütün hak ve bâtıl mezhebleri, ve bütün itikadları görüp bunların içinden Ehl-i Sünnet yolunu seçmeleri, takvâ yolunda yürümeleri ve tasavvufa sarılmaları, ecdâdımızın büyük başarısıdır (Rahmetullahi aleyhim ecmaîn). Ki, biz onların arkasından rahatlıkla bu yolda yürüyoruz. Yâni, kendimiz bir seçme zahmeti çekmeden doğru yolda gelmişiz.
Orta Asya'daki eserleri incelersek görüyoruz ki, --işte Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri'nden hatırınızda bir misâl olarak belirebilir-- bizim ecdâdımızın yaşadığı yerlerde İslâmî ilimler zirveye çıkmıştır. Fıkhın en yüksek üstadları, hadisin en büyük alimleri, itikadın en ileri gelen isimleri hep o bölgelerde yetişmiştir. Yâni, bizim ecdadımız İslâmî ilimlerin profesörlüğünü yapmış... Değil yüksek tahsilini, değil mastırını, doktorasını, doçentliğini; ordinaryus profesörlüğünü yapmış... Büyük müctehidlerin yetiştiği sahalarda onların tercihlerini görerek yetişmiş ve gelmişlerdir. Bu büyük bir mirastır bize!.. Çok büyük bir avantajdır. Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne hamd ü senâlar olsun...
Biz bu yolda yürürken burada da, şu çağın içinde de böyle sünnet ehli olmak; ama, sünnet ehli olmakla beraber, irfan yolundan da uzak bulunmamak gibi bir meziyete sahibiz.
Bugün ifrat ve tefrit diyebileceğimiz çizgilerde pek çok insan vardır. Ya modern selefî akımlarla kafaları dolmuş, onlara kapılmış insanlar tasavvufu inkâr ediyorlar... Ki, takvâ yoludur, ihsân yoludur, ihlâs yoludur, Kur'an-ı Kerim yoludur, nefsi tezkiye etme yoludur, ahlâkı güzelleştirme yoludur. Vehhâbî üniversitelerinde okuduktan sonra, Mısır'da okuduktan sonra, neo-selefîlik diyebileceğimiz bir şeyle tasavvufî gerçekleri inkâr ediyorlar. Dinin onda dokuzunu, yüzde doksanını inkâr ediyorlar. Dinin aslına sarılmak namına, dinin aslından o kadar uzaklaşıyorlar.
Ya da an'anevî yolu takib ederek, bütün öteki cereyanlardan bîhaber bir şekilde tasavvuf yolunu takib ediyorlar ama şeriatten haberleri yok... Tekkelerine sigara dumanından giremiyorsunuz. Gelen dervişe sigara ikram ediyor. Bu kadar büyük bir şaşkınlık... İşyerlerinde içki satıldığını görüyorsunuz. Kadın ve erkek konusunda acaib tutumlarını görüyorsunuz. Kendi özel hayatlarında saçma sapan, gayr-i İslâmî tavırlarına rastlıyorsunuz.
Şunu vurguluyorum: Allah'a sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, bizi Kur'an-ı Kerim yolunda, takvâ yolunda tam olan bir yolda, ifrat ve tefritten uzak; dinin özüne, temel çizgilerine tamamen mutabık bir yolda yürüyen bir cemaat eylemiştir Allah-u Teâlâ Hazretleri... Ben bunu, "Kıyamete kadar dâimâ hakkı tutan, hakkı destekleyen bir taife mevcud olacaktır. Onlara yardım etmeyen, çelme takmaya çalışan insanların onlara zararı olmayacaktır. Kıyamet kopuncaya kadar, böyle iyi insanlar bulunacaktır." hadis-i şerifinde bahsedilen taife olmamızı temennî ediyorum, umuyorum.
Onun için muhterem kardeşlerim, bizde o güzel irfanın bir eseri, tevâzû eseri olarak... Ama gerçek tevâzû... Bazan insan tevâzû gösterir gibi de insan tekebbür edebilir. Tekebbürü, kendini beğenmişliği tevâzû tarzında görülebilir. Bir gerçek tevâzû eseri olarak, biz kendimizden bahsetmiyoruz. Onun için konuşmacıların çoğu bu noktaya temas ettiler. Yâni, "Biz tekkeyi tanıtma çalışması yapmıyoruz. Hattâ kendi çalışmalarımızı bile söylemiyoruz." dediler.
Evet, biz bu eksikliği hissetttiğimiz için, zaman zaman da kıyıdan, köşeden hizmetlerimiz şunlardır diyoruz. Sakına, çekine... Çünkü söylediğiniz zaman, nazar da değiyor; çelmeleme ve engelleme de yapılıyor. Bunu söylemek zorunda kalmışızdır. Her seferinde, söylediğimizden de doğrusu pişman olmuşuzdur. Çünkü, o gelişmeleri görenler, mukabil tedbirleri alarak bize öyle zarar vermişlerdir. Ya da, daha başka türlü meseleler olmuştur.
Tabii burada bir noktaya ben çok önem veriyorum ve eğiliyorum. Kararlıyım, öyle hareket etmeğe çalışıyorum. Mesele bir hocaefendinin şahsiyetiyle ilgili değildir. Dâvâ devamlıdır. Şahıslar gelir geçer ama, bayrak elden ele yürür. Binâen aleyh, ben kendimi dâimâ aradan çıkarmağa çalışıyorum. Toplantılarınıza bazen kasden gelmiyorum, faaliyetlere kasden katılmıyorum.
Çünkü bu, bir şahsın başarısıyla kaim, şahsiyle kaim bir mesele değildir. Öyle olmamalıdır. İslâm'ın bütününe aittir. Müslümanların hepsine ait bir vazifedir ve şereftir. Güzel yapılırsa, hepsine ait bir şereftir. Kötü yapılırsa, herkese ait bir vebaldir. Bunun şahsî çıkar ve nüfuz temini meselesi haline gelmesi, yozlaşması demek olur. Ben ondan da şiddetle kaçınıyorum.
