HER ŞEYİMİZ GÜZEL OLSUN!

Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden, kesîran, tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ muhammedenil-mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebia bihedyihî biihsânin ilâ yevmil-cezâ... Emmâ ba'd:

Çok aziz ve muhterem misafirlerimiz!.. Sevgili kardeşlerim!..

Sizler davetimize icâbet ettiniz, Allah razı olsun... Dört gün misafirimiz oldunuz. Bu çeşit aile eğitim çalışmalarının onuncusunu --belki rakam daha da yüksektir-- dördüncü günüyle tamamlamış oluyoruz.

Galiba, bu çeşit eğitim çalışmaları bizim camiamızın ortaya koyduğu bir icat oldu, bir buluş oldu. Daha önceden emsâlini ben duymadım. İlkönce bizim Avustralya'daki kardeşlerimiz, oradaki müslümanları yılbaşı tatilinin mülevvesâtından uzak tutmak için, büyük şehirlerden uzakta, çok büyük ve güzel mekânlar kiralayarak, çoluk çocuk bütün aileyi şehirden çekerek sekiz on gün, onbir oniki gün böyle bir program tertip ederek, bu güzel adeti başlattılar.

Bu adetin güzelliği şuradan kaynaklanıyor: Bir kere eğitim çalışmaları, --hadis-i şeriflerle, ayet-i kerimelerle sabit-- en sevaplı çalışmalardır. Şek ve şüphe yok!.. Müslümanın ya alim olması, ya talebe olması lâzım; ya öğretici, ya öğrenici olması lâzım!.. Bunun dışında bir şey olursa, helâk olacağı ihtar edilmiş hadis-i şeriflerde... O bakımdan, devamlı bir öğretim faaliyeti içinde olmamız gerekiyor.


(Rütbetül-ilmi a'ler-ruteb.)İlim rütbesi rütbelerin en üstünü olduğundan, en üstün rütbeye doğru devamlı bir çalışma içinde olmamız gerektiğinden, bu çalışmalar sevaplı, kıymetli ve yerli yerinde faydalı çalışmalar...

Biz, eğitim çalışmalarında kadınların mağdur durumda olduğunu tesbit etmiştik. Hanımların eğitim sahasındaki hizmetlerden daha az faydalanmasını engellemek, faydalanmayı arttırmak için neler yapabiliriz diye düşünmek zorunda kalmıştık. Çok çeşitli çalışmalar ile bu eksikliği telâfi etmeğe gayret etmiştik.

Meselâ, benim hayretle tesbit ettiğim bir husus var: Bizim eski selâtin camilerde bile doğru düzgün bir kadın mahalli yoktur... Doğru düzgün bir abdest alma mahalli yoktur... Onlara özel olarak ayrılmış doğru düzgün bir mekân yoktur.

Evet, önüne birkaç baraka, paravana filân koyarak, bazı kısımlarda "Kadınlar şurda namaz kılsın!" diyorlar ama, birisi höngürdeyip o tarafa gittiği zaman da, birisinin önüne çıkıp, "Dur burası kadınların yeri!.." demesi gerekiyor. Yâni, planda, programda düşünülmemiş.

Bir de Süleymaniye Camii'nde cumaya gitmiştik. Orada gördüğümüz komik bir durum halâ gözümün önündedir. Kızcağızın birisi --galiba üniversiteli-- erkekler gibi kollarını sıvamış ve o Süleymaniye Camii'nin girişindeki sıra sıra çeşmelerin bir tanesinden, erkekler gibi abdest alıyor ve hiç yadırgamıyor.

Kızcağız çok değişik bir muhitin evlâdı ama, namaza geliyor. Demek, namaz kılmayı düşünecek kadar da bize yakın... Güzel bir durum... Ama, kollarını sıvamış kız... Bir kızın kollarının bu kadar böyle, erkekler tarafından görülmesi doğru değil... Bacaklarının dizlerine kadar görünmesi doğru değil... Böyle şeyleri düşünmeden, çok mâsum orda abdest alıyordu.

Ben bir taraftan sevindim, bir taraftan üzüldüm, bir taraftan da düşündüm: Niye hanımlar için camilerde özel bir yer yok?..

Antep'te Kalyoncu kardeşlerimiz, Kalpen fabrikasının sahipleri bir güzel cami yaptırmışlar. "Hocam, bir cami yaptırdık; gelin gösterelim!" dediler. Gittim, gezdim. Dedim:

"--Bunun kadınlar kısmı neresi?.."

"--E Hocam, işte şu yukarısı kadınlar kısmı!.."

"--Nerden girecekler buraya?.. Nerden çıkacaklar?.. Erkeklerin arasından omuz omuza, sürtüne sürtüne mi çıkacaklar?.. Erkekler cemaati boşalırken, onların arasında sıkışarak, itişerek, vapura gider gibi, trenden çıkar gibi mi olacak?.. Nerde bunun ayrı merdiveni, ayrı mekânı?.." dedim. O tarzda ikazda bulundum kendilerine... Tabii olmuş bitmişti plan... Düşünülmüyor bu çeşit şeyler...

Biz bunları telâfi etmeğe çalıştık. Meselâ, "Hanımların bir dergisi olması lâzım!.. Hanımlar kendi aralarında böylece eğitimlerini ve haberleşmelerini, birbirlerine bilgi aktarımını sağlasınlar." diye düşünmüştük.

Ayrıca hanımlar dernekleri... Şu anda sayısını da söyleyemeyeceğim ama, herhalde Anadolu'da büyük bir yekün tutuyor bu bizim hanım derneklerimiz... Muhtelif illerde, ilçelerde, beldelerde var... "Dernek kursunlar, çocukların yetiştirsinler, eğitim çalışmaları yapsınlar... Birbirleriyle toplantılar yapsınlar, İslâm'ı öğrensinler ve topluluğa faideli olsunlar!" diye bu dernek çalışmalarını tavsiye etmiştik.

İşte bizim bu aile eğitim programlarında, bir kere beyler bir eğitim görüyorlar. Beyler zâten camide cuma hutbesi dinlerler, vaaz dinlerler. İmam-hatip okulları ve diğer müesselere çok daha rahat gidebiliyorlar. Başörtü problemleri yok...

Beyler bir eğitim görüyorlar ve çok kaliteli bir eğitim görüyorlar. Bugün burada herhalde, herhangi biriniz çıksa konuşma yapsa, buradaki konuşmaların kalitesinden memnunluğunu ilk önce dile getirecek. Burada birinci sınıf mütehassısların, çok önemli konularda, laf ebeliği değil hayatî konularda çok kıymetli bilgiler verdiğini, muhakkak herkes ilkönce dile getirecek.

Bu bakımdan kıymetli ihtisaslara sahip, kıymetli mesleklere müntesip kardeşlerimiz buralarda çok önemli konular hakkında, stratejik konular hakkında bilgi sahibi oluyorlar. Yâni, Türkiye müslümanlarının, dünya müslümanlarının durumlarıyla ilgili ve istikbale yönelik programlarıyla ilgili malzeme kazanıyorlar.

Bu bakımdan beyler eğitiliyor, görgü ve bilgileri artıyor. Ben şahsen görgü ve bilgisi artan kimselerin başında hissediyorum kendimi... Bu işlerle çok yakından meşgul olduğum halde... Çünkü, o sahanın birinci sınıf uzmanı konuşuyor karşımızda ve bizi çok kıymetli bilgilerle bilgilendiriyor.

Hanımlar için ayrı bir eğitim oluyor. Onlar için ayrı konuşmacılar, ayrı toplantı salonlarında, onlara ait meselelerle ilgili konuşmalar yapıyorlar. Hanımların bu çeşit eğitimlere çok ihtiyaçları var, fevkalâde ihtiyaçları var...

Çünkü, rahmetli Nurettin Topçu hoca hatırımıza geldi şu anda... Onun "Yarınki  Türkiye" diye bir kitabı var... Orada diyor ki: "Yarınki Türkiye'yi tesis  edecek olan, kuracak olan idealistlerin, tezatlara göz yummayan insanlar  olması lâzım!.." Yâni, bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu?.. Zıtları beraber  yaşayan insanlar var toplumumuzda; böyle olmaması lâzım!..

Meselâ, --şu anda rahmetli oldu-- bir hacı dedeyi hatırlıyorum. Hocamız'ı davet etmişti, Boğaziçi'ndeki, güzel, çamlık bir araziye... Kendisininmiş, içinden de iyi su çıkıyormuş. Bir de güzel binası var... Bizi de çağırdı. Orda çamlar arasında, çok güzel... Hacı baba ak sakallı, sevimli, sempatik, tatlı dilli, güleç yüzlü, yetmişlik, eli bastonlu, akıllı, zeki bir insan...

Bir söz söyledi, başımdan aşağı kaynar su dökülmüş gibi oldu. Hocamız'a söylüyor, ben de kenardan kulak misafiri oluyorum, duyuyorum: "Güzel yer, değil mi Hocam?" diyor. Hocamız da, "Evet, Allah bağışlasın, maşaallah! Hakikaten güzel bir yer... Mis gibi çam kokusu ve tertemiz su vs." "İşte hocam, bizim torunlar kız arkadaşlarını alırlar, arada buraya gelirler, çok güzel eğlenirler burda... Tabii gençlik hocam, değil mi?.." diyor. Yâni hacı baba, zihninde namazla, niyazla, takvâ ile, evlilik öncesi flörtleri yanyana bulundurabiliyor...

Camimizin cemaati olan, beş vakit namazı camide cemaatle kılan bir bakkal  amca, "Errizku alellah" levhasının yanında, şarap, votka ve içki şişelerini  koymaktan bir rahatsızlık duymuyor. Hem "Errizku alellah" diye yazmış, "Rızkı  Allah verir, benim korkum yok!.. Gelen gelsin, gelmeyen gelmesin!" demiş;  hem de içki şişelerini sıralamış...

İkaz ettiğimiz zaman da, "İçkinin haram olduğunu da biliyorum ama hocam,  onu koymazsam müşteri gelmiyor." diyor. O zaman, "Er-rizku alellah" levhasını  indir; çünkü, sen ona inanmıyorsun!..

Yâni müşteri gelsin diye, Allah'ın haram kıldığı, satışını da haram kıldığı,  naklini bile haram kıldığı, sunmasını bile haram kıldığı, hammallığını bile  haram kıldığı bir şeyi sen oraya koyuyorsan, kaldır o zaman "Er-rizku  alellah" levhasını!.. Çünkü, sen ona inanmıyorsun. Hem o var, hem besmele  var, hem de içki şişeleri var... Tezatlı...

Türkiye müslümanları tezatlar içinde yaşıyor ve tezatlardan rahatsız olmuyor. Hacı babadır, hacı efendidir, hacı hanımdır, hattâ hacı kızdır. Düğünlerinden el'amân!.. Düğünlerine gidemezsiniz.

Bizim mahallede karşımızda, beş vakit camiye gelen komşumuz diyor ki, "Hocam, benim kızım evlenecek; lütfen evinizden çıkın, gidin!" diyor. Karşı komşumuz... "Bugün saat filânca vakitten sonra, lütfen evinizden çıkın, gidin!" diyor bize... Kendi evimizde bizim durmamızı istemiyor ve üzüntü içinde söylüyor: "Durmayın hocam! Ben aileme hâkim olamıyorum, olamadım. Ailemin içinde bir benim..." diyor. Beş vakit namaza gelen oturaklı bir insan, şuurlu bir müslüman... Sözü sohbeti ciddî, muhakemesi sağlam bir insan... "En iyisi görmeyin Hocam, kahrolursunuz." diyor.

Biz de kalkıp gittik, saat bire kadar bir yerlerde vakit geçirdik. Misafirlikten sonra döndüğümüzde baktık ki sokak kesilmiş iki taraftan... Kızlar erkekler kolkola... --Yâni, evlenmemiş kızlar erkekler...-- Halay mı derler ne derler, gecenin o vaktinde hâlâ bitirmemişler, hızları geçmemiş... Hâlâ orada hoplayıp, zıplıyorlardı. Görmeyelim dedik ama, yine de ucundan, kenarından faciayı görmüş olduk.

Tezat... İman ile takvâ ile te'lifi mümkün olmayan halleri de hazmediyor müslüman... Nurettin Topçu --rahmetullahi aleyh, ihvânımızdı; Allah mekânını cennet etsin-- diyor ki: "Yarınki güzel Türkiye'yi kuracak olan insanlar, tezatları kabul etmemeli!.. Tezatlara boyun bükmemeli!.. Tezatlara razı olmamalı!.. Zıtlıkları sinesinde yaşatmamalı!.. Müstakîm olmalı, tam olmalı; yarım olmamalı!.. Bir öyle, bir böyle; bir sevap, bir günah gitmemeli!" demek istiyor tabii...

Şimdi hanımların eğitimi bu bakımdan çok önemli... Hanımlar takvâ yönünden çevreleri dolayısıyla, hanım günleri dolayısıyla, misafirlikler dolayısıyla; yüzükler, takılar, tuvaletler, boyalar, berberler vs. dolayısıyla erkeklerden biraz daha geride, daha acınacak durumda oluyorlar. Düğünlerinde bu patlak veriyor. Oyunlar olarak, çalgılar olarak, dekolte kıyafetler olarak, danslar olarak ve sâireler olarak karşımıza çıkıyor. Tabii, olmaması gereken bir durum...

Onun için, kadın eğitimi çok önemli... Bizim bu aile toplantılarında, programlarında kadınların da eğitilmesine gayret sarf ediliyor. Bu güzel... Hem beyler eğitiliyor, çok kaliteli konularda; hem de hanımlar kendileriyle ilgili konularda eğitiliyor. Devamlı söylenmesi lâzım bu gibi şeylerin; anlatılması lâzım, ikaz edilmesi lâzım, emr-i ma'ruf nehy-i münkerin sürmesi lâzım geliyor. Kadınların eğitimi oluyor.

Kadınlar bir de dinlenmiş oluyorlar. Elhamdü lillâh, bizim hanımlarımızın hepsi birer kahramandır. Çünkü, gerçekten hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz SAS, kadının çocuğunu büyütmesi, emzirmesi ve yetiştirmesinin cihad olduğunu bildiriyor. Gerçekten kahramandır; çünkü, bir kaç tane çocuğu peşpeşe olmuştur. Birisi omuzunda, birisi kucağında, birisi eteğini tutmuş, birisi şöyle, birisi böyle... Hepsiyle uğraşıyor. Onlara da bir rahat ettirmiş oluyoruz.

Güzel bir yer seçiyoruz. "Ya bir deniz kenarı olsun, ya bir dağ başı olsun; manzaralı sefalı bir yer olsun!" diyoruz. "Hanımlar da biraz yemek yapmasınlar, ev işleriyle uğraşmasınlar!" diyoruz. Bu da bir güzel husus oluyor.

Ondan sonra çocuklar... Çocuklar için ayrı program yapılması da çok güzel... Bizim pedagog kardeşlerimiz var... Çocukları yetiştiriyorlar. Elişleri vs. ile meşgul ediyorlar. Çeşitli bilgiler veriyorlar. Bazan çocukların arasında da erkek çocuklar, kız çcocuklar, büyük çocuklar, küçük çocuklar diye bir tasnif de yapılıyor. Ondan sonra, bu toplantıların arkasından da bir sergi sergilerler onlar... Eserlerini gösterirler. Bu da tabii, güzel bir şey oluyor.

Biz bu arada, beraberce birbirimizi daha yakından tanıma fırsatını yakalamış oluyoruz. İhvânız, yüzbinlerceyiz, milyonlarcayız, muhtelif şehirlere dağılmışız. Bu gibi toplantılarda bir araya geliyoruz, tanışıyoruz. Hanımlar tanışıyor. Biz tanışıyoruz, hanımlar tanışmıyorsa, hanımlar tanışıyor. Çocuklar tanışıyor.

Bizim temennimiz buradaki bu tanışmaların, daha sonra devam etmesidir. İsteriz ki kardeşlerimiz, burdaki tanışmalarını müteakiben, bu toplantıdan sonra daha kuvvetli bir tarzda devam ettirsinler.

O bakımdan, bu çalışmaların çok faideli olduğunu düşünüyoruz. Zaten bu hususta da bir çeşit icmâ meydana geldi camiamızda...

Avustralya'da başladı. İsveç'teki kardeşlerimiz aile eğitim programları tertiplediler. Almanya'daki kardeşlerimiz tertiplediler. Hollanda'daki kardeşlerimiz bizi çağırdılar. Muhtelif yerlerde bunların yapıldığını gördük.

Meselâ kış aylarında İsveç'teydik. Yine böyle bir aile eğitim çalışmasıydı. "Sanıyorum onuncu değildir." deyişimin sebebi o... Onlar hesaba girmiyor. Halbuki muhtelif yerlerde bu çeşit çalışmalar çok...

Avustralya'da da geçen sene onbir gün, bir üniversiteyi topluca tutarak; yâni binlerce dönümlük bir üniversiteyi her çeşit tesisleriyle, ovasıyla, çayırıyla, gölüyle tutarak on günlük çok güzel bir eğitim yapılmıştı ve çok da faydalı olmuştu. Yüzlerce müslüman orda, günahlardan uzak ve hristiyan toplumun etkisinden tamamen ayrı, İslâmî bir program görmüşlerdi.

Bunların devamını dileriz. Daha geliştirilerek, daha başarılı tarzda tekrar tekrar yapılmasını temenni ederiz. Çünkü sonuçları gerçekten müsbet oluyor ve çok güzel sonuçlar alıyoruz.

Muhterem kardeşlerim! Allah'a hamd ü senâlar olsun... Allah bizi müslüman eylemiş. Üzerimizdeki nimetleri sonsuzdur. Ama bu nimetlerin en başında müslüman olma nimetimiz geliyor ki, Allah'ın razı olduğu din üzereyiz.


(Ve radîtü lekümül-islâme dînâ.)Allah'ın razı olduğu din üzereyiz. Bu çok güzel bir şey... Acıyorum, bu gayrimüslimlerin zavallı, perişan hallerine... Ne kadar gayretler sarfediyorlar, ne kadar çalışıyorlar. Meselâ, şu Afrika'daki hristiyanların durumu... Amerika'dakiler, Avrupa'dakiler, Japonlar... Yâni, harıl harıl çalışıyorlar, mallarını infak ediyorlar... Teşkilatlar gece gündüz faaliyette... Eğitim çalışmaları ve saireler yapıyorlar ama;


(Fe setünfikunehâ sümme tekûnü aleyhim hasreten sümme yuğlebûn.)(Enfal:  36) Hepsi boşa, hebâen mensûrâ olacak faaliyetler oluyor. Ömürleri boşa  geçiyor.

Bizim tahsilsiz kardeşlerimizden bir tanesi şeker komasına girmiş Avustralya'da... İlkokul diploması bile yok, tahsilsiz... Hastaneye kaldırmışlar, koma halinde iken... Serum takmışlar, tedavi etmişler. Komadan uyanmış, ayılmış. Bakmış, yanında bir ihtiyar Avustralyalı duruyor. Bir de bu tarafta genç bir Avustralyalı, Ermeni menşe'li... Nedir durum filân... O da hasta...

Yaşlı Avustralyalıya demiş ki, bizim çarıklı, tahsilsiz kardeşimiz: "Bak hastaneye düşmüşsün. Belki ölecektin, zor kurtuldun. Ama kurtulsan bile ölümün yakın!.. Müslüman olsan da ahiretini kurtarsan ya be adam!" demiş. "Böyle boş bir şey üzere ömrünü geçirmişsin. Sona gelmiş, öleceksin. Ebedî cehennemde cayır cayır yanacaksın!.. Müslüman ol da ahiretini kurtar bari!.." demiş. Nasıl müessir konuştuysa; ihlâsın tesiri başka oluyor yâni... Tahsil önemli değil, ihlâs önemli... Adam müslüman olmuş.

Biz elhamdü lillâh, müslümanız. Bu büyük bir nimet, bunu biliyoruz. Ve İslâm'ın ne kadar güzel hükümler, ne kadar güzel prensipler ihtiva ettiğini, İslâm'ı inceleyen müslüman olmayan insanların kitaplarından okuyoruz. Sonra onlar bu prensiplerin güzelliğinden İslâm'a geliyorlar, hidayete eriyorlar, müslüman oluyorlar.

İlk önce, bitaraf olarak incelemişti. Bir insanın dinini değiştirmesi kolay bir olay değil... Alışkanlıklarını bırakması, muhitini bırakması çok zor bir şey...

Danimarka'da bir müslümanla görüşmüştük. "Bizim çilemiz katmerlidir. Çünkü biz müslüman olunca, bizi bütün eski muhitimiz reddediyor; babalarımız, akrabalarımız, arkadaşlarımız, 'Sen müslüman oldun!' diye reddediyor. Sizinle de aramızda lisan bakımından ve sâire bakımından duvarlar olduğundan, sizin içinize de giremiyoruz. Oradan da kopmuş oluyoruz. Böyle bir katmerli çilenin içinde bulunuyoruz." diyor.

Tabii bu zor işi başarmaları, düşüncelerinin doğruluğundan; araştırmalarının kendilerine verdiği hakikatlerin, karşısında tahammül edilemez kuvvette hakikatler olmasından...

Bakıyorsunuz bir profesör müslüman oluyor... Bakıyorsunuz bir filozof müslüman oluyor. Bir filozofun müslüman olması, milyonlarca insanın müslüman olmasından daha önemlidir. Çünkü filozof, mesleği düşünmek olan insan... Ve bütün düşünce ekollerini bilen insan... Ve bütün ekonomik ve felsefi sistemleri hazmetmiş olan bir insan... Hepsini geçiyor, ondan sonra geliyor müslüman oluyor. Çok önemli bir hadise...

Meselâ, Meryem Cemile'yi düşünüyorum ben daima... Yahudi kızı... Amerika'da yetişmiş. Hristiyanlığı tanımış. Hristiyanlığın bir mezhebine girmiş; orda da tamin olmamış. Üniversitede felsefe bölümüne geçmiş, orda okumuş; orda da tamin olmamış. Sonunda İslâm'ı incelemiş, müslüman olmuş.

Bütün bunlar gösteriyor ki, elhamdü lillâh hak yol üzereyiz. Elhamdü lillâh, aklı başında herkesin sonunda gönül verdiği, bağlandığı yol üzereyiz.

Bizim dinimiz bize o kadar güzel prensipler veriyor ki, --menfi propagandalar bir tarafa--sevgi dolu insanlar olarak, herkese hayrımız dokunmuş; ama, takdir edilmiyoruz. Meselâ, Sırpların bugün Osmanlı düşmanlığının manası ne?.. Ne diye düşmanlık ediyorsunuz ki, yedi asır sizi yaşatmıştır. Orayı fethettikten sonra, sizin şu gün bize uyguladığınız prensipleri Osmanlılar uygulasalardı, sağ olur muydunuz?..

Ermenilerin bize düşmanlığının izahı ne?.. Bir tek kelime var izahı olabilecek: Nankörlük!.. Nankörlük; çünkü, biz Anadolu'yu fethetmişiz, kiliselerine dokunmamışız, ailelerine dokunmamışız, inançlarına baskı yapmamışız.Yedi asır, sekiz asır, dokuz asır yaşamışlar. Evleri, barkları, her şeyleri mahfuz olmak şekliyle... Şimdi de bize düşmanlık yapıyorlar.

Bu Amerika'nın moda olduğu zamanda, 19. yüzyılın sonunda veya yirminci yüzyılın başlarında, bizim doğu anadoludaki Ermenilerden bazıları, --şimdikilerin İstanbul'a gidip çalıştığı gibi veya Almanya'ya gidip çalıştığı gibi-- Amerika'ya gidip çalışırlar, gelirlermiş. Yeni bir kıta, imkânlar çok... Ama, hanımların burda bırakırlarmış.

Bir tanesine sormuşlar, demişler ki:

"--Niye hanımını da götürmüyorsun?"

"--Ben aptal mıyım, hanımımı oraya götürür müyüm! Hanımım burda namuslu, emniyet içinde, huzur içinde yaşıyor. Ben gidiyorum, çalışıyorum, geliyorum. Aptal mıyım, öyle bir muhite hanımımı götürür müyüm?" demiş.

Bizim kardeşlerimizden birisi var, şu anda Moskova'da çalışıyor. "Kaç tane kilit vurarak dairemizde öyle oturuyoruz." diyormuş. Dış kapıyı kilitliyor, ondan sonra öteki kapıyı kilitliyor. Bir kilit daha asıyor, asma kilit asıyor vs. "Yani evimizde hapis gibi yaşıyoruz. Hergün Moskova'da şu kadar insan öldürülüyor, parasına tamâen... Emniyet yok, huzur yok..." diyormuş.

