Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
DERNEKLER VE SOSYAL ÇALIŞMALAR
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizden râzı olsun... Dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına sizleri --eşinizle, ailenizle, çoluk çocuğunuzla birlikte-- erdirsin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...
Bu güzel toplantıyı tertibi düşünen kardeşlerimize ve davetimize icabet eden sizlere teşekkür ederiz, Allah razı olsun... Muhabbetli, güzel bir toplantı oldu. Sevdiğimiz simaları görmekten mesrûr olduk, sevindik. En yakın çevremizi topluca bir arada görmekten mutluyuz.
Biliyoruz ki İslâm, birlik ve beraberliğe, cemaat ve cemiyete bizleri teşvik ediyor. Yalnızlığı, infiradı, i'tizâli, topluluktan ayrılmayı, kenara çekilmeyi, uzak kalmayı tasvib etmiyor. "Ben sizin üzerinize üç şeyden korkarım" buyurmuş Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde... "O üç şeyden birisi de; temiz havayı seversiniz, kaymağı seversiniz, sütü seversiniz; yaylalara çıkarsınız, çöllere gidersiniz, bâdiyeye gidersiniz. Böylece cuma namazlarını ve cemaatleri terkedersiniz. Bir korkum da budur." buyurmuş Peygamber Efendimiz...
Hani hepimizde bir sayfiye merakı var ya... Demek ki, Arabistan'daki o devir insanlarında da çöle çıkmak; orda koyunların, keçilerin, develerin sütlerinden istifade etmek; tertemiz yayla havasında, yıldızların altında hoşça vakit geçirmek tatlı geliyor demek ki... Bunu yapıyorlar anlaşılan... Peygamber Efendimiz diyor ki, "Korkum budur."
Cumaların ve cemaatin önemini buradan anlayabiliyoruz. Zâten pek çok deliller var bu hususta...
Ayrıca bir hadis-i şerif dikkatimi çekmişti: Badiyedeki müslüman; yâni çöldeki, tenhadaki, yayladaki, mezraadaki, uzak yerdeki bir müslüman ile şehirdeki bir müslüman arasında, mükâfatları bakımından fark olduğunu bildiriyor Peygamber Efendimiz... "Şehirdeki müslüman cennete, bâdiyedeki müslümandan yarım gün önce girecek. Ama, ahiret yarım günü!.. O da beşyüz yıl eder." buyuruyor.
Yâni ecirde eşit bile olsa, şehirdeki cennete beşyüz yıl önce girecek!.. Bunun sebebi; şehir olması, cemaat olması, cuma olması, ilim olması, irfan olması, birlikte ve beraberlikte olmak...
Tabii, "Cemaat rahmettir; ayrılık, infirad, küsüşmek, dağılmak, parçalanmak, bölünmek de azabdır." diye hepimizin bildiği başka hadis-i şerifler var...
Bu bakımdan, elhamdü lillâh bir muhabbetli cemaat olmaktan dolayı mesrûruz. Allah'a hamd ü senâlar ediyoruz ki, topluluk halindeyiz. Birbirimizle sıkı mânevî bağlarla bağlı olmanın sefasını sürüyoruz, keyfini yaşıyoruz. Akrabalık gibi bir yakınlık var aramızda... Bu bizim kardeşimiz, ihvânımız deyince; akar sular duruyor ve çok samîmî duygularla bağrımıza basıyoruz, karşımızdaki kardeşimizi...
Hepimizin Allah'ın rızasını kazanmak için, Allah'ın yolunda çalışmak gerektiği hususunda şuurumuz tamdır. Hepimiz bir taraftan geçim meseleleriyle hayatımızı kazanmak için, evimize helâl bir rızık getirmek için, çeşitli dallarda çalışmayı düşünürken, bundan daha fazla İslâm için çalışmayı düşünüyoruz. Genellikle müslümanların ve özellikle bizlerin ana düşüncemiz:
(İlâhî ente maksûdî ve ridâke matlûbî) cümlesiyle ifade edilen, Allah'ın rızasını kazanmak için bir şeyler yapmak, karınca kararınca İslâm'a faideli olmak, müslümanlara karşı vazifelerimizi düşünmek, hizmet üretmek; ömrümüzü boşa geçirmemek, zamanımızı israf etmemek gibi düşüncelerimiz var... Bu da güzel bir şey, çok güzel bir duygu... Çok asil ve çok yüksek bir duygu...
Tabii, insanın şahsen iyi müslüman olması çok önemli... Küçük malzeme iyi olunca, onlardan meydana gelen, onlardan örülmüş büyük yapı da sağlam olur. Malzemenin çok sağlam olması lâzım!.. Tek başına şahıs olarak iyi müslüman olduğun zaman, malzeme sağlam oluyor. Bir müslüman iyi bir derviş olduğu zaman; takvâ ehli, ihlâslı, hâlis muhlis bir kul olduğu zaman, çok iyi bir malzeme olmuş oluyor. Bu malzeme, arı sütü gibi az da olsa, her yerde fayda getirici, güzel sonuçlar alıcı oluyor.
