Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
DÜNYADAKİ DEĞİŞMELER VE TÜRKİYE
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü!..
Muhterem büyüklerim!.. Kıymetli ve sevgili misafirlerimiz!.. Vakfımız tarafından tertiplenen aile ve eğitim programına şeref verdiniz, hoş geldiniz.
Bu toplantıları ilk önce Ayvalık Murat Reis Oteli'nde başlatmıştık. Değişen iç ve dış dünya dengeleri karşısında, kurduğumuz hizmet müesseselerimizin nasıl bir yapılanma ve çalışma içinde olması gerektiğini tesbit etmek istiyorduk. Çok kıymetli bilim adamları çağırarak onların görüşlerini, grubumuzun seçkin mensublarına ve hizmet yüklenmiş kardeşlerimize duyurmak ve onlarla çalışmaları düzene sokmak istemiştik. Fevkalâde faydalı, aydınlatıcı bir toplantı olmuştu. Aynı zamanda zevkli, tatlı bir hatıra teşkil etmişti.
Onun arkasından bu toplantılar devam etti. Bir şubat tatilinde Gemlik kıyılarında, belki Uludağ kadar karlı bir tatil yapmıştık; diz boyu, lâpa lâpa yağan kar karın altında... O da çok güzel ve çok yoğun bir eğitim programı idi. Çünkü, bir hafta devam etmişti ve günde üç program vardı. Yâni, belki bir resmî kuruluşun üç aylık bir programını bir haftaya sığdırmış idik. Gerçekten çok istifadeli oldu. Gerek hanımlar, gerek çocuklar, gerek beyler, kendileriyle ilgili çok çeşitli konularda gerçekten büyük istifadeler sağladılar.
Sonra Söke'de çok daha büyük çapta bir toplantı organize ettik. Ve bu toplantılar bir iki defa tekerrür etti, çok büyük sonuçlarla sonuçlandı. Yeni bir takım müesseselerin kurulması kararları çıktı bu toplantılardan ve o müesseseleri kurduk. Yâni, milyarlık sermayeleri olan müesseseleri kurmayı kararlaştırdık; bir kaç ay içinde de o müesseselerin ilk sesini duyurduk. Allah'a hamd ü senâlar olsun...
Bu toplantı da onların devamı mahiyetindedir. Çok amaçlı bir toplantıdır. Çok amaçlılığı, konferanslarımızda da sizlere duyurmuştuk. Amacımız dinlenmek, eğitim, çalışma için enerji toplamak, çalışma için metod yakalamaktır. Çalışma için plan yapmaktır. Çalışmamızın daha düzenli olmasını sakin bir kafa ile düşünmektir, kararlaştırmaktır.
Ciddî bir toplantı olduğu kanaatindeyim. Ciddî günlerde yaşıyoruz ve takdir-i ilâhî bize çok ciddî görevler tevcih ediyor. Hizmetin mutlaka çok iyi bir şekilde yapılması lâzım. Hizmetlerin iyi yapılmaması, sonuca çok menfî tesir yapacaktır. O bakımdan toplantımızın, Ümmet-i Muhammed'in selâmet ve saadeti için, Allah'ın rızasına cümlenizin nail olması için vesîle olmasını candan temennî ederim.
--Misafirlerimiz yeni sîmalar için söylemek gerekli olabilir.-- Hakyol Vakfı'mız, bizim bir sosyal hizmet kuruluşumuzdur. Hizmetleri eğitim, yardımlaşma ve dostluk amaçlarına yönelmiştir. Eğitimin her çeşidini sağlamayı gayesi içinde toplamış bulunuyor. Ve bu amaçları, yıllar süren çalışmalar içinde büyük ölçüde madde madde tahakkuk ettirmiştir. Erkeklere yönelik, kadınlara yönelik, çocuklara yönelik eğitim; yaygın eğitim, örgün eğitim, kolejler, yayınlar, dergiler; radyo, televizyon, teyp, kaset çalışmaları; kurslar, kamplar... gibi vakfımızın senedinde, gaye maddelerinde yazılı faaliyet dallarının çoğunu, kuvveden fiile çıkarmış durumdayız. Genişletme çalışmaları içindeyiz.