Ama, Türkiye'de huzur içinde yaşamışlar. İslâm Alemi'nin her yerinde huzur içinde yaşamışlar. Çünkü, İslâm müslümanlara, zimmetine aldıkları şahısların mallarını, canlarını korumayı emrediyor

Müslüman askerler bir şehri fethetmişler Suriye'de... --Hama veya Humus-- Gayrimüslimlerden vergilerini almışlar. Fakat Bizans kuvvetli bir ordu hazırlayıp oraya geldiği zaman, bakmışlar ki, şehri terkedip çekilmek icab edecek; bütün gayrimüslimlere, aldıkları vergileri iade etmişler orada...

"--Niye?.."

"--Biz bu vergileri sizin canınızı malınızı korumak için almıştık. Şu anda sizi savunamıyoruz. Düşman ordusu çok kuvvetli geliyor. Bizim de çekilmemiz lâzım, askerî yönden... Çekilmemiz gerektiğinden, bizim bu vergileri almağa hakkımız kalmadı. Bu vergileri size iade ediyoruz." demişler.

Bu anlayıştan kaynaklanıyor, müslümanın kendi ülkesindeki gayrimüslimlere dokunmaması, merhamet etmesi... Onların canının malının emniyet içinde olması...

Şimdi İslâm sevgi dini olmasına rağmen, menfi propagandalarla "Kılıç dini, kılıçla yayılmış din... Kan ile yayılan bir inanç..." gibi gösteriliyor kasıtlı olarak...

Biz de tabii, o menfi propagandaların üstünde ve dinimizi bilen insanlar olarak, elhamdü lillah sevgi doluyuz. Mevlânâ'nın Mesnevî'sini okursanız ne çıkar?.. Yunus'un divanını, Eşrefoğlu Rûmî'nin şiirlerini, ilâhilerini okursanız ne çıkar?.. Bir tek kelime ile aşk-ı hakiki denilen ilâhi aşk, sevgi, muhabbet... Bütün satırlardan yoğun bir şekilde o sevgi taşıyor, fışkırıyor.

O sevgi ile doluyuz. Yâni, müslüman olduğumuz için, tasavvuf terbiyesi aldığımız için... Nefsi yenmek, başka insanlara merhamet etmek, yaradılanı yaradandan ötürü sevmek lâzım olduğunu düşünmek sebebiyle sevgi doluyuz.

Dünya üzerindeki bütün insanlara Ümmet-i Muhammed olarak bakıyoruz. Çünkü, Peygamber Efendimiz'in devri başladıktan sonra, ondan sonraki insanların hepsi Peygamber Efendimiz'in ümmeti olma şansına, potansiyeline, imkânına sahiptir; ümmet-i da'vettir. Mesajı alırlarsa, İslâm'ı iyi öğrenirlerse, hakkı kabul ederlerse; icabet etmiş olurlar Allah'ın davetine, müslüman olurlar. Eğer kabul ederlerse, hidayete ermiş olurlar.

Onun için, müslüman olanları kardeşimiz diye bağrımıza basıyoruz. Henüz müslüman olmayanları da, bir gün gelir müslüman olur diye, o gözle görüyoruz. Bunu şu bakımdan söylüyorum: Günlerdir Türkiye'nin problemleri ile ilgili konuşmalar yapıldı burada... Bu konuşmaların incelenmesinden anlaşıldığına göre, bize karşı menfi hisler besleyen, bizim aleyhimize çalışan insanlar da var... Ama bizim onlara karşı bakışımız böyle... Biz onları Peygamber Efendimiz'in ümmeti olma potansiyeline sahip insanlar olarak görüyoruz. İlâhi davete icabet edip müslüman olduğu zaman da, kardeşimiz olarak bağrımıza basıyoruz. O kadar sıcak hislerle doluyuz. Herkese karşı iyi niyet besliyoruz.

Bir pop müzikçisi müslüman olduğu zaman bağrımıza basıyoruz. Bir papaz müslüman olduğu zaman bağrımıza basıyoruz. Sevimli oluyor çünkü, hakikaten... İslâm güzelleştiriyor.

Müslüman olmayanlara karşı da niyetlerimiz, yine onların iyiliğini istemek tarzında... İstiyoruz ki, onlar da doğru yolu bulsunlar. Bu bizim çarıklı Mehmet efendi kardeşimizin, o Avustralyalı'ya söylediği gibi, onların ahirette yanmamasını istiyoruz. Ahiretlerinin kurtulmasını istiyoruz.

Bu bakımdan, konuşmaların dinleyicileri olarak sizlere bir noktayı hatırlatmak babında söylüyorum: Bizim karşımızdaki insanları yekpâre görmememiz lâzım!.. Amerika'yı yekpâre görmememiz lâzım!.. Avrupa'yı yekpare görmememiz lâzım!.. Konuşmacılar zâten bunun altını çizerek vurguladılar. Bizim dışımızdaki insanların da hepsini yekpare adüv ve düşman olarak görmemek lâzım!.. Bu, cepheyi çoğaltmamak bakımından önemli bir husus... Karşı taraftan da taraftarlar bulmak bakımından da önemli bir prensip, mühim bir taktik...

Şimdi karşı tarafta da aklı, vicdanı olan insanlar var... Yâni bir müşrik, bir kâfir kendisine hitâb-ı ilâhi arzolunduğu zaman, niçin müslüman oluyor?.. Vicdanı olduğu için, aklı olduğu için, düşündüğü için muhakeme ediyor, müslüman olabiliyor.

Karşımızdaki insanların içinde de kendisine çeki düzen vermek isteyen, aklıbaşında, mantıklı insanlar var... Hani Ahmed kardeşimizin konuşmasına, "Bu radikal bir genç galibâ ama, doğru söyledi." dediği gibi Alman dinleyicilerin.... Doğru söylediğini kabul ettiği gibi, şimdi doğruyu kabul edenler var...

Meselâ, Hamidullah Bey'in namaz kılması esnasında, onun konuşmasını dinledikten sonra arkasında ona ittibâen, onu takliden namaz kılanların olduğu gibi... Müsbet tavırlılar var, olabiliyor. Binaen aleyh hepsini birden karalamamamız lâzım!..

Bizim yine profesör kardeşlerimizden Yusuf Ziya Kavakçı var... Ondan, Amerika'daki çalışmalarından haberler alıyoruz. Her gün huzurunda beş on kişi müslüman oluyormuş. Bu bir senede bayağı bir yekûn eder. Üç beş sene de bayağı büyük bir rakam eder. Çünkü kardeşimiz hem hafızdır, hem hukukçudur, hem yüksek İslâm enstitüsü mezunudur. Alimdir, fazıldır, kâmildir, derviştir. Bir çok insanı kazanıyor.

Binâen aleyh, kazanacağımız insanlara önceden düşmanlık yapmak doğru değil... Hepsini karalamak doğru değil... Bu bir...

Sonra ben, meselâ yahudiler hakkında bir ifade kullandım, Ankara'da bir toplantıda... Amerika'lı bir müslüman vardı. "Hocam, onlar yahudilerin Samirî'ye tâbî olan gruplarıdır." dedi. Yâni, yahudilerin hepsini karalamamdan memnun olmadı. Ben de sonradan hatamı anladım, ben de memnun olmadım. Ne diye yâni, bütün yahudileri suçluyoruz?..

Amerika'da duydum. Newyork'ta, Muzaffer Ozak Hoca rahmetli tekke kurmuş, orada bayağı çalışmalar yapmış. Radyoya, televizyona çıkarmışlar kendisini. Çalışmaları var... O çalışmalarla bazı gayrimüslimler ve bazı yahudiler müslüman olmuş. Bir tanesini anlattılar, Teksas'lı bir yahudiymiş. Milyardermiş, petrol kuyusu filân olan bir kimseymiş.

Dedim ki:

"--Hakikaten müslüman olmuş mu?.."

"--Hocam, o kadar ihlâslı ki, caminin eşiğinde oturur, dervişâne diz çöküp boynunu büker. Sevap olsun diye camiyi süpürür." dediler.

O halde bizim yahudi diye bir kimseyi suçlamamız da doğru olmuyor. Hristiyan diye de suçlamamız da doğru olmuyor. Batılı diye suçlamamız da doğru olmuyor.

Konuşmamın bu noktasında, "İslâm sevgi dinidir. Herkese müsbet bakıyoruz." filân derken, "Bu fikri zihnimize iyice yerleştirelim!.. Edeb-i kelâma da dikkat edelim sözlerimizde... Kimseyi peşin olarak suçlamayalım!" diye söylüyorum.

Strazburg'a gittiğim zaman, "Hocam sizi burda bir doktor çiftle tanıştırmak isterdik ama, burda yoklar... Çok iyi müslümanlar... Ne zaman yıllık izinlerini alsalar, doğru Afganistan'a giderler." dediler. Onbir ay çalışıyorlar, bir ay tatilleri var... Nereye gideriz biz, Türkiye'de nereye gidiliyor?.. Akdeniz sahillerine, Ege sahillerine; Bodrum, Marmaris, mavi yolculuk, plaj vs. Onbir ay çalıştık diye...

Bu Fransızlar, yıllık izinlerini alır almaz dosdoğru Afganistan'a gidiyorlarmış. Mücahitlerin sahra hastanelerinde hizmet etmek üzere... Kaç tane Türk doktor biliyorsunuz böyle yapan?.. Bunu sevmez mi insan?.. Böyle bir insana hayranlık duymaz mı insan?..

Hem de tıbbî hayır müesselelerine gidiyorlarmış, dilekçe veriyorlarmış: "Siz Hipokrat yemini etmediniz mi?.. Doktoruz; ırk, renk, dil ve din farkı ayırmadan bütün insanların sıhhatine hizmet edeceğiz. Tedavilerinde ayırım yapmayacağız, demediniz mi?.. Hastalar için bedava ilaç verme fonunuz yok mu?.." Var... "Verin bakalım o ilâçları!.. Biz Afganistan'a gidiyoruz." diye dilekçe yazıyorlarmış. İlaçları alıyorlarmış kutu kutu... Afganistandaki yaralılara, mücahidlere götürüyorlarmış.

Demek ki, muhterem kardeşlerim, bizim düşmanımız İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Yunanlı, Sırp, Bulgar vs. değil... Zihniyet, imansızlık, insafsızlık, zulüm düşmanımız... Ama, iyi insanlar da olabildiği için, suçlamamızı iyi insanlardan ayırmamız lâzım!.. Sadece suçlulara yöneltmemiz lâzım!..

Müşrik şairler Peygamber Efendimiz'i hicvedince, müslüman sahabi şairlere de Peygamber Efendimiz onlara cevap vermeleri konusunda işaret buyurmuş. "Onların menfi karalamalarına siz de müsbet cevaplar verin bakalım!" demiş.

Ama bir problem var.... Savunma yapacağım diyen şair, o aleyhte konuşanların anasına, atasına, dedesine aleyhte bir söz söylese, sonunda Peygamber Efendimiz'le akrabalıkları var; Kureyş'ten ve sâireden... Bu hususu hatırlatınca, "Merak etmeyin, biz tereyağından kıl çeker ayırır gibi, bu işi ayırırız." demişler.

Hattâ Peygamber Efendimiz bazılarına, "Gidin ensab ilmini çok iyi bilen Ebûbekir Sıddîk ile konuşun da, böyle bir haksız suçlama olmasın; söz yanlış bir yere de gitmesin!" diye söylemiş.

Bizim de bir kere, samimi olarak bütün insanları sevme alışkanlığına ermemiz lâzım!..

--Ama hocam, şu anda daha müslüman değil!.. Tam namazlı değil!..

Tamam... Şu andaki halini sevmiyorsunuz; o ilerde hidayete erebilir diye ümidiniz olduğu için, üzerinde çalışma yaptığınız için müstakbel halini seviyorsunuz. O bakımdan herkese kızmayın!.. Günahından dolayı hemen kaşları çatmayın, sırtınızı dönmeyin!.. Hemen bir adavet havası içine girmeyin!.. Girmeyelim!..

Bunu ortakpazar, gümrük birliği ve diğer meseleler içinde, Türkiye'nin istikbali ve emniyeti bakımından da politik sahada da uygulamamız gerektiği kanaatindeyim. Yâni, "Amerikalılar şöyledir... Avrupalılar böyledir..." tarzında değil de, iyisine kırılmayacak bir istisnâ payı bırakarak konuşma yapmamız lâzım!..

Bismillâhir-rahmânir-rahîm:


(Veş şuarâu yettebiuhümül gavûn. Elem tere ennehüm fî külli vâdin yehîmûn.  Ve ennehüm yekulûne mâ lâyef'alûn.)(Şuarâ: 224-226) Şâirler kötüleniyor  bu ayet-i kerimelerde... Onlar şöyledir, böyledir. Yapmadıkları işleri söylerler.  Her türlü fezahati işlerler. Her türlü çirkin sözü yapıştırırlar, yakıştırırlar.  Amma:


(İllellezine amenû ve amilus-sâlihâti ve zekerullàhe kesîran ventasarû min ba'di mâ zulimû)(Şuarâ: 227) "Ancak iman edip sàlih ameller işleyenler, Allah'ı çok çok zikredenler ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır."

Müstesnâlarını hemen ayırıyor Kur'an-ı Kerim... Peygamber SAS Efendimiz'in hadis-i şeriflerinde de durum aynı... Bu terbiyeyi elde etmemiz lâzım ki, cepheyi büyütmeyelim!.. Buna göre hareket etmemiz lâzım karşı taraftan da müttefikler bularak, işimizi daha kolay yapalım!..

Bu önemli bir husus... İnşallah sağlam bir prensip olarak bunu uygulayalım.

Tabii bize karşı menfi tavır takınan insanların tavırlarını ve o tavırlarındaki sebepleri de öğrenmek, bizim için iyidir. Çünkü, bizler de melek değiliz. Tenkid edilecek taraflarımız varsa, hatalarımız varsa, "Evet, siz burda haklısınız, biz burda kusurluyuz; bunu düzeltelim!" diyebilmeliyiz.

Ve hakikaten kusurlarımızın neler olduğunu düşünüp, onların düzeltilmesi tarafına da azmetmemiz lâzım, gayret sarfetmemiz lâzım!..

Şimdi, bizim yaygın bir alışkanlığımız var... Hak yolda olduğumuz için, namaz kıldığımız için, tesbih çektiğimiz için, kalbimizde niyetimiz iyi olduğundan, kendimizi iyi sanıyoruz. Kendimizi iyi sandığımız için de, kusurlarımızı araştırmıyoruz. Karşı tarafın bize karşı düşmanlığındaki haklılık taraflarını da düşünmüyoruz. "Bu bize imanımızdan dolayı düşman!" deyip, kendimizi düzeltmek ve geliştirmek fırsatını kaçırıyoruz.

Şu net olarak ortada değil mi?.. --Dün akşam oturduk ve bir takım arkadaşlarla ittifak ettik bu hususta...-- Bizim geri kalmışlığımız, bizim kusurlarımızdan dolayı müstehak olduğumuz bir durum değil mi?.. Çok net olarak o sebepten dolayı... Yâni, bizim geri kalmışlığımız, hâl-i pürmelâlimiz, bizdeki kusurlardan dolayı müstehak olduğumuz bir durum...

Neden?.. Bizim hasımlarımız, bizden daha prensipli, bizden daha çalışkan, bizden daha dikkatli, bizden daha sözüne sadık... Bizler öyle değiliz. En büyük tehlike bu...

Avrupa'nın şusu var, Amerika'nın busu var... Yunanlı böyle yapıyor, Ermeni şöyle yapıyor... Bunlar mühim tehlike değil... En mühim tehlike, bizim İslâmî ahlâka sahip olmayışımız!.. Karşı tarafımızdaki insanların, bazı konularda bizden daha üstün, sağlam ve güzel prensiplere sahip olması...

Suudî Arabistan'da iş yapan bir çok kardeşlerimiz var, bir kısmı aranızdadır. Hepsi orada para kazanacağız diye ümitlerle gittiler, hepsi mahzun döndüler, haklarını alamadılar. İşçiler çalıştı, parasını alamadı.

Libya'ya giden kardeşlerimiz, müteahhitlerimiz iş yaptılar, paralarını alamadılar. Daha başka pek çok şeyler sıralamak mümkün...

Şimdi burda bizim bir takım kusurlarımız var... Yâni, bir insan çalıştırır da parası neden vermezsin?.. Peygamber SAS Efendimiz, işçinin alnının teri kurumadan, hakkı olan parayı vermeyi emrediyor. Niye sen iki sene, üç sene geçmiş, kadıya müracaat etmiş, mahkemeye baş vurmuş; halâ hakkını vermiyorsun?.. Bu ne biçim müslümanlık?.. Ama Avrupalı öyle değil...

Biz Türkiye'de bir akşam bir yere ziyarete gittik ailemizle... Sonra döndük. Evimiz bahçeli evdi Ankara'da... Arabamızı evimizin bahçesine park ediyoruz normal olarak... Fakat alt kattaki komşumuz, o gün iki arabayı birden içeriye sokmuş. Kendisini bir kamyoneti var, iş arabası; bir de otomobili var... Aramızdaki hukukun, yakınlığın, sevginin kuvvetine dayanarak bizim park yerine de öteki arabasını koymuş; bizim araba orda yok diye... Biz saat birde geldik baktık, garajımız dolu... Pekâlâ, biz de yolun kenarına park ettik.

Zaten ara sokakta evimiz, ana cadde değil... Kapıyı açtık, üst kata çıktık, ceketimizi çıkardık. Dışarıdan bir güldürtü koptu, bir tangırtı koptu. Biz cama çıktık. Çocuklar feryad etmeğe başladılar: "Baba, arabamıza birisi çarptı kaçıyor."

Arkadan bizim arabamıza bir vuruyor; --o kocaman Amerikan arabalarından bir tanesi-- arabamızı burdan alıp, karşı duvardaki ağacın yanına kadar hoplatıyor, atıyor. Arabamız bir arkadan darbe yiyor, bir de önden ağaca çarptığı için, iki taraflı darbeye maruz...

Komşularımız da bu gürültüden balkona çıkmışlar. Babayiğit bir çocukları vardı, kaçanı görmüş. Ayakları çıplak olarak ikinci kat balkondan atlamış, ana caddede yolunu kesmiş çarpan adamın; durduramamış. Haydut tabii, kaçıp gidiyor. Ama, numarasını almış.

Neticede biz karakola müracaat ettik. "Şu numaralı araba evimizin önünde duran arabamıza çarpmıştır; şikâyetçiyiz!" dedik. Adamlar yakalandı. Araba bulundu ve sarhoşken araba kullandığı tesbit edildi.

Ama biz altı ay muhakeme olduk. Bilirkişiler, ve sâireler... Altı ay arabamıza binemedik. Arabamız kaza görmüş bir araba olarak tamir edildi, elimizde değeri yüzde elli düşmüş oldu. Çalışır hale gelsin diye yaptığımız masrafların ancak üçte birini aldık. Üçte ikisi rûz-ı mahşere kaldı, mahkeme-i kübrâda alacağız.

Almanya'da nasıl oluyor veya Avrupa'nın bir başka ülkesinde nasıl oluyor?.. Mutlaka ve mutlaka zarar fazlasıyla tazmin ediliyor. Eski bir arabasına birisi çarpmışsa, adam arabasını yenileyebiliyor ve suçu işleyen de cezasını mutlaka çekiyor.

Biz Münih'te vaaza gidiyoruz. Önümüzde bir Mercedes var... Dörtyol ağzından sağa sapacağız. Kırmızı ışıklarda durduk. Adam durmaktan bıktı. Kırmızı ışık olmasına rağmen, kırmızı ışıkta sağ tarafa dönmeğe başladı. Tabii, yol hakkı bu taraftan gelenin olduğu için, o bu tarafa dönerken, karşıdan da hızla bir araba geliyordu. Bocaladı, orta kaldırımlara çaptı, orda oturdu. Bir iki hasar oldu.

Bizim saatimiz kritik, teravihe yetişeceğiz Münih Cami'inde... Arkadaş dedi ki:

"--Hocam gidemeyiz bir yere!.."

"--Niye?.."

"--Biz bu kazaya şahit olduk, gidersek, biz de suçlu oluruz. Gidemeyiz, polis gelinceye kadar bekleyeceğiz." dedi.

Dedim:

"--Yahu, bunun bir çaresini bul!"

"--Bir çaresi..." dedi. Öteki mağdur olan şahsın yanına gitti:

"--Benim adresim şu, telefonum şu... Olayı gördüm. Şahitlik yapmağa hazırım. Müsaade edermisiniz, biz ibadete gidiyoruz. Polis gelinceye kadar beklersek, ibadet kaçabilir. Müsaade ederseniz, biz gidelim mi?.."

"--Hay hay, gidebilirsiniz." dedi.

Arabası kaza yapan adam müsaade buyurdu, biz camiye gittik. Tabii, ben birkaç gün sonra Türkiye'ye döndüm. Sonra bizim arkadaş anlattı:

"Hocam, o olayın sonu ne oldu biliyor musunuz?.." dedi.

"--Bilmiyorum anlat!" dedim.

Polis gelmiş. Adam anlatmış, demiş ki:

"--Ben yeşil ışıkta hakkım varken, geçerken, kırmızı ışık yanan yerden araba döndü. Ben bocaladım, orta kaldırımlara çarptım. Arabamın altı üstü, yanı biraz eğildi. Çalışır vaziyette

"--Kaç numaralı araba?.."

"--Şu numaralı araba..."

Hemen o adreste, o numaralı arabanın sahibini bulmuşlar. Yataktan kaldırmışlar. Adam sarhoş... Hastaneye götürmüşler. Ehliyetini almışlar. Tabii, muhakeme sonunda mahkûmiyeti kesinleşecek. Bizim arkadaşı da mahkemeye çağırmışlar. O da anlatmış: İşte kırmızıydı, biz arkasındaydık. Şu oldu, bu oldu...

Giderken de bizim arkadaşımıza bilmem kaç yüz mark vermişler, şahitlik ücreti... Tabii suçludan çıkacak. Neden?.. "Çünkü sen işini bıraktın, şahitlik yapmağa mahkemeye geldin. Mağdur oldun al paranı..." diye... E şimdi bu güzel değil mi?..

Arabası mağdur olan da, yeni bir araba alacak kadar, sigortadan para almış.

Bir başka misal:

Bir camideki, iki tarafı da bizim ihvanımız olan insanlar ticarî ortaklık kurmuşlar, Almanya'nın bir şehrinde... Birisi baba ve evlatlar, ötekiler de sekiz on kişilik başka kardeşler... Aralarında ihtilaf çıkmış, ortaklık bozulmuş. Ama, onlar hak iddia ediyorlar, bunlar da hak yok diyorlar, vermek istemiyorlar. Mahkemeye müracaat etmişler.

Biz de Almanya'ya gitmiş olduk. Ben dedim ki, "Ben iki tarafın da hocası olayım da, siz de gidin bir Alman'dan adalet taleb edin... Böyle şey olmaz!.. Gelin karşıma, ben hakkınızda hüküm vereyim!" dedim. Daha doğrusu, onların muhakeme olacakları günde duydum bu meseleyi... Muhakeme binasına, onların yanına gittim.

Dedim ki:

"--Ayıptır! Müslümanlar olarak birbirinizi böyle şikâyet edip de mahkemeye vereceğinize, meseleyi anlatın; halledelim. Böyle Alman'a kalmasın!.."

Baba ve evlatları:

"--Hocam, size sevgimiz, saygımız sonsuz; bu işe karışmayın!" dediler.

Ötekiler:

"--Hocam, sen ne hükmedersen, boynumuz kıldan ince... Kabul ediyoruz." dediler.

Bunlar, "Seni seviyoruz ama hocam, bu işimize karışma!" diye kabul etmediler. Ben de biraz üzüldüm, ayrıldım. Sonradan hakim gelmiş.

Bakın, bir millet neden yükseliyor, başka bir millet neden geri kalıyor?.. Önemli olduğu için anlatıyorum. Detay gibi görünüyor ama, böyle fıkra olunca hatırda iyi kaldığı için; soyut sözlerden, mücerret anlatımlardan daha faydalı oluyor.

Alman hakim gelmiş, davacılar, davalılar karşısında... Şöyle yüzlerine bakmış:

"--Yahu, sizler mübarek insanlara benziyorsunuz. Ne diye ihtilâf ettiniz de mahkemeye geldiniz?.. Çıkın dışarıya, ben celseyi öğleden sonra üçe tehir ediyorum. Anlaşın aranızda, ayıptır!" demiş.

Alman hakim söylüyor. Bunlar çıkmışlar, öğleden sonra üçte gelmişler. Hakim yine oturmuş masasına, sormuş:

"--Ne yaptınız?.."

"--Efendim, anlaşamadık.

"--Niye anlaşamadınız?.. Siz ne istediniz?"

"--Dokuz istedik."

"--Siz ne verdiniz?.."

"--Beş verdik."

"--E ben aracı olayım size; yedi verin, olsun bitsin bu iş..." demiş.

Bu baba ve evlatlar grubu yine kabul etmemiş.

"--Peki o halde, celseyi açıyorum!" demiş.

Bu uzlaştırma çabası çok hoşuma gitti. Ondan sonra da:

"--Peki çıkın!.. Karar size bir ay sonra tebliğ edilecek!" demiş.

Bunu da çok beğendim. O anda sıcağı sıcağına pattadak bir hüküm vermiyor hakim... Dosyayı inceleyecek, elini vicdanına koyacak, kanunlara bakacak, araştıracak...

Bazan bize bir soru soruluyor. Diyoruz ki, "İnceleyelim bakalım, kara kaplı kitap ne diyor?" Araştırınca başka oluyor. İnsanın kütüphanesinde kaynakları karıştırdığı zaman verdiği cevap başka türlü oluyor.

Bir ay sonra da nasıl cevap gelmiş?.. Baba ve oğullar mahkûm, ötekiler haklı... Başından belliydi zaten iş... Ama Alman mahkemesine karşı insanın, sevgisi ve saygısı artıyor. Tavra bakın!..

Bizdeki tavra bakın!.. Ben yüzdeyüz haklıyım. Arabanın içinde değilken kaza olmuş. Mağdurum. Mağduriyetim aynen bile karşılanmıyor. İş ahirete kalıyor, mahkeme-i kübraya kalıyor. Ordaki duruma bakın!..

Bunlar bizim geri kalmışlığımızın sebebidir. Kusur bizdedir. Tembelliğimizdir. Çok çalışmamamızdır. İslâmî prensiplere uymamamızdır. Bunlardan dolayı da ithamı hemen yapıştırıyorlar.

Barsam Usta diye birisi müslüman olmuştu. İstanbul'un ayakkabıcı esnafından Ermeni Barsam Usta... Müslüman oldu. Hocamız'a geldi Zahid adını aldı, Zahid Usta oldu... Eski Ermeni Barsam yine de Ermeni ama, bu sefer imanlı oldu, mü'min Ermeni oldu; Zahid Usta oldu. Papazlar hergün dükkânına geliyorlar ve diyorlarmış ki:

"--Bu hacca gidip de ticaretinde şu şu hileleri yapan, şu tüccarların dinine mi girdin?.. İşlerini biliyorsun; şu senetler ve saireler... Ticarî muameleleri ortada... Şu yalancı, şu sahtekâr, şu hilekârların dinine mi girdin?.."

"--Siz yanılıyorsunuz. Siz suyun kanalizasyondaki haline bakıyorsunuz. Su hakkında hüküm vermek istiyorsanız, gidin, dağdaki menbaından, çıktığı yerinden inceleyin; kanalizasyona bakmayın!.." diyormuş.

"Beni tekrar eski dinime döndürmek için, her gün papazlar geliyor." diyordu.

Şimdi, bize karşı birisi bir menfi tavır takınmışsa muhterem kardeşlerim; bizde de bir kusur varsa, onu düzeltelim!..

Bir profesör kardeşimiz vardı teknik üniversitede... Kendisi mü'mindi, ihvânımızdan... Amma, oradaki menfi profesörler --mason locasına mensuplar vs.-- bunu çengellemişler, kusurlar bulmuşlar. Şimdi o kendisi anlatıyor bana... "Bana şu şu şu kusurları mı buldular. 'Tamam, haklısınız!' dedim. Bütün o kusurları telâfi etmek için, var gücümle çalıştım, karşılarına çıktım. 'Buyurun, söylediğiniz kusurları telâfi ettim. İnceleyin, imtihan edin!' dedim ve aldım." diyor.

Yâni düşmanımızın, hasmımızın bize söz söyleyecek hali kalmamalı muhterem kardeşlerim!..

Şimdi ben burada hepinizden özür diliyorum, açılış konuşmasını yapamadım. Tansiyonum beşe düşmüş. Nefes darlığı geldi, böyle nefes alamadım, vs. Konuşamadım. Namazlara vaktinde inemedim. Ama, ben aslında dakikalara değil, saniyelere bile dikkat ediyordum daha önceki programlarda... Yâni, beş saniye varsa, beş saniyeyi bekliyordum. Zamanın kıymetini kardeşlerimiz bilsinler diye, prensiplere sadık olunsun diye...

Eğer bize karşı menfi tavrı olanlar haklı ise, "Haklısınız!" diyebilmeliyiz.

Hacda bir tüccarla tanıştık. Dedi: "Babam falanca şeyh efendiye --rahmetullahi aleyhe--mensubdu. O şeyh efendi de şöyle kâmil kimseydi." dedi. Bir menkabesini anlattı: Şeyh Efendi müridleri ile otururken, bir şahıs gelmiş Doğu Anadolu'dan... Elindeki kâğıdı şeyh efendiye vermiş. Şeyh efendi kâğıdı almış, okumuş;

"--Olmaz!" demiş.

Gelen adam demiş ki:

"--Her ne pahasına olursa olsun, olacak!.."

Müridler yerlerinde duramaz hale gelmiş. "Hocamız bir kaş işareti yapsa da, şu adamın pestilini çıkarsak, postunu yere sersek" diye böyle sözler söyleyince; şeyh efendi şöyle başını eğmiş. Bir müddet tefekkür ettikten sonra, şöyle kaldırmış başını:

"--Sabreden kazandı; tehevvüre kapılan, sinirlenen imtihanı kaybetti." demiş.

İnsan kendisini karşısındakine göre ayarlamamalı, İslâm'ın prensiplerine göre göre ayarlamalı!.. İslâm neyse, biz öyle olmalıyız ki; bizim yüzümüzden, bizim kusurlarımızdan dolayı bazıları İslâm'dan nefret etmesin.

Tabii bize karşı olan, bir de organize teşkilatlar var, devletler var... Düşmanlık onların şanından olan, meslekleri olan, kanında olan, mayalarında olan şeyler var... Tabii onlara karşı da tedbirli olmamız gerekiyor.


(Ve eiddû lehüm mesteta'tüm min kuvveh.)"Düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın!" buyuruluyor. (Enfal: 60) O bakımdan ne yapmak gerekiyorsa, nasıl hazırlık yapmak gerekiyorsa, onu da yapmamız lâzım!..

Çok ciddî günlerde olduğumuzu, çok kesinlikle sizlere ifade edebilirim. Zaten konuşmalardan da anlamışsınızdır. Tarihî günlerde yaşıyoruz. Her gününüzün gözlemini hatıra defterine yazınız, olayları takip ediniz. Devletimiz yöneticiyle, hükümetiyle; milletimiz halkıyla şu günlerde, şu yıllarda, şu aylarda fevkalâde mühim olayların içindeyiz. Yuvarlanıp gidiyoruz. Fevkalâde dikkatli olmamız gereken bir devredeyiz. Bunun altını da çizmek istiyorum.

Zâten sizi bu çeşit eğitim toplantılarına çağırdığımız zaman, konuları seçerken, sizi meselelerden bîhaber insanlar olarak kalmasınlar; problemleri bilen agâh, uyanık, arif insanlar olsunlar diye bu toplantıları yapıyoruz. Bu da bizim biraz ikaz vazifemizi yerine getirmek gibi olsun diye düşünüyoruz. Çok ciddî günlerde olduğumuzu bilerek, kendimize çeki düzen verememiz gerektiğini iyice aklımıza yerleştirmeliyiz.

Her birinizin mutlaka, son derece kaliteli insan olması gerekiyor ve olanca müktesebatını İslâm'ın yükselmesine tevcih etmesi, o çeşit çalışmalara katması gerekiyor. Biz bu çalışmaları topluca yaparsak, bir büyük güç elde edebiliriz.

Şimdi ben bir dinleyici olarak, bu ortak pazar, gümrük birliği meselelerinde, "Avrupa'da şu kadar devlet birleşmiş, şu kadar trilyonluk bir üretim imkânına sahip muazzam bir ekonomik, siyasî, askerî topluluk oluşturmuş..." filân... Bunları söylüyorlar. Bakıyorum, bir tek anahtara bağlı bir şey... Bütün fabrikanın çalışması bir şartele bağlı olduğu gibi... Bütün bu tehlikelerin hepsi sıfırlanabilir, bir tek şartel hareketiyle.... Biz şuurlu olursak, biz dikkatli olursak, biz onların bize karşı yapacakları şeylere karşı uyanık olursak, onların bizi hiç bir zaman yenmesi mümkün değil...

Nasıl bir metodla çalışıyorlar?.. Malların üretiyorlar. Petrol ülkeleri petrole zam yapınca, petrolün zam farkını fiatlarına ekliyorlar. Bize mamül maddelerini daha pahalıya satıyorlar vs. vs. Tamam... Almazsak ne yapacak?.. Bütün başımızda gürültü patırtı kopuyor; bunlara malı ben satacağım, sen satacaksın vs. Almadığın zaman iş bitiyor, bütün oyunlar sona eriyor. "Ben senin malını almıyorum!" dediğin zaman, yelkenleri suya iniyor.

Onun için, icabında sükûtumuzun bir mânâ taşıyacağını, icabında kaş çatmamızın bir mânâ taşıyacağını, icabında bir mala boykot etmemizin selli seyf eyleyip, kılıcı çekip de düşmana "Yâ Allah!" diye saldırmak kadar büyük olacağını da düşünmeliyiz.

Biz veyahut mütehassıs kardeşlerimiz size bir işaret veriyorsak, o işareti leb demeden anlayıp, ona göre hareket etmelisiniz.

Çok kesin olarak söylüyorum, düşmanımızı biz besliyoruz. İslâm Alemi olarak biz besliyoruz, Türkiye'de de biz besliyoruz. Her yerde böyle oluyor bu iş... Bizim gafletimizden istifade ediyorlar. Biz uyanık olduğumuz zaman, müttefik olduğumuz zaman ve onlara kuvvet kazandırmayacak bir tavır sergilediğimiz zaman, takib ettiğimiz zaman, onların bir şey yapması mümkün değil!..

Onun için, düşmanın malını almayın!.. Düşmanın imalatını almayın!.. Buna çok dikkat edin!..

Ben çarşıya pazara çıkarken, elimi açıyorum, dua ediyorum: "Yâ Rabbi, aldanmaktan, aldatmaktan sana sığınırım. Param bir müslüman gitsin, ben de iyi bir mal alayım!" diye dua ediyorum. Buna çok dikkat edin!..

Her şeyi de almak zorunda değiliz. Çevrenizdeki ihtiyaç sayılan şeylerin çoğu da sun'î ihtiyaçtır. Bu ekonomistlerin bir lafı var, benim çok sinirlendiğim, kitaplarının ilk sayfasında yer alıyor: "İhtiyaç yaratılır!" diyorlar. Bir malın pazarlanması bahis konusu olduğu zaman söyleniyor galiba bu... Yâni, ihtiyaç yokken bir ihtiyaç meydana getiriliyor; propaganda ile, reklamla... Ondan sonra sürüm sağlanıyor.

Ne demek yâni, ben aptal mıyım, çocuk muyum?.. Kanmam!.. Meydana getirilmek istenen sun'î şeye uymam; biter iş...

İnsanoğlunun midesinin hacmi, iki yumruk kadar... Üçte biri zâten suyla dolacak, üçte biri boş kalacak, üçte biri de ekmekle, yiyecekle dolacak.

Peygamber Efendimiz SAS, eve gelirmiş.

"--Yiyecek bir şey var mı?.."

"--Birazcık süt var yâ Rasûlallah!.."

Süt içermiş, tamam... Hurma yermiş, tamam... Bu kadar fazla gıda, bu kadar çeşitli garnitür, bu kadar salata, bu kadar vesaire... Bunların hepsi sun'î olarak meydana getirilmiş şeyler... Biz bunlara karşı frenlersek kendimizi ve frenlemeyi Türkiye'de yaygınlaştırırsak; bir çok problemi burdan da halledebiliriz. Yâni, karşı taraf istediği kadar çırpınsın; bir çok düşmanı o surette dize getirebiliriz.

Şimdi, Allah'ın emirleri içinde, Peygamber SAS Efendimiz'in tavsiyeleri içinde, dikkat etmediğimiz bir nokta daha var: İhsan...

İhsan, Arapça'da bir şeyi güzel yapmak demektir. Hüsn, güzel olmak demek. Hasüne, güzel oldu... Meselâ, (hasünet ahlâkuhû)diyoruz; ahlâkı güzel oldu demek... İhsan, bir şeyi güzel yapmak demek...

(İnnallàhe ketebel-ihsâne alâ külli şey'.) "Her konuda, onu güzel   yapmayı Allah mü'minlerin boynuna bir vazife olarak yazmıştır."

Meşhur Cibril hadis-i şerifi var, Hz. Ömer RA'den rivayet edilmiş. Cebrâil AS, beyaz tertemiz kıyafetli bir insan sûretinde, Ashab-ı Kirâm ile Peygamber Efendimiz otururken geliyor da; "İman nedir?.. İhsan nedir?.. Kıyamet ne zaman kopacak?.. Alâmetleri nedir?.." diye sorular soruyor, gidiyor. Diyor ki, Rasûlüllah Efendimiz: "Bu Cebrâil'di, size dininizi öğretmek için bu soruları sordu."

İman nedir?.. Tamam... İslâm nedir?... Tamam... "İhsan nedir?.." diyor. Burdaki ihsanı biraz derin düşünürsek, biraz daha klasik açıklamaların ötesinde başka şey var mı diye düşünürsek, ÇAllah'a kulluk etmekteki ihsanÈ soruluyor burda... Çünkü, ihsan her şeyde var... Allah ihsanı her şeyde yazmış, ama burda ihsan nedir?..

(El'ihsânü en ta'büdallahe keenneke terâhü fein lem tekün terâhü ve innehû yerâke) "Allah'a görüyormuş gibi ibadet etmendir. Çünkü, sen onu görmüyorsan da, o seni görüyor."

Demek ki, ibadetteki ihsanın kasdedildiği cevap cümlesinden anlaşılıyor. Şimdi biz, ibadette ihsana dikkat edeceğiz.

Ben Mısır'da duyduğum üzere burda namaza dururken, "Vücudunuzla kıbleye yöneliyorsunuz, kalbinizle de Allah'a teveccüh edin!" demiştim. Bir arkadaş diyor ki, "Çok duygulandım ondan, tüylerim diken diken oldu." diyor.

Şimdi ibadette ihsan, namazın adabına, erkânına, zahirî batınî şartlarına riayetle namazı kılmak... Ama ihsan, burada kalmıyor. Her şeyde var ihsan... Allah ihsanı her şeyde müslümanlara yazmıştır. Her müslüman her işini en güzel yapacak!..

Eğer kılıç ustasıysa, tülbenti havaya attığı zaman, kılıcı altına tuttuğunda, kılıç tülbenti kesecek kadar keskin olacak. Düşmanın kılıcıyla çatıştığı zaman, düşmanın kılıcı ikiye kırılacak; ama, bizim kılıcımız çeliğinin ihsanı dolayısıyla, güzelliği dolayısıyla kırılmayacak. Kumaşımız halis olacak. Çalışmalarımız güzel olacak.

Bir arkadaşımız anlatmıştı. Dünya üzerindeki çalışan insanların verimliliğini, gerçek çalışmasını ölçmüşler; Suudî Arabistan'da sekiz saat çalışan bir işçinin gerçek çalışması 45 dakika imiş. Yâni, yedi saat onbeş dakika dalga geçiyor. Çay içiyor, abdest alacağım diye gidiyor. Namazı güzel kılacağım diyor. Namazı güzel kılıyor ama, memuriyeti çirkin yapıyor. Namazda ihsan var, amelde isâet var, kötülük durumu var... Onu farketmiyor, onun hesabını anlayamıyor.

Türkiye'de de dört saat filânmış. Sekiz saat çalışmanın gerçek karşılığı dört saat... Japonya'da bu çok yüksek seviyedeymiş. Amerika'da yedi saatmiş... filân.

Rakamlar üç aşağı beş yukarı değişebilir ama, bu bize bir şeyi gösteriyor muhterem kardeşlerim! Her şeyde ihsan var, güzel yapma prensibi var; biz bu güzel yapma şuuruna sahip olalım!..

Yazımız güzel olsun, sözümüz güzel olsun, işimiz güzel olsun... Evin reisi isek, kocalığımız güzel olsun... Hanımsak, hanımlığımız güzel olsun... Çocuksak, evlâtlığımız güzel olsun... Tüccarsak, tüccarlığımız dillere destan olsun... Her şeyimiz güzel olsun... Bunun güzel olmasına dikkat etmemiz lâzım!..

Bunun başarımız için temel bir prensip olduğunu unutmayalım!.. Yâni en kırmızı alarm, bizim en tehlikeli durumda olduğumuzu gösteren alârm, Avrupalının bir çok meseledeki ihsanda bizden ileri olmasıdır; bizim de isâet içinde olmamızdır. İhsanın karşılığı da isâet, kötü yapmak...

İyi yapmağa dikkat edelim!.. Elimizi kolumuzu sıvayalım, eûzü besmeleyi çekelim; yaptığımız işi güzel yapmağa dikkat edelim!.. Çok güzel olmalı!.. Bir tane olmalı, birinci olmalı diye yarışalım!.. Hani hayırda yarışma türünden...

Bu şuuru yerleştirmemiz gerekiyor. Ayrıca düşmanları da başka türlü yenebileceğimizi sanmıyorum.

Adam bizden daha çok çalışıyor, dört saat daha fazla çalışıyor. Bir şeyi bizden çok daha güzel yapıyor. Bizden daha çok okuyor, bizden daha çok inceleme yapıyor; ondan sonra biz de onu geçeceğiz!?.. Böyle şey olmaz ki!.. Bu kanun-u ilâhiye, sa'y kanununa aykırı bir şey...

Biz ne yapacağız?.. Biz onlardan daha çok çalışacağız. Saat olarak daha çok çalışacağız, kalite olarak daha çok çalışacağız.

Biz arkadaşımız söylemişti. Japonların 1890'lı yıllarda ekonomi ve ticaretlerinin yüzde doksanı yabancıların elindeymiş. Bunu almaya azmetmişler. Japonlar mutassıb bir millet... --Biz de mutassıbız elhamdü lillâh... Bizim de İslâm taassubumuz, Japon'dan aşağı kalmaz. Biz onlardan daha mı az azimliyiz?-- Kısa bir zamanda, yirmi otuz kırk yıl içinde yüzde seksenini almışlar, yabancı payını yüzde ona düşürmüşler.

Ama nasıl çalışmışlar?.. Düşmanı yenmek kolay mı?.. Yüzde doksan avantajı elde etmiş olan düşmanı, zelil etmek kolay mı?.. Kolay değil... Nasıl yenmişler?.. Yüzde bir kazanca razı olarak... Yüzde bir kazanca razı olarak karşı tarafı pes ettirmişler. Adam iflas etmiş. Yüzde bir kârla mal alıp sattığına göre, bu o kadar kârla yaşayamadığı için, pes etmiş ve sahayı terketmiş oluyor.

Şimdi bizim öyle fedâkarca çalışmamız lâzım!.. Japon'u misal göstermek olabilir. İlim Çin'de bile olsa alınır, Japon da olsa alınır. Çin'le Japon arasında bir adımlık mesafe vardır. Bu tarz çalışmayı mutlaka yapmamız lâzım!..

Geçen gün gazetelerde acı bir haber vardı. Bodrum veya Marmaris'teki bir hakimin karısı --kendisi belki Türk değildir ama hakim karısı, Türk ismi-- Türkler aleyhinde bir kitap yazacakmış. Bunu da gidip Yunanistan'da neşredecekmiş. Çünkü, orda daha çok tiraj sağlar diye düşünüyormuş.

Bayağı kötülüyor Türkleri... Diyor ki: "Türkler cinsel tacizi de kendilerine adet edinmiş insanlardır." diyor. Tabii, Bodrum'da Marmaris'te öyledir. Oralara müslümanlar yaz aylarında gidemiyor.

Ben biliyorum, o beldelerden bazı kimseler, Allah rızası hicrete karar verdiler. Çoluk çocuğumuzu burda İslâmî hayatta devam ettiremeyeceğiz diye, İslâmî hayatı sürdürebildikleri başka bölgelere gittiler.

Doğrudur. İçki içip plajda yatıyorlar, mayoyla geziyorlar. Böyle rezâlet, şöyle rezâlet vardır.

Şimdi, bir de demiş ki o kadın, o hakimin karısı, Yunanistan'a gidip de Türkler aleyhine kitabını neşredecek olan kadın... "Türklerde okumama adeti vardır, okumazlar. Çok kitap okumak gibi kaygıları yoktur." demiş.

Kadına çok kızıyorum. Belki onun için toplu protesto bile tertiplemek düşünülebilir diye hatırımdan geçirdim ama, sözleri doğru... Ne yapalım? Düşman insanın hatırını, gönlünü kollayacak değil ya!.. Okumuyoruz, çalışmıyoruz, araştırma yapmıyoruz.

Bilimsel bir araştırmanın ilk şartı, o konudaki mevcut bilgiyi toplamaktır. Mevcut bilgiyi toplamadan, bilmeden, onlara vakıf olmadan ileri bir adım daha atılamaz. İlmin şartı budur. İlkönce mevcut bilgileri toplayacaksınız. Sizin yazdığınız yazı, sizin yazdığınız kitap, mevcutlardan daha geri ise, sebebi budur işte... Mevcutları okumamışsınızdır, ondan dolayıdır.

Çok kitap okuyacağız muhterem kardeşlerim!.. Kitap okumaya namaz gibi bir zaman ayıracağız günümüzden... İki saat diyebilirsiniz, bir saat diyebilirsiniz. Bir saat okusanız, bayağı bir şey birikir.

Hattâ ben, biraz hatırda kalsın diye bir şey söylüyorum: Evinizdeki takvimin yaprağını kopardığınız zaman, arkasındaki bilgileri okuyup ezberleseniz; bir senenin sonunda alim olursunuz. Bir saat okursanız çok daha iyi bir şey olur. Çünkü, düzenli çalışarak başarıları elde etmişlerdir büyük alimler...

İşte bu İbn-i Sinâ, meşhur eserini böyle yazmış. Batıdaki filozoflar günde iki saat metodlu çalışarak, ama muntazam çalışarak becermişler bu işi...

Onun için mutlaka kendimizi geliştirecek, kendi sahanızda size yardımcı olacak, dinî bilginizi artıracak kitapları okuyacaksınız. İsterseniz şöyle bir pazarlık yapalım sizinle: Bir saat dünyanız için, ihtisasınız için okuyun; bir saat dininiz için okuyun!..

Hani, Çulül emre itaatÈ filân diye bu kürsüde de böyle kulaklarımıza bazı şeyler soktular. Emirse emir telâkki edin, ricaysa rica... Duaysa dua, temenniyse temennî... Bir saat dinî bilgi okuyun her gün; bir saat de meslekî, şahsî bilginizi genişletin!.. Lütfen bilgili olun!.. Mütehassıs olun, alim olun!.. Çünkü, bu adamları başka türlü yenemezsiniz.

Ben edebiyat fakültesinde talebe iken oraya bir Alman geldi. Alman ama, Türkçe konuşuyor bizimle... O da Almanya'da, --bizim edebiyat fakültesinde talebe olduğumuz gibi-- bir fakültede talebeymiş. "Ben bir fakülte bitirdim, bir fakülte daha bitirmek zorundayım. Çünkü, iki fakülteyi bitirmezsem, Almanya'da kolay kolay ekmek bulamam!" diyordu o zaman... Yâni, otuz kırk sene öncenin sözünü söylüyorum ben...

Yunanca biliyormuş. Zaten onların kültürlerinin temeli olduğu için mutlaka okuturlar. Latince biliyormuş. Gelmiş, Türkçe öğrenmiş. Arapça Farsça çalışıyor; yâni, şarkiyat dillerini seçmiş kendisine... Tabii Avrupalı olduğu için Fransızca biliyor, İngilizce biliyor.

Düşünün, İngilizce, Fransızca, Almanca bilen; Arapça, Farsça, Türkçe bilen; Yunanca, Latince bilen bir talebe ile, bizim edebiyat fakültesinin en çalışkan talebesinin durumunu bir yanyana getirin...

Bunlarla başa çıkamayız biz... Bu hal ile, bu gidişle, bu kafa ile bizim bunlarla başa çıkmamız mümkün değil... İslâm'ı temsil etmemiz de mümkün değil... İslâm'ı cihana hakim kılmamız da mümkün değildir.

Onun için, bu misalleri önümüze koymalıyız, masamıza koymalıyız ve öyle çalışmalıyız. Çok okumamız, iyi eğitilmemiz, mütehassıs olmamız şart!..

Bunun dışında birlik ve beraberliğimiz şarttır... Biz şahsen kendimiz bazı çalışmalar yapıyoruz. Bir tekke olduğumuz halde, bir tekke gibi değil de, holding gibi çalışıyoruz. İşte bu programı tertipleyen İSPA, bir turizm şirketidir. İskender Paşa Turizm ve Seyahat şirketi... Bu bizim bir şirketimizdir. Biz bu şirketle, çeşitli faaliyetler yaptık.

Yurtdışından gelen bir misafir profesör, bizim faaliyetlerimizi gördü de, "Sizin kurduğunuz şirketler içinde en çok İSPA'yı beğendim. Bunu çok iyi düşünmüşsünüz." dedi. İnşallah bununla bir çok hizmetleri düşünüyoruz.

Bunun gibi daha bir çok şirketlerimiz var... Bunları birlik ve beraberlik içinde geliştirmemiz lâzım!.. Bunlara sizin de öğrenip, katılmanızı temenni ederiz. Sermaye olarak katılmanızı temenni ederiz, şube olarak katılmanızı temenni ederiz. Yenilerini açmanızı temenni ediyoruz.

On küsur şirketimiz var... Bundan önceki aile eğitim programımızda Söke'nin Akbük koyunda, yine böyle beş yıldızlı bir otelde çok güzel sonuçlar çıkmıştı. Ak Radyo --AKRA-- radyo televizyon şirketini kurmuştuk. Allah razı olsun, onun kuruluşuna katkılarınız olmuştu. İçinizde büyük katkılarda bulunan kardeşlerimiz var...

Şimdi bu radyolarımızla İstanbul'da, İzmir'de, Konya'da muhtelif şehirlerde yayınlar yapıyoruz ve çok güzel sonuçlar alıyoruz. Çok memnunuz. Dinleyiciler de memnun, biz de bu atılımdan memnunluk duyuyoruz.

Onun için şirketlerimizi düşünün, öğrenin ve onlara katılmanızın ne yolla olacağını düşünün, katılın!.. Yeni şirketler hakkında tekliflerde bulunun!..

Bakın, Japonların ileriliğinin bir alâmeti de, bir sene içinde üçyüzyirmi bin patent müracaatı var... Bizim binikiyüz... Şimdi biz bu Japonu nasıl yeneceğiz?.. Adam üçyüzyirmibin tane yeni bir şeyi yapmayı hazırlamış, dosya haline getirmiş; müsaadesini almak için daireye müracaat ediyor. Bizde binikiyüz tane...

Kaliteleri de ayrı... Alalım bu binikiyüz taneyi, ordan da binikiyüz taneyi alalım; birbirleriyle kalite bakımından da karşılaştıralım, bakalım!.. Orda da geriyiz.

Böyle müslümanlık olmaz!.. Böyle müslümanlığı temsil etmek olmaz!.. Böyle İslâm'ın bayraktarlığı, mücahidlik olmaz muhterem kardeşlerim!..

Onun için, büyük şirketler kurarak, büyük çalışmalar yaparak, ciddi çalışmalar yaparak yapmamız lâzım hizmeti... Ve sonuca ancak öyle varabiliriz.

Bir de ben, yurtdışına açılmamızın cemaat olarak, ümmet olarak, çok büyük bir mecburiyet olduğu kanaatindeyim.

Batıda Ege Denizi, güneyde Suriye Irak hududu, doğuda Ermenistan, Azerbaycan, Nahcivan hududu, kuzeyde Karadeniz vs. Biz buraya sığmayız. Böyle bir şey olamaz. Zâten bir arkadaşımız, çok güzel bir söz söyledi: "Meseleleri Türkiye çapında düşündüğünüz zaman, hiç bir şekilde İslâma hizmet edemezsiniz, güzel hizmet edemezsiniz." Mutlaka çok geniş düşünmek gerekiyor ve bizim de yurtdışına açılmamız gerekiyor.

Bu yurtdışına açılmayı mutlaka sağlayacağız. Ama biz şu toplantıya, yurtdışına açılmanın elle tutulur, bir müşahhas misalini hazırlayıp, size getiremedik. Bu bizim eksiğimizdir, kusurumuzdur.

Biz yurtdışına açılmak istiyoruz. Nasıl bundan önceki toplantıda AKRA'yı kurmuşsak, bunun için de şunu yapıyoruz diyememenin üzüntüsünü taşıyorum. Ama yurtdışına açılmamız lâzım bizim!..

Öyle olmalıyız ki, hani bir gemiyi, bir kayığı muhtelif yerlerden dubaya bağlarlar, iskeleye bağlarlar filân da emniyet altına alırlar. Türkiye'deki emniyetimiz için de bu şart... Muhtelif dış sağlam yerlere, birtakım bağlantılarla bağlı olmamız lâzım!..

Ahmed Davudoğlu kardeşimizin Malezya'da bulunmasını Allah'ın büyük bir lütfu olarak görüyorum. Oradaki ilim adamlarının adedinin, birkaç yıl içinde seksene kadar yükselmesini, çok güzel bir şey olarak görüyorum. Çünkü, senelerce önce ben bir yazı yazmıştım. "Bizim bilmediğimiz bir Uzakdoğu alemi var... Orayla ilgilenmemiz lâzım!.. İslâm Alemi'nin de nüfus yoğunluğu zaten orda..." demiştim.

İslâm Alemi'ni biz düşündüğümüz zaman, hemen Mekke Medine çevresi olarak düşünüyoruz ama, nüfus yoğunluğu burda değil... İslâm Aleminin ağırlıklı nüfusu, "En çok müslümanlar nerededir?" diye şöyle bir teraziye koyarsanız, Güneydoğu Asya bastırıyor. Çok önemli...

Malay dili, ikiyüz milyon kişinin konuştuğu bir dil; Malayca öğrenmemiz lâzım!.. İkiyüz milyon az bir şey değil... Bazı kimselerin Malayca öğrenmesi lâzım!.. Orayla da ilgilenmemiz lâzım!.. Orayla ilgilerimizin genişlemesi için, bu işle ilgilenecek kimler varsa içerinizde, düşünün... Bu bir fırsattır. Ahmed Bey'le irtibatınızı geliştirirsiniz, sorarsınız, öğrenirsiniz. Orayı sağlam bir bağlantı yeri olarak görüyorum. Bir...

İkincisi, ben bu toplantıya gelmeden birkaç hafta önce Sudan'daydım. Dün akşam da Sudan'la ilgili hatıralarımı, izlenimlerimi --yeni tabirle-- benden dinlemek istedi arkadaşlarımız. Ben de onlara bazı şeyler anlattım. Temenni ederdim ki, geniş zaman olsaydı, burda hepinize topluca anlatsaydım.

Sudan, bizim için çok önemli bir ülkedir. --Bunu bütün mütehassıs kardeşlerimiz ittifakla beyan ettiler.-- İslâmî bakımdan kuvvetlidir. Arapça konuşan bir ülkedir. Bize sevgileri vardır. Bizimle tarih beraberliği vardır. Bizimle beraber omuz omuza çile çekmiş bir millettir. Şu anda geridir. Bir çok bakımdan, çalışma prensipleri bakımından vs. geridir. Olabilir. Tencere ve kapağı gibiyiz. Ne yapalım, yavaş yavaş düzeleceğiz.

Sudan'ı bir kuvvetli odak olarak görüyorum. Orayla ilgilenmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Avrupa'yı çok önemli bir bölge olarak görüyorum. Zâten Almanya'da iki milyon Türk var... Fransa'da dört beş milyon müslüman var... Hollanda'da kardeşlerimiz var... Belçika var, İsveç var, Danimarka var... Oraları gezdim gördüm. Avrupa bizim asla ihmal edemeyeceğimiz bir bölgedir. Çok önemli bir bölgedir. Mutlaka orayla, çok daha kuvvetli bir şekilde ilgilenmemiz lâzım!..

Gümrük birliği olur, olmaz... Bizi yutarlar, yutmazlar... Ne olursa olsun... Yâni, yutsalar bile; en menfi, en negatif, en olumsuz şartlarda bile; istilâya uğramış bile olsa müslümanlar, Avrupa önemli... Avrupa ile ilgili çalışmalar yapmamız gerekiyor.

Avrupadan müslüman olanlar var... İşte seksenbin kişi; Hamidullah Hocamız müslüman olsunlar diye gayret etmiş ve bunu sağlamış elhamdü lillâh...

Onlara müslümanlığı tanıtıp, İslâm'a çekmek için çalışma yapmak zorundayız. Oradaki müslüman kardeşlerimizin korunması için, müslüman kalmaları için çalışma yapmak zorundayız. Üçüncü neslin dinini ve dilini öğrenmeleri için çalışma yapmak zorundayız. Bu hususta sizden işbirliği, yardım ve destek istiyoruz.

Ben birkaç yazı önce, dergilerin birisinde dedim ki, "Avrupa'da bir ÇMehmed Zâhid Kotku Kültür MerkeziÈ kurmak istiyoruz." dedim. Şu sıralar herkes tatilde olduğu için, Türkiye'ye geldiği için gitmiyoruz. İnşallah yazın sonunda veya sonbaharda, Almanya'ya gitmemiz lâzım!.. Böyle bir merkezi kurmamız lâzım!.. Almanya veya Hollanda veya Danimarka veya Fransa... Yâni, hepsi için bir çalışma yapmamız gerekiyor.

Ben senelerce önce, --1987'den önce, henüz daha Ankara İlâhiyat'tan emekliliğimi istemeden önce-- bizim arkadaşlara demiştim ki:

"Her biriniz bir ülkeyi kendinize hobi olarak seçin!.. Bu İslâm ülkesi de olabilir, gayrimüslim ülke de olabilir. Meselâ Hollanda'yı seçebiliriz.

..........

O ülkenin dilini öğrenin, lisanını öğrenin!.. O ülkenin tarihini öğrenin, kültürünü öğrenin!.. O ülkede müslümanlar varsa, onlarla tanışın!.. O ülkede müslümanlar yoksa, "O ülkeye İslâm'ı nasıl götürürüz?" diye düşünmeye başlayın!..

Mümkünse oradan birisi ile evlenin ki, kayınpeder, akraba vs. olması dolayısıyla oradaki yeriniz de sağlam olsun!.. Böylece dünyanın her yeriyle irtibatımız olsun!" demiştim.

Aynı sözü şimdi burda da söylüyorum ve şimdiye kadar çok kuvvetle bunu takib etmediğimden de üzüntü duyuyorum. Keşke kuvvetli bir şekilde takib etseydik de, şimdi her ülke ile ilgisi olan, o ülkenin dilini, tarihini, meselelerini bilen kardeşlerimiz olsaydı.

Bakın, Suriye bizim sınır komşumuzdur. Emin olun, Suriye'yi bile bilmemiz gerektiği kadar bilmiyoruz. Ben Suriye ile ilgili bir batılının tahlilini okudum; bir gazetede yedi sekiz gün devam eden tefrika halinde... O kadar güzel tahlil etmişler, o kadar güzel biliyorlar ki; bizim hiç bir şeyden haberimiz yok...

Onun için, böyle bir ülkeyi seçmenizi istiyorum. Bu ülke Afrika'da olabilir, Güney Amerika'da olabilir... Asya ülkesi olabilir, --Ortalık Asya diyorlar, ordaki Türkler-- Orta Asya olabilir... Çin olabilir, Japonya olabilir... Hepsi olabilir. Ama, bir yeri seçin, ora ile ilgili çalışmalar yapın!..

Ben Avrupa'yı bizim için çok yakın olması dolayısıyla, önemli bir bölge olarak görüyorum. Büyük tehlikeler de ordan gelebileceği için önemli... Büyük faydalar ve menfaatler de sağlayabileceğimiz için önemli...

Amerika'yı çok önemli bir ülke olarak gördüm. Dört beş sene önce Amerika'ya gittim. Niyetim orda kalmaktı. "Madem ki Amerika dünyada efelik yapıyor, her yerde fermanını infaz ettiriyor; gidelim, orada bir çalışma yapalım!" demiştim. Baktım benim şartlarım dolayısıyla, orda hizmet etmem mümkün olmayacak; döndüm geldim. Ama, Yusuf Ziya kardeşimiz orda güzel hizmet ediyor. O çeşit hizmet eden insanlar olabilir. Amerika'nın ihmal edilmemesi lâzım!..

Amerika'da bugün müslümanlar kilit grup halindedir. İstedikleri partiyi seçtirebilirler. Cumhuriyetçi veya Demokrat partiden istediklerini iktidara getirebilirler. İktidara getirecekleriyle de pazarlık yaparak, istedikleri avantajı Yahudilerden daha iyi alabilirler. Ama bunun için şuurlanmaları lâzım!.. Bunun için de birilerinin Amerika üzerinde çalıması lâzım geliyor. Müslümanlardan bazılarının, kuvvetli bir şekilde çalışmaları gerekiyor.

Orta Asya ülkeleri önemli... Zâten oraya hevesle giden pek çok kardeşlerimiz oldu.

İşte böylece yurtdışına açılmamız ve oradan da sağlam mekânlar, barınaklar, yığınaklar, sığınaklar elde etmemiz lâzım!.. Türkiye'yi batırtmamak için, batırmak isteyenlere engel olmak için de bu lâzım!.. Kayığı üç beş yerden kenardaki babalara bağlarsanız, o zaman kayık su alsa bile batmaz.

Onun için, yurtdışına açılma işini de not almanızı, bunu nasıl yapacağınızı kendi kendinize sormanızı, kendi çapınızda bunu tahakkuk ettirmeye çalışmanızı rica ediyorum.

Bu çeşit toplantıların daha geniş çapta, daha sık olarak yapılmasını da temenni ediyorum.

Allah-u Teâlâ Hazretleri hepinizden razı olsun... Hepinizi sevdiği, razı olduğu amelleri işlemeye muvaffak eylesin... Ömrünüzü rıza-i bâriye uygun geçirmenizi nasib eylesin...

Dünyada da, ahirette de mutlu ve bahtiyar eylesin... Sevdiklerinizle, evlâd ü iyâliniz, ahbâb ü yarânınızla beraber bahtiyar olun... Allah-u Teâlâ Hazretleri iki cihanda sizleri aziz eylesin...

Soru:

İslâm dergisini beynelmilel bir dergi olarak çıkaramaz mıyız?

Her şeyi yapabiliriz ama, maddî imkânlara bağlı... Bunun beynelmilel bir dergi olarak çıkması demek, İngilizce neşredilmesi demektir. Bunun yurtdışına yayılması demektir.

Yayılan yerlerden parasının gelmesi demektir. Bu paranın da muntazam bir sirkülasyon, dönüşüm, deverân içinde, derginin sıhhatle yürümesini sağlayacak bir tarzda işlemesi gerekir. Bu olmadığı için, biz Çİlim ve SanatÈ dergisini bile rölantiye aldık.

Dergi çıkarmak kolay değil. Yüzbin adet dergiyi bastıracağınız zaman, şu kadar kamyon, şu kadar ton kâğıt gerekiyor. Kâğıdı da peşin parayla alıyorsunuz, büyük meblağlarla alıyorsunuz. Bir sayı çıkartıyorsunuz, iki sayı çıkartıyorsunuz; üçüncü sayıda pes diyorsunuz.

Türkiye'deki İslâmî dergilerin pes etmesinin sebebi, Anadolu'ya giden dergilerin paralarının geriye gelmemesidir. Anadolu batağına saplanmasıdır dergilerin... İlk topladıkları başlangıç sermayesiyle iki yıl, yirmidört sayı kadar çıkartabilirler. Ondan sonra oradaki kitabevleri paraları göndermediği için dergiler batar.

Bu da müslümanların zaaflarından bir tanesidir. İslâmî cephe ama, mali meselelerde gayr-i İslâmî şekillerde çalışıyorlar.

Benim paramla kitabevinin sahibi otomobil alır, onun üstüne biner, sefâ yapar; ben de burda cefâ çekerim. Benim paramı o kullanır. Ben "Param geri gelsin de, kâğıt alayım da neşriyat yapayım!" diye burda inlerim. Kâğıdı alamayınca da, derginin frenine basarım; üç ayda bir çıkartırım, altı ayda bir çıkartırım, senede bir çıkartırım. Mesele bundan ibaret...

Zenginin birisi, bir petrol kuyusuna sahip birisi gelsin desin ki, "Parası benden!.." Tamam; dünyanın en güzel İslâm dergisini çıkartmağa hazırız. İngilizce olarak, hattâ her dilden çıkartabiliriz; Almanca, Fransızca vs. Çünkü buna yatkın kadromuz var... Ama paramız yok... İhvânımız, ahbabımız, yâranımız var ama bütçemiz yok...

Para sağlayın!.. Biz para sağlamak için bu şirketleri kuruyoruz. "Parayı sağlayın!" derken, para sağlamak için kendimiz çalışma yapmıyoruz mânâsına değil... Bizim kurduğumuz bütün ticari şirketlerin amacı, vakıf faaliyetlerinin kimseye muhtaç olmadan devam etmesini sağlamak içindir.

Bizim İslâm dergisi oniki yıldır devam ediyorsa, böyle bir şeyden dolayı devam etmektedir. Yoksa, iki yılda biz de batardık, biz de çıkamazdık. Ama, biz de yavaşlamışızdır. Çünkü, büyük krizler, büyük darbeler oluyor. O ekonomik darbeleri atlatsanız bile, yara alıyorsunuz.

Para meselesidir, finans meselesidir. Bir zengin veya bir grup arkadaş, "Biz bunu sağlarız!" derlerse; beynelmilel bir dergi çıkartırız ve çok faydalı olur, büyük fayda sağlar. Kendimize de fayda sağlar. Bizim de ufkumuz açılmış olur, dünyayı tanımış oluruz. Dünya müslümanlarıyla diyaloğumuz gelişmiş olur. Büyük faydalar sağlar.

Soru:

Bu eğitim programlarında bu otellere verilen paralar değişik bir şekilde toplansa, kendi tesislerimizi kurup, kendi tesislerimizde bu kampların yapılması durumu nasıl olur?

Kendi tesislerimiz yok... Biz bir keresinde şunu dedik: "Çok yıldızlı otellerde yapalım bu toplantıları... Gökyüzünün altında, geniş bir alanda çadır kuralım, herkes gelsin!" dedik ama, ona da herkes gelemiyor. Çünkü bakın, ben hastalandım, babam hastalandı. Bizim arkadaşların içinden bazıları rahatsızlandılar. Genç arkadaşlardan rahatsızlananlar var...

Biraz da eğitimi yapacaksak, bir takım şeyleri atlayıp eğitim yapmaya geçmemiz gerekiyor. Tasarruf yapacaksak, tasarrufu başka yerde yapmamız gerekiyor.

Bu otellere verilen paralar çok değildir. Verdiğiniz para ne kadardır bilmiyorum ama...

--Ne kadar?..

--İki milyon dörtyüzbin... (dediler.)

Dünkü açık oturumla bunlar ödenmiştir. O açık oturum o kadar güzeldi ki, beş milyonluktu, ikibuçuk milyon kârdasınız. Ondan sonraki konuşmalar da başka kârlardır. Herhalde yirmi otuz milyon kârla dönüyorsunuz.

Biz kârlılığı şöyle hesaplıyoruz:

1. Ekonomik kârlılık.

2. Sosyal kârlılık.

3. Kültürel kârlılık.

4. Dinî kârlılık, sevap.

Çeşitli yönlerde ölçüyoruz. Bazı bakımlardan dünyevî meblağları, paraları verirsiniz ama, sevap alırsınız. Zekât verirsiniz, sevap alırsınız... Cihada para verirsiniz, sevap alırsınız. Masraf gibi görünür ama, öbür taraftan kazançlıdır.

Şimdi bizim bu oteller, bir kere gelen kardeşlerimizin başka sıkıntılar çekmemesine yardımcı oluyor. Konforu tamam olduğu için... Çok yıldızlı otele çağırdığımız kardeşlerimizden zatürre olanlar oldu.

Kovada kampında ilk akşam yatacağız. "Hocam yorgan getirelim mi?" dediler. "Ne lüzumu var? Battaniyemize sarınırız, lüzum yok!.." dedim ben. Ama kazın ayağı öyle değilmiş, gece tir tir titredik. Ertesi gün Isparta'dan yün yorganlar, yün yataklar getirttik.

Tabii, biz hoca olduğumuz için bize iltimas geçiyorlar, getiriyorlar. Öbür kardeşlerimizden zatürre olanlar oldu. Demek ki, olumsuz yönlerini düşünmek gerekiyor. Burada o problem olmuyor.

Sonra, bu kadar büyük bir organizasyonu herkes de yapamıyor. Yemek önünüze geldi. Belki beğendiniz, belki beğenmediniz yağını, tuzunu ve sâiresini ama; siz bunu dışarda kendiniz yapmak istediğiniz zaman, kocaman bir mutfak organizasyonu gerekecek. Kolay bir şey değil... Veyahut siz ailenizle kendi başınıza bir gezme yapacak olsanız, bu yemeklerin hesabını yapsanız; beş milyonu çoktan geçer, on milyon onbeş milyon olur.

Aslında rantabl oluyor, verimli oluyor bu çeşit yerler... Biz muhtelif yönlerini hesapladık bu işin... En büyük otelleri tutmağa çalışıyoruz. Meselâ Akbük'teki otel bin kişilikti, yine de yetmemişti. Başka otellere kaymıştı.

Tabii temenni ederiz. İnşallah çok soğuk olmayan, ılıman iklimli yerlerde, herkese hitap edecek, tesisi de bulunan, çadır kuracak yeri de bulunan büyük tesislere bu İSPA firmamız sahip olsun. Kendi müesseselerimizde bu çeşit eğitim çalışmalarını yapalım.

Soru:

Ticaret esnasında bayanlarla tokalaşma durumu söz konusu oluyor. Bu durumda ne yapmalıyız?

Peygamber SAS Efendimiz, bey'at alırken dahi hanımlarla musafaha etmemiştir, el tutmamıştır. Sünnet-i seniyye, Efendimiz'den gördüğümüz görenek budur.

Nasıl sakal bırakıyorsak, nasıl kıyafetimizde özel durumlar oluyorsa, --bilhassa hanımlarda-- beyler de nasıl mümkün olduğu kadar İslâmî olduğunu düşündüğü kıyafetleri giyebiliyorlarsa, biz de davranışlarımızla da İslâmî olacağız. Düğünümüz de İslâmî olacak, selâmlaşmamız da İslâmî olacak; herkes bizi bilecek.

Ben askere giderken, yüksek mühendis bir kardeşi dedi ki, "Hanımını sakın askere götürme!" dedi. Götürmeyeyim ama kime bırakayım?.. Allah bana emânet etmiş, çoluk çocuğun sorumlusu benim. Bıraktığım insanlara yük olacak. Hoca Efendimiz'e ve sâireye mi bırakacağım?..

Dedi ki, "Orda komutanlar zorlarlar, zor duruma düşersin. Akşam dans olur, toplantıya çağırırlar. Gitmediğin zaman, onlar sıkıştırırlar..." filân dedi. Onun başına o sıkıntılar gelmiş. "Sakın hanımını götürme!" dedi.

Biz gittik. Nasıl gittik?.. Otobüsün altına yatakları, denkleri atıp, beş kişilik aile olarak gittik. Askerlik yaptığımız yer de, Ağrı'nın Patnos ilçesi... İlk baştan beri tavrımızı belli ettik, hiç bir şeyi sakınmadık. Çünkü sakındığın zaman, sakladığın zaman daha fena oluyor. Çok açık olduğun zaman, herkes seni öyle kabul ediyor.

İçki içen ayyaş bir binbaşı vardı, gelir bize dinî mesele sorardı. Alay komutanı şâribül leyli ven nehar idi. Allah kurtarsın... Beni çağırdı:

"--Hocam, alayımızda kazalar çok oluyor. Acaba kurban kessek, kanların her aracın önüne birer parmak sürsek, kazalar engellenir mi?.."dedi.

"--Kanla kazaların engellenmesi arasında bir münâsebet yoktur ama, kurbanı Allah kabul ederse, dualarınızı kabul ederse, kaza olmayabilir." dedim.

Yâni, size adapte oluyor insanlar... Siz tavrınızı yumuşak ama, kararlı bir şekilde ortaya koyduğunuz zaman, karşı taraf size adapte oluyor. "Çok teşekkür ederim, ben el sıkmıyorum!" diye alıştırırsınız kendinize... Herkes de bilir, "Tamam, bu ıslah olmaz, iflâh olmaz. Bunun hali budur." der, o halinizle kabul eder. El sıkmak uygun olmuyor.

Allah hepinizden razı olsun... Sözü uzattığım için üzülüyorum. Allah-u Teâlâ Hazretleri hayırlara muvaffak eylesin... Cennetiyle cemâliyle cümlenizi müşerref eylesin...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh!..

31 Temmuz 1994 - BURSA