Fakat tek başına insanoğlu zor yaşıyor. Hani eğer kader alnına öyle bir yazı yazmışsa, bir müslüman tek başına bir dağda kalsa, bir adada yaşasa bile mutlaka yine kulluğunu yapar. Çünkü Mevlâ'sının varlığının, birliğinin şuurundadır. Yine yalnızlık çekmez, sıkıntı çekmez; memnun olur, mutlu olur, bahtiyar olur, moralman yüksek olur.
Bir de, topluca olunduğu zaman, beraber olunduğu zaman, yapılan işlerde hayır ve bereket oluyor.
(Yedullahi alel cemâati) buyurmuş Peygamber Efendimiz... Yâni. "Allah'ın kudreti, yardımı, ihsânı, ikrâmı cemaat üzerinedir." Toplu oldukları zaman Allah'ın özel ikramları oluyor müslümanlara...
Onun için biz, kendimiz bir cemaat teşkil ediyoruz; bir... İkincisi de, "Hizmetlerimizi birleştirerek, daha güzel hizmetler yapılabilir." diye dernekler, cemiyetler kuruyoruz. Dernekler ve cemiyetler, sosyal ictimâî araçlardır. Hattâ fabrikalardır diyebiliriz. Sadece bir araç, bir vasıta, bir alet değil, fabrika diyebiliriz, ictimâî fabrikalardır diyebiliriz.
"Bir milletin, bir topluluğun kuvvetli olması; bugün sanayi bakımından gelişmiş olması, bilimde teknolojide ilerlemiş olması ile mümkün olur." deniliyor. Ve Batı'ya bakıldığı zaman veya doğuda Japonya'ya bakıldığı zaman, onların en çok göze çarpan tarafı; işte fabrikası, aleti, edevâtı, cihazı, uçağı, otomobili, vs. si göz önüne getiriliyor da, bu toplumların, bu milletlerin sosyal yapısı üzerinde durulmuyor. Halbuki bu ikisi birbiriyle çok yakından ilişkili... O topluluğun, o milletin dış görünüşü ileri teknolojisi ise, medeniyeti ise; iç görünümü de sosyal yapısı ve rûhî yapısıdır. O tarafını kimse düşünmüyor ve o tarafının önemini anlamıyor.
Halbuki, Japonlar'ın son derece milliyetçi olduklarını biliyoruz... Son derece birbirlerine tutkun olduklarını biliyoruz... Son derece inatla çalıştıklarını biliyoruz... Son derece fedâkârlıkla çalıştıklarını biliyoruz ve toplum için kendilerini fedâ ettiklerini, harakiri yaptıklarını biliyoruz... Bizim hiç tahmin etmeyeceğimiz yerlerde bile, meselâ bankalarda bile memurlarına, elemanlarına mâneviyat eğitimi, moral eğitimi yaptırdıklarını biliyoruz.
Topluyorlar, Japon için mâneviyâtı güçlendirecek neler varsa, o eğitimi veriyorlar. Zâten adam Japon kültürüyle yetişmiş; ilkokulu, ortaokulu, liseyi, üniversiteyi okumuş ama, ayrıca bankada memur olduğu halde alıyor onu; moral eğitimi diye kendilerinin sosyal yapısına, sosyal psikolojilerine, millî ve mânevî değerlerine uygun bir kafada çalışmaları için ayrıca eğitim yapıyor.
Benim Amerika'da, İngiltere'de, Almanya'da, Avustralya'da gezdiğim zaman --bilhassa Avustralya'da-- dikkatimi çeken bir husus oldu: İngilizlerin sosyal çalışmalara, derneklere, cemiyetlere, gruplaşmaya, cemaatleşmeye çok önem verdiğini hayretle gördüm. O kadar önem veriyor ki, işe alacağı adama bile soruyor:
--Sen hangi cemiyetlere üyesin, söyle bakalım!..
O da sayıyor: "İşte şuna üyeyim, buna üyeyim..." Alıyor işe... Hiç bir yere üye olmayan insanı, umûmiyetle işe almıyorlarmış. Niçin?.. Çünkü, "Bu asosyal, cemiyet kaçkını, insanlarla uyum sağlayamıyor, beraber çalışamıyor, grup çalışması yapamıyor." diye...
Bizim ilkokullarda da, çocukların karnelerine baktığımız zaman, ayrı bir not hanesi var... Orada da grup çalışması yapıp yapamadığı; "Hırçın mı, tek başına mı duruyor, öteki arkadaşlarıyla ilişki kurup, grup çalışması yapabiliyor mu?" diye küçükten böyle şeylere dikkat ediliyor. Milli Eğitim de bunun farkına varmış; dış ülkeler böyle yapıyor diye, o da karnelere böyle bir hane koymuş.
Ama, İngiliz bunu çok kuvvetli bir şekilde kullanıyor, işliyor ve sosyal yapı o kadar iyi örgütlenmiş, teşkilâtlanmış; o kadar iyi örülmüş ki, kale gibi bir yapısı var... Ve çok az insan ile, çok büyük cemaatleri, toplumları idare edebilmişler.
Düşünün koskoca Hindistan kıtasını --evet, Asya kıtasının bir yarımadası ama, o kadar büyük bir yer ki, Hint kıtası deniliyor-- İngilizler, çok küçük bir istilâ kuvvetiyle yıllarca dominyon olarak idare etmişler; sosyal yapıları sayesinde... Sosyal yapılarının kuvvetli olması sayesinde dünyanın her yerine hakim olmuşlar. Avustralya'yı fethetmişler, Kanada'ya çıkmışlar, Afrika'ya el uzatmışlar... Kutuplarda yerleri var... Bizim adını, sanın bilmediğimiz adaları istilâ etmişler. Dünyanın her tarafına yerleşmişler. Bu kadar insana polis, asker ve personel yetmez!.. Yetmez ama, sosyal yapı kuvvetli olduğu için, dünyaya hakim olabilmişler.
Bugün de bizim karşımızdaki gruplar, toplumlara hakim olmak için, sosyal yapılaşmaya el atıyorlar. Bu konuda çok ciddî çalışmalar yapıyorlar. Kökü dışarda olan bir takım cemiyetleri bizim ülkemizde bilirsiniz, duyarsınız. Şubeleşmiştir, kurulmuştur ve aidatları Amerika'ya gider üye olanların... Lions kulüp, Rotary kulüp, mason kulübü... vs. Kökü dışarda... Başka ülkeler kurmuş, İngiltere'de, Amerika'da bunlar... Ama, Türkiye'de de organize oluyorlar, her yerde şubesi var... Yakasında rozeti var... Bazan hayret ettiğiniz kimselerin yakasında da görebiliyorsunuz.
Onlarla iş yapıyorlar... Onlar vasıtasıyla yabancı bir toplumda tutunuyorlar, yabancı bir toplumda işlerini götürüyorlar... Polikasına hakim oluyorlar, yönlendiriyorlar. Milli eğitiminde etkileri oluyor. Bunları dış bakıştan herkes göremiyor. Herkes, Amerika'ya baktığı zaman sadece yüzondört katlı gökdelenleri görüyor: "Aman ne kadar yüksek binalar yapmış Amerikalılar!.." Veyahut teknolojik harikaları görüyor. Sosyal harikaları görmüyor.
Bizim aslında müslümanlık olarak, İslâm olarak, sosyal teşkilatlanmamız çok kuvvetlidir. Haberleşmemiz çok mükemmeldir. Bir kere, günde beş defa camide toplanıyoruz. Ezanla haberleşiyoruz, camide namazı beraber kılıyoruz. Bütün beldenin ahalisi olarak, haftada bir defa, cuma namazlarında toplanıyoruz. Yılda bir defa, dünya üzerinde hacda toplanıyoruz. Tabii, bunlar bir ibadettir; fakat, aynı zamanda bir teşkilatlanmadır. Ve teşkilatın toplantılarıdır bunlar, aynı zamanda... İslâmî grupların toplantılarıdır.
Toplanan insanların kalitesine kalıyor iş... Tek tek fertler kaliteli olunca, onlardan örülmüş büyük ana yapı da kuvvetli olur. Hacca giden insanlar çok kaliteli insanlarsa, senede bir orda toplandıkları zaman, yapmaları gereken her türlü çalışmayı yapar, kararı alır ve dünyaya ferman okutabilirler. Eğer o şahıslar memleketlerinde organize olmuşlarsa, ülkede çok hayırlı hizmetler yapabilirler.
Bir vücudun tek bir hücresine bile kan ulaşıyor... Tek bir hücresine bile sinir ulaşıyor... Tek hücrenin dahi ihtiyaçlarını vücut görüyor... Ve vücut, tek hücreden dahi haberder oluyor. Öyle bir muazzam mekanizma var ki, vücudun en uzak yerindeki tek bir hücreye dahi ulaşıyor vücudun teşkilâtı... Sosyal yapı da böyle olacak!..
O bakımdan biz muhtelif konuşmalarımızda, yazılarımızda, vaazlarımızda, sohbetlerimizde arkadaşlarımıza bu hususu anlatmağa çalıştık. Deminden beri izahına çalıştığım hususun çok önemli olduğunu, bunun gözden kaçırılmaması gerektiğini vurgulamağa çalıştık. Tabii, bunu anlayan arkadaşlarımız oldu. Sizler bunu anlayan arkadaşlarımızsınız ve onun için teşkilatlanmış olarak çalışıyorsunuz. Dernek kurmuşsunuz ve bu toplantı da bizim derneklerimizin yönetim kurullarının bir toplantısı oluyor.
Siz bunu anlamış kardeşlerimizsiniz. Fakat, bunu bütün kardeşlerimiz anlayabilmiş değil... Eğer bütün kardeşlerimiz anlayabilmiş olsa, çok muazzam bir gücümüz olacak...
Bakın yolda gelirken "Kaç dernek var?.." diye Mehmed Emin Bey'e sordum; "Onyedi dernek..." dedi. Onyedi dernek çok az İstanbul için!.. Çok az!.. Çok küçük bir rakam, çok zayıf bir çalışma...
Türkiye'nin kalbi İstanbul... Çok büyük bir şehir... Nüfusu çok kalabalık... Bir ülke gibi... Avrupa'nın bir ülkesi kadar önemli... Kültür merkezi, ticaret merkezi... Türkiye'nin ve dünyanın en önemli şehirlerinden biri... İslâmî bakımdan da böyle, İslâm yönünden de en önemli şehirlerden birisi... Onyedi tane dernek, çok azdır.
Tabii derneklerin çalışma alanları, yaptıkları faaliyetler ve üye sayısı da önemlidir. Yâni, bir dernek kurmuşuz, eğer elli tane üyesi varsa; eh Allah yardımcı olsun, Allah razı olsun ama, çok az bir şey... Ondan da azsa, daha ayıp... Bizim çok çok daha fazla organize olmamız lâzım!.. Beraber çalışacağız, beraber oturacağız kalkacağız, sohbet edeceğiz, ibadet edeceğiz, zikir yapacağız, Hatm-i Hâcegân yapacağız. O bakımdan, bizim bu teşkilatlarımızın sayısı bir kere İstanbul'da yüzün üstüne çıkmalı!..
Bunlar bir yük değil, bunlar bir kolaylık... Bizim anlayamadığımız noktalardan birisi bu... Dernek bir yük gibi geliyor. "İşte Hocamız'ın hatırı için biz bu derneği yönetelim... Ahlayalım, ıhlayalım, omuzumuzda taşıyalım... Fedâkârlık yapalım, Hocamız'ın hatırı kırılmasın... Ne yapalım işte..." filân... Hayır, aslında dernek sizler için faydalı bir şey... Dernek sizler için bir buluşma yeri, bir sohbet yeri, bir çalışma yeri, bir muhabbet yeri... Bir takım faaliyetleri beraber yapmanız için bir alet, bir kaynak... Önemli bir şey!...
Ama, bunu bu tarzda anlamamış bir çok kimse... Dernek, yük gibi geliyor. Derneğin defterlerini tutmak, kararları yazmak, kararları takib etmek, işlemek... Her şey yük... Senede bir veya iki senede bir toplantısını yapmak zor... Yapılamıyor; yapılamadığı için dernek feshedilmiş, münfesih dernek durumuna düşüyor. Çok yanlış bir tutum...
Yâni, bizim bu halimiz neye benziyor?.. Namazı angarya gibi, zorlanarak kılmamıza benziyor. Peygamber SAS namaz için ne buyurmuş:
(Kurreti aynî fis salâh) "Benim gözümün şenliği namazda..." Yâni, "Namaza durduğum zaman, gözüm gönlüm şenleniyor, içim dışım rahatlanıyor." diyor Peygamber Efendimiz... Ve fırsat buldu mu, hemen namaza duruyor: "Allahu ekber..." diyor, bir nafile namaz kılıyor.
Bizde böyle bir şey yok, farzları zor kılıyoruz. Nafile namaz kılmak aklımıza gelmiyor. Zamanı boş olduğu zaman, bir masa başında akşama kadar oturuyor bir müslüman... Kalkıp da Rasûlüllah Efendimiz'in sevdiği, sevgili, göz şenliği, gönül şenliği namazı kılmıyor.
"Dur şu Rabbimin huzuruna varayım, dergâh-ı izzete yöneleyim... Niyaz edeyim, naz edeyim... İsteyeyim, dileyeyim... Yalvarayım, yakarayım... Oh, içim şöyle bir rahatlasın..." Böyle bir duygu ile namaz kılan kaç tane müslüman var?..
Halbuki namaz çok önemli bir şey, çok faydalı bir şey... Çok temizleyici bir şey, çok rahatlandırıcı bir şey... Bazılarına göre namaz angarya... Dernek çok faydalı bir şey... Bazılarına göre dernek angarya... Böyle olmaz!... Biz bu işi bilmiyoruz. Bu cihazları, Allah'ın bize verdiği bu imkânları kullanmasını bilmiyoruz.
Şimdi bu toplantının yapılmasının sebeplerinden birisini, arkadaşımız şöyle izah etti: "Hocamızla bir oturup da doğru düzgün toplanamıyoruz, yüz yüze gelemiyoruz." demiş arkadaşlar... Onun için, "Hadi bakalım böyle bir gün, bir kahvaltı tertipleyelim; buluşalım, görüşelim!.." demişler. Bakın işte, organize oldu mu nasıl buluşuluyor!..
Ben sizlerle tek tek görüşebilir miydim?.. Ben de istiyorum, siz de istiyorsunuz ama, vakit olmuyor. Bir arkadaş bana on defa kâğıt göndermiş, dün akşam da gönderdi vaazdan sonra: "Hocam sizinle, çok mühim bazı meseleleri özel konuşmak istiyorum..." Güldüm. Güzel ama, benim özel vaktim yok ki!.. Değil sana ayırabileceğim vakit, kendime ait vaktim yok...
Ben kendim, masamın üstüne koyduğum yazıyı yazacak vakti kendime veremiyorum, bulamıyorum. Neden?.. Misafirim geliyor, iş çıkıyor, telefon açılıyor... Tam seninle oturacağım sırada bir telefon geliyor. Hadi onunla konuş, not al, şöyle yap, böyle yap... Tam bir iş yapacağım, ezan okunuyor... Tam başka bir işe yöneleceğim, şöyle oluyor. Yâni, kendi zamanıma kendim sahib ve hâkim, boş zamanı olan bir kimse değilim ki!.. E, nasıl olacak?.. Organize olarak olacak... Oldu işte, çok da güzel oldu. Tekrarını, tekerrürünü temenni ederiz.
Ama bu çeşit toplantıları siz, kendi yerlerinizde de, kendi bölgelerinizde de yapacaksınız. Lokaliniz olacak!.. Kulüplerin lokalleri var, daha başka dünyevî müesseselerin lokalleri var; bizim arkadaşların bir toplanacakları yer yok... Kuramamışlar. Ya kahveye gidiyorlar, ya evde kalıp televizyona esir oluyorlar. Olmaz!..
Organizasyonu kuramamışız. Birbirimizle buluşmanın mekanizmasını, şartlarını, mekânını oluşturamamışız. Ayıp!.. Hepimiz yüksek tahsilli insanlarız, üniversite hocasıyız, çok kıymetli elemanlara sahibiz. Bizimle ceng ü cidâl eden insanlar bile, bir şey olduğu zaman gelip bizim arkadaşlarımıza müracaat ediyor, onlardan faydalanmak zorunda kalıyor. İyi bir kadroyuz elhamdü lillâh ama, bu organizasyonu kuramamışız.
Bakın başkaları nasıl organize oluyor: Her beldenin bir lokali vardır. Kaymakam, nahiye müdürü oraya gelir. Orda kumar oynarlar akşamları... Şehir kulüpleri vardır; savcı oraya gelir, hakimi oraya gelir, albayı oraya gelir... Orada mühim kişiler toplanıyor diye, şehrin eşrâfı, âyânı da gelir. Yemek yerler, çay içerler, sohbet ederler, oyun oynarlar, vakit geçirirler, toplanırlar, konuşurlar, görüşürler, buluşurlar, randevulaşırlar... filân. Onlar bunları yapmış; bizim arkadaşlarımızın böyle birşeyi yok... Olmaz!..
Camilerimiz de zâten sosyal fonksiyonlarını yitirmiş durumda... Peygamber Efendimiz'in zamanındaki gibi çalışmıyor camilerimiz... Ezandan biraz önce kapılar açılıyor. Ezan okunuyor, namaz kılınıyor. Cemaat çıkınca kapılar kapanıyor. Böyle değildi cami Peygamber Efendimiz'in zamanında... Caminin böyle olmaması lâzım!..
Ben ibadeti nerde olsa yaparım. Yanımda ıslanmayan, su rutubet geçirmeyen, naylonlu bir seccadem olduktan sonra taşın üstünde de kılarım, asvaltta da kılarım, çimende de toprakta da kılarım. Cami başka hizmet görecekti. Bir muhabbet merkezi olacaktı. Olmuyor. Neden olmuyor?.. Camiyi kullanmasını bilmiyoruz.
Bursa camileri bizim bu camiler gibi değildir. Nasıldır Bursa'daki Yeşil Cami, Bursa'daki Orhan Gazi Camisi, Bursa'daki ilk devir camileri?.. Şaşarsınız. İçinde havuz vardır. İki tarafında odalar vardır. Odalarında ocaklar vardır, raflar vardır. Bir tarafında da merdivenle çıkılan, namaz kılınan, mihrablı minberli yeri vardır. O mihrablı minberli tarafın dışında, ocaklı, raflı odalar ne demek?.. Onu kimse anlayamıyor.
Cami, Peygamber Efendimiz zamanındaki hakîkî vazifelerini gördüğü için öyle... Yâni, camide toplanılıyor, camide oturuluyor, camide ısınılıyor, camide yemek yeniliyor, camide sohbet ediliyor, camide ilim irfan takib ediliyor.
Köylerimizde bile cami böyle değildi. Köylerimizin camilerinin bir yerleri vardı. Oralarda bir şeyler okunurdu; Muhammediyye okunurdu, Ahmediyye okunurdu. Kış geceleri boş geçmezdi. Camilerin odaları köyün toplantı yeriydi, dernek salonuydu. Şimdi bunlar unutulmuş. Eskiyi bile taşıyamamışız Yirminci Yüzyıl'a... Eskiyi bile koruyup, uygulayamamışız.
Yirminci Yüzyıl'da eski unutulmuş, yeni de yapılanmamış, yapılmamış olduğu için, bir önceki asırdan çok daha kötü durumdayız, sosyal bakımdan... Ondokuzuncu Yüzyıl'a nisbetle, sosyal yönden biz bugün çok daha kötü durumdayız. Neden?.. Yapılaşmamızı kaybetmişiz. Eski Osmanlı'dan kalma an'anevî dinî yapılaşmamış gitmiş, yeni modern yapılaşmayı da kuramamışız; iki arada kalmışız. Yâni, köşe kapmacada köşeleri elden kaybetmişiz, ebe olmuşuz.
Halbuki, ben hatırlıyorum, köylerde kadınların bile haftalık toplantıları vardı. Bütün kadınlar oraya gitmeyi bir vazife sayarlardı. Giderlerdi, hatim indirirlerdi, kitap okurlardı., Yaşlı bir hacı nine kitap okurdu, ötekiler dinlerlerdi. Dinlerini öğrenirlerdi, âdâb öğrenirlerdi. Mecmuaül Âdâb'ı okurlardı. İbadet ederlerdi, zikrederlerdi.
Ben hatırlıyorum, askerlerimiz Kore Savaşı'na gittiği zaman hayret etmiştim, zihnime takılmıştı. Bizim köydekiler toplanmışlar, Salât-ı Tefriciye çekmişler; askerlerimiz muvaffak olsun diye... Yâni, askerlerimizin Kore destanları nasıl yazılıyor; köylerdeki zikir destanlarının sonucu olarak yazılıyor. Allah-u Teâlâ Hazretleri, dualar berekâtıyla yardımcı oluyor mücâhidlerimize... Kendisinin kuvvetinin üstünde, olağanüstü imkânlara sahib oluyor asker, dua berekâtıyla... O onun farkında değil... Kendisine gelen dualarla başarı kazandığının farkında değil ama, Kore'deki zaferin kökü, Çanakkale'deki köyde... Çankırı'daki köyde, Erzurum'daki köyde... Millet bunu bilmiyor.
Kadınların yapılaşmasını kaybetmişiz... erkeklerin sosyal yapılaşmasını, teşkilatlanmasını kaybetmişiz... Toplum havada kalmış, birbiriyle irtibatı kopmuş... Ya evde televizyonun esiri, ya sokakta kahvenin esiri...
Erkek evde duramıyorsa... Evde duracak vasat da olmayabilir. Bir odalı olur ev... Kadınlar, çocuklar... Adam sıkılır, vurur kapıyı çıkar gider.
"--Nereye gidiyorsun?.."
"--Kahveye gidiyorum."
"--Niye gidiyorsun?.."
"--Ne yapayım evde durup da?.. Örgü mü öreyim, yün mü öreyim?.. Elbette gideceğim." diyor.
Ne olmuş?.. Sosyal yapılaşma sonunda bizi kahveye düşürmüş. Kahveye gitmiş. Kahvede de sigara dumanı, iskambilin çeşitleri, domino, tavla... Kahve büyükse bilardo vs. ile dejenere olmuş. Ordan da başka kötü alışkanlıklar edinmiş.
Sosyal yapılanmamız bozuktur. Yapılaşmamız yoktur, yanlıştır. Bu yanlışlıktan, bu hastalıklardan, bu dezavantajlı pozisyondan ilkönce kurtulması gereken bizleriz, biz müslümanlarız. Çünkü, bizim dinimiz teşkilatlanmaya, organize yaşamaya, grup halinde yaşamaya, cemaate çok önem veriyor.
O bakımdan, İstanbul gibi nüfusu on milyon olan şehirde --belki daha geçmiştir bile-- onyedi tane dernek; çok ayıptır!.. Hele bizim gibi bir grup için, çok daha fazla ayıptır. Her caminin yanında bir derneğimizin olması lâzım!..
Camilere bakıyorum, acıyorum. Üçyüz metrekarelik bir parsele; meselâ, İncirli midir nedir, Londra asvaltı üzerinde çok işlek bir yerde bir cami yapmışlar. İki gün önce, havaalanından gelirken gördüm. Küçücük bir cami yapmış, sıkıştırmış oraya... E, bu caminin eti ne budu ne?.. Bundan ne olur?.. Burada ne faaliyet yapabilirsin?.. Hiç bir faaliyet yapamazsın. Altı abdest alma yeri, üstü namaz kılma yeri... Sıkışmış zâten...
O halde cami fonksiyonlarından kopartılmış; kolu, kanadı, gagası, ayağı kesilmiş, kuşa döndürülmüş durumdadır. Bizim her caminin yanında bir sosyal faaliyet alanı açmamız lâzım!.. Lokalimizin olması lâzım, lokalde toplantılarımızın olması lâzım!.. Orda içki içilmez, --tabii, çok normal-- kumar oynanmaz, mâlâya'ni vakit geçirilmez. Ya oturulup iş üretilir, ya ilim öğrenilir öğretilir. Ya da çeşitli toplantılar, buluşmalar, görüşmeler, çalışmalar yapılır. Bu da dallandırılabilir, çeşitlendirilebilir.
Hiç bir yerde görmedim ben... Kadın kahvesi gördünüz mü hiç bir yerde, duydunuz mu?.. Duymadık. Yâni, kadınlar eve bırakılıyor. "Çoluk çocuk var; ne hali varsa görsün çocuklarla!" diye... Kadınlar eve bırakılıyor. Erkek zar zor kendisini kapıdan dışarıya atıyor... Kahvede oturuyor, "Tamam oh! Çocuk dırıltısından, zırıltısından kurtuldum." filân diye...
Kadınlar için bir yer lâzım!.. Çocuklar için bir başka yer lâzım!.. Çocukların gönlü yok mu?.. Çocuklar oyun istemez mi?.. Çocuklar bir şey öğrenmeyecek mi?.. Ne yapacağız?.. Derneğimiz olacak!.. Her derneğimizin bir anaokulu olacak, bir kreşi olacak!.. Çocuklara sahip olacağız, anneleri kurtaracağız. Çocuklara sahip olmamız lâzım!..
Anne çocuğa bakamıyor; üç tane, beş tane peşpeşe geldi mi, anne feleğini şaşırıyor. hangi birine baksın?.. Altını mı temizlesin, karnını mı doyursun?.. Yaramazlık yapmasını mı engellesin?.. Bir şey mi öğretsin, Kur'ana mı başlasın?.. Ne yapacağını şaşırıyor. Okul biraz kurtarıyor. Okula gittiği zaman çocuklar, anne biraz nefes alıyor, okul çağında olmayanlarla uğraşıyor. Anneyi bu durumdan kurtarmamız lâzım!.. Çünkü, çocuk iyi yetişemiyor.
Çocuğu kreşe almamış lâzım, çocuğu ana okuluna almamız lâzım, eğitimini düzenli yapmamız lâzım!.. Bir öğretmen, eğitimci, bu işin mütehassısı olan bir kişi, anneden çok daha güzel yapıyor eğitimi... Ve çocuk, grubun içine girdiği için, grup terbiyesini daha o yaştan almağa başlıyor. O da ayrı bir güzellik... Çocuk açılıyor, eğitimde başarılı oluyor.
Onun için, derneğimiz olacak!.. Derneğimizin erkekler için lokali olacak, kadınlar için lokali olacak!.. Çocuklar için çocuk bahçesi olacak, kreşi olacak!.. Bunların hepsi bizim menfaatimize... Biz rahat edeceğiz, hanım rahat edecek, çocuklar rahat edecek... Düzenli olacağız, intizama gireceğiz, öğreneceğiz, eğitileceğiz, yükseleceğiz...
Onun için, dernekleşme çalışmalarımızı mutlaka ve mutlaka çok arttırmamız lâzım!.. Ve dernekleşme için, kendi keselerimizden, bütçelerimizden fon ayırmamız lâzım!...
Başka ülkelerde devlet fon ayırıyor. Meselâ İsveç'te, 25 kişiyi toplayabilirse, bir dernek kurabilirse bir insan, devlet ona yardım ediyor. Bir dernek bir konferans tertipleyebiliyorsa, devlet ona salon veriyor. "Buyur bu salonda konuşmanı yap!" diyor.
Beni çağırdılar İsveç'e... Ben İsveç'te gittim, belediyenin en güzel, mikrofonlu, ısıtma soğutma tertibatlı salonunda konferans verdim. Bir başka yerde ikinci bir konferansı, yine belediyenin bir yerinde verdim. Bir başka yerde, yine belediyenin yerinde... Yâni, İsveç sosyal devlet olduğu için, sosyalizasyona önem vermiş. Herkesten çok para almış, vergiyi tam almış; yolları yapmış, eğitime önem vermiş, sağlığı sosyalleştirmiş, bedavalaştırmış... vs. Halkına hizmet etmiş.
Kendi halkı için yapıyor bunu... Bizim oraya giden insanlarımız için değil... Kendi halkına bu imkânları sağlamış.
Önemli olan şeylere para harcanır. Çocuğun eğitimi önemlidir; para harcanır... Kendimizin rahatımız, konforumuz önemlidir; para harcanır... Bakın Hacegân'da, Marmara manzaralı, Boğaz manzaralı bir yerde oturmak güzel oluyor; buna biraz fedâkârlık yapılır...
Böyle bir yer olmasaydı; nerde yapıyorduk toplantıyı biz daha önceden?.. Caminin alt katına, kırk-elli merdivenden tıngır mıngır iniyorduk... Aşağıda camları yukarıda olan bir yerde, betonun üstünde diz çökerek, öyle toplanabiliyorduk. O da bir imkândı, elhamdü lillâh hiç yoktan iyiydi ama, niye daha güzeli olmasın, daha hoşu olmasın?.. İnsan orda sıkılabiliyor, terleyebiliyor, üşüyebiliyor, dizlerine ağrı girebiliyor. Ama böyle bir yer olduğu zaman, içi açılıyor, huzur içinde duruyor.
İnsanın kendisine hizmeti, eğitimine, çoluk çocuğuna hizmeti önemli bir hizmettir. Buralara masraf yapılabilir. Değer bu masraf... Onun için, bu çalışmaları yapacaksınız!..
Dernekleşme için masraf ayıracağız, fon ayıracağız. Bütçemizin bir kısmını ayıracağız bu iş için... Ne yapacağız?.. İçimizde zenginler vardır, hayır yapmak isteyen insanlar vardır; derneğimize bir lokal sağlayacağız!..
"--Tamam, erkekler lokali benden..."
"--Kadınlar lokali benden..."
Veyahut;
"--Bunları dağınık yapmayalım! Gelin ortaklaşalım, şu binayı alalım!.. Şu binanın bir katı erkeklere olsun, bir katı kadınlara olsun... Bahçesi çocuklara olsun... Biraz bahçeli olsun, park imkânı olsun... Çocukların oyun imkânı olsun... Kütüphane salonu olsun, kitap okuyabilsin insanlar..." diyeceğiz ve bu masrafı yapacağız.
Her yerde bizim İskenderpaşa'nın, Hakyol Vakfı'mızın, İlim Kültür Sanat Vakfı'mızın (İlksav) bir şubesi olacak!.. Her caminin yanında... Cemaat namazı kıldıktan sonra gelecek, orda oturacak kalkacak... Biz de güzel duygularımızı, imanımızı, ihlâsımızı başka insanlara aşılayacağız... Üçüncü şahıslara, bizim dışımızdaki insanlara İslâm'ı tanıtma, anlatma çalışmaları yapacağız.
Öyle insanlar var ki bizi tanıdığı zaman, çalışmalarımızı gördüğü zaman, "Aaa, ben İslâm'ı böyle bilmiyordum, ne güzelmiş!.. Ben de tevbekâr olayım, ben de şöyle yapayım, böyle yapayım..." demeye başlıyor. "Ben de tarikata girebilir miyim?.." filan demeye başlıyor. Bu, elle tuttulur, gözle görülür muhabbetli bir manzarayı biz teşkil ettiğimiz zaman olur.
Böylece yanlış sosyal yapılanmaları engellemiş de oluruz. Toplumu boşluktan kurtarmış oluruz. Yanlış eğilimlere sürüklenmelerini engellemiş oluruz. İnsanımızı kurtarmış oluruz. İnsana hizmet etmiş oluruz, dinimize hizmet etmiş oluruz.
Allah hepinizden razı olsun... Yaptığınız çalışmalarınızı değerlendirsin, büyük sevablar versin... Sa'yiniz meşkûr olsun, zenbiniz mağfûr olsun, ameliniz makbul olsun...
Dilerim, temenni ederim ki, çalışmalarınız daha çok olsun... Derneklerimizin sayısı çok daha fazla olsun... Allah-u Teâlâ Hazretleri tevfikını refik eylesin... Gücünüzü kuvvetinizi ziyade eylesin... Sizleri nusretiyle, nimetiyle te'yid ve takviye eylesin...
İki cihanda aziz ve bahtiyar olun... Ömrünüzü hayırlı verimli geçirin... Rabbimiz'in huzuruna yüzü ak, alnı açık varın... Rabbim sizi cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh!..
16. 10. 1994 - İstanbul