Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

ANA HEDEFİMİZ AHİRETTİR

Eûzü billâhi mineş şeytanir racîm...

Bismillâhir rahmânir rahîm...

Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmid dîn...

Muhtelif yerlerden, uzaklardan geldiniz. Teşekkür ederiz. Davete icâbet sünnettir. Ramazan gününde kendi yerlerinizi bırakarak, zahmet edip teşrif ettiğiniz için, Allah büyük mükâfatlar ihsân eylesin... Ecriniz, sevabınız çok olsun... Ramazanınız mübarek olsun... Allah-u Teâlâ Hazretleri ibadetlerinizi, taatlerinizi, sıyamlarınızı, kıyamül leyllerinizi kabul eylesin... Şu güzel ayın hayrından, feyzinden, bereketinden faydalanmayı, istifade etmeyi nasib eylesin cümlemize... Bu aydan en kârlı şekilde istifade etmiş olarak ayrılmayı, nice nice ramazanlara erişmeyi, Allah nasib ü müyesser eylesin...

Başta Peygamber SAS Efendimiz'in rûh-i pâkine hediye olmak üzere, cümle enbiyâ ve mürselîn, evliyaullah u mukarrabînin; ve hassaten Ebûbekris Sıddîk ve Aliyyül Murtazâ'dan Hocamız Muhammed Zâhid-i Bursevî'ye kadar, turûk-ı aliyyemiz silsilelerinden güzerân eylemiş olan, cümle sâdât ve meşâyihımız ve halifelerinin ve tarikat kardeşlerimizin ruhları için; ahirete intikal ve irtihal eylemiş olan bütün müslüman geçmişlerimizin, ecdâd ü ceddât, akraba ü taallûkat, ahbâb ü yârânımızın; şu beldeleri fetheden fatihlerin, şehidlerin, gazilerin, mücâhidlerin; bu beldeleri bize bırakmış olan ecdâdımızın; beldemizin medâr-ı iftiharı enbiyânın, sahabenin ve hassaten Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin; ve sâir mü'minûn ü mü'minât ve müslimûn ü müslimâtın da ruhları için; ruhları şâd olsun, nurları ve sürurları ziyâde olsun, Allah-u Teâlâ Hazretleri kabirlerini cennet bahçesi eylesin, makamları daha yüksek olsun, mânevî mükâfatları, ecirleri daha çok olsun diye, bir Fâtiha, üç İhlâs-ı Şerif okuyup hediye edelim ruhlarına, buyurun: --Makamın sahibi Selâmî Mustafa Efendi'nin de dahil olmak üzere--

...................

Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri, --Allah şefaatlerine nâil eylesin-- buyurmuş ki:

(Men kânet niyyetehül âhireh) "Her kimin ki niyeti ahiret olursa, (cemeallahu şemlehû) Allah onun iki yakasını bir araya getirir, yardımcısı olur, işlerini düzeltir, rast getirir. (ve ceale gınâhü fî kalbihî) Gönlüne bir müstağnîlik, bir gınâ, bir zenginlik, gönül zenginliği ihsân eder. İşleri de rast gider, gönlü de hoş olur. (ve etebbüd dünyâ ve hiye râğimetün) Dünyalıktan nasibi, parası, pulu, maaşı, rızkı da yine --Allah yazdığı için-- burnunu sürte, sürte gelir. Onun arkasından gene nasibi ne ise gelir; kaçsa, nasibi ona gene isabet eder. Kaderin oku gibi şaşmaz, nasibi de gelir onu bulur, hedefi şaşmaz. Sen rızkını aradığın gibi, rızkın da seni aramakla, sana doğru gelmekle meşgul!" diyor Peygamber Efendimiz.

Buna mukabil, "Kimin hevesi, arzusu, muradı, gayesi, amacı dünya olursa; (barrakallahu aleyhi emrahû) Allah onun işlerini darma-duman eder, dağıtır. Alâkalarını, muhtelif yerlere bağlantılarını çoğaltır, telâşını arttırır, kafasını karma-karışık eder, işlerine yetişemez. Günü akşama kadar çalışmayla geçtiği halde, yine bir şey olmaz. (ve ceale fakrahû beyne ayneyhi) Fakir olmak korkusu iki gözünün önünde, iki kaşının arasında durur." Demokles'in kılıcının tehdit olarak insanın kafasında sallandığını söyledikleri gibi Yunanlılar'ın... Fakirlik gözünün önünden gitmez, fakirlik korkusu kalbinden gitmez. İçi huzursuz, telâşlı... (velem ye'tâhü mined dünyâ, illâ mâ kütibe lehû) "Bütün bu telâşına rağmen de, ahireti isteyen insandan farklı bir şey olmaz. Ne yazıldıysa kaderde, o gelir; fazlası gelmez."

O halde biz müslümanların ana hedefimiz, ana niyetimiz --bu hadis-i şerifte çok net olarak belirtiliyor ki-- ahirettir. Biz bu dünyanın geçici bir alem olduğunu biliyoruz. Asıl yerin, asıl yurdun ahiret olduğunu biliyoruz. Asıl kazancın ahiret kazancı olduğunu biliyoruz. Asıl saadetin ahiret saadeti olduğunu biliyoruz. Hedefimiz ahiret!.. Ahireti kurtarmak, ahireti kazanmak... Allah'ın ahirette sevdiği bir kul olarak, cennetine dahil ettiği bir kimse olabilmek... Ana felsefemiz, bizi başka insanlardan ayıran felsefe, kafa yapısı, düşünce, zihniyet bu...

Bazısı da ehl-i dünyadır. Gözü paradan başka, menfaatten başka bir şeyi görmüyor ve menfaati için de yapmadığı bir şey olmuyor. Her şeyi yapıyor. Onlar da ehl-i dünya dediğimiz karşımızdaki insanlar... Materyalist diyoruz. Materyalist de materyalisttir, komünist de materyalisttir; ötekisi de, berikisi de hepsi materyalisttir. Yâni, ahiret gayesi, Allah rızası olmayan her insan sıfırdır. Sıfırdır yaptığı şey... Her şeyi hebâen mensûrâ olacak.

O bakımdan, bizim bu dünyadaki çalışmalardan maksadımız dünya değildir; ahirettir. Parada pulda, malda mülkte, mevkide makamda, şöhrette alkışta esas itibariyle gözümüz yoktur... Gözümüz yoktur, gönlümüz yoktur amma; biz dünya işlerini terkettiğimiz zaman, ahireti kazanmak da mümkün olmuyor. Biz bu dünya işlerini bıraktığımız zaman, dünyanın yönetimi ehl-i dünyanın eline geçiyor. Dinsiz materyalist, menfaatperest, gaddar, hain, zalim, kendisinden başka hiç bir kimseyi düşünmeyen; başkalarının zararına her türlü vicdansız işi, vicdan sızlatacak işi, vicdanı sızlamadan yapacak insan haline geliveriyor.

E şimdi, sürümüzü kurttan korumak için Kangal köpekleri, çoban köpekleri tutarken; sürüyü kurda emanet etmek gibi, en mühim işleri ehl-i dünyaya, böyle kurttan beter, gaddar, haris, insafsız kimselere terkedersek, dünyanın nizamı altüst oluyor; altüst olan dünya nizamının enkazının altında da biz kalıyoruz. Müslümanlığımız da güzel yapılamama durumuna geliyor. Toplumda İslâmî hizmetler de yapılamaz duruma geliyor. Sonunda müslümanlığımız da zarar ediyor.

Yâni biz öyle bir topluluğuz ki, dünyayı hiç sevmeyeceğiz ama; sevmeye sevmeye, ahiret için dünyaya nizam vermeye de çalışacağız; dünyadan elimizi eteğimizi, ilgimizi çektiğimiz zaman mekân boş kalmadığı için, yerimizi başka insanlar doldurduğu için, nizam-ı alem altüst olduğundan; halbuki nizam-ı alemi tesis için gönderilen ümmet de biz olduğumuzdan... O zaman zulmün ve haksızlıkların, cinayet ve fecâatlerin bir bakıma sebebi biz oluruz, oluyoruz, ihmalimiz olmuş oluyor.

Onun için, Ebû Hasen Ali En-Nedvî'nin güzel bir kitabı var. Bu meseleyi fikren yakalamış ve "Müslümanların Geri Kalmasıyla Dünya Neler Kaybetti?" diye bir kitap yazmış. Bir kaç defa da baskısı yapıldı bu kitabın...

Bir zamanlar dünyada söz sahibi kimseler müslümanlardı. Fransa'da hapse atılmış bir insanı bile, "Çıkar!" deyince, çıkarttırıyorlardı. "Dans etmeyin!" dediği zaman, dans etmemek zorunda kalıyorlardı. Yâni, korkuyorlardı. Gerçi o zaman da müslümanlar görevlerini tam yapmışlar mı, yapmamışlar mı; onu da Allah onlara soracak tabii... Her devrin insanı, kendi görevini yaptığından ve yapması gerektiği halde yapmadığı görevlerden sorgu suale tabi olacak. Ama, dünyanın süper devletlerinden birisi ve sözü geçen bir ülkesi durumundaymış bir zamanlar.

Müslümanların bu durumdan gerilemesiyle, tarifsiz zulümler olmuş dünya üzerinde... Biz bunları, tarih okumadığımız için veya kitaplara kaydedilmediği için bilmiyoruz. Ama şimdi Sırp mezaliminden canlı misali tanıdı bizim neslimiz... Bu ilk zulüm değil, tarihte ilk defa olan bir zulüm değil; müslümanlara yapılan bu zulüm, binlerce defa olmuş olan bir zulüm!.. Bulgaristan'da yapılmış, Romanya'da yapılmış, Yunanistan'da yapılmış, Girit'te yapılmış... --Girit katliamı meşhurdur.-- Kafkaslar'da yapılmış, dünyanın her yerinde, Afrika'nın muhtelif yerlerinde yapılmış. Avrupalılar Afrika'nın köylerini basmışlar, müslüman ahaliyi köle etmişler, Amerika'ya götürmüşler, tarlalarda çalıştırmışlar; korkunç bir şekilde istismar etmişler.

Şimdi biz bugün de, bu geri kalmışlığın her ne kadar bir derece, bir diziyem üstüne çıkmış gibi görünüyorsak da, derece olarak bir derece yükselmiş gibi görünüyorsak da; teknik, teknolojik, sosyal, politik, askerî güçlerimiz rantabl bir şekilde çalışmadığı için, kâfir bizim canımıza okuyor!..

Biz dediğimiz zaman, "Müslümanlar bir vücud gibidir." diye düşünüyoruz; Bosna'daki insanı başka insan olarak görmüyoruz, Kafkasya'daki insanı başka insan olarak görmüyoruz... Hindistan'daki, Bombay limanındaki öldürülen kardeşleri, Seylan'da katledilenleri veya dünyanın bir başka yerindeki müslümanları bizim vücudumuzun bir parçası olarak görüyoruz.

Her yerde bu mağduriyetin acısını çekiyoruz. Birlik ve beraberlik içinde hareket edememenin faturasını, dünyanın her yerindeki müslüman kardeşlerimiz, tariflere sığmayan acılar çekerek ödüyorlar. Biz, bu acılar kan olarak fışkırdığı zaman, toprağı kıpkırmızı yaptığı zaman farkına varıyoruz ama; aslında bu acıların en acısı, o kardeşlerimiz o kâfir rejimlerin altında İslâm'dan koptukları zaman, mânevî olarak olmuştu zaten... Yâni, o fatihlerin evlâtları fikren komünist olduğu zaman, mânevî kanları yere akmıştı zaten... İslâm'dan koparıldıkları zaman, zaten canları çıkmıştı. Belki onların cezâsı!.. Bu öldürülen çocuklar, bizim acıdığımız çocuklar belki besmelesiz, belki nikâhsız, belki meşru nikâhlama işlemi yapılmamış çocuklar... Belki bu öldürülen kimseler İslâm'ı unutmuş, belki iyi günlerde elinde kadeh içki içen, belki kim bilir ne sözler söylemiş kimselerdir de, belki ondan cezâ çekiyorlardır... Ne olduğunu bilmiyoruz.

Ama, şunu çok rahat söyleyebiliyoruz ki, müslüman milletler İslâm'dan uzaklaştırıldığı zaman, şu görülen kan dökme hadisesinden daha kötü mânevî bir durum meydana geliyor. Çünkü, bir insan müslümanken kanı dökülürse, cennete gider. Asıl hedefimiz ahiret olduğuna göre, bu bir ziyan değil... Zulmen öldürülmüştür, kâfirin elinde şehid olmuştur.

Ashab-ı Uhdud'un menkıbesinde anlatıldığı üzere, kadıncağız kucağında çocuğuyla itile kakıla, ateş yakılmış hendeğin başına getirilip itilecek, yanacak olduğu sırada diyorlar ki: "Bizim tanrımıza inan, kendi inancından vazgeç; ölme!" O, kendisi inancından vazgeçmeyecek ama, "Bari şu zavallı küçücük yavru ölmesin, şu çocuk kurtulsun diye, acaba söyleyiversem mi?.." diye düşünürken, --Peygamber Efendimiz'in hadis-i şerifiyle sabit ki-- çocuk konuşuyor: "Anneciğim, bana acıyarak imanından vaz geçme!" diyor.

Üç çocuk beşikteyken, kucaktayken, konuşamayacak çağda iken konuştu: Bir bu Ashâb-ı Uhdûd'dan kadıncağız ateşe atılacağı zaman, "Acabâ söyleyiversem de atılmaktan, ateşin içinde cayır cayır yanmaktan, işkenceyle öldürülmekten kurtulsam mı?" dediği zaman; "Hayır, öyle yapma anne!" diyen bebek...

İkincisi Hz. İsa AS, annesi it'ab olunduğu zaman;

(Kàle innî abdullah, âtâniyel kitâb, ve cealenî nebiyyâ) "Ben Allah'ın kuluyum, peygamberiyim. Bana Allah kitap verecek, beni peygamber yapacak!" diye bebekken söylediği Kur'an-ı Kerim'de ayetle sabit...

Bir de bir başka menkıbe var, --yine Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen-- iftiraya uğramış bir abidin, mâsum olduğunu göstermek üzere... "Bu çocuk bu râhibdendir." diyor bir kötü kadın... Çocuk konuşuyor ki, "Ben filâncanın çocuğuyum!" Böylece o Allaha ibadet eden kimsenin, abidin, zâhidin suçsuz olduğu anlaşılıyor.

Demek ki, bu hadis-i şeriften anladığımıza göre, imanın gitmesinden ölüm tercih edilecek; yeter ki iman kalsın!.. Ama biz sanıyoruz ki: İnsanlar yaşadığı zaman ister komünist olsun, ister dinsiz olsun, mühim değil... Yaşasınlar... Balkanlar'da bizden saydığımız insanlar yeter ki var olsun... Halbuki, demek ki ölecek, imandan vaz geçmeyecek!.. Çünkü iman, ahireti kurtarıyor. İman olmadığı zaman, ahiret mahvoluyor; asıl büyük felâket o zaman oluyor.

Biz Sırp zulmüne, bundan elli yıl önceden beri ağlamaya başlamalıydık... Türkiye'deki zulme, Orta Asya'daki zulme, 1920'lerden itibaren, bolşevik ihtilalinden itibaren ağlamaya başlamalıydık... Ki, küçük çocukları alıp, onları gayrimüslim yetiştirdiler, komünist yetiştirdiler. Şimdi Türk Cumhuriyetleri dediğimiz cumhuriyetlerin içlerinde öyle şahıslar var ki, adı çok güzel: Rahman, Nebiyev, Nur Sultan... vs. Nurlu, nebili, rahmanlı, rahimli isimler... Ama kafalar, kalbler mü'min değil... O daha büyük felâket ama, onun mânevî gözü olacak ki, insan görecek.

Şimdi ben sözü şuraya getirmek istiyorum: Biz bu dünyada yaşıyoruz. Hedefimiz ahiret ama, bu dünyanın meselelerini gözardı ederek ahiret de kazanılmıyor. Vazifelerini yapmamış oluyor insan... O zaman ister istemez, --"Yâhu, siz dindar bir tarikat grubusunuz. Zikrinizi yapın, namazınızı kılın!.. Ne diye şu işle, bu işle uğraşıyorsunuz? Ne diye dergilerinizde şu konulara, bu konulara, politikaya, ekonomiye, bilmem her şeye niye giriyorsunuz?.." diye, bize hayret ederek sordukları gibi bu devrimbaz heriflerin-- her şeye girmek zorundayız. Çünkü, İslâm âlem nizâmıdır, nizâm-ı âlemdir. Bu nizamın bazı yerlerini makaslatamayız, sansür edemeyiz, kesemeyiz. İslâm her şeyiyle İslâm'dır, her sahada İslâm'dır. Biz İslâm'ı yaşatmakla vazifeli insanlarız. Vazifemiz, kazancımızın kaynağı İslâm'a hizmet, İslâm'ı yaşatmağa çalışmak... Onun için, biz her şeyle ilgilenmek zorundayız.

Onun için ben, biraz da bu duyguların altında heyecanlanarak dedim ki, "Bulunduğu şehirde, bize ait bir derneği kuramamışsa bir arkadaş; bulunduğu kasabada, köyde, şehirde, mahallede bize ait bir derneği teşkil edememişlerse, yazıklar olsun!.." dedim. Neden? Çünkü sosyal mekanizmalar, maddî mekanizmalardan daha önemlidir. Sosyal silâhlar, maddî silahlardan daha önemlidir. Bir tabanca, veya bir top, veya bir havan, veya bir roketten, bir insanın müslüman yetiştirilmesi daha önemlidir. Çünkü, bir müslüman bir beldeyi İslâm'a getirebilir. Şuurlu bir insan, gittiği bir yerde İslâm'ın ateşini yakar, İslâm'ı yayabilir. Sosyal, psikolojik ve mânevî değerlere sahib insanlar, kat kat daha üstündür.

O bakımdan, ben bunu --tabii kendim edebiyat fakültesinden mezunum-- her zaman söylüyorum, ilimleri tasnif ederken: "Doktorluk makbul; çünkü, maaşı şu kadar... Mühendislik makbul; çünkü, maaşı bu kadar..." diye ölçmemek lâzım... "Elektronik mühendisi şu kadar gelir getiriyor." diye ölçmemek lâzım. İlimlerin kıymeti, konularının öneminden ve sağladığı faydanın büyüklüğünden kaynaklanır.

Onun için sosyal ilimler, --sosyal psikoloji, antropoloji-- insanı yetiştirmeye, terbiye etmeye, yönlendirmeye, idare etmeye, mutlu etmeye yarayan ilimler çok daha önemli oluyor. Biz onun mekanizmasını kurmağa çalışıyoruz. Yâni bizim tekkemiz olarak, biz sosyal müesseseleri, mekanizmaları kurmağa çalışıyoruz. En kuvvetli silah bu olduğundan, en büyük hizmet buradan olacağından; en şumüllü, en köklü, kârlı iş böyle olacağından bunu yapmağa çalışıyoruz.

Şimdi bu bizim kalbimizdeki yangın, meş'ale, acı, ızdırab, dert, üzüntü, gam, keder bütün arkadaşlarımıza intikal etmiş değil!.. Herkes aynı şeyi hissetmiyor... Bir yerde, bir şehirde bir konferans tertiblediğiniz zaman, vali geliyor... Salonlar doluyor, taşıyor... Ve siz orda iyi bir mesaj verdiğiniz zaman, bir takım insanlar bazı şeyleri öğrenip hayattaki yönünü değiştiriyor... İnanmayan insan, inançlı insan haline gelebiliyor... İnançlı insan, pasif halinden aktif insan haline geliyor. Bunlar çok önemli şeyler... Ve Türkiye'de bu çalışmalar yapıla yapıla, hakîkaten Türkiye'de bir İslâmî kalkınma, bir mânevî kalkınma, bir sosyal kalkınma meydana geldi. Ama, bu kâfî değil...

Bu görünmeyen bir silâh olduğu için, görünmeyen bir mekanizma olduğu için, kârını da bir cihaza bağlayıp da şu kadar kârlı diye ibre ile veya bütçe ile şu kadar kârlı diye göze göstermek kolay olmadığından; elle tutulur, müşahhas bir şekilde sonucu getirmek mümkün olmadığından, bir çok kimse bunun kıymetini anlamıyor.

Ama ben, geçen gün bize ziyarete gelen arkadaşlara dedim ki, "En kıymetli meslek, imamlık mesleğidir!" Şaşırdılar bize, şoke oldular. En kıymetli meslek, imamlık mesleğidir. Neden?.. Tebliğ etmek için, en uygun meslek... Öbür mesleklerde kıyıdan, köşeden, %10, %15, %20 anlatacaksınız; ama burda, %100 İslâm'ı anlatacaksınız. Sonra muhatabınız var, mekânınız var, davetiniz var, davet saatleriniz var... Minarelere çıkıp bağırıyorsunuz. Gece gündüz sizin davetinize gelenler var... Kadınlar var, çocuklar var, delikanlılar var, esnaf var... Yâni, bu kadar çeşitli öğrenci zemini hiç bir yerde yok, üniversitede de yok böyle bir şey... İyi bir imam, çok büyük işler başarabilir.

Tabii bunun kıymetini gençler bilmiyor. Hocamız öyle söylemişti. "Gençler imamlığın kıymetini bilmiyor, meb'us olmağa heves ediyor." diyordu. Yâni, meb'usluktan üstün görüyordu. O sırada, yüksek İslâm enstitüsünden mezun bir takım kimseler meb'us olmuşlardı, şurda burda... "Sanıyor ki, o çok büyük hizmettir. Ama, imamlığın kıymeti daha fazladır." diyordu. Yâni, "Sosyal çalışmaların kıymeti daha çoktur!" demek istiyoruz.

Şimdi bunu en iyi anlayan zümre, bizim arkadaş grubumuz. Yâni, oldukça iyi anlamış... Belki, en iyi dememiz doğru değil; Allah'ın nice kulları vardır. Ama, bunun üzerinde duran bir zümreyiz biz... Biz istiyoruz ki, her biriniz bu espiriyi kavrasın, bu espiriye göre aktif bir eleman olsun; bulunduğu yerde çalışsın...

Yaptığmız muhtelif toplantılarda, araştırmalarda, incelemelerde, gazete haberlerinde, iç ve dış politika dikkatli takib edildiği zaman görüyoruz ki, çok ciddî günlerde yaşıyoruz. Çok net... Yâni ütopya değil, fantazi değil, vehim değil, korku değil... Yâni en sakin insanın bile, şöyle akıllı, sakin bir şekilde düşünmesi gereken olaylar... Ciddî boyutlarda iç ve dış olaylar, komplolar, çeşitli hainlikler, ihmaller, suisti'maller, sömürüler... Bunların hepsini çok iyi görüyoruz. Onun için, benim siz kardeşlerimden temennîm, beklediğim, niyazım, her birinizin çalışmalarınızın çok önemli olduğunu bilerek, bulunduğunuz yerde çok aktif hizmetler yüklenmeniz...

Meselâ, biz Mekke'de bir arkadaşa gidiyoruz, evinde misafir oluyoruz. Ben ona lâtife olarak diyorum ki: "Sen benim nazarımda, bizim Mekke valimizsin!" diyorum. --Suudlu vali duymasın.-- Tabii, netice itibariyle bir şaka bu... Fakat, esas itibariyle şöyle söyleyebiliriz ki: Her kardeşimiz bulunduğu şehirde ya vali olsun, ya kaymakam olsun, ya muhtar olsun, ya bucak müdürü olsun... Ya emniyet müdürü olsun, ya hakim olsun... Mesleği ne olursa olsun, mânevî bakımdan kendisini oradan birinci derecede sorumlu olarak görsün ve orası için çalışsın!.. Kesenin ağzını açsın!..

Dergilerimizle, toplantılarımızla bir takım mesajlar vermeğe çalışıyoruz. Aile toplantıları, eğitim toplantıları diyoruz. Bir takım gerçekler, belki biz söylediğimiz için önem derecesi anlaşılmaz diye, muhtelif gruplardan entellektüel, meşhur kimseleri çağırıyoruz; "Bakalım onlar ne diyecek?" diye bekliyoruz. Onların sözlerini duyuyorsunuz, görüyorsunuz. Sonra biz onların sonuçlarını dergilerde filân da yazıyoruz.

Olmuş olaylar, insanın üzerinde çok etki yapar... İnsanın koluna bir şey çarpıp, kolunun kemiğini kırdığı zaman, sızım sızım sızlar. Ama, kolunun sızlayacağını kolu kırılmadan anlamak, o sızıyı önceden duyup da kolu kırmamak daha önemli bir şey oluyor. Onun için ben kendim şahsen, kolu kırılmadan kolu sızlayan, kafası sızlayan insanlardan biriyim. Çok önemli görevler yüklenecek şekilde, kardeşlerimizin iyi yetişmesi lâzım!..

Şimdi birisi bu sabah bize söyledi ki, gayrimüslimler konuşuyorlarmış kendi aralarında; "Bizde on dilden anlamazsa bir kimse, onu adamdan saymayız!" diyorlarmış. Yâni, az-çok bilecek... İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, Arapça, Farsça, Türkçe... Ona biz sayı olarak bile çıkartamıyoruz ama, ben şahsen diyorum ki: Şu bizim Türkiye'nin etrafındaki komşular kimler?.. Rusya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan... Arap ülkeleri: Suriye, Irak... Fars: İran... Ondan sonra Ermenistan, Gürcistan, Kafkas ülkeleri ve Türk diyalektleri... Bunların hepsiyle az-çok ilgilenmemiz lâzım!.. Aşağı-yukarı bir seyahat kitabı kadar, yanımızda bir şey olması lâzım... Her birinde az-çok maksadımızı anlatacak kadar dilini, yazısını, vesâiresini öğrenmemiz lâzım... Çevremize dikkat etmemiz gerekir. Her şeyi önceden hazırlamak; yumurta kapıya geldikten sonra, "Nerede yumurtlayacağım?" diye folluk arayan tavuk gibi olmamak lâzım...

Sonra ben, Bosna-Herseği çok önemli bir ders olarak görüyorum. Bosna'daki, Hersek'teki kardeşlerimiz ölüyorlar artık... Gidiyor... Orda bir İslâm kültürü, İspanya'da Endülüs'ün yıkılışı gibi, gözümüzün önünde gümbür gümbür yıkılıyor şu anda!.. Çepeçevre her taraf kuşatılmış olduğundan, kimsenin de bir şey yaptığı yapacağı yok... Bizimle alay ediyorlar. Gıda yardımı yapıyoruz derken, Sırplar'a gidiyor yine yardımlar... Hepsi bir oyun, hile, alay ve istihzâ gibi görünüyor. Ama, biz bundan bir ders çıkartmalıyız ki, bu ucuz bir şey olmasın; bundan çıkartacağımız ders bize yetsin...

Şimdi orda beş milyon Bosnalı olduğunu kabul edelim. Biz dişimizi sıkarsak, beş milyon Bosnalı kadar bir müslümanı yetiştiririz. Nasıl yetiştiririz?.. Türkiye'nin nüfusu 55 milyon... Beş kişinin bir aile teşkil ettiğini düşünelim. Ellibeşi beşe bölersek, onbir eder. Demek ki, aşağı yukarı 10-11 milyon aile var Türkiye'de... "Sen misin orda Boşnak çocukları öldüren; ben de sırf senin öldürdüklerine bedel olsun diye, bir evlât daha edineceğim!" dese insan... Her aile bir cehd daha yapsa, çocuklarına bir Saray Bosna zammı evlâdı daha eklese, biz bu nüfusu kapatırız. Yâni, o kadar ölen yerine, bu kadar evlât yetiştiririz.

İslâm Alemi bu şuurla hareket etse, bir çok yerdeki zayiatı kapatırız. Ama, bizim zayiatımız sadece öldürülmekle olmuyor. Bizim zayiatımız, bizim yetiştirdiğimiz elemanın bizim elimizden çıkmasıyla oluyor... Gayrimüslim kafasıyla yetişmesiyle oluyor... Gayrimüslimden fark edilemeyen bir insan durumuna gelmesiyle oluyor. O halde, yeni bir çocuk sahibi olamasak bile; kafası bozuk, kalbi bozuk, sakat, ölmüş veya imanını kaybetmiş insandan bir insanı, kaybedilmiş bir kişiyi kazanmış oluruz... Onu ihyâ etmiş oluruz. Kâfirken ölü gibiydi, mü'minken ihyâ olmuş gibi olur. Mâdem ki onlar yeryüzünden İslâm'ı kaldırmağa çalışıyorlar; o halde biz de İslâm'ı çoğaltmağa, yaymağa çalışacağız!.. Hem nüfus politikasıyla, hem irşad politikasıyla, hem ta'lim politikasıyla, eğitim politikasıyla... Buna var gücümüzle çalışacağız.

Tabii, bunları yapmak için de, her birimizin şu anda olduğumuzdan çok daha farklı, çok daha ciddî çalışmalar yapmamız gerekiyor!.. Çok daha büyük masraflar yapmamız gerekiyor, kesenin ağzını açmak gerekiyor!..

Bugün Bosna-Herseğin %70'i Sırplar'ın eline geçmiş diyor gazeteler... Yüzde yetmiş!.. Düşünün ki malıyla, mülküyle, eviyle, barkıyla, sandığıyla, çehiziyle, çimeniyle, altınıyla, gümüşüyle, takısıyla, arazisiyle, tarlasıyla, bağıyla, bahçesiyle başkasının eline gitmiş bütün mallar!.. Türkiye üzerindeki insanlar varlıklarının %70'ini değil, %10'unu İslâm'a kısa bir müddet için tahsis etseler, dünyanın en modern ordusunu kurarız biz!.. En kalabalık ordusunu kurarız. Ama bunu, düşman gelip müslümanın elinden zorla alıncaya kadar, müslüman İslâm'ın yoluna seve seve, kendiliğinden vermiyor... Belki, vermediğinin cezası olarak, Allah-u Teâlâ düşman vasıtasıyla zorla ondan kopartıp alıyor!.. "Belki!" diyorum; bu "Belki!" bende bayağı kuvvetli bir kanaat aslında da, gaybı Allah bilir diye fazla kesin konuşmuyorum.

Şimdi Afganistan'ı düşünelim: Afganistan'da eskiden şeriat idaresi hakim imiş ki, Hocamız --cennetmekân-- bir keresinde bana demişti ki, "Es'ad, gidelim şu Afganistan'a yerleşelim! Çünkü, nizam Kur'an nizamıymış!.." demişti. Seneler önce... Hocamız'ın vefatından kaç sene geçti. Yâni çok seneler önce, "Şu Afganistan'a yerleşelim, Es'ad oğlum!" demişti bana... Kur'an nizamı var diye. Ama o Kur'an nizamından sonra, iktidar değişiklikleri ile kademe kademe, derece derece saptırıldı, saptırıldı; komünist bir rejim geldi. Komünist rejimin arkasından Afgan savaşı başladı. Afgan savaşı da şu kadar sene devam etti; şu kadar mal gitti, bu kadar can gittti!.. İki milyon var öldürülenler... --Zaten Afganistan'ın nüfusu ne kadar ki!.. İki milyon çok büyük bir rakam.-- Evler köyler yıkıldı, şehirler yıkıldı. Düşmanla mücadele edeceğiz diye oluk gibi paralar silaha verildi. Bu paralar daha önceden harcansaydı, Afganistan müslüman çizgide ve çağdaş seviyeye gelmesi için harcansaydı; belki Afganistan, Orta Asya'nın İsviçre'si olabilirdi, o kadar parayla... Yatırımlarıyla, vs. ile...

Yâni, biz ne kadar şuursuz bir insan topluluklarıyız ki, parayı sulh zamanında bizi daha çok mutlu edecek bir istikamette harcamıyoruz harcamıyoruz da; ondan sonra, Allah ceza olarak bizi hor, hakir, zelil, mazlum ve mağdur duruma düşecek kadar ezdirerek elimizden alıyor!.. Niye bu duruma düşelim?..

Suriye... Bir ara o kadar güzel idareler vardı ki şu Suriye'de; Türkiye'de hac yasak iken, o Suriye idareleri huduttan geçen insanlara muvakkat pasaport veriyordu... Hac yapıyorlardı, geliyorlardı; müsaade ediyorlardı, huduttan tekrar gizlice Türkiye'ye girmesine izin veriyorlardı. Dindar insanlardı, gelenlere yardımcı oluyorlardı... Şimdi komünist idare var, azılı komünist kadınlar var; çarşaflı kadının başörtüsünü çekiyor, "Aç bunu!" diye...

Şimdi, bu komşumuz Suriye'nin bu hale gelmesinden önce, biz ona kıyıdan köşeden, yavaş yavaş ilgi gösterseydik, yardım etseydik... Müslümanlar --İhvanül Müslimîn-- orda, sonradan bir mücadeleye başladılar. Haleb'i elde ettiler; Hama'yı, Humus'u elde ettiler... Şam'a dayandılar. O zaman bizimkiler, orda İhvanül Müslimîn hakim olacak diye istemediler, desteklemediler. İlaç yardımı bile yapmadılar. Bizim Türkiye'ye gelip ilaç istedi zavallılar, "Yaralılarımıza ilaç lâzım!" diye; onu bile vermediler.

Sonra, Hafı Esed rejimi geldi. PKK'yı besliyor, bize de zararı oluyor. Su meselesinden dolayı büyük tehdit oluşturuyor. Tankları, füzeleri vs. ile Ortadoğu'nun önemli bir askerî gücü olduğu için, güneydoğumuzda büyük bir tehdit oluşturuyor. Ruslar'la da anlaşma yapmış olduğu için, --yâni birisi Suriye'ye saldırırsa müttefik olacak diye-- biz Suriye'yle doğrudan doğruya çatışmaya giremiyoruz. Girersek, Rusya da bize saldırır diye korkumuzdan...

Demek ki, basiretli insanlar, basiretle önceden görüp de tedbirler alması mümkünken, İslâmî şuur ile tedbirler alması mümkünken, masraflar yapması mümkünken; ve bu masraflar onun canına, malına, rahatına, keyfine, mutluluğuna çok büyük bir zarar vermeyecek iken, bu ihmaller birikiyor... Adam, zekâtını vermiyor... Adam, hayrını yapmıyor... Adam, cihadını yapmıyor... Adam, gayretini göstermiyor... Ondan sonra da diyor ki: "Ben bu gayreti göstermedim, hem de Allah bana bir ceza vermedi..." Birikiyor ceza öbür tarafta... Sosyal depoda birikiyor ceza, zehir, zenberek, kimyevî madde... Belli bir seviyeye gelince patlıyor, helak ediyor. O zaman el açıyoruz, "Aman yâ Rabbi, müslümanlara acı!.. Aman yâ Rabbi, müslümanları koru!.. Aman yâ Rabbi, müslümanları kurtar!.." diyoruz.

Bunca dua ediyoruz, niye halâ öldürülüyor binlerce Bosnalı, Hersekli?.. Belki, eski cezaların tahakkuk zamanı olduğundan... "Geçmiş olsun, gözünüz aydın! İş işten geçtikten sonra dua ediyorsunuz. Bunlar, eski ihmallerin tahakkuk etmiş cezalarıydı." demek belki bu fiilî durum, bizim gördüğümüz durum... Ben öyle yorumluyorum; Allah, "Duaları kabul ederim!" buyurduğu halde, niye böyle oldu diye düşündüğüm zaman...

Tabii, bundan şu dersi çıkarıyorum ben: Aynı durumlar, bizim başımıza gelebilir!.. Aynı durumlar bizim başımıza gelmeden evvel, biz onların düştüğü hatalara düşmeyelim! Allah'ın sevdiği çizgide ve sevdiği yolda çalışalım!.. Hatta bize Boşnaklar kendileri haber gönderiyorlarmış; "Biz sizden mücahid filân istemiyoruz, siz kendinize bakın!" diyorlamış. "Siz, bizden daha acınacak durumdasınız!" diyenler varmış içlerinde... "Baksana yöneticileriniz bize ne dedi? Yardım yapamıyorlar, palavra her şey... Azerbaycan'la kardeşiz filân dediler, Ermenistan'a yardım yapıyorlar... vs." Yâni, acıyorlar bize... Biliyorlar ki, durum hiç de öyle iç açıcı değil. "Siz kendi memleketinizde hizmet yapın, kendinize faydanız yok!.. Kel ilacı bulsa, başına sürer." dediklerini söyledi bir arkadaş...

Onun için ben --mübarek ramazan gününde-- siz kardeşlerime diyorum ki, "Lütfen sorumsuz rehavet içinde; gayesiz, amaçsız, istikbal endişesi olmadan, tesadüfen, suyun selin akışı gibi bir yaşam tarzı sürmekten vazgeçelim! Tedbirler alalım, uğraşalım, Allah'ın rızasını kazanmağa çalışalım!..

Takdîr-i Hudâ, kuvvet-i bâzû ile dönmez.

Allah bir şey takdir etmişse, onu pazu gücüyle döndermek mümkün değil. Dönmez ama:

(Ed duâü yeruddül kadâu bağde en yübremü) "Dua, kesinleşmiş hükm-i ilâhîyi değiştirir." diyor Peygamber Efendimiz... Kuvvet-i bâzû ile dönmez ama, dua ile döner. Bunun bir çeşidi de fiilî duadır; yâni, teşebbüstür, tedbirdir, hayra girişmektir, yapmağa çalışmaktır. Onun sonucunda, Allah insanın duasını kabul eder.

Genişlik zamanında Allah'ı unutmayan kimseleri, darlık zamanında Allah yardımsız bırakmaz. Ama rehavet ve genişlik zamanında; önünde iftar sofraları, evinde sahur sofraları, kaloriferli evlerde; cebinde banknotlar, paralar, marklar, vs.ler; her türlü imkân, altında araba, yazlıklar, kışlıklar... Hepimizin durumu bu... Rahatız elhamdü lillah... Elhamdü lillah ekmek buluyoruz, elhamdü lillah yaslanacak bir şey buluyoruz. Bu rahatlığın içinde Allah'ı unutmamak lâzım.

Şimdi Bosnalı kardeşimizin yiyeceği yok, emniyeti yok... Kocası yok... Kadın, çoluk çocuğu ile kalmış; kocası gitmiş, nerde olduğundan haberi yok... Dışarı çıkamıyor; çıksa bir türlü, çıkmasa bir türlü... Ölse bir türlü... Ölü arkadaşlarının etini yiyorlar. Anlatılıyor bunlar ve öyle olur, o durumda kalır insan mecbûren...

Yarın öbürgün, Rusya ile bir harp çıksa, Balkanlar'da bir harp çıksa, bu iş patlasa; Yunanistan'la kapışsak, Bulgaristan'la, Yugoslavya ile kapışsak; bu Balkan ülkeleri birleşiverir. Çünkü, Bulgaristan Rusya'nın kuklası, Sırbistan Rusya'nın kuklası... Netice itibariyle hepsi aynı yerden emir alan insanlar... Birleşirler. Arkasından Rus teknolojisi ve imkânları, Avrupa'dan çekmiş olduğu çekirge sürüsü gibi ordular... Biz şimdi bunlarla Türkiye'de mücadele edeceğiz; Balkanlar'da da mücadele edeceğiz, Kafkasya'da da mücadele edeceğiz.

Ondan sonra, aşağıda anlayışsız komşularımızdan da, "Vay efendim, Fırat'ın sularıydı, bilmem neydi!.." diye onlarla da bir cıngar çıkarsa; Kıbrıs'ta da bir cıngar çıkarsa; Yunanistan'la da Ege Denizi'nde kapıştığımız zaman, o zaman ne olacak?.. İstiklâl Harbi'nde böyle olmuş işte!.. Yâni, İtalyanlar güneydoğu Ege'yi, Antalya'yı, Adana'yı, Anteb'i; Yunanlılar İzmir'i, vs.yi; doğuda Ermeniler şurayı, burayı... Yâni, her yerden saldırmadılar mı bize?.. İstiklâl Harbi'ni yaşamadı mı bu millet?.. Dedelerimiz bilmiyorlar mı?.. Olmayacak şey mi?.. Olabilirliği çok uzak olan bir şey mi?..

Ne yapacağız?.. Tedbir üreteceğiz, hazırlık yapacağız ihtimallere karşı... Hem savaşa hazırlık yapacağız, hem kuvvetli olmağa hazırlık yapacağız, hem zararları telâfi etmeğe hazırlıklı olacağız. Bunların her birisi, her ihtisas sahibi kardeşimizin kafasında düşüneceği bir şey... Mühendis, mühendislik yönünü düşünecek; siyasal bilgiler mezunu kardeşimiz, politik yönünü düşünecek; hukukçu kardeşimiz, hukuk yönünü düşünecek; kimyager kardeşimiz, kimyevî yönünü düşünecek!.. Yâni, dörtbir yandan düşman çevirdiği zaman, silahı neyle yapacağız?.. Barut denilen şey neden yapılır?.. Tavuk pisliğinden mi yapılır, güvercin pisliğinden mi yapılır?.. Kükürt denilen şey nerden çıkar, nerden bulunur?.. Baruttan başka patlayıcı maddeler var mıdır, yok mudur?.. Nerde savaşalım?.. Düşman nereden gelir, nereye gidilir?..

Veyahut, bizim Türkiye'ye onlar saldıramazlar; biz bu Sırplar'ı nereden tepeleyebiliriz?.. Arnavutluğa mı gideceğiz, Kosova'ya mı sızacağız, Sancak bölgesine mi geçeceğiz?.. Hangi silahlarla geçebiliriz?.. Ermeniler'e ne yapabiliriz, Gürcüler'e ne yapabiliriz?.. Abhazya'ya nasıl faydamız olur?.. Orta Asya'daki kardeşlerimize, Afganistan'daki kardeşlerimize yararımız ne olur?.. Yâni, bir sürü sorumluluğu olan bir ümmetiz biz! Her birimize bu sorumluluk, aklı, bilgisi, tahsili ve ihtisası nisbetinde düşüyor. Ve siz, ana işiniz olarak ahireti kazanmak gayeniz olduğu için, bunlar üzerine kafa yoracaksınız; işinizi gücünüzü buna göre ayarlayıp, bu konuda Ümmet-i Muhammed'e faydalı olmağa, Allah'ın rızasını kazanmağa çalışacaksınız.

Bizim bu konuda hatırımıza gelen tedbirleri herkes duysun diye toplantılar yaptık. Nevşehir toplantısı böyle bir toplantıydı. Alenen, paldır küldür meseleleri müzakere ettik. Millî Birlik Komitesi üyesi Muzaffer Özdağ'ı, "Bizim toplantımız var, gel konuşma yap!" diye davet ettik. Çünkü adam ihtilâlci, adam asker, adam harb okulunu birincilikle bitirmiş bir kimse... Tecrübesi var, birikimi var. "Gelsin, bir konuşsun bakalım!" dedik. Demiş ki: "Sizin hocanız, böyle Balkanlar'da bir harb çıkmasını, bu kadar ciddî, vahim, olabilir bir şey olarak mı görüyor?.." "Evet, galibâ öyle görüyor." demişler. Kalkmış, elini uzatmış, "Tebrik ederim!" demiş. Öyle dediler giden arkadaşlar...

Demek ki, --asker olarak-- Doğan Güreş boşuna söylememiş; "Çok endişeliyim, fevkalâde üzüntülüyüm, çok karamsarım!" diye... Askerin genel görüşü bu demek ki... Ama halka bir şey diyemiyorlar. "Hazırlanın ey ehl-i vatan!" diyemiyorlar; panik olmasın filân diye, veyahut başka sebeplerden... Bunu biz diyoruz işte... "Mâdem dışişleri bakanı öyle dedi, mâdem ki genelkurmay başkanı böyle dedi; herkes ona göre hazırlansın!.." diyoruz.

Onun için, bir takım müesseler kurmayı planlıyoruz. Bu teşebbüslerden üzerinize ne düşüyorsa, yapmanızı istiyoruz. İstediğimiz şey budur.

.............................

Bu çalışmalara var gücünüzle, bütün zekânızla, bütün müktesâbatınızla, ihtisasınızla, uzmanlıklarınızla katılmanızı diliyoruz. Allah bizi, Ümmet-i Muhammed'e faydalı işler yapan hayırlı bir grup eylesin...

Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

(Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî zâhirîne alel hakkı, hattâ tekumes sâah) "Kıyamet kopuncaya kadar, ümmetimin içinden bir grup has müslüman olacak; bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın dinine hizmet yolunda çalışacak. (lâ yedurru men hazelehüm) Onların yardımına koşmayanlar, onları yardımsız bırakanlar, onlara zarar veremeyecekler. Onlar bildikleri yolda, yılmadan yürüyecekler ve başarılı işler yapacaklar." deniliyor.

