Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
İBADET BİR SANATTIR
........
Bizleri çoluk çocuğumuzla beraber toplayan, hem dinlenme hem eğitme işini beraber götürmemize gerçekten dinlenip, rahatlayıp istifade etmemize vesile olan bir toplantının sonuna geldik. Doğrusu, nasıl geçtiğini dahi anlayamadık. Üç gündüz, iki gece kaldığımız halde bir saat gibi geldi. Azımsadığımıza göre, demek ki tatlı geçmiş. Çünkü sıkıcı olsaydı, dakikalar bile geçmezdi.
Bir hastanın halini bilirim: Sabah bir türlü olmaz. Dakikalar bir türlü ilerlemez. Saatine bakar, bir dakika geçmiş... Bir daha bakar, bir dakika daha geçmiş... Çünkü ızdırabı vardır, acısı vardır. Zaman geçmek bilmez. Ama mutlu günler, mutlu dakikalar, saatler çabuk geçer derler. Hakikaten burda, daha çok kalmayı temenni ettirecek şartlar var...
Suyu gerçekten şifalıymış; geç farkettik, istifade edemedik. Bir dahaki sefere inşaallah diye içimizde arzusu kaldı. Hakikaten eklemlerle, kemiklerle, kireçlenmelerle ilgili rahatsızlıklarda birinci derece faydalı bir suyu varmış.
Çevre güzel... Başımızı kaldırıp ormandan pek istifade edemedik, dün akşamki küçük yürüyüş hariç... Ama, gezen gençleri, çocukları, hanımları gördükçe seviniyoruz. Dinlendiler. Çocuklar rahatladı.
Havuzdan da alacağımız kaldı. Havuzdan bazıları istifade etmiş de bize söylemediniz. İlkönce, "Havuz doldu hocam, buyurun!" demeniz lâzımdı. Ordan da alacaklı oluyoruz, hepinizden veya yöneticilerden...
Hasılı tatlı geçti. Allah hepinizden razı olsun... Çünkü, böyle yerler grup halinde olunca tatlı olacak gibi görünüyor. Tek başımıza gelsek, bir aile olarak herhalde, içki şişelerinin arasında, sarhoşların içinde böyle huzurlu olamazdık. Akşam yaptığımız gibi, seccâdeleri, halıları dışarıya serip de namaz kılamazdık. Her şey grup içinde tatlı oluyor.
İnsanın muhabbetle yaşadığı bir grubu olması, çok büyük bir nimettir muhterem kardeşlerim!.. Bunu bilin! Birbirini seven insanların, böyle grup teşkil eden insanların birbirine desteği çok fazladır. Ağacın bile etrafındaki topraklar çekildiği zaman, ağaç kurur. Dişin etleri aşağı çekildiği zaman diş sallanmağa başlar. Her şeyi kökü ve çevresi kuvvetlendiriyor, destekliyor. İnsanı da böyle bir sosyal çevresi destekler, mutlu eder. Yapayalnız kalmak zordur.
"Yalnızlık, büyük ruhların gıdasıdır." deniliyor; bazan lâzımdır. Çünkü, tefekkür için, ibadet için, zikir için yalnızlık; daha doğrusu Allah'la beraberlik lâzımdır. O da yalnızlık değil, asıl mutlak yalnızlık çok zordur. İnsan orada, en güzel beraber olunacak şeyle beraber olduğu için, yine yalnız sayılmıyor.
Allah'a hamd ü senâlar olsun ki, müslüman olduğumuz için, dünya yüzünde bir milyardan fazla kardeşimiz var... Hem de rengimiz, ırkımız, cinsimiz, cinsiyetimiz ne olursa olsun birbirimizi seviyoruz ve birbirimizle çabuk anlaşıyoruz. Amerika'ya da gitsek, Avustralya'ya da gitsek, Avrupa'ya da gitsek, yabancı bir ülkede bir camide bir namaz kıldığımız zaman veya herhangi vesile ile bir müslümanla tanıştığımız zaman, ahbaplığımız çarçabuk çok kuvvetli bir beraberliğe dönüşüyor. Çünkü bütün müslümanları Allah kardeş eylemiş:
(İnnemel mü'minûne ihvetün.) Bu güzel bir şey...
Ama bizim kardeşliğimiz ayrıca bir de tasavvuf yolundaki kardeşlik, ihvanlık olması dolayısıyla bir kaç bakımdan daha güzel... Çünkü, tasavvuf yolu gerçekten kendisi güzel bir yol... Gerçekten takvâ yolu Allah'ın rızasını kazanmaya giden bir yol... İnsanı Allah'ın rızasına, ma'rifetullah'a götüren, muhabbetullaha götüren, rıdvânullaha bir yol...
Ma'rifetullah diyoruz, Allah'ı bilmek... Muhabbetullah diyoruz, Allah'ı sevmek... Rıdvânullah diyoruz, Allah'ın bizden hoşnud ve râzı olması... Bunlara götürüyor bu yol... O bakımdan, bu yol çok güzel ve bu yoldaki kardeşlik de kardeşliklerin en halisi olduğu için fevkalâde güzel...
Kızılcahamam'lı kardeşlerimize teşekkür ederiz. Hakikaten program, herhangi bir oteli kapatıp da bir kaç gün bulunmaktan çok ötede bir sıcak evsahipliğiyle karşılaştık. Hem otelin personelinin, hem de beldenin ahalisinin bizimle ilgilenmesi, bize lütfetmesi dolayısıyla oldu bu...
Eğer belediye reisimiz teveccüh etmese, Kızılcahamam'lı kardeşlerimiz lütfetmese, bu kadar tatlı olmazdı. Onlardan da Allah razı olsun... Her türlü hayırları ihsan eylesin, gönüllerinin muratların bahşeylesin... Çok müteşekkiriz. Haklarını ödeyemeyeceğimiz için, bu güzel evsahipliklerinden dolayı Allah sevaplar ihsan eylesin diye dua ediyoruz.
Camiamız içinde teknik personelin müstesnâ bir yeri ve nisbeti olmasından da, ayrıca ben mutluyum. Bizim camiamız eskiden beri böyle olmuş, Teknik Üniversite asistanlıklarından başlamış bu özel yakınlık... Mühendislerle, ilim adamlarıyla, yüksek tahsilli insanlarla bizim camiamızın içli-dışlılığı, beraberliği, onların bize gelmesi, bizim onlarla beraber olmamız, hocalarımız zamanında başlamış.
Zâten yolumuz, tasavvuf yolları içinde ilme bağlılığı ile, ilim adamı yetiştirmesi ile, ilim yolunda yürümesi ile, ötekilerinden farklılaşmış olan bir yol... Yâni, bizim yolumuzun bariz vasfı, yöneticilerimizin, mürşidlerimizin, şeyhlerimizin, büyüklerimizin her birisinin bir çok ilimde ihtisas sahibi olmasıdır. Hem din ilimlerinde, hem de bunun dışında başka ilimlerde mütehassıs olmalarıdır. Enteresan bir şeydir bu... Bir mutasavvıfın aynı zamanda farzedelim ki, astronom olması; bir mutasavvıf şeyhin aynı zamanda bir fizikçi olması; bir mutasavvıf şeyhin aynı zamanda bir tabip olması enteresan bir şeydir. Bizim yolumuz böyle gelmiş, böyle devam ediyor.
Elhamdü lillah ilimle beraberiz, ilimle iç içeyiz. Allah'a hamd ü senâlar olsun... Allah bizi bu güzel nimetinden ayırmasın... Çünkü, ilimden ayrıldığı zaman, herkes zarar eder. Ve bir milletin yükselmesi ilimle oluyor. Teknolojinin gelişmesi ilimle oluyor. Ekonominin de derlenip toparlanması ilimle oluyor. İlim sayesinde insan, o sahalardaki müşkillerini hallediyor. Demek ki her şeyin temeli ilim...
Onun için büyüklerimiz demişler ki: "Dünyayı isteyen ilme sarılsın; çünkü, dünyalık ilimle elde ediliyor. Ahireti isteyen isteyen de ilme sarılsın; çünkü, iyi kulluk da ancak ilimle elde edilebiliyor."
Yâni, kul alim olmadığı zaman, câhil olduğu zaman, kulluğunu güzel yapması, Allah'ın rızası yolunu doğru-düzgün bulması, Allah'ın rızası yolunda doğru-düzgün yürümesi mümkün olmuyor. Bir yerde falso yapıyor, hata yapıyor... Cahillik ediyor, gafillik ediyor. Bilmeden Allah'ın rızasına aykırı işler yapıyor. O bakımdan ilim hem dinin, hem dünyanın güzel olması için en başta gelen varlığımız... Allah bizi ilim yolundan, alimlikten ayırmasın; cahilliğe düşürmesin...
Onun için İslâm'dan önceki devrenin adına --enterasandır-- ÇCahiliye DevriÈ deniliyor. İlimsiz olduğu için orası, o isim verilmiş. İslâm'ın gelmesinden sonraki devre de, ÇAsr-ı SaadetÈ diyoruz. Yâni, mutluluğun asrı... Neden mutluluğun asrıdır?.. Çünkü, İslâm insana iki cihanın saadetini birden veriyor. İslâm'ın prensipleri hem dünyanın saadetini sağlıyor, hem de ahiretin saadetini sağlıyor.
Biz de İslâm'ın bu ana yapısını bildiğimiz için, sizlerin mutluluğunuza büyük önem veriyoruz. Aile mutluluğunuz da bizim için son derece önemli... Geçiminiz, karı-koca arasındaki uyum, anlayış, sevgi saygı, bağlı bizce fevkalâde önemli ve biz bunu sağlamak için, geliştirmek için elimizden her ne gelirse yapmağa hazırız, yapıyoruz. Yapılması için elimizden geleni de ardımıza koymuyoruz.
Bu toplantıların yapılış tarzı bunun senedidir. Biz, "Erkekleri eğitmek istiyorsak, onları bir yere toplayalım; hanımlar evde dursun. Biz onlara bir kurs tertipleyelim. Meslek içinde gelişmeleri sağlansın." gibi bir mantıkla hareket etmiyoruz. Diyoruz ki, "Gelin bakalım, falanca yerde bir program tertipledik. Hanımlarınız da, çocuklarınız da gelsin; beraberce gelin! Hanımlar bir eğitim görsünler. Beyler bizim istediğimiz meslek eğitimini görsünler. Çocuklar da bir eğitim görsün; hepsi rahatlasın!" diyoruz. Hanımları da biraz yemek yapmaktan, ev işleri altında bocalamaktan, çocuğa bakacağız diye sıkılmaktan, perdeleri kapatıp bir odanın içinde hapis kalmaktan kurtarmak da istiyoruz. Bu da düşüncelerimizin içinde...
Çünkü, "Allah, hanımları beylere bir emanet olarak vermiştir. Onların her şeyi --dindarlıkları da, ahiretleri de-- beylerden sorulur. Onların dindarlıklarına ve ahiretlerin kazanılmasına dair tedbirleri almak, beylerin vazifesidir. Eve yemek getirmek kadar, yiyecek içecek getirmek kadar, kirasını ödemek kadar veya bir ev almak kadar bunlar da önemlidir." diyoruz.
Allah sizleri eşinizle, çoluk çocuğunuzla ömrünüz boyunca bahtiyar eylesin... Hepinize mutluluklar dileriz Evlâtlarınız hayırlı evlâtlar olsun... Salih evlâtlar olsunlar, İslâm'a faydalı olsunlar...
Sizin mesleğiniz teknik eğitimdir. Misafirlerimizin büyük çoğunluğu teknik yönden çalışarak hayatını geçirecek bir yol tutturmuşlardır. Teknik eğitimin bizde büyük önemi var... Çünkü, Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye dünya üzerinde en kuvvetli devlet iken, bir emriyle kralları dize getirirken, uzaktakilere bir direktif vererek hapistekileri hapisten çıkartırken, kötülükleri engellerken; Akdeniz bir Türk denizi durumundayken, Doğu Akdeniz'de düşman gemileri gezemezken, Batı Akdeniz'de Barborosların dolaştığı zamanlardan, Karadeniz'in etrafı tamamen Türklerle, müslümanlarla meskûn iken, şimdi bir acı duruma gelmiş durumdayız.
Belki çizginin en aşağı noktası 30-40 yıl geride kalmıştır. Şimdi grafik çizgisi yukarıya doğru çıkıyor. Allah'ın lütfuyla, yardımıyla daha iyi duruma gitmeğe başlamışız ama, kâfi değil... Bizdeki gelişmeyi gördükçe, düşman bize olan baskısını, hışmını ve hainliğini arttırıyor. Yâni "Türkiye gelişiyor mu?.. Türkiye'nin nüfusu bir patlama mı göstermiş?.. Türkiye sanayileşmeyi yakalamış mı?.. Türkiye'nin hazinesi döviz mi dolmuş?.." Karşı tarafı çıldırtıyor bu... Bunların hepsinin birer ikişer elimizden alınması için her türlü hainliği, mel'aneti, şeytanlığı, şeytaneti yapmağa başlıyorlar.
Misal: Nüfusu durdurmağa çalışıyorlar. Çünkü, nüfus da bir kuvvettir.
Misâl: Ekonomi çok büyük bir kuvvettir. Para ile her şey yapılıyor. Ekonomiyi perişan etmeğe çalışıyorlar.
Anarşistlerden birisi yakalanmış. Sorgu sual esnasında demiş ki, "Bize dediler ki: Türk ordusu an'anevî bir güçtür; onu silâh zoruyla yenemezsiniz. Sizin işinizi kolaylaştırmak için yapılacak şey, Türkiye'nin ekonomisini çökertmektir. Yâni, Türkiye öyle zayıflamalı, öyle parasız pulsuz kalmalı ki, sizinle uğraşamasın!"
Geçen gün Recep Yazıcıoğlu valimizin; çok sevdiğimiz bir kimse tabii... Çalışkan bir vali, dinamik bir vali, Erzincan valisi... Onunla yapılmış bir röportajı okudum. Diyor ki: "Erzincan çevresinde teröristlerin faaliyeti arttı. Niye?.. Çünkü, Erzincan doğuyu batıya bağlayan stratejik bir mevkidedir, yol üzerindedir. burayı ele geçirmek istiyor anarşistler... Böylece ekonomik yönden bir darbe vuracaklar."
Eskiden beri bu böyle olmuştur. Osmanlıyı çökertmek için batılı çarpışırken, çalışırken, haçlı seferleri ile bir sonuç elde edememiş, yapılan her savaşta gerilemiş, Belgrad'a kadar çekilmiş, Viyana'ya kadar savunma hattını geriye almış. Ama, sonra ne yapıyor?.. Osmanlı ticaret gemilerin vurmak için üs kuruyor Rodos'ta... Ticareti vurucak da ne olacak?.. Ticareti vurduğu zaman, hazine zayıflayacak, ekonomi altüst olacak, iktisâdî durum bozulacak diye onu düşünmüşler şeytanlar...
Bizim hatırımıza gelmez. Biz biraz bonkör bir milletiz. Öyle paraya pula pek aldırmayız. Kesemizi açtık mı, arkadaşımız için --canımızı vermekten çok daha kolay-- paramızı veririz. Hayr u hasenatı da severiz. Maddiyat, para bizim için dinî bakımdan da önemli değildir. "Gözü kör olsun paranın!" deriz, beddua da ederiz paraya... Kazanılması, harcanılması biraz insanları kötü yollara sevkettiği için, paraya karşı bir sevgimiz yoktur; düşmanlığımız vardır.
Rabia-yı Adeviyye'yi hatırlıyorum: İki elini böyle sıkmış, koşarak gidiyormuş. Dindar, zâhid, mutasavvıf bir kadın; iki elini sıkmış gidiyor... Manzarayı düşünün!.. Hasan-ı Basri (Rahmetullahi aleyh) takılırmış ona... "Ey cennet hatunu! Böyle yumruklarını sıkmış, nereye gidiyorsun?.. Nedir yâni?.." Anlayamamış böyle hızlı hızlı gidişini... Demiş ki: "Ey Hasan-ı Basrî! Elime iki tane dinar geçti. Birisini bir elime aldım, birisini diğer elime aldım; yanyana getirtmiyorum. Çünkü, bu mel'unlar yanyana geldi mi, fitne hazırlarlar. İkisini birbirinden ayırıyorum. Hemen götürüp bir fakire vereceğim!" demiş.
Para yanyana geldi mi, insanda para sevgisi uyandırıyor, hırs uyandırıyor... Keyf, zevk uyandırıyor.
Eski mülk sahiplerinden, hükümdarlardan birisi çok güzel bir köşk yaptırmış. Dayatmış, döşetmiş, süslemiş... Bahçesi, balkonu, vesâiresi çok güzel... Ondan sonra bir şeyh efendiyi almış yanına, gezdirmiş konağı...
"--Hocam, üstadım, şeyhim! Nasıl buldunuz, köşk güzel mi?.." diye sormuş.
O da demiş ki:
"--Bu dünyada böyle köşk yapacağına, ahirette bir köşk yapsaydın kendine!.. Bu dünyada köşk yapmışsın, bunun hesabı var... Allah sana bunun hesabını soracak! Paralarını hesabını veremeyeceğin, makbul olmayan bir yere sarfetmişsin." diye azarlamış.
Bizim mantığımız budur. Biz paraya pek aldırmayız. Zengin olmaya da hırsımız yoktur, gösterişe de kulak asmayız. Cömertlik de makbul olduğundan kesemizin ağzını açarız, paramızı etrafa saçarız. Severek yaparız bu işi... Ama, dinî hizmetler de para ile oluyor.
Peygamber SAS Efendimiz de bir yerlerden para bularak bu hizmetleri götürmüş. Kendisi de bir şeylerini rehin vererek, falanca filânca yerden borç alarak bazı şeyler yapmış. Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in serveti, İslâm'ın yayılmasında büyük fayda sağlamış. Osmân-ı Zinnûreyn Efendimiz'in büyük zenginliği ve büyük ikramları Peygamber Efendimiz'in dualarını kazanmasına vesile olmuş. Bunları biliyoruz.
Para her yerde iş görüyor, kapıları açıyor. Zengin arabasını dağdan aşırıyor, fakir düz yolda yolunu şaşırıyor. Bu böyle... Onun için paranın İslâm yolunda kullanılması lâzım!.. Yâni, para lâzım; bir... Paranın İslâm yolunda kullanılması lâzım; iki... Olmayan şeyin kullanılması da mümkün değil... Erlerin, bahadırların, askerlerin techizi lâzım, ok lâzım, para... Zırh lâzım, para... Binek lâzım, para... Kılıç lâzım, para... Deveye yiyecek lâzım, para... Her şey parayla alınıyor, veriliyor.
O bakımdan, kul olmamakla beraber ekonominin, paranın, servetin kıymetini bilmemiz lâzım!.. Serveti Allah yoluna sarfederek, Allah'ın rızasını kazanmamız lâzım!..
Onun için, büyüklerimiz demişlerdir ki: "İnsanın gönlü bir gemi gibidir. Dünyalık da --servet, para, pul, mevki, makam, dünyadaki her şey-- deniz gibidir. İnsanın gönlü bu denizin üstünde gezebilir. Yâni, bir müslüman mevki sahibi olabilir, para sahibi olabilir, deryâ gibi imkânların içinde yüzebilir. Amma, geminin içine su girmemesi lâzım, gönlünün içine dünyalık sevgisi girmemesi lâzım!.. Niye?.. Geminin içine su girdi mi, gemi batar. Gemi nerede batar?.. Dünyalıkta batar.
Onun için büyüklerimiz demişler ki:
(Eddünyâ bahrun amîkun, kesîrun minen nâsi yuğraku fîhâ.) "Dünya engin bir okyanustur, ummandır. İnsanların çoğu burada su üstünde duramamışlardır, batmışlardır." İstenmeyen bir duruma düşmüşlerdir. Dünyalığa garkolmuşlardır. Alışları, verişleri, yatışları, kalkışları, konuşmaları, faaliyetleri, sevgileri, kızgınlıkları dünyalık temeli üzerine kurulmuştur. Tabii, bunların hepsi insanı zarara, bir başka günaha götürücü şeylerdir.
Onun için, müslümanın gönlüne dünya girmeyecek. Dünyalığın müslümanın nazarında bir kıymeti yok... Sadece, dünyalık bir imkândır, bir alettir, bir vasıtadır, bir araçtır. Biz bu aracı iyi kullanmakla vazifeliyiz.
Silâh bir araçtır. Düşmana karşı kullanırsan, ülkenin savunması oluyor. Kalırsan gazi oluyorsun, ölürsen şehid oluyorsun. Aynı silâhı, ülkenin içinde bir müslümana karşı kullandığın zaman;
(Ve men katele mü'minen müteammiden fecezâuhû cehennemü hâliden fîhâ.) "Kim bir müslümanı kasden, bilerek, öldüreyim diye düşünerek öldürürse, --hani elinden kaza çıkmış, kalas devrilmiş vs. o ayrı; ama bilerek öldürmüşse-- cezâsı ebedî olarak cehennemde kalmaktır." Can bu kadar kıymetlidir.
Suudî Arabistan'a gidiyoruz. Çok enterasan bir durum var: Suudî Arabistan'da kavga oluyor, gürültü oluyor. Ticari konularda, trafik konusunda çeşitli münâkaşalar yapıyorlar. Konuşuyorlar, dalaşıyorlar, münâkaşa ediyorlar. Hiç böyle yaka tutmak, yumruk atmak yok... "Kısas var!" diyorlar. Korkmuş millet... Sen ona bir yumruk atarsan, o da gidiyor polise diyor ki: "Falanca adam bana bir yumruk attı." Polis de diyor ki: "Tamam, gel bakalım! Sen de gel!.." Caminin meydanında toplanıyorlar. Senin elin kolun bağlı... "Vur buna aynı şekilde!" diyorlar. Herkesin gözü önünde bir yumruk yiyor.
Yok böyle bir şey... Yâni, kimse kimseyle bizdeki gibi, "Burnunun üstüne bir kafa atarım, burnundan çeşme gibi kan boşaltırım. Yumruğu bir tane çakarsam, 32 dişini yere dökerim. Böyle şeyler yok... Neden?.. Kısas var, korkuyor millet...
Öldürmek yok... Trafikte insanın kıymeti fevkalâde yüksek; akar sular duruyor. Adam sallana sallana bir yerden öbür tarafa yürüyor. Sen frene basıyorsun, bekliyorsun. Trafikte geçilecek yer mi, geçilmeyecek yer mi, mühim değil... İnsanın kıymeti önemli oluyor.
İşte muhterem kardeşlerim, bizim zihin yapımız bu... Tabii, bu zihin yapısından bizim kaymamamız lâzım! Dünyalık gönlümüze girmemeli ama, elimizden de çıkmamalı!.. Yâni, elinde para olmalı insanın ki, Allah yoluna sarfedebilsin... Elinde imkân olmalı ki, düşmana karşı kullanılabilsin.
Falanca yerde harb oluyor... Osmanlı her sene harbetmiş Avrupalılarla... Her harbin bir faturası var, bedeli var... Şu kadar altın lira gitmiş, bu kadar altın lira gitmiş. Her sene bu harb olunca, bütçede harb masrafı diye bir büyük yekün tutmuş.
Bizde de bugün, millî savunma bütçesinin genel bütçede büyük bir yeri olduğunu biliyoruz. Onun da kalkınmada menfî tesiri olduğunu biliyoruz. Çünkü biz askeri asker olarak tutuyoruz. Yâni yiyici, üretici değil tüketici bir zümre oluyor. Büyük masraf...
Japonya, Amerika'nın istilasında olduğu için ordu teşkil edemiyor. "Oh, canıma minnet!" diyor. "Tamam! Sen bana orduyu teşkil ettirmiyor musun; çok teşekkür ederim." diyor. O da var gücüyle ekonomiye sarılmış, harıl harıl çalışıyor, para biriktiriyor. Biriktirdiği para ile gidiyor, Amerika'daki şirketlerin hisse senetlerini alıyor. Piyasada, borsada satılıyor ya... Alıyor onları... Şirketlerin çoğunun sahibi Japonlar... Hisse senetleri yüzüyor çünkü, böyle ordan oraya, elden ele gidiyor. Asıl sahipleri Japonlar... Amerikan şirketleri para kazanıyorsa, Japon'un cebine gidiyor. Amerika'dan intikam alıyor Japonya...
Onun için birisi bir kitap yazmış; Amerika'da gözüme ilişti, okudum. Diyor ki: "Japonlar bizden intikam alıyor. Bizi içten yıkacaklar. Mahvolduk, istilâ halindeyiz, istilâya uğramış durumdayız. Japonların istilâsı altındayız." Doğru... Mukayeseler vermiş: Amerika'nın en büyük şirketleri, Japonya'nın en büyük şirketleri... Sermayeleri mukayese ediyorsun, Japonya bitirmiş Amerika'nın işini...
"Sen misin bana ordu kurdurtmayan?.. Tamam kurdurtma, enayiliğine doyma!" Ondan sonra bütün gücüyle ekonomiye sarılmış. Hammaddesi yok, ülkesi dar, toprakları kısıtlı, nüfusu çok... Ama bütün bu menfi şartları düşünerek, bu engelleri aşarak bir ekonomi meydana getiriyor. Muazzam bir üretim ve bu üretimin müthiş bir pazarlaması ile, dünyanın her yerine hakim...
Almanya'ya, İngiltere'ye bağırta bağırta televizyon satıyor, araba satıyor. Niye?.. Ucuz veriyor. Onların direnç noktalarının altına iniyor. Direnemeyeceleri noktaya getiriyor işi... Harıl harıl arabasını satıyor, televizyonunu satıyor, elektronik cihazını satıyor... Adamlar ne yapacağını şaşırıyorlar. Çünkü, batılılar Japonlar kadar hırslı değil... Çünkü, ehl-i dünya... Çünkü, sarhoş... Çünkü, keyfine düşkün... Japon öyle değil... Japon mesâi saatiyle yetinmiyor.
Amerika'nın meşhur iş merkezi Manhatten'da, saat altıda Amerikan firmalarının hepsinin elektrikleri sönüyor. Bakıyorsunuz, tamam, firmalar tatil oldu. Japon firmaları ilâve olarak dört saat daha çalışıyorlar. Onların ışıkları saat ona kadar yanık duruyor. neden?.. "Ancak fazla çalışmayla bunları yenebiliriz." diye biliyor Japonlar... Fazla çalışması lâzım, üretim yapması lâzım! Daha fazla mesâi sarfetmesi lâzım!.. Mesâinin verimli olması lâzım!..
Bir otomobil fabrikasında tezgâhlar mahdut, tezgâhlara yüklenilen yapılacak işler çok... Binâen aleyh, tezgâhtaki kalıp çıkacak, başka bir kalıp gelecek, tezgâh o kalıbı çalışacak... O kalıp çıkacak, başka bir kalıp takılacak, tezgâh onu çalışacak... Tezgâhlar sınırlı; işler böyle tezgâhlara kalıp değiştirerek yaptırılacak. Bir kalıbın değiştirilmesi --ben burdaki arkadaşlara da sordum-- ayarı zordur, sekiz saat filân sürer dediler. Başka ülkelerde de böyleymiş. Bir makinadan kalıbı çıkartacaksınız, yeni bir kalıbı takacaksınız, ayarlayacaksınız. Eğri olmasın, yamuk olmasın, kaymış olmasın, bilmem ne... Ondan sonra onu çalıştıracaksınız ve seri üretim olacak.
Bu kalıbın değişmesi sekiz saat... Bir başka devlet bunu altı saate indirmiş, iki saat tasarruf sağlamış. Japonlardan birisi oturmuş, --şeytan-- düşünmüş taşınmış, uğraşmış didinmiş; nasıl yaptıysa, nasıl bir sistem geliştirdiyse... Problem çünkü bu... Sekiz saatte kalıbın değişmesi demek, tezgâhın sekiz saat çalışmaması demek... Bu iş kaybı.. Yâni cihazın kullanılamaması durumu... Bunun için düşünmüş bunun üzerine... Bu bir problem...
Dün ben ergonomiyi dinlerken Sacid (Adalı) Bey'den, hep onu düşündüm. Yâni, "Ergonomiyi nasıl tarif edersin?" deseler bana, ben o anladığımla derim ki: "İş hayatında karşılaşılan problemleri üzerinde kafa çalıştırıp çözme sanatı, çözme mesleği..." İşin aslı o...
Şimdi bir problem karşına geliyor, sekiz saatte bir kalıp değişiyor. Bu fazla... Sekiz saat işçiler yatıyor, tezgâh yatıyor. Büyük bir kayıp... Bunların hepsine para veriyor insan... Parasını kendisi verdiği zaman yüreğine oturur. Cebimizden beş kuruş düşse üzülürüz. Cüzdanımızı çaldırsak, mahvoluruz. Ama, başkasının parası olunca insan aldırmıyor da, kendi işi olunca üzülüyor.
Üzerinde düşünmüş. Sekiz saati nasıl azaltabilirim, altı saatten nasıl aşağı indiririm derken, muazzam bir şey bulmuş: Sekiz dakikada kalıp değiştiriyormuş. Kalıbı ordan alıyor, burdan söküyor, trak takıyor, bitiyor iş... Ne kadar önemli...
Eskiden dolma tüfekler vardı. Dolma tüfeğin içine ağzından barut tıkılırdı. Tüfek dik tutulurdu, harbi ile içine barut, ondan sonra paçavra, ondan sonra bilmem ne doldurulurdu. Dolma tüfek... Kadınların patlıcan doldurması, kabak dolması doldurduğu gibi, tüfeğin içine malzeme doldurulurdu. Ondan sonra da bir tane atardı. "Bir atımlık barutu var." diyoruz ya, öyleydi eskiden...
Sonradan bunu düşünmüşler, fişekleri hazırlayalım demişler. Bu bir gelişme, ama çok yıllar önce olan bir gelişme...
"--Bu dolmayla olmaz; doldurma işini önceden yapalım! Dolmalar yanımızda olsun, koyalım, patlatalım!" demişler. Bu da bir sistem...
"--E, nasıl koyacağız bunu?.."
"--Tüfeğin burasını kırarız, böyle koyarız, kapatırız, tetiği çekeriz."
"--Ah ne kadar kolay! Ağzından doldurmaktan çok daha büyük bir kolaylık var burda!.. Tamam, fişek burda duruyor. Çıkartıyorsun. Tüfeği kırıyorsun, sokuyorsun; atıyor."
Sonra çifteyi bulmuşlar. "Niye bir tane olsun? Herkesin tüfeği bir tane iken, ben iki namlulu tüfek yaparım. Düşman gelirken "Pat!" diye bir tane patlattıktan sonra, "Pat!" diye bir daha patlatırım!" diye düşünmüşler. Bu da bir gelişme, bu da güzel...
"İşte onun şu mahzuru var, süperpozeyi yapalım!" demişler vs. Şimdi 6-7 tane alıyor. Şarjörlüsü var, 30 tane - 40 tane alıyor. Tıkır tıkır...
Bunların hepsi bir problemi düşünmek ve o problemi aşmak için bir takım şeyler yapmak ve geliştirmektir. Sekiz dakikaya indirmiş bir kalıbın değiştirilmesini... Nasıl yapıyorsa, fişek takar gibi... Kalıbın ağırlığı vardır. Ordan çıkartacak, öbür kalıbı getirecek, onu takacak... Bir kalıp değiştirme sekiz dakikada... Japonlar bunun için ileri gidiyor.
Ben de çok kızıyorum. En çok kızdığım milletlerden birisi sevimli Japonlar... Hem sevimli, hem de çok kızıyorum. Neden?.. Geçen seneler hacca gönderilen hacıların bir istatistiği elime geçmişti. Amerika'dan şu kadar, Brezilya'dan bu kadar, Türkiye'den şu kadar, Nijerya'dan bu kadar, İran'dan bu kadar... Büyük büyük rakamlar... Tabii gayrimüslim ülkelerinden gelen müslüman sayısı az... En az hacı gönderenlerden birisi hâin Japonlar... Neden?.. Müslüman yok içlerinde... Ordan belki hacca gelmek de zor ama, paraları var, gelirler. Her yeri geziyorlar. Müslüman az... Yâni, direniyor İslâm'a... Hınzır gibi direniyor.
--Peki, dirensin mel'un! Ahirette cayır cayır yanar.
Hayır!.. Hem İslâm'a direniyor, hem de bütün mallarını getirip Suud'da, Türkiye'de, orda burda satıyor. Öyle şey mi olur? Hem benim has halis inancımın gerçekliğini kabul etmeyecek; putperestliğine, güneşe tapmağa devam edecek, Allah'ın sevmediği batıl yolda devam edecek; hem de gelecek bana malını satacak!..
"--Zırnık almam!" desek, "Almıyorum senin bir şeyini!.. Defol nerde satarsan sat!.. Almıyorum! Ne kumaşını alıyorum, ne elbiseni alıyorum, ne aletini alıyorum!" desek, dize gelir belki...
Ben işte onun için, arkadaşlarımıza yazıyorum dergilerde: Bu düşmanlarla savaşmanın yolları sadece tüfeği alıp, o tarafa mermi sallamak değil... Savaşmanın başka yolları var... Anarşist bile, "Türkiye'yi çökertmek için ekonomiyi çökertmek lâzım!" diye talimat almış, "O konuda çalışıyoruz biz..." diyor.
Karşı tarafı dize getirmenin yollarından birisi nedir?..
"--Arkadaş ben senin eşyanı, imalatını, malını kullanmıyorum!"
"--Neden?"
"--Müslüman değilsin de ondan... Git, gözüme görünme!"
Ne olur?.. Koca İslâm Alemi Japonların, veya Almanların, veya Amerikalıların, veya Fransızların; kim İslâm'a karşı çıkıyorsa, kim İslâm'a kötülük yapıyorsa, cezâ olarak onun malını almasak ne olur?.. Öteki malı alırız. Dünyada rekabet var... İnsan aç kalmaz, açık kalmaz. Hattâ kendin yaparsın, daha da iyi olur.
Kötü komşu insanı ev sahibi yaparmış; ona kızdığı için uğraşır, didinir ev sahibi olurmuş. Bu kötü düşmanların da bizi sanayi sahibi yapması lâzım!.. "Almayacağım ondan, kendim yapacağım!" dememiz lâzım!.. Bunun böyle denmesini devletin başındaki insanların yapması lâzım!.. Demek ki, yöneten insanların iyi insanlar olması lâzım!.. Bu işleri yapabileceğimize inanan, şuurlu insanlar olması lâzım!.. Milletine acıyan insanlar olması lâzım!.. İsrafı önlemeye çalışan insanlar olması lâzım!..
Ne olacak yâni, ben Mercedes kullanmam, basit yerli bir araba kullanırım. Ne kadar hoşuma gidiyor: Bizim ürettiğimiz Pancar motorunu takıyorlar dört tane tekerin üstüne... Pancar motorunu bir üretiyoruz, Gümüş Motor üretiyor. Benim babamın da yirmibin lira sermayesi var... Ama o yirmibin lira, o yılların yirmibin lirası... Neyse, biz kurduk, başkaları kaymaklarını yiyor. Sebep olanlardan Allah hesabını sorsun...
Pancar motoru, benim Türkiye'deki yerli imal ettiğim motor... Pancar motorunu alıyor, benim Edremit'teki, falanca kasabadaki zeki, akıllı ustam... Dört tane teker uyduruyor ona... Bir şanzıman uyduruyor. Pancar motoru "Pata pata... Pata pata..." çalışırken, oluyor bir traktör gibi bir şey... Vitesli, direksiyonlu... Yanımızdan geçiyor bakıyorum, "Pata pata... Pata pata..." Nedir bu, traktör mü, Massey Ferguson mu?.. Değil... Pancar motordan, dört tekerli yürüyen motor... Tarlasına gidiyor. Arkasına yük koyuyor. Tarlasında kuyuya bağlıyor, "Pata pata... Pata pata..." su çekiyor. Her işe yarıyor. Bu bir buluş...
Ben bizim fabrikatör arkadaşlardan birisine dedim ki: "Gelin, şunu yaygınlaştıralım!" Bak bizim ustamız bulmuş bunu... Her işe yarıyor. Köylünün hem atı, hem devesi, hem arabası, hem kuyudan su çekicisi... Her şeyi...
Demek ki, böyle bir şuura sahib olursak yapabiliriz. Her şeyi yerli... Biraz onu kullanırız, ondan sonra onu geliştiririz. Çünkü bakın, ergonomi var... İşi geliştirme, modeli geliştirme, araştırma - geliştirme bölümleri var fabrikaların... Projeyi ortaya koyarız, çözümünün çarelerini ararız ve buluruz.
Bu ergonomi denen ilim nerden çıktı, işletme ilimleri nerden çıktı?.. Ben şimdi konuyu unuttum, İslanda'nın falanca şehrine bir profesör arkadaş davet edilmişti, gitti. Bir konferans varmış. "Neydi konferansın konusu?.." dedim. Keşke yazsaydım da hatırımda kalsaydı. İşletmede bilmem ne meselesinin, falanca problemin çözülmesi... Biz ne o problemi biliyoruz, ne işletme ilmini biliyoruz.
Fiilen bilmediğimiz görülüyor yâni... Burda Kızılcahamam maden suyu tesislerinin başındaki adam, 137 milyon maaş alıyormuş ayda... Şimdi herhalde engellemişler. Peh be, ben profesörüm, bu kadar hizmetim var, onda biri maaş alıyorum onun... Şimdi profesörler ne kadar alıyor?..
"--Onda biri kadar..." (dediler.)
Kızılcahamam işletmesinin yıllık kârı ne kadarmış?.. Seksen küsür milyon... Suistîmal var, besbelli işte, gün gibi aşikâr...
Sözün çirkinliğine bakın: "Devletin malı deniz, yemeyen domuz!" Yiyen domuz değil de, yemeyen domuz diyorlar. Yememek sanki aptallıkmış gibi söylüyorlar. Bu zihniyetteki insanların gitmesi lâzım, memleketini seven insanların gelmesi lâzım!.. Her işin başına namuslu, iş bilen, dürüst insanların gelmesi lâzım ve her şeyi kendimizin yapması lâzım!..
Ben onun için teklif ediyorum kardeşlerimize, diyorum ki: "Muhtaç olmadıkça, mecbur kalmadıkça başkasının malını kullanmayın!.. Arayın, tarayın, sorun; yüzde yüz yerli, müslüman bir kardeşin imalâtı olan bir şeyi kullanmağa gayret edin!.."
Bizim şimdi dekan olan bir kardeşimiz vardı. Talebe iken bir enstitüde akşamları biz çalışıyorduk. O asistandı. Doçenti geldi, saati sordu. O şöyle baktı baktı, ona yirmibeş var dedi meselâ... Arkadaş asistan, koluna bir saat almamış. Hocamız da demiş ki, "Bu saatin bu kadar modellerine itibar etmeyin!" Çünkü, istismar ediliyor. O model çıktı, bu model çıktı. Şu kadarcık şeye o kadar para veriyorsun; Japonya'ya, falanca yere gidiyor.
Oraya bir ayna koymuş. Üçgen, küçük, hiç kimse bilmez. O aynadan arkasındaki duvar saatine bakıyor, arkadaki saatten zamanı öğreniyor. Mühim olan zamanı öğrenmek, ne olacak yâni?.. İnsan bunu alışkanlık olarak da bilebilir. Neden?.. Bir inat var işin içinde... "Ben başkasının saatini kullanmayacağım!.. Kendi saatimiz yapılırsa kullanırım... Kendi otomuz olursa kullanırım..." diye bir inada sahip olsak, biraz bu işi kıssak, herhalde büyük faydası olacak. O zaman, israf engellenmiş olacak, üretim teşvik edilmiş olacak, araştırma ve geliştirme canlanacak.
Sacid (Adalı) Bey burda dün dört defa, beş defa söyledi: Bir şeyi bizim kendimizin icad etmesi... İyi güzel, bir şeyi biz kendimiz icad edelim ama, kendimiz icad etmek için bunun şartlarının olması lâzım!.. Onu gerektiren şartların, onu meydana çıkartan şartların olması lâzım! O olmadığı zaman tabii, kimse uğraşmaz.
Onun için, "Marifet iltifata tabidir." demişler. Marifet varsa, bir bilgi varsa, o bilgi sahibi bir itibar görüyorsa, o gelişir. Eğer hat sanatına sizin itibarınız varsa, "Benim misafir odamda güzel bir levha olsun, iyi bir hattatın kaliteli bir eseri olsun!" diyorsanız, o zaman hat sanatı gelişir. "Bu levhanın etrafı ebrûlu olsun!" derseniz, ebrû sanatı gelişir. "Tezhibli, minyatürlü olsun!" derseniz, "Kenarı süslü olsun!" derseniz, tezhib sanatı, süsleme sanatı gelişir. Yâni sen neye rağbet edersen, iltifat edersen, o gelişecek; neye rağbet etmezsen, o sönecek.
Muazzez Abacı, şarkı söylemek için Nazilli'ye gitmiş. Salon yetmemiş Nazilli'de... Sinema salonları herhalde bin kişilik filân... Problemi çözmek için ne yapmışlar?.. Nazilli stadyumunu tutmuşlar. Nazilli stadyumu da tıklım tıklım dolmuş. Biletler yetmemiş, yok satmışlar gelene... Ondan sonra Muazzez Abacı çıkmış oraya, üç tane - beş tane şarkı söylemiş. Tepeden tırnağa da elbisesine beşyüzbinlikler, ikiyüzellibinlikler, paralar iliştirilmiş. Bizim Anadolu sarhoşunun adetidir ya, böyle gelen köçeğe, çengiye para takarlar. O kadar ki, tepeden tırnağa her tarafı paradan görünmez hale gelmiş.
Bu nedir?.. Bir rağbettir. Halk neye rağbet ediyor?.. Şarkıya rağbet ediyor, eğlenceye rağbet ediyor, içkiye rağbet ediyor. O zaman tamam, içki gelişir. O zaman, Türkiye'de içki fabrikaları çoğalır. Tekel kâr eder. Bir şişesine şu kadar para...
Bakın gezin şuraları... İyi ki bizi salı, çarşamba, perşembe günü burda oturtmuşlar; güzel... Hadi bakalım yiğit isen, gel de cumartesi - pazar burda dur!.. Yüreğin varsa, göreyim seni cumartesi - pazara burda dur!.. Duramazsın. Niye?.. Dayanamazsın. Ya kavga edeceksin. Rakı kokusundan, içki kokusundan duramazsın burada... Nerede güzel bir yer varsa, millet orada kafa çekmeyi zevk sanıyor, sefâ sanıyor.
Rağbet ona olduğu için, o gelişir. Türkiye'de bira fabrikaları, tekel fabrikaları, votka fabrikaları, rakı fabrikaları bacaları yükselir o zaman... Rağbet müstehcen konulara ise, o zaman müstehcen mecmuaların tirajları artar; dinî, ilmî, meslekî mecmuaların tirajları düşer.
Şimdi ben sordum, "Bizim teknik eğitim dergisinin tirajı nasıl, yükseldi mi?" filân diye... Teknik eğitim bu... Herkesin kendi mesleğiyle ilgili dergiyi takip etmesi lâzım!.. O takip edilmediği zaman tabii, meslekî gelişmelerden de haberdar olunmuyor. Ama, dergiyi çıkartanların da en son buluşları araştırıp, ortaya koyması gerekiyor.
Sâcid (Adalı) Bey'in güzel bir sözü vardı dün; hoşuma gitti yazdım: "Eserine uzun ömür dileyenler, ona büyük emek vermek zorundadırlar." diyor. Yâni, Sen ortaya koyduğun eserin beğenilmesini istiyorsan, emek sarfedeceksin!.. Dergin satılsın istiyorsan, dergine emek sarfedeceksin; uğraşacaksın, didineceksin, güzel malzeme bulacaksın. Adam bir dergiyi eline alacak, diyecek ki, "Yâhu bu hazine imiş. Neler bulmuşlar bak sen, ben bunlardan haberdar değildim. Aman, şu dergiden bana her ay gönder!" diyecek. Her şey böyle...
Eserine uzun ömür dileyenler, ona büyük emek vermek zorundadır. Biz bu tarzda çalışacağız. Mesleğimizde bu aşk ile çalışacağız.
Evet ben de Sâcid (Adalı) Bey gibi düşünüyorum, hepinizin mûcid, icatçı olmasını istiyorum. Yâni meslekteki bir problemi, ortada beliren bir müşkülü tesbit edeceksiniz; o müşkülü çözmek için araştıracaksınız, bir eser koyacaksınız ortaya...
Bizim küçük biraderimiz makina yüksek mühendisi... Hoşuma gidiyor, şimdi ÇCoşan VinçleriÈ diye, elle komutalı vinç imal ediyor. Güzel bir buluş... Bilmem hangi gazetenin yukarısındaki döner reklâmı kimseye yaptırmamışlar; gitmişler, onu bulmuşlar. Güzel... İnsan mesleğinde tek olmalı, yegâne olmalı... Bir tane olmalı, eşsiz olmalı...
Tabii, esas itibariyle ben hoca olduğum için, dinî konulardan bahsetmem lâzım!.. Ama, her mesleğin de biraz dinî yönü vardır. Her mesleğin bir dünyevî cephesi, vechesi vardır; bir de mânevî yönü ve temeli vardır. Bizde bu mânevî temel ihmal edildiği için, bizim kalkınmamızda aksama var... Bizim sanayileşmemizde aksama var...
O mânevî yön, Japon'da var... Japonlar'ın hepsi mâneviyat eğitimi geçiriyorlarmış. Hattâ bankacıları bile --tabii onlarda fâiz haram diye bir inanç yok-- haftada bir toplayıp, Japon milliyetçiliği üzerine onlara kurslar filân veriyorlarmış. Adam, sahip olduğu bir müesseseyi biraz geliştiremediği zaman, intihar ediyor. "Ben bu işi başaramadım, milletime karşı vazifemi yapamadım." diye düşünüyor. Bu nedir?.. Onun mâneviyatıdır. Onu başarıya iten faktördür.
Bizim, başarıya doğru bizi götürecek çok daha büyük faktörlerimiz var... Biz bir şeyi güzel yaptığımız zaman, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rahmetine mazhar olacağız. Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki: "Yaptığı bir şeyi güzel yapan, mükemmel yapan kimseye Allah rahmetini ihsan eder." diyor.
Onun için, yaptığımız bir şeyi mükemmel yapmağa gayret edeceğiz. Bu bizim mânevî temelimizdir. Sizin mesleğinizde de, "Şu memleketin müslümanını, kâfire muhtaç olmaktan kurtaracağım!" diye bir mânevî temel olması lâzım!.. "Ben yaptığım şeyi Japon'dan, o güneşe tapan putperestten daha ileri yapacağım!" diye, bir rekabet duygusu olması lâzım!.. "Beni belâlardan belâlara sürüklemiş olan Almanya, kendisini derledi, toparladı, belini doğrulttu, parçalanmasını bütünledi, yapıştırdı, Doğu Almanya'yı kazandı da, ben niye kendi eski diyarlarımı kazanmayayım?" diye bir kıskançlık içinde olmamız lâzım, rekabet içinde olmamız lâzım!..
Bize bir hudut çizilmiş, ordan ötesini yabancı gözüyle görüyoruz; öyle saçma şey mi olur?.. "Karadeniz benim kendi iç denizimdi, Marmara gibi... Her tarafı benim topraklarımla çevriliydi. Niye şimdi öyle olmasın?.. Niye Balkanlar'daki topraklar, Fatih Sultan Mehmed Han'ın fethettiği Mora, Bulgaristan, Tuna vilâyeti tekrar benim olmasın?.. Niye onun için çalışmayayım?.. Niye Kafkasya benim olmasın?..
Suriye'yi ben bıraktım da Arab'a mı kaldı?.. Hayır, Ermeni aldı; Suriye Ermeninin... Irak işte görüyorsunuz oyuncak, onun bunun elinde... Ben Suudî Arabistan'ı, Medine-i Münevvere'yi terkettim de Arab'a mı kaldı?.. Hayır! Aramko'ya kaldı; Amerikan şirketleri sömürüyor. Binânaleyh, benim öyle bir azm ü gayretim olması lâzım ve hafızam olması lâzım!.. Eskinin hesabını dâimâ içimde sormalıyım ve mes'ullerinin yakasına yapışmalıyım ve zararı telâfî etmeliyim!" diye bir mânevî temelimiz olması gerekiyor.
Sizden de beklediğimiz mesleğinizde bu çeşit başarılar.... Ama hepimizin müşterek bir mesleği var... Burda bir şey gördüm, onu okuyacağım sevdiğim için:
(El'ibâdetü hırfetün) "İbadet bir meslektir, bir sanattır." diyor. Herkesin bir sanatı var... Kimisi terzi, kimisi tornacı, tesviyeci... Somuncu... İbâdet, hepimizin müşterek mesleğidir. Hepimiz kuluz, abdiz, ibadet hepimizin mesleğidir. Allah'a karşı bu mesleği güzel ifâ edip, mesleğin erbabı olmamız gerekiyor.
(ve hânetühel halveh) "Bunun dükkânı, tenha yerdir." Yâni, ibadetin dükkânı halvettir, tenhâ yerdir. Halvet, insanların olmadığı hâli, boş yer demektir. Tenhâ yerde ibadet eder insan... Özel ibadetin makbulü, kimsenin olmadığı bir yerde yapılmasıdır.
(ve re'sü mâlühâ ettakvâ) "Sermâyesi takvâdır." Çünkü her dükkâna bir sermâye lâzım! Bu ibâdet dükkânına da sermâye, takvâdır.
(ve ribhuhâ elcenneh.) Tabii, bu sermâye ile bu dükkân çalışacak, bir kâr olacak diye bekleniyor. "Bunun kârı da cennettir."
Ben fakülteden emekli olduktan sonra, bizim ilâhiyat fakültesi mezunları Gölbaşı Sinemasını tutmuşlar, orda bir gece tertip ettiler. Tatlı, güzel bir gece oldu. Ben de yeni bir emekli profesör olarak çağrılmıştım, gittim. Mikrofonu bana verdiler. En ön sırada üç-dört partinin mensubu kimseler, misafirler vardı. Çeşitli mesleklerden insanlar vardı. Dedim ki:
"Ben meseleyi şöyle görüyorum. Şimdi bu ilâhiyatlılar gecesi... Çeşitli mesleklerden insanlar gelmiş. Niye sadece ilâhiyatlılar gelmemiş de, doktor gelmiş, avukat gelmiş, mühendis gelmiş?.. Çünkü, ilâhiyat hepimizin aslî mesleğidir. Müslümanız çünkü, mü'miniz, asıl vazifemiz Allah'ın rızasını kazanmak... Allah'ın emrini tutmak, Allah'ın emrince yaşamak...
Onun için hepimizin asıl mesleği ilâhiyatçı... Ama, şu mühendis ilâhiyatçı, şu doktor ilâhiyatçı, bu esnaf ilâhiyatçı, bu tüccar ilâhiyatçı... Ama hepimiz esas mesleği itibariyle ilâhiyatçıyız." dedim.
Şimdi hepimizin teknik eğitimle ilgili olmayabilir hayat faaliyeti... Başka mesleklerde olabiliriz. Ama hepimizin müşterek, bunun üstünde, genel bir mesleğimiz var: İbâdet... Allah'a güzel ibadet etmek mesleğimiz var...
Bu ibâdet bir sanattır. Kabul ediyorum, bu sözü çok hoş görüyorum. Çİbadet Etmek SanatıÈ diye bir kitap yazılsa, yeridir. Çünkü ibadetin güzel yapılması, âdetâ bir sanatkârın sanatında başarı kazanması gibi bir şeydir. İncelikleri vardır.
Şiiri herkes yazamaz. Musiki aletini herkes kullanamaz. Güzel yazıyı, hatt-ı haseni herkes yazamaz. Sanat bu... Herkes marangozluk yapamaz, bir ağaç işçiliğini mükemmel bir tarzda ortaya koyamaz.
Sanattır, estetik tarafı vardır, incelikleri vardır. Bunu öğrenmeliyiz hepimiz.
(ve hânetühel halveh) "Bu ibadetin dükkânı tenhalıktır, tenha yerdir." Burda İslâm'ın güzelliğini görüyoruz. İslâm'da ibadet Allah rızası için yapıldığı için, riyâya düşmemek, ibadeti yaparken gösterişe kaçmamak, çok mühim bir inceliktir.
Onun için ibadet eden kimse, eğer umumî ibadet değilse, bunu saklı yapmağa çalışmalı... Tesbihini saklı çekmeli, sadakasını saklı vermeli... Nafile namazını saklı kılmalı... Hayr u hasenatını kimseye söylemeden yapmalı, belli etmemeli, Allah bilsin diye düşünmeli...
Ama, bazı ibadetler vardır, topluca yapılması emredilmiş; tamam, onlar da toplu yapılmalı... Cuma namazı gibi, cemaatle namaz gibi şeyler de toplu yapılmalı... Çünkü Allah, onun öyle yapılmasında başka hikmetler olduğundan, onu öyle emretmiş oluyor.
Bu ibadetin re'sümâli, --re'sümâl, sermâye demek Arapçada-- sermâyesi takvâdır. Hepimizin takvâ ehli inhsan olmamız lâzım!.. takvâ nedir?.. Takvâ, Allah'ın rızasını kaybetmekten, azabına uğramaktan korkmak, sakınmaktır. İbadetin kabul olmayacak bir pozisyona düşmemesi için, titiz davranmaktır. Takvâ budur.
Takvâ esas itibariyle sakınmak demek ama, neden sakınmak?.. Allah'tan sakınmak... Çünkü, gazabı vardır, azabı vardır. Ya da insan, Allah seviyorken, sevgisini kaybedebilir, gözden düşebilir. Onun için, Allah'tan sakınması lâzım!..
Ateşten cehennemden sakınmak... Çünkü, günahkâr insanı Allah cehenneme atacak, yakacak diye Kur'an-ı Kerim bildiriyor.
Veyahut ibadet yapar yapar insan, hiç bir şey elde etmez. Diyor ki Peygamber Efendimiz: "Nice oruç tutan insan vardır ki, akşama aç ve susuz kalmıştır, başka bir kârı yoktur. Nice gece kalkıp namaz kılan insan vardır ki, uykusuz kalmıştır, başka bir faydası yoktur." Neden?.. İbadeti güzel yapamadı. İbadetin şartlarını temin edemedi, kollayamadı ve ibadeti güzel yapamadı.
İbadetin öyle titizce, düşünülerek, sakınılarak, kabul olunmasını sağlayacak şartlara riayet ederek, kollayarak yapılması lâzım!.. Bunu tavsiye ediyoruz,
Konuşmamızın sonunda meseleyi böyle teknik eğitimden, ilâhi bir platforma getiriyoruz. Hepimizin ibadeti bir ince sanat olarak düşünüp, öyle yapmaya çalışmamız gerekiyor. Tenhalarda Allah ile olan dostluğumuzu ilerletmemiz gerekiyor. Şahsen, ferden, yalnız Allah ile bir olmanın zevkini tatması gerekiyor insanın...
Hacıbayram Camii'ni hepiniz bilirsiniz. kapısı vardır bir kaç tane, arkadan, yandan... Girersiniz, tamam... İmamın mihrabı şurdadır... Cuma hutbesinin okunduğu minber şurdadır... Vaaz kürsüsü şurdadır, müezzin mahfili şurdadır... Üst katı vardır, balkonu vardır; perdelidir, kadınlar orda durur... filân.
Başka?.. O sizin namaz kıldığınız yerin bir de alt tarafı vardır. Onun bir gizli kapısı vardır, arka taraftan... Girdiğiniz zaman, küçük bir odacığa inersiniz, başınızı eğerek, merdivenden... Müezzin mahfilinin altıdır orası, aşağı taraf... Ordan bir kapı vardır. O kapıdan girerseniz, böyle yine eğilerek yürüyeceğiniz daracık bir yoldan, dehlizden, ışıksız, penceresiz bir yerden mihraba kadar, yukarıdaki adamların namaz kıldıkları yerin altından mihraba kadar yol vardır.
O yolun da sol tarafında kapılar vardır. Her kapıyı açarsanız, iki sandık sığacak kadar birer mekândır her kapının açıldığı yer... Ve duvarda halkalar vardır. Allah Allah! Bunlar nedir?.. Bunlar halvet odalarıdır. Ne demek yâni, halvet odası?.. Yalnızlık odası... Ne oluyor yâni?.. Hacıbayram-ı Velî, buraya dervişleri sokuyordu: Şu oda senin, şu oda senin... Hiç kimseyle görüşmek yok... O odada ibadet ediyordu. Allah'la başbaşa olmanın zevkini öğreniyordu. Zikretmenin, Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne hâlisâne, kimse görmeden ibadet etmenin zevkini yaşıyordu.
Kimse görmüyor. Yukarıda cemaat namaza gelir gider; öğle, ikindi, akşam, yatsı... Ama aşağıda bunlar kırk gün kalırlar. Kırk gün, erbaîndir. Arapça'da erbaîn, kırk demek... Çok da güzel bir havası var... Kapı yok, pencere yok... Oturuyorsunuz; nereden bir esinti gelir, nerden gider bilmem. Çok da güzel bir havalandırma yapılmış oraya... Kapı yok, pencere yok ama, çok da güzel hava alır orası...
Kırk gün orda ibadet eder. Kırk günde insanın vücudundaki pek çok şeyler değişiyor. Ondan sonra işte, nefsine hakim olan, Allah'a hâlisâne bağlı olan, âşık-ı sâdık bir insan çıkarmış.
Şu Yunus'un aşkına bakın!.. İlâhilerindeki mânâlara bakın:
Aşkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni!..
Ben ağlarım dünü günü,
Bana seni gerek seni!..
Ne varlığa övünürüm
Ne yokluğa yerinirim.
Aşkın ile avunurum,
Bana seni, gerek seni!..
Eğer beni yandıralar,
Külüm göğe savuralar,
Toprağım anda çağıra,
Bana seni gerek seni!..
Yâni adam aşık... Yansa, yakılsa, hiç bir şeyi gözü görmüyor. Varlıktan kibirlenmiyor, gururlanmıyor. Yokluktan perişan olmuyor, sarsılmıyor. Böyle bir insan ortaya çıkıyor. Yunus çıkıyor, Mevlânâ çıkıyor ortaya... Eşrefoğlu Rûmî çıkıyor.
Ey Allah'ım, beni senden ayırma!
Beni senin cemâlinden ayırma!
Balığın cânı su içre diridir.
İlâhî, balığı gölden ayırma!
"Balık suda yaşar. Çıkartırsa birisi balığı sudan; balık çırpınır, ölür. Ben de senin aşkının deryasında bir balık gibiyim. Beni bu sudan --yâni, o sevgiden-- ayırma yâ Rabbi!" diyor.
Böyle yaşamışlar, böyle çalışmışlar, böyle fedâkârlık yapmışlar, böyle hizmet etmişler. Mânevî kemâlat öyle kazanılıyor.
Onun için, bu ibadet denilen güzel sanatın dükkânı halvettir. Biraz halvette, tenhada kalmayı öğrenmeli insan... Onlar kırk gün kalmış da, siz hiç olmazsa günün bir saatinde Allah'la başbaşa kalmayı, elinize tesbih alıp Allah demeyi tatmalısınız, o zevke ermelisiniz.
Onu da tarif ettik geçen gün... İnşaallah tarifi aldığınıza göre, icraatı da yaparsınız. Allah o zevklere, o şevklere, o makamlara sizleri de erdirsin...
(ve re'sümâlühâ ettekvâ) Takvâ ile yaşayacaksınız. Her şeyin günah olmamasına, Allah'ın rızasına aykırı olmamasına dikkat ederek hayatınızı süreceksiniz.
(ve ribhuhâ elcenneh.) Bu ibadet sanatının da, o halvetlerde icra edilen mesleğin de kazancı cennettir. Mukabilinde insan cenneti elde edecek.
Allah-u Teâlâ Hazretleri hepinizden razı olsun... Hepinizi İslâm için çalışan, Ümmet-i Muhammed'e faideli olan insanlardan eylesin... Çünkü insanlara faydalı olmak, dinimizde çok sevap kazanma vesilesidir. İnsanlara fayda sağlamaktan daha güzel bir başka yol yoktur.
Onun için, başka insanlara faydalı olmak, onların gönlünü almak, onların duasını kazanmak, onlara bir şeyler kazandırmak, sevindirmek şiârınız olsun... Allah-u Teâlâ Hazretleri mesleklerinizde muvaffak eylesin... Üstün başarılı eylesin...
Herbirinizin bir konuda patent alıp, icad sahibi olmanızı diliyoruz. Hattâ şu elektriği bulan Edison için derler, yalnızca elektriği bulmamış adam... Sayısını bilemiyeceğim kadar icadı var... Muhtelif şeyleri icad etmiş, peşpeşe artık çorap söküğü gibi gitmiş. Demek ki, insan bir meslekte mesleğin inceliğini kavrarsa, onun ardından pek çok şeyler gelir.
Şu Edison'u da kıskanıyorum, biraz da kızıyorum. Çünkü, düşmanlar onu öne sürüyorlar: "Edison cennete girecek mi, girmeyecek mi?.." Girmeyecek, var mı bir diyeceğin?.. "Elektriği bulmuş..." Neyi bulursa bulsun, Allah'ı bulmuş mu?.. Allah'ı bulamadıysa giremez. Allah'ı bulan, Allah'ı bilen, Allah'a güzel kulluk eden cennete girer. Neyi bulursa bulsun...
Para için çalışmıştır. Maddiyat için çalışmışsa, gösteriş için yaptıysa sevap bile alamaz. Adamın huyunu bilmiyoruz, halini bilmiyoruz. Belki homoseksüeldi, belki hırsızdı, belki yüzsüzdü... Ne bilelim, imanı varsa girer; imanı yoksa, cehennemde cayır cayır yanacak işte...
Niye biz ondan aşağı kalalım?.. Elin gâvuru, gayrimüslimi, ateşperesti, güneşperesti, Almanı, Japonu, falancası, filâncası bir şeyler yapıyor da, biz niye yapamayalım?.. Mutlaka mesleğinizde hepinizden üstün başarılar diliyoruz, bekliyoruz. Mesleğinizin en ileri seviyeye varması için, ne gerekiyorsa onu yapmanızı da size tavsiye ediyoruz, sağlık veriyoruz.
Bana gelip soruyorlar:
"--Hocam ben falanca yeri bitirdim, ne yapayım?"
"--Mümkünse asistan ol!"
"--Neden?.."
"--Asistan olmak, ilim yoluna ayak basmak demektir. Onun arkasından doçentlik gelir, onun arkasından profesörlük gelir. Doçent ve profesör olan adam biraz şarkı - garbı öğrenmiş olur, seyahatler etmiş olur. Mesleğinde ötekilerden ileri olur. Aranan insan olur, istenen insan olur. Kendisine danışılan insan olur." Onun için hepinize böyle diyoruz.
"--Asistan olma imkânım yok!.."
"--Asistan olma imkânın yoksa, master yap!"
"--Masteri bitirdim hocam!.."
"--Masteri bitirdiysen, doktora yap!"
"--Doktorayı bitirdim hocam!.."
"--Doktorayı bitirdiysen, hariçten doçentlik yap! Mesleğinde bir ileriye git önce... Mesleğinde ilerle, bir Allah sevsin seni... Ama bunu Allah rızası için yapacaksan, Allah sevecek.
Kadınlar da öyle, herkes öyle... Herkesin aynı tarzda olması lâzım, yaptığı şeyi en güzel tarzda yapmaya çalışması gerekiyor.
Allah böylece rızasına erenlerden eylesin... Tabii hepimizin müşterek ve genel mesleğimiz olan kulluk meselesinde --burda formül olarak verdik elinize-- en güzel tarzda çalışmamız lâzım!..
Kulluk bir sanattır. Güzel ve ince bir akıl fikir ister. Tenhalarda Allah'a ibadet etmek lâzım!.. Dükkânı halvettir. Sermâyesi takvâdır. Kazancı, kârı da cennettir. Allah o güzel kâra, cennete erişmeyi, onu elde etmeyi cümlenize nasib eylesin... Hem de sevdiklerinizle beraber... Aile boyu diyoruz ya hani... Ailenizle, sevdiklerinizle, eşinizle, çoluk çocuğunuzla, anne babanızla beraber Allah-u Teâlâ Hazretleri cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...
Çevrenizde cennete giremeyecek durumda yakınlarınız varsa, onları da kurtarmağa çalışın!..
Bizim Çankırı'lı bir hakim dostumuz vardı. Zalim ve inançsız bir yüksek hakim dostu varmış. Akrabası da, dayısı mı, neyin nesi bilmiyorum. Bir gün ona gitmiş. Çok hoşuma gidiyor, kendisi anlatmıştı. Sorumluluk duygusuna bakın, müslümanın!.. Bu derviş... Yozgatlı Ahmed Efendi'yi bağlı bir derviş... Çalışkan, zeki bir derviş; bana anlatan...
O dinsiz, imansız, zalim, ateist akrabasına gitmiş. Kapıyı çalmış;
"--Abi merhaba!"
"--Ooo, yeğenim, buyur, hoş geldin! Gel bakalım içeriye!.. Nerelerdesin, çoktandır görüşemedik. Bir ihtiyacın mı var, bir şey mi istiyorsun? Söyle bakalım!.."
Demiş ki:
"--Ağabey düşündüm... " --Çok hoşuma gidiyor, bunu düşünüp de bu aksiyonu yapması çok hoşuma gidiyor.-- "Ağabey düşündüm, yarın mahkeme-i kübrâda herkes hesaba çekilecek. Mü'minler, kâfirler hesap verecek. Amel defterleri açılacak. Dünyada yaptıkları yazılmış; onlar hesaba konulacak, terazide tartılacak. Ehli cennet, cennete gitmek üzere ayrılacak bir tarafa...
(Ferîkun fil cenneti ve ferîkun fis saîr.) Cehennemlikler de bir tarafa ayrılacak. Ehl-i cennet sıratı geçip, uçarak, koşarak cennete varacaklar. Ehl-i cehennem de, elleri ayakları bukağılı, zincirli; saçlarından ayaklarından sürüklenerek cehenneme atılacak.
Cehenneme atılmak iki kelime ama, müthiş bir şey!.. Cayır cayır ateşlerin içine atılacak insan... Yanacak cayır cayır ve ölmek yok, ölüp de kurtulmak yok!.. Cehennemin bir özelliği:
(Lâ yukda aleyhim feyemûtû ve lâ yuhaffefü anhüm min azâbihâ) Cehennemde ölmek yok, ki kurtulsunlar. Azaplarının da hafiflemesi yok; aynı şiddette devam edecek, aynı şekilde azap çekecekler. Ölmeyi temenni edecekler ama, ölmeyecekler.
(Küllemâ nadicet cülûdühüm beddelnâhüm cülûden gayrehâ liyezûkul azâb.) Derileri cayır cayır yanacak, kömür gibi olacak. Derileri yandıkça, Allah derilerini tekrar tazeleyecek; tekrar yanması ve azabı tekrar çekmeleri için... Cehennem böyle...
Şimdi mücrimler böyle sıralanıp, esirler gibi zincirlere bağlanmış olarak cehenneme sevkedilirken...
"Ağabey! Sen ateist olduğunu sohbetlerinde bize söylüyordun her zaman... Biliyoruz senin inançsız olduğunu, münkir olduğunu... Senin de böyle ellerin, kollarının bağlı olduğunu ve böyle cehenneme doğru zebâniler tarafından çekilerek, itilerek, kakılarak götürüldüğünü; götürülürken de şöyle bana doğru baktığını, 'Yeğenim, mâdem hal böyleymiş; niye dünyada iken bana bunu söylemedin?' der gibi olduğunu şöyle gözümü kapattığım zaman, düşündüm. Gözüme böyle bir hayal gibi geldi. Bunu söylemeye geldim.
Gel sen bu inkârı bırak! Gel bu imansızlıktan vaz geç!.. Ben sana anlatılması gereken ne varsa, anlatayım. İmana gel, kelime-i şehâdet getir. Bu İslâm hak yoldur, doğru yoldur. Etme eyleme ağabey, ahirette kendini yakma!..Senin oraya gitmene üzülürüm. Gel şu teklifimi kabul et!" demiş. Yâni, İslâm'ı teklif ediyor. Karşısındaki ateist, kâfir, müşrik, inançsız...
O akrabası yaşlı hakim duygulanmış. "Yeğenim doğru söylüyorsun. Doğru söylüyorsun ama, içim inanmıyor... Kalbim inanmıyor... İnanamıyorum... Aklım doğru söylediğini kabul ediyor, kalbim inanamıyor." demiş.
Muhterem kardeşlerim! İnanmak Allah'ın çok büyük nimetidir. Allah herkese nasib etmiyor. Aklen bir şeyi anlamak, yetmiyor. Yeter sanır insan... Sanır ki aklen doğruyu bulduğu zaman, tamam... Hayır...
Sarhoş da içkinin kötü olduğunu bilir, yine içer. Kumarbaz da kumarın yuvasını yıktığını, dükkânını mahvettiğini, sermayesini kediye yüklettirdiğini bilir, yine oynar. Günahı işleyen insanların çoğu, günahın günah olduğunu bildiği halde yapar, kapılır.
İman çok büyük nimettir; imanın kadrini kıymetini bilin!.. İman, insanın elinden edepsizliği yüzünden alınır; edebi yüzünden insan, en kötü durumdan kurtulur. Edebe riayet edin, edepsizlikten şiddetle kaçının!..
Allah-u Teâlâ Hazretleri sizi müeddeb kullarından eylesin... Evliya kullarından eylesin.... Sevdiklerinizle beraber cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...
Gününüz hayırlı olsun, ömrünüz bereketli olsun... Allah işlerinize rast getirsin... Kesenize bereket versin... Hânenize saadet yağdırsın... Cennetiyle, cemâliyle cümlenizi müşerref kılsın...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü!..
7 Temmuz 1994 - Kızılcahamam