Binâen aleyh, şahsımıza ait bir reklam ve propaganda istemiyoruz. Ama, yolumuzun doğru olduğunu bilip, onunla ilgili bir dâvet, irşad çalışması içinde olmanızı en mühim bir vazife olarak görüyorum. Yâni, bizim asıl vazifemiz,
Gönül ne kahve ister ne kahvehâne,
Gönül sohbet ister, kahve bahane!..
dediğimiz gibidir. Bizim ticârî şirketlerimizdeki amaç bile dinîdir, tasavvufîdir. Onun için, asıl irşad ve tebliğ çalışmasına önem vermek lâzım!..
Herakliyus'a Peygamber SAS Efendimiz hakkında bilgiler gittiği zaman, o bazı bilgiler sordu gelen elçiye:
"--Bu şahıs nasıl bir şahıstır? Zenginlerle mi oturuyor, fakirlerle mi oturuyor?"
"--Fakirlerle oturuyor." dediler.
"--Haaa..." dedi. "Etrafındaki insanlar günden güne artıyor mu, azalıyor mu?" dedi.
"--Artıyor." dediler.
"--Haaa..." dedi. Daha başka sorular sordu. Sorulan şeylerin hepsinden Rasûlüllah SAS Efendimiz'in hak peygamber olduğunu idrak etti Herakliyus... Ama itiraf etmedi. İdrak etti ama eyleme geçiremedi, mücadelesini veremedi. Tatlı canına zarar gelir diye, mevkii makamı gider diye, bir adım daha ileriye atamadı. "Ölürsem öleyim!.. Arkadaşlar, hak din İslâm'dır. Ben bunu bütün bu sorularımla anladım. Bu dine tabi olmalıyız!" diyemedi. "Tabi olalım!" dedi; salondan itirazlar yükselince, "Ben sizi denemek için şaka yaptım." diye dönüş yaptı. Biliyorsunuz Herakliyusu...
Ama ben burada şunu ifade etmek istiyorum: Bir toplum eğer çoğalıyorsa, sıhhatlidir; çoğalmıyorsa, sıhhatli değildir. Çoğalmıyorsa, durgunlaşmışsa, duraklama devrine girmiş demektir. Çoğalmaya, gelişmeye, büyümeye açık olmayan bir bünyede, bir kusur var demektir. Biyolojik bir kusur var demektir, bünyesinde bir arıza var demektir.
Biz Hocamız'ın ahirete irtihalinden sonra, onun gibi büyük bir evliyâullahtan, mübârek bir zâttan sonra, benim gibi âciz nâçiz bir kimsenin bu hizmeti yüklenmesine rağmen, bu kadar aczimize rağmen, --elhamdü lillâh-- gelişme gösteren bir toplumuz. Türkiye içinde, Türkiye dışında gelişme gösteriyoruz. Bu inşaallah sıhhatin alâmetidir diye temennî ediyoruz.
Ama, gelişmenin doğruluğumuzla doğru orantılı olduğunu görmüyorum. Yüzde yüz doğru olup da, gelişmesi yüzde on olan bir topluluk, her halde bir tarafında bir kusur olan bir topluluk demektir.
Bizim kusurumuz, arkadaşların ittifakla üzerine bastırdıkları kusurdur. Bizim tekkemizde her şey yapılıyor ama, tasavvufî faaliyet, irşad ve tebliğ çalışması yapılmıyor. Az yapılıyor. Çok az yapıldığı için de, fanatik ve palavracı başka gruplar, keramet ticareti yapan başka gruplar daha önde gidiyorlar.
Tabii, biz bunların karşısına aynı metodla, kerâmet ticareti yaparak çıkamayız. Bizim için bu bahis konusu değildir. Biz soyluluğumuzu ve vakarımızı korumak babında, gelişmenin, büyümenin yüzde onda kalmasına razı oluyoruz. Biz tekkeye hıyanet eden, tekkenin mantığına aykırı hareket eden bir insana, Mısır'a sultan olsa bile dirsek çevirebiliyoruz. Her hangi bir menfaat çalışması içinde değiliz. Ama, bu vakar, ciddiyet, olgunluk ve istiğnâ içinde yine de büyümemiz lâzım!..
Bu yüzde onluk büyüme, tam bir büyüme değildir. Hakkın olmadığı yerlerdeki boşluklara batıllar yayılır. O boşlukları bırakırsak, vebâl bizim olur. Onun için, her beldeye, her şehre ve toplumun, cemiyetin faaliyetlerinin her dalına hakim olmamız lâzım!..
Biz bunu sağlayamamışızdır. Biraz onurumuzdan sağlayamamışızdır. Kaç defa ayağa kalkıp meseleyi konuştuğumuz halde, bir haftalık dergi çıkartamamışızdır. Finans meselesini çözemediğimiz için yapamamışızdır. Bir gazete atılımı yapamamışızdır, gazete çıkartacak duruma gelememişizdir. Bu büyük bir eksikliktir.
Elemanlarımızı bir yan faaliyet olarak, hayatlarındaki çalışmaların bir çeşnisi, bir küçük yüzdesi, bir küçük parçası olarak hizmet edici elemanlar halinde görmekten muzdaribiz. Yâni müslüman, ihvânımız amma, hayatının faaliyetleri içinde tekke ile bağlılığı, tasavvufla bağlılığı ve tekkemize faydası yüzde bir, yüzde iki, yüzde üç... Bu yanlış bir görünümdür. O kişinin yanlış bir yolda olduğunun alâmetidir. Biz bu faaliyetlerin full-time olması gerektiğine inanıyoruz. Yâni sizden bir kardeş, tekkeden ders almış, tekkeye bağlanmış bir şahıs hobi olarak, binbir faaliyetinin arasında biraz da bizim tekkeye bağlı bir derviş olduğunu arasıra hatırlamak durumunda değildir. Full-time bu dâvâya hizmet vermek durumundadır.
Bunun önüne çıkan mâni meslektir. Herkesin geçim gailesidir, derdidir. Bu geçim derdi ve gailesi sebebiyle tekkeye yüzde yüz hizmet veremiyorsa bir insan, o zaman mesleğini ve geçim kapısını düşünmek ve ayarlamak zorundadır. Yâni, "Ben nasıl bir çalışma yapayım da, yüzde yüz bu faaliyetin tam içine gireyim?" diye, o mesleğini seçerken veya o mesleğinde faaliyet gösterirken, bir takım reformlar yapmalıdır kendi hayatında... Sonuç itibariyle yüzde yüz tekkeye hizmet veren, dâvâya hizmet veren bir eleman haline gelmelidir.
Bu tekke meselesini de bazıları küçümsüyorlar. Bizim ders verip, burs verip de yetiştirdiğimiz bazı kimseler dediler ki: "Biz tekkeye hizmet etmeyeceğiz, İslâm'a hizmet edeceğiz!.." Kalktılar, gittiler. Aslında kendilerine hizmet ettiler, İslâm'a hizmet etmediler. Ama şu fıkra ile ben bu meselenin yanlışlığını anlatmaya çalışacağım:
Bir sokakta üç tane doktor varmış; rakib ve birbirleriyle müşteri kapma kavgası içinde... Bir tanesi düşünmüş taşınmış, penceresinin altına bir levha yazmış, demiş ki: "Türkiye'nin en iyi doktoru!" Tabii, bakmışlar öteki doktorlar... "Allah Allah, Türkiye'nin en iyi doktoru ne demek? Bu bize hakaret... Aynı sokaktayız. Adam Türkiye'nin en iyi doktoruyum yazıyor." demişler. Bir tanesi düşünmüş taşınmış, "Bu Türkiye'nin en iyi doktoru yazdığına göre, ben ne yazayım levhaya?.." diye... O da, "Dünyanın en iyi doktoru!" diye bir levha yazdırmış. O da penceresinin altına astırmış.
Tabii insan, ne Türkiye'nin en iyi doktoru olabilir, ne dünyanın en iyi doktoru olabilir. Bunlar kendilerinin iddiası... Üçüncüsü bunların karşısında ne yapacak?.. Uzay kaldı tabii... "Uzayın en iyi doktoru!" filân diyebilir belki... Dünyadan daha büyük bir mekân uzay olduğu için... Ama, o öyle yapmamış. Şaşırtıcı bir levha yazmış ama, doğru bir levha yazmış. Demiş ki: "Bu sokağın en iyi doktoru!" Sokak küçüktür. "Bu sokağın en iyi doktoru!" demiş ama, doğruyu söylemiş.
Biz de tekke faaliyetleri yapıyoruz derken, tekkenin faaliyetleri nedir yâni?.. Ben tekkeye hizmet etmeyeceğim de, İslâm'a hizmet edeceğim!" diyen bir insanın mantığına karşı bunu söylüyoruz. Tekkenin faaliyeti İslâmî faaliyettir... Organize bir faaliyettir... Düşünülerek yapılan bir faaliyettir... Planlanarak yapılan bir faaliyettir. Sıradan bir faaliyet değildir ve görüyorsunuz başka grupların faaliyetlerinden de farklıdır; üstündür, moderndir, sağlamdır.
Bakın Arnavutluk'la ilgili şeyleri anlatırken kardeşimiz, hristiyanların hristiyanlığı yaymak için tıptan nasıl faydalandığını anlamış olduk. Tıbbî hizmet yapıyormuş gibi, hristiyanlığı o tarzda, o yolla yayıyorlar. Bu yaygın bir şey...
Bizim faaliyetlerimiz içinde de, doktor kardeşlerimizin faaliyetleri önemli bir faaliyettir ve yatırımlarımızın büyük çoğunluğu onlarla ilgilidir. Her halde komisyon çalışmalarında bunlar dile gelmiştir ve sizden bu hususta yardım istenmiştir.
Bizim çalışmalarımız başkalarına örnek oluyor. Binâen aleyh, hakk-ı tekaddümümüz vardır ve fazl-ı tekaddümümüz vardır. Bir şeyi önceden yapmanın, önde olmanın ve ortaya atmanın fazileti ve sevabı vardır. Bizi taklid ediyorlar. Gerçi bizi taklid edenler, bize rakib olmak için taklid ediyorlar. Yâni, bizi çelmelemek için, bizim hızımızı kesmek için yapıyorlar. Bunun bazı mercîlerce şuurla yapıldığını biz biliyoruz. İfade edilmiştir bu...
Bizim hızımızın yavaşlatılması, başarımızın, yüzdesinin düşürülmesi, sıradan bir grupçuk haline düşürülmemiz için çok büyük çapta, Türkiye çapında; belki Türkiye hudutları dışına da taşıyorsa, beynelmilel çapta hakkımızda engellemeler olduğunu biliyoruz. Ama diyoruz ki, "Hasbünallahu ve ni'mel vekîl!" Yâni, "İnsanlar toplandılar, silahlandılar, size geliyorlar!" denildiği zaman, has mü'minler ne dediler?..
(Hasbünallah, ve ni'mel vekîl!) "Allah bize yeter, o ne iyi vekildir." dediler. "Hasbünallah!" diyoruz, "Allah bize yeter!" diyoruz ve yetiyor hakîkaten...
Fakat Allah'ın çalışma yaptığınız zaman,
(Ve en leyse lil insâni illâ mâ saâ. Ve enne sa'yehû sevfe yürâ.) Allah-u Teâlâ Hazretleri insanlara sa'yine göre mükâfat ve sonuç veriyor, muvaffakıyet veriyor.
(Ve en leyse lil insâni illâ mâ saâ) ifadesi, "İnsanoğlu için, sa'yü gayret ettiğinden başka bir mükâfat verilmez." demek... Leyse, olumsuzluk fiilidir. (Ve en leyse lil insâni) İnsan için yoktur, (illâ mâ saâ) ancak sa'yü gayret ettiği kadarı vardır. Cümle yapısı bakımından "Lâ ilâhe illallah" gibi bir cümledir bu... Kuvvetli bir cümledir, sa'yin önemini göstermektedir. "Hiç bir ilâh yoktur, ancak Allah vardır." denildiği gibi, "Hiç bir sonuç alamazsınız, ancak sa'yiniz kadar sonuç alabilirsiniz. Sa'yederseniz, gayret gösterirseniz alırsınız." demektir bu...
"Ben sizi seviyorum, siz benim sevgili kullarımsınız. Ben size havadan, cabadan şöyle muvaffakıyet veririm." demiyor Allah-u Teâlâ Hazretleri... "Ancak sa'yederseniz veririm!" diyor. Ama, şu incelik vardır bu işte: Sa'yeden mü'min kullarına Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin mükâfatı çok çok büyüktür. Ama sa'yetmek şartına bağlı... Durduğu yerde, durmak şeklinde değildir, uyumak şeklinde değildir... Tenbellik tarzında değildir, ihmal tarzında değildir... Vazifesini yapmamak üzerine değildir. Vazifesini yapmayan insana Allah, yapmadığı halde mükâfat vermez; yapmadığı için cezâ verir, mü'min kulu olduğu halde... Osmanlı'nın yıkılışının sebebi budur.
Şâir ne güzel söylüyor:
Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol!
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!..
(Allah'a dayan,) Tevekkül et, (sa'ye sarıl,) çalış, --işte şu bizim işlediğimiz konu-- (hikmete râm ol) ilmin peşine düş demek... Hikmet, ilmin, bilginin, doğrunun; akla, mantığa ve şeriate uygunluğun sembolü olan bir kelimedir. Ona râm olacaksın, ona tabi olacaksın.
Bu Konyalıların iyi bildiği bir şeydir. Çünkü, imam-hatibin kapısının üstüne yazılıdır. Ali Ulvi (Kurucu) Bey'in mısralarıdır. Ali Kemal (Belviranlı) Bey de bestelemiştir bu şiiri...
Onun için, sa'yetmeniz gerekiyor muhterem kardeşlerim!.. Bu ciddî bir iştir. Ben böyle genç, dinamik ve ciddî, teşebbüs halinde olan insanlara hitab etmenin mutluluğu içindeyim şu an... Evet, hepiniz sarıklı, sakallı hoca değilsiniz ama, sa'y eden müslümanlarsınız.
Tabii bizim temennimiz öbür tarafın da olması, yâni hocalık tarafının da olması... Bu iki şekilde olacak: Ya siz aynı zamanda hocalık bilgilerine de sahib olacaksınız... İmihali öğreneceksiniz. Bir hocanın bilgisi ne kadarsa, siz de o kadar çalışacaksınız, imam-hatib bilgilerine sahib olacaksınız. Cübbeyi sırtınıza geçirdiğiniz zaman, sarığı başınıza aldığınız zaman, hutbe okuyabileceksiniz, vaaz verebileceksiniz. Ne söyleyeceğinizi bileceksiniz. Cenâze namazını kılabileceksiniz, kıldırabileceksiniz. Cenâze yıkayabileceksiniz, talkın verebileceksiniz. Bir hocanın yapabileceği her şeyi, bir vaizin yapabileceği her şeyi bileceksiniz ve bu konuda kendinizi yetiştireceksiniz. Ya da, din adamları sizin gibi aksiyon insanı ve meslek mütehassısı olacak.
Yâni, ya ilahiyattan, imam-hatip okulundan mezun insanlar gidecek hukuk fakültesine, iktisat fakültesine, işletme fakültesine, tıp fakültesine, teknik üniversiteye... Öyle yetişecek ki, --İçinizde böyle insanlar var-- hoca olduğu halde öteki mesleklerden de nasibini alıyor, zülcenaheyn oluyor. Zâhir ve bâtın ilimlerine sahib oluyor. Ya da, siz doğrudan doğruya dünyevî bir ilimle yetişmişseniz, gideceksiniz imam-hatip fark imtihanlarını vererek birer imam-hatip diploması alacaksınız. Diyanete müracaat edeceksiniz, "Ben filân yerde imam olmak istiyorum." diyeceksiniz, o hale geleceksiniz. "Vaiz olmak istiyorum." diyebileceksiniz. O da gık diyemeyecek, size vermek zorunda kalacak.
Böyle olduğu zaman, dinî bir fonksiyon da üstlendiğiniz zaman, iş bütünlük kazanıyor. İslâm'da dinî görev, bir dinî kadroya mahsus ve münhasır değildir, bütün müslümanların vazifesidir. Binâen aleyh, tamlık oluyor. Hem sizin müslümanlığınız tam oluyor, hem sizin vazifelerinizi güzel görmeniz mümkün oluyor. Ben onun için hepinizden --bir dahaki toplantıya kadar demiyeyim ama-- kısa zamanda birer imam hatip lise diploması almanızı rica ediyorum; bir...
İkincisi: Hepinize bulunduğunuz yerdeki ihvânımızı tanımanızı, defterlemenizi, yazmanızı, yaşlı ve genç hepsini öğrenmenizi tavsiye ediyorum.
Şimdi siz belli bir yaş seviyesinin altındasınız. Yaş durumuna bakacak olursak, kırkın civarında olan insanlarsınız. Daha yüksekler yok içinizde... Sıkı bir arama yapılırsa belki eleğin üstünde bir iki kalabilir. Bu bir kopukluktur. Eski ihvânımız ile yeni ihvânımız arasında bir diyalog eksikliği vardır.
Bu sizin eksikliğinizdir. Çünkü, "Büyüklerini saymayan bizden değildir." diyor Peygamber Efendimiz... Siz gidip, sayıp, bulup bileceksiniz hacı babaları, hacı amcaları... Tanıyacaksınız, bileceksiniz. Bu bilmemek, sizin kusurunuzdur. Onların da bilmemesi onların kusurudur ama, suçun yüklenilmesi size düşer. Şamarı siz yersiniz. Her hangi bir şahıs, hakem mevkiindeki bir şahıs yaşlıyı suçlamaz. Suçlu yaşlı bile olsa, gence, "Sus bakalım, otur oturduğun yerde! Konuşma, suçlu sensin!" derler.
Onun için, bu aktivite size düşüyor. Hepsini tanıyacaksınız.
Bazı yerlerde Hocamız'ın zamanından, tarihî değeri olan sit şahsiyetler vardır. Onlara izin vermişizdir, Hocamız'ın zamanındaki ders verme selâhiyeti devam etmektedir. Hatm-i hâcegân yaptırmaktadırlar. Tamam, güzel... Yapsınlar. Onlara hürmet edin, ikilik çıkarmayın!..
Ama siz de (orda hazır bulunanlar) hatm-i hâcegân yapabilirsiniz, --müsaade veriyorum-- yaptırabilirsiniz. Tasavvufa intisab etmek isteyen kardeşlerimize --vekâlet veriyorum benim nâmıma-- tasavvufun zikir tarafını telkin edin ve onları camiamıza kazanın!.. Tekkemize kayıtlarının yapılmasını sağlayın, bizimle irtibata geçmesini sağlayın!..
Böylece bu ayrılık gayrılık, ikilik ve eksiklik ortadan kalksın. Din ve dünya diye ikiye ayırdığınız zaman, insanın yüzde ellisi kayboluyor. İkisi bir arada olacak; din ve dünya ve ahiret kişide aynı anda bulunacak.
Yeni yapılanmamız başarılıdır, maddi bakımdan... Başarısızdır, şu anlattığımız konular bakımından... Yeni yapılanmamızın eksikliği çok barizdir. Kusurun hepsi benimdir, yüzde doksandokuzu benimdir. Biz bu hizmetleri adetâ sivil bir toplumun çalışması tarzında götürüyoruz da; bir tekke heyecanı, neşesi, aşkı, şevki, ürpertisi aşılama konusunda bir çalışma yapmıyoruz. Bu bir eksikliktir. Yeni yapılanmamızın kusurlu tarafıdır. Bunun telâfi edilmesi lâzım!..
Bunun telâfi edilmesi, bulunduğunuz yerlerdeki vaiz, hoca, imam, müezzin, müftü kardeşlerimizle irtibat kurmaktır. Mümkünse onların tekkeye kazanılmasını sağlamaktır. Böylece bu genişlemenin nisbeti artacaktır. Büyümenin hızı artacaktır. Hizmet eden insanlar artacaktır. Hizmet verilen saha genişleyecektir. Bunu mutlaka sağlamak gerekiyor.
Dünyevî işler de yaptığımız için Sehâ, Vefâ, Dehâ, Ahsen vs. derken; müdürlük, memurluk, uzmanlık, teknisyenlik derken; tabii, işlerin icabı veyahut olağan iş yönetim hadiseleri şeklinde işine son verilenler oluyor. Olabilir, bunun önüne de geçilmez. Canlı bir toplumun bir işyeri, kadrosunda tenkısat yapabilir, yapmak zorunda kalabilir, değiştirmek ihtiyacı duyabilir, kan değiştirme mecburiyeti olabilir.
Burada şunu aşılayabilirsek kardeşlerimize: Gelen gidenden daha üstün mânâsına bir değişiklik değildir bu... Bir nöbet değişimidir. Yâni, birden üçe kadar filanca nöbeti tuttu, üçten beşe kadar falanca tutacak, beşten yediye kadar falanca nöbet tutacak... Böylece, herkes icabında dinlenecek mânâsına bir hava verilirse, meseleler bu tarzda ortaya konulursa, kırgınlıklar önlenebilir. Bütün bunlara rağmen, dünyevî ihtiyaçlarımız için mutlaka gayr-i memnunlar olabilir, darılmalar kırılmalar olabilir.
Hattâ tasavvufî konuda bile, geçtiğimiz, gezdiğimiz yerlerde bölünmeler ikilemeler, üçlemeler görüyoruz. Bakıyoruz ki, hatm-i hâcegânın başında falanca duayı okumaktan veya okumamaktan ihvân iki gruba ayrılmış. Onlar, baştaki duayı okuyanlar; bunlar, okumayanlar... Hatm-i hâcegândan sonra şöyle yapanlar, böyle yapmayanlar diye ihtilâf çıkmış, öyle gidiyor.
Bence bu çok komik bir şey... Ama, trajik bir komikliği var bunun, yâni acıklı bir komiklik bu... Acı acı insanı güldüren bir şey... Bunun incir çekirdeğini dolduran bir tarafı yok... İşin esası tamam olduktan sonra, böyle bu gibi detay üzerinde ihtilâf çıkarmak, akıl kârı değildir. Ya bunları çok cahil insanlar çıkartıyor, ya da art niyetli insanlar çıkartıyor. Uyanlar da, buna çanak tutanlar da vebal altında kalıyor.
Bu birlik ve beraberliği koruma hususunda herkesin fedâkâr olması gerekiyor. Yâni, işin düzelmesi için bir tarafa fedâkârlık düşer. İki taraf da hakkını sonuna kadar isterse; (Velâ testefti hakkake külleh) "Hakkını tamamen almağa kalkma!" O zaman alamazsın. Alamayınca da bir mücadele olur.
(Terkül husûmâti fil erzak) diye geçti dün akşam Tabakatüs Sufiyye dersinde... Yâni, "Dünyevi mes'elelerde çatışma ve çekişmeyi terk etmek." diye geçti. Fedâkârlık etmek gerekiyor, isar gerekiyor. "Tamam, ben olmayım, sen ol!.. Ben yemiyeyim, sen ye!.. Ben giyinmeyeyim, sen giyin!.. Ben öleyim, sen yaşa!.." gibi fedâkârlık... Buna isar, arkadaşını tercih diyoruz. Böyle olursa bunun ecri, sevabı büyüktür.
Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri, bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:
"Haklı olduğu halde münakaşayı terkeden müslümana, cennetin avlusunda bir köşkü garanti ediyorum."
Haklı ama, münakaşa çıkmasın diye teklife geliyor. Münakaşa çıkmaması önemli, ihtilaf çıkmaması önemli... Yangının sönmesi önemli... "Peki..." diyor. "Sen haklısın, ben mes'ulüm, peki peki kardeşim!" diyor, susuyor. Ses çıkartmıyor. "Buna cennetin avlusunda bir köşkü garanti ederim." buyuruyor Peygamber SAS... Bu az bir mükâfat değildir. Güzel bir şeydir. Bizim gözümüzün önünde bulunması gerekiyor.
Bir topluğun içinde daima problemler olabilir. Biliyorsunuz ki, evde kardeşler arasında bile kavga oluyor. İki kardeş birbiriyle elbisenin, ayakkabının renginden, modelinden ağlama, zırlama durumuna düşebiliyor. Bunlar bildiğimiz şeyler... Binâen aleyh, tabiidir. İnsanlar toplu halde oldukları zaman böyle şeyler olabilir. Ama bu tabiiliği, dâvâmızın ilerlemesine engel bir büyük zelzele haline getirmemek lâzım!.. Bölünme ve çatlama haline getirmemek lâzım!..
Böyle bir şey yok ama, bahis konusu edildiği için ben bu konuya temas ettim. Bu gibi şeyler çok az veya hiç yok... Veya eskiden bizim bu parti ile ilgili meselelerdeki tutumumuzdan dolayı, partinin tutumundan dolayı bir şey olmuştur. Kimisi o tarafı tercih etmiştir, kimisi bu tarafı tercih etmiştir. Kendi içimizde sâfîleştik. Daha başka bir itilâf, büyük ölçüde olmuyor. Yüzde doksandokuz virgül üç, beş, yedi neyse iyidir durumumuz ama, ufak tefek şeyler duyuyoruz; falanca şehirde şöyle bir problem var, falanca şehirde şöyle bir problem var diye...
Bunları kendi içinde halledebilmelidir kardeşlerimiz... Çünkü, yarasını tamir edemeyen bir vücut da sıhhatli değildir. Vücudun bir yerinde bir yara açılmış tamir edemiyor... Şeker hastası galiba?.. Veya bir vitamin eksikliği var demektir. Yarasını tamir edemeyen bir toplum, sıhhatli bir toplum değildir. Yara olabilir. Yaralanır insan... İster istemez yaralanır. Kimse hastalanmak istemez, yaralanmak istemez ama; yarayı vücut böyle temizler, kabuk bağlatır, kabuğu atar. O kadar... Aynı şekilde o uzuv vazifeyi görmeğe devam eder.
Doktorlar insanı masaya yatırırlar, cart diye karnını keserler, barsaklarını masanın üstüne dökerler... Keserler, biçerler, dikerler... İnsan ondan sonra kalkar, yine yaşar. Yâni, vücut sıhhatli olduğu için bunların altından yine kalkar, insan bundan sonra senelerce yine yaşar. Halbuki, karnında iki karış boyunda ameliyat izi vardır. Kaç yerinde dikişi vardır. Ama insan yine yaşar. Çünkü, sıhhatli bünyeler yaralarını tedavi edebilirler.
Eğer yaralarımızı tedavi edemiyorsak, bizde bir sıhhatsizlik var demektir, bir hastalık var demektir. Adı şeker hastalığı gibi tatlı bile görünse, güzel olmayan bir rahatsızlık var demektir. Bu hususta da dikkatinizi çekerim.
İhtilâfta taraf olmamağa gayret edin!.. İhtilâf çıkarmamağa gayret edin!.. İhtilâfı kapatmağa çalışın!.. Çünkü, Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:
"En faziletli faaliyet ıslah-ı zâtül beyn; yâni, ihtilâflı iki tarafı barıştırma faaliyetidir." Çünkü, ihtilâf helâk edicidir. Toplumun salâhını, felâhını kökünden kazıyıp, tahrib eden bir kötü durumdur.
Peygamber Efendimiz diyor ki:
"--Allah'tan korkun! Aralarınızdaki ihtilâfları düzeltmeye gayret gösterin!.. Bakın, Allah-u Teâlâ Hazretleri bile rûz-i mahşerde iki müslümanın arasını bulmak için neler yapıyor?" diyor bir hadis-i şerifte... O hadis-i şerifi teberrüken söyleyelim:
ÇMahşer günü bir kul Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin divanında diz çökmüş durumda ve başı yerde... Başını kaldıramıyor. Çok kritik bir durumda... Sevapları gitmiş, veballeri ile sevapları arasındaki fark azalmış ve çok az bir farkla belki cennete girecek. Fakat bir hasmı geliyor diyor ki:
"--Yâ Rabbi, bu kardeş dünyada iken bana şöyle bir zulm ve haksızlık yapmıştı; ben bundan hakkımı isterim!"
O hakkını isteyince, bu sefer negatife geçiyor kişi... Cehenneme gitmesi lâzım geliyor. Yâni, ötekisi hakkını aldığı zaman, cehenneme gidip cezası kadar yanması gerekiyor. Tam böyle bir kritik bir noktada iken, cennete kıl payı gidecek gibiyken cehennemlik olacağı anlaşılınca fevkalâde mahzun, boynunu büküyor.
Allah-u Teâlâ Hazretleri hak isteyen kula diyor ki:
"--Ey kulum başını kaldır!"
Kul başını kaldırdığı zaman karşısında cennetin mücevherlerle yapılmış köşklerini görüyor. Hayranlığından diyor ki:
"--Kimin yâ Rabbi, bu köşkler?.. Bunlar şehidlerin mi, peygamberlerin mi; kimlerin bu köşkler?"
Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:
"--Bedelini verenin... Kim bedelini verirse, parasını sayarsa bu köşkler onun..."
Diyor ki:
"--Yâ Rabbi, böyle bir muazzam, muhteşem, mücevherli bir cennet köşkünün bedelini kim verebilir?.. Kim bunun parasını ödeyebilir?"
"--Sen verebilirsin!" diyor Allah-u Teâlâ Hazretleri... "Bu köşkler, kendisine zulm etmiş olan bir kardeşini affedenlerindir. (Vel âfîne anin nâs) İnsanları affedenler içindir bu köşkler... Sen de bu kardeşini affedersen, bu köşk senin olabilir." diyor.
"--Affettim yâ Rabbi!" diyor.
O zaman affedince, kardeşi cehenneme sevkedilmek üzereyken durduruluyor. Bu da o köşkün sahibi olmanın mutluluğuyla cennete koşuyor. Koşarken Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:
"--Ey kulum dur!.. Evet, cennete gidiyorsun ama, o da cennete gitme durumuna geldi, sen onu affettiğin için... Hakkını istemeyince, o da cennete girecek duruma geldi. Tut elinden de, cennete beraber girin!" buyuruyor.
Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki:
"--Bakın ey müslümanlar, Allah'tan korkun!.. Araları ıslah edin!.. Ki, Allah bile iki müslüman kulunun arasını ıslah etmek için neler yapıyor, görün!" diyor.È
Ona köşk gösteriyor. Köşkün hatırına arkadaşını affettiriyor. İkisin birden cennete sokuyor. Hem de el ele tutuşarak... "Tut bakalım kardeşinin elini!.." deyip cennete öyle sokuyor.
Bu arayı ıslah etme, böyle mühim bir olaydır muhterem kardeşlerim!.. Bu önemli bir yer işgal etsin zihninizde... İhtilâf çıkarmayın!.. İhtilâfları halletmek hususunda gayretli olun, koşucu olun, düzeltici olun, araları birleştirici olun!..
Biliyorsunuz ki, bizim vakıflarımızdan Hakyol Vakfı'nın üç temel prensibinden birisi dostluktur. Yâni, dostluğu pekiştirmektir, düşmanlıkları izâle etmektir. Zulmedeni affetmektir.
Biz bize zulmedenleri affetmeseydik, bir çok kimse ile şu anda selâmlaşmamamız gerekirdi. Çünkü açıkça bize karşı haksızlık etmişlerdir, hakkımızı çiğnemişlerdir. Dine aykırı hareket etmişlerdir. Ama affetmek, önemli bir husus olmuş oluyor muhterem kardeşlerim!..
Bakın biz mü'minleriz, Allah'ın sevdiği kullarız ama, dünya üzerinde bizden çok daha üstün başarı sergileyen gayr-i müslim milletler var... Bu bana utanç veriyor, utanıyorum. Kıskanıyorum.
Bir Japonya'nın gelişmesini Mustafa Özel kardeşimiz anlattığı zaman hasedimden çatlayacak hale geldim. Japonya'nın o gelişmesi, o üretimi, o üretimdeki canlılığı... Üretimi geliştirmek için, güzelleştirmek için fikirlerin çalışması, buluşların yapılması... Çok önemli... Dörtbin tane buluş teklif ediyor fabrikanın yönetimine... Panasonic fabrikası mıydı neyse, elemanların her birisi işin gelişmesi için bir yeni teklifte bulunuyor ve bu dörtbin adedi buluyor.
"--Dört milyon!" (dediler.)
Dört milyon muydu?.. Evet, bin misli hata etmişiz, küçük bir hata değil... O daha muhteşem bir şey... Ben dörtbini bile büyük görüyorum. Biz de dört tane bile yeni teklif yapılmıyorsa, ayıptır, günahtır. Bizim kafamız mı eksik, gözümüz mü görmüyor?.. Biz buluş yapamaz mıyız?..
Ben oturduğum yerden edebiyat fakültesi mezunu, bir eften püften mesleğin sahibi insan olarak pencerelerin şekli, kapıların formu konusunda icatlar peşindeyim. Vaktim olsa, oturacağım cetvelle çizeceğim. Bence bu direklerin köşeleri böyle olmaz. Neden?.. Bir çocuk çarparsa buraya, kafası yarılır. Karpuz gibi ikiye ayrılır kafası... Nasıl olacak?.. Yuvarlak olacak, hafif yuvarlak olacak. Yâni, kafasını, Allah'ın verdiği aklı, muhakemeyi, tefekkürü geliştirmesi lâzım bir müslümanın...
(Lâ ibâdete kettefekkür.) "Düşünmek gibi kıymetli, sevaplı ibadet olmaz!" buyuruluyor. Düşünen insan olacağız, geliştiren insan olacağız. Problemleri çözen insan olacağız. Yenilikler ortaya koyan insan olacağız.
Ben kardeşlerime dedim ki, yeni silâh icad edin, onu imal edelim!.. Niye başkasını taklid ediyoruz. Otururuz, daha güzelini yaparız. Ama, daha güzelini yapmak için, mevcudu bilmek gerekir. İlmin ilk şartı budur. Yâni, mevcudu bileceksiniz, ondan sonra mevcudu aşacaksınız. Çünkü sizin aylarca, yıllarca uğraşacağınız şeyi, birisi uğraşmış ve çözmüş olabilir.
Onun için Amerika'nın, demirperde olduğu zaman, Rusya'daki buluşları iyi takib edememesinden, araştırma geliştirme masraflarının çok büyük kayıplar yaptığını yazıyordu bir kitap... Çünkü, aynı konuyu Ruslar da incelemiş ve çözmüş. Amerika ondan habersiz... O konunun çözümü için ne kadar masraf yapmış, sene harcamış...
Onun için teknolojik casusluk, teknolojik istihbarat, bilimsel istihbarat önemlidir. Yeni şeyler bulanlar bilgisini saklarlar. Karşı taraf da onu çalmak için allem eder, kallem eder, uğraşır, didinir, onu çalmağa çalışır. Neden?... Zahmetten kurtulmak için...
Bir Japon öğrencisi, Almanya'daki bir fotoğraf firmasının çeşitli bölümlerinde çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor... Sonra işini bitirdiği zaman Japonya'ya dönüyor. Japonya'da o çalıştığı firmanın aynı inşa edilmiş; o fabrikanın başına geliyor. Çünkü, çalıştığı bölümlerin fotoğraflarını çekmiş, Japonya'ya aktarmış... O bölümler aynen inşa edilmiş Japonya'da... Japonya'ya geldiği zaman, hazır olarak hemen yüksek seviyeden fotoğrafçılık yapmağa başlıyor. Tabii, ondan sonra da geliştiriyor, yeni bir şeyler yapmağa çalışıyorlar.
Bir imalatçı, fabrikatör şahıstan dinlemiştim: "Bizim fabrikamızda bir problem vardı, imalâtı aksatıyordu. Onun çözümünü bilmiyordum. Almanya'da aynı cins imalât yapan bir fabrikaya gittim." diyor. "O benim problemli bölümüm orada gizli bölümmüş, oraya beni sokmadılar. Tam püf noktası olan nokta yasak kısım; oraya sokmadılar. Ama, ben ordaki kostrüksiyondan bir şeyin nasıl yapıldığını anladım. " diyor. "Biz başka türlü yapıyorduk, o böyle yapmış. Cihazların, depoların duruşundan, ham malzemenin gelişiyle çıkış yerindeki farkından anladım meseleyi, problemi çözdüm." diyor.
Araştırma ve geliştirmenizi teşvik için bu sözleri söylemiş oluyorum. Japonya'dan bizim aşağı kalmamamız lâzım!.. Aptal adamlar, güneşe tapıyorlar. Bâtıl bir inanç... Putperest bir kavim, müşrik bir kavim... Ama, hırsla çalışıyorlar. Allah da, sa'y kanunununa göre çalışmalarının sonucunu veriyor.
Batı Almanya'nın gelişmesi... Yahudiler kendilerine düşman... Yahudileri destekleyen Amerika, İngiltere, Fransa kendisine düşman... Avrupa devletlerinin çoğu eskiden beri onun hasmı... Bu kadar hasım karşısında vura kıra, Almanya bugün Doğu Almanya'yı kurtardığı gibi, Avrupa Topluluğu'nu da sürüklüyor. Düşmanlarının muhalefetlerine rağmen Amerika gibi, Rusya gibi, Çin gibi büyük bir devlet olma dinamizmini gösteriyor. O hızla çalışıyor.
Çok utanıyorum. Bizim Almanya'dan ve Japonya'dan geri kalmamızı fevkalâde utanç verici bir durum olarak görüyorum. Çünkü, biz de Osmanlı Devlet-i Aliyye'sinin evlâtlarıyız. Niye biz --Batı Almanya'nın şimdiki çalışması gibi-- Osmanlı Devlet-i Aliyye'sini yeniden kurtarma çalışmasına girişmemişiz. İşte ihtiyaç olduğu Makedonya'dan, Kosava'dan, Arnavutluk'tan, Bulgaristan'dan, Kafkasya'dan, Suriye'den, Irak'tan, Kuveyt'ten görülüyor.
Bizim şu ana kadar, devletin başında görev yapmış olan insanların hepsi, tarih karşısında suçludur. Çünkü 1923'ten 1994'e yetmiş yıl geçmiştir. Bu yetmiş yılın içinde şu Batı Almanya'nın gösterdiği bir basireti, bir vefayı göstermemişlerdir. Pattadak şimdi 1994 yılında Makedonya'ya karşı sorumluluğumuz olduğunu hissediyoruz, Kafkasya'ya karşı sorumluluğumuz olduğunu yeni hissediyoruz ve karınca kararınca ufak tefek çalışmalar yapıyoruz.
Yetmiş yılın yöneticilerinin hepsi mes'uldür. Hepsi Allah divanında bu konuda sorgu ve suale maruzdur ve cezaya müstehaktır. Çünkü, 1923'ten sonra, bu gibi meselelerle ilgilenmemiştir. Gözümüzün önünde Onikiada yendiğimiz Yunanlılara verilmiştir. Bulgaristan'la ilgilenilmemiştir. Yunanistan'a buğday yardımı yapılmıştır ve Batı Trakya desteklenmemiştir.
Kafkasya ihmal edilmiştir. Kafkasya'dan Türkiye'ye kaçanlar, geriye iade edilmiştir İnönü zamanında... Onlar bu tarafta yalvarmışlardır: "Bunlar o tarafa geçince bizi öldürecekler; siz öldürün!" demişlerdir. "Hayır!" demişler ve iade etmişlerdir. Köprünün öbür tarafına geçer geçmez, Rus askerleri hiç başka bir şey yapmadan orda, teslim edenlerin gözü önünde o mültecileri öldürmüşlerdir. Ne Nahcıvan hakkında bilgisi vardır yöneticilerin, ne Azerbaycan'ın yapısını bilirler, ne Kafkasya'yı bilirler.
İtiraf ediyorum ki ben de Kuzey Osetya, Güney Osetya, Çeçen-İnguş gibi bölgeleri, Kafkasya'daki önemini son olaylardan sonra tanıdım. Sancak, Kosova, makedonya gibi şeyleri son olaylarda öğrendim.
Bizim Japonya'dan, Almanya'dan ne eksikliğimiz vardı; vefasız bir millet miyiz biz?.. Duygusuz bir millet miyiz?.. Korkak bir millet miyiz?.. Aptal bir millet miyiz?.. Nedir bizim kusurumuz ki, bir Japonya gibi Amerika'nın karşısında --iki tane atom bombası Hiroşima ve Nagazaki'ye atıldıktan sonra-- mutlak bir teslim oluşla teslim olmuş bir Japonya'dan; ve Fransa, Rusya, Amerika, İngiltere tarafından toprakları işgal olmuş bir Batı Almanya'dan daha geri mi bir topluluktuk biz?.. Hangi şeyimiz eksikti ki, onlar aradan geçen zaman zarfında bu başarıyı sağladılar da biz sağlayamadık?..
Bizim Almanya'dan, Japonya'dan eksik tarafımız yoktur. Bizim rakibimiz Japonya'dır, Almanya'dır, Amerika'dır. Bizim onlarla yarışmamız lâzım, bizim onlarla güreşmemiz lâzım!.. Bizim onlarla olimpiyat yarışına girmemiz lâzım muhterem kardeşlerim!..
Onun için vazifemiz çok büyüktür. Biz dünya kupasında, birincilik için mücadele verme durumundayız. Sizler de bu mücadelenin elemanlarısınız bulunduğunuz beldelerde... Sıradan insanlar değilsiniz. Türkiye'ye ait insanlar değilsiniz, dünyadaki bütün müslümanların ümidisiniz, temennîsisiniz.
Biz işte birkaç gün sonra bir Afrika ülkesine gideceğiz. Bizim kardeşlerimiz bizden çok önce Makedonya'ya, Arnavutluğa gitmişler, gelmişler. Birkaç sene önce biz Orta Asya'ya gittik; Özbekistan'ı, Azerbaycan'ı gördük. Daha görmediğimiz pek çok yerler, bizden ileri gidip oraları gören pek çok arkadaşlar var...
Biz dünyadaki birincilik için çalışmaya başlamalıyız; onun startıdır bu toplantımız!.. Bu şuurla çalışın!..
Allah-u Teâlâ Hazretleri muvaffakıyet ihsân eylesin, birinci olmayı ihsân eylesin... Çünkü, İslâm birinci dindir. Çünkü, müslümanlar Allah'ın en sevgili kullarıdır. Çünkü, birincilik Allah'ın mü'min kullarına lâyıktır.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü...
3 Temmuz 1994 - İstanbul