Biz onu istiyoruz. Yâni, o grubun içinde olmayı diliyoruz Rabbimizden... Allah bizi o medhedilen gruptan, razı olduğu tâife-i merdıyyeden; o Allah yolunda, İslâm yolunda çalışan gruptan eylesin...

Yaptığımız teşebbüslerin de birer ikişer semeresini görüyoruz. ÇAk RadyoÈ diye radyo-televizyon şirketi kurduk; direğini bugün İstanbul'da diktik elhamdülillâh... İzmir'de, başka yerlerde çalışmalarımız var. Onlar yayın yaptığı zaman, kendi radyomuzu dinleyebileceğiz. Muhtelif yerlerde, muhtelif illerde arkadaşlarımız var. Kendiniz, kendi ilinizde böyle bir şey yoksa AKRA' ile ilgi kurun!..

ÇBirlik Radyo-TelevizyonÈ diye bir şirket geldi bize; beraber çalışma teklif etti. Biz bir çok kimselerle beraber çalışmayı istiyoruz ama; onlar kurmak istiyorlar, kuramıyorlar. Meselâ daha önce de böyle bir şey vardı, ÇHilâl-1È vardı; iki sene uğraştılar olmadı. Biz istiyoruz ki, kendi müesseselerimizi kuralım; gönüldaş müesseselerle yardımlaşalım kolkola... Ama, ilkönce kuralım. "Kuruldu, kurulacak..." diye başkasının dümen suyunda bekleyip, "Niye kurmadınız yâ, hay Allah! Hani olacaktı?.." filân demiyelim.

Kimseye düşmanlığımız yok... Her iyi yeri desteklemek üzere sapasağlam organizasyonumuzu kurmak istiyoruz. Ayrılık için değil, desteklemeyi topluca daha güzel yapmak için istiyoruz. O bakımdan, illerinde radyo çalışması olmayan kardeşlerimiz, Ak Radyomuzun --Ak Radyo-Tv, AKRA-- genel müdürü --Hüseyin Öztürk-- ile temasa geçsinler. Kendi illerinde yansıtıcı ile mi yayın alacaklar; müstakil direk dikerek, müstakil yayın mı yapacaklar; müzakeresini yapsınlar, o çalışmaya girsinler.

Bu bir haberleşme ve eğitim çalışmasıdır, önemlidir. Çünkü, insanın evinin içinde --maalesef-- şeytanlar dolaşıyor. Ben geçen gün bir evde misafirdim sahurda... "Bakalım, sahur programları nedir?" diye televizyon kanallarını baştan 1,2,3,4,5... 28 kanal var, hepsini geçtim. Kimisi Walt Disney'in çizgi filimleri gibi programlar; kimisi olmadık şeyler gösteriyor. Bir tanesinde de bir yatak sahnesi; çıplak kadınla çıplak erkek... Sahurda oynatılan filme bakın!..

Sonra, geçenlerde Ankara'ya gittiğim zaman, orda görmüştüm bir televizyonda... Yusuf İslâm'ı anlatacaktı bir programın sonunda... "Yusuf İslâm, müslüman olmuş bir İngiliz'dir; onu seyredelim..." filân derken; orda, müstehcenlik yasasıyla alay etmek bahanesiyle, bir yasaklanmış filmin sahnelerini gösterdi ki, en müstehcen sahneler... Yâni millete diyor ki: "Bak, sana şu yemi vereceğim; geh geh, geh geh... Bak yem burda, şuraya astım." diyor; ondan sonra da millet heves edip de onu yiyecekken, ona bir sürü zehir yediriyor. "Bekle, Yusuf İslâm'ı sana göstereceğim!" derken, her türlü günaha sokacak şeyi gösteriyor... Ondan sonra da Yusuf İslâm'ı gösterecek; onu da göstermesi ne türlü olacaksa?..

Şimdi televizyon kutusunun içinde, evin içine meyhane girdi... Evin içine umumhane girdi... Evin içine kumarhane girdi... Evin içine hânende girdi... Evin içine sâzende girdi... Dedelerimizin, "Tövbe estağfirullah, aman yâ Rabbi!.." dediği, Fransa'da yasakladığı şey, televizyonla evin içine girdi. Bu, korkunç bir şeydir.

Ya televizyon almayacaksınız, ya açmayacaksınız; ya da İslâmî yayın yapan müesseseyi kuracaksınız, sadece onu dinleyeceksiniz. Olmuyor; ille haber almamız lâzım, eğitim, vs... O zaman, müesseseyi kuracaksınız. Kurmadığınız zaman mes'ul olursunuz. Biz, teşebbüs ettiğimiz için müdafaamızı yaparız Allah'ın huzurunda... Deriz ki, "Yâ Rabbi, biz kurulmasına teşebbüs ettik, arkadaşlarımıza da söyledik; kimse kulak asmadı."

Biz daha önceden, üç sene beş sene önceden, çeşitli teşebbüsleri de teklif ettik; "Müslümanların şöyle yapması lâzım!" dedik. Anlayan anladı, anlamayan anlamadı, itiraz eden itiraz etti. Bizim bir savunma dosyamız var; ama başkalarının, ona uymayanların savunması nasıl olacak?..

Onun için çalışmalara çok ciddî olarak; yâni, Sırp kapımıza gelmiş de, kapıyı tıklatıyormuş gibi bir ciddiyetle katılmanızı rica ediyorum!.. İnşallah gelemez... İnşallah biz oraya gideriz de, "Niye sen, filânca zaman şunu yaptın?" diye muhakemesini yapmak üzere heriflerin yakasından tutar, boynuna ipi takar, getiririz inşaallah... Ama, o ciddiyetle çalışmamız lâzım.

Dünya üzerinde bir milyardan fazla müslüman var; her yerde mazlum, her yerde mağdur... Müslümanların bu zinciri kırması lâzım!.. Yâni, proleteryanın kapitalist patronlar tarafından ezilmesi filân hepsi palavradır. Dünya üzerinde ezilen, müstad'af olan bir zümre var; müslümanlardır. Ezenler de, kâfirlerdir. Bunun karşısında artık müslümanların uyanması lâzım!..

Allah hepinizden razı olsun...

Sübhâneke lâ ilme lenâ, illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmül hakîm...

Sübhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yesıfûn... Ve selâmün alel mürselîn... Vel hamdü lillâhi rabbil âlemîn... El fâtihâ!..

5 Mart 1993 - İstanbul