En son temelini attığımız İzmit Eğitim Tesisleri'ni, Çeşme eski belediye başkanı Zaman Gazetesi'nden okumuş, --Zaman Gazetesi'ne de teşekkür ederiz; çok güzel bir baskı ile, pırıl pırıl, maketi gayet güzel resmetmiş.-- İskenderpaşa'da bana tebriklerini iletti; ben de çok sevindim. Allah, çalışmalarımızın yayılarak, genişleyerek, derinleşerek devamını ve daha iyi bir kalite ve miktarda çalışmalar yapmamızı nasib eylesin...
Hareket etmekten, dinamizme doğru iten dış dünyadaki değişmeler devam ediyor. O zaman bizi heyecanlandıran durum, doğu-batı blokları arasındaki yakınlaşma idi. Rusya'nın bir kutup olmaktan çıkıp, batı için bir müttefik, hiç olmazsa nötr bir komşu durumuna gelmesi üzerinde düşünmüştük. Dünyadaki siyasî, ekonomik, sosyal eğilimleri konuşmacılar isabetle tesbit etmişlerdi. Şimdi dış ve iç politikamız, gerçekten daha da hızlı bir hareketlilik ve değişme içinde...
İlk toplantılarda, daha ortada bize yönelik bir hareket yokken tesbit ettiğimiz endişelerimiz vardı. Türkiye bundan sonra bir takım tehlikelerle karşı karşıya gelir. "Avrupa'nın doğusunda, Varşova Paktı ile mevzilenmiş Rus kuvvetleri oradan nereye gidecek?.. Kızıl ordu ne yapacak? O silahlar nerede kullanılacak?.." diye bir soru vardı ortada... Onların nerede kullanılacağını düşünüyor ve endişe ediyorduk. Şimdi nerede kullanıldığını görmekteyiz: Balkanlar'da, Kafkasya'da ve Orta Asya'da kullanılıyor.
Haritalar değiştiriliyor ve bizden olan, tarihte beraber olduğumuz ve acı olayların bizi birbirimizden ayırdığı halklar, tarifsiz ızdıraplar içinde bulunuyor şu anda... Hıyanetler içinde bulunuyor. Bizim merhametimizin ne kadar marazî olduğunu düşündürecek hıyanetlerle karşı karşıyayız. Yâni, "Niye o kadar merhamet etmişiz o adamlara da, kuvvetli olduğumuz zaman zorlamamışız?" diye düşünüyoruz... "ÇDinde ikrah (zorlama) yokturÈ uygulaması, acaba böyle mi olmalıydı?" diye düşünüyoruz.
Çünkü düşmanı böyle bu kadar canlı, bu kadar küstah, bu kadar edepsiz haliyle bırakıp da; ondan sonra, torunları böyle kan revan içinde tutmak da herhalde doğru bir şey değildi. İleriyi gören insanlar, belki Yavuz daha iyi düşünmüş?.. "Ya müslüman olsunlar, ya kalksınlar benim ülkemden gitsinler bu adamlar!" demiş hristiyanlara... Şeyhülislâm karşısına çıkmış, "Dinde zorlama yoktur." diye...
Eve yangın bombası atıyorlar, evin içi yanıyor; can havliyle dışarı çıkanı da makinali ile tarıyorlar... Ormana yangın bombası atıyorlar, dışarı çıkanları tarıyorlar. Bu kadar hunharca... Hem Sırp'tan, hem Hırvat'tan, hem Ermeni'den, hem Rus'tan çok acı darbeler yemekle, her gün yeniden hançerleniyoruz, yaralanıyoruz.
Bu olaylar, Türkiye içindeki şu anda huzur içinde yaşayışımız üzerinde bizi düşünmeye sevkediyor: "Acaba bu huzur ne kadar devam edecek?.. Acaba Türkiye, devamlı bir huzurun içinde kalacak mı?.. Yoksa dünyadaki sosyal ve politik değişmeler ve yeni ittifaklar ve yeni perde arkası müzakereleri müslümanlara daha başka problemler de getirecek mi?.." diye düşünüyoruz. Bunların ve bu düşüncelerin sonunda bir takım endişeler ve bir takım ihtimallerin karşısında hazırlanmanın zaruretine mantığımız, akl-ı selimimiz bizi götürüyor.
Balkanlar'da, kuzeyimizde ve doğumuzda yirminci yüzyılın, bu olaylar başlamadan önceki beynelmilel kültürel ve hukukî literatürüne hiç uymayan olaylar; o prensiplerle hiç ilgili olmayan olaylar cereyan ediyor. Beynelmilel hukuk, insan hakları, silahsızlanma, sulh içinde beraber yaşama, herkesin çeşitli hürriyetleri... bunların hepsinin bir ciddî ihlâli her bölgede görülüyor. Ve olaylar bir yerde bizi üzmeye devam ederken, öbür tarafta da patlak veriyor. Ve dumanlı havayı seven kurtlar da, galiba, "Bize de bir fırsat çıkabilir." diye onlar da başka yerde hazırlık içinde bulunuyorlar.
O bakımdan Balkanlar'da Yunanistan, Sırbistan, Hırvatlar, hristiyanlar-ortodokslar ile ciddî ihtilâflarımız var. Oradaki halklar, bizim çeşitli bağlarla çok kuvvetli bağlı olduğumuz insanlar... Kıbrıs'taki olaylar, Egedeki çeşitli çatışma ve çekişmeler, menfaat çatışmaları bizi Yunanistan'la karşı karşıya getiriyor. Ve "Yunanistan, Yugoslavya, ortodokslar, Slavlar acaba tarihte müteaddit defalar yaptıkları gibi bir beraber çalışma içinde midirler; yoksa, öyle bir şeye mi hazırlanıyorlar?" diye düşünmek zorunda kalıyoruz.
Güneyde Irak ve Suriye'de İslâm ülkeleri sanmamıza rağmen bize yâr, yardımcı ve yâver olmayan yönetimlerle ve onların düşmanca davranışlarıyla hergün ayrı bir hayret içinde kalmaktayız. Türkiye içindeki anarşi, Suriye ve Irak'tan besleniyor diye tesbit edebiliyoruz. Onların başındaki hristiyan bir fikir adamı tarafından kurulmuş olan bir parti --Baas Partisi-- mensubu yönetimler, kendi halklarına da zulm ediyorlar. Yâni, ordaki müslümanlar da Türkiye'dekiler kadar onlardan bîzar. Veyahut, bizler de ordaki müslümanlar kadar onlardan yaka silkme durumundayız. Bu ülkelerdeki ırkdaşlarımız da hususî bir baskı altında... Türkiye'ye komşu oldukları için, onlarla işbirliği yaparlar diye, çok acı ve sıkı bir baskı altında...
Ve bu iki ülke, Arap kavmiyetçiliğini tahrik ederek, Fırat'ın sularını paylaşma bahanesiyle emperyalizmin çıkarmak istediği bir su mücadelesi, savaşı meselesinde başı çekiyorlar ve propagandanın kaynağını teşkil ediyorlar. Ve besliyorlar bu propagandayı... Ve bu propaganda sebebiyle Suudî Arabistan'ın üniversitelerindeki konferanslarda bile, uzmanlar tarafından, "İlerde Türkiye ile Arap aleminin bir harb etmesi lâzım; çünkü, suların paylaşılmasında Türkiye Araplar'a bir hak ve pay tanımıyor." gibi bir propaganda yürütülebiliyor. Hakîkaten de, tarih boyunca beraber bulunduğumuz isimleri sayılı ülkelerle arayı nasıl düzelteceğimiz, bir problem olarak karşımızda...
İsrail Filistin'deki müslümanlara yapabildiğince zulüm yapıyor ve koskoca bir Arap Devletleri Teşkilatı, koskoca bir İslâm Alemi aşikâr zulümleri durduracak, haddini bilmeyene haddini bildirecek bir yaptırım çeşidi bulamıyor; politik aczinden dolayı ve karar alma insiyatifindeki zaaflardan dolayı, yaptırabileceği bazı şeyleri yaptıramıyor. Ve orada bir yara devamlı kanamakta...
Müstakil bir silahlanma göstermiş olan Libya, abluka altına alınmış, silah ambargosunda ve her hali, hareketi takib edilerek her an tecziye edilebilme tehdidi altında, pasifize edilmiş durumda... Cezayir'deki İslâmî hareket, çok gayr-i insanî, çok anti demokratik şekillerle bastırılmış durumda... Ta Cezayir'deki İslâm karşıtı harekete, Suudî Arabistan'daki yöneticilerden alkış ve destek gidiyor. Halka rağmen icrâ-yı hükûmet eden Cezayir cuntasına Suudî Arabistan'dan anlaşılmaz destek gidiyor. Sudan'ın, İhvanül Müslimîn destekli idaresinin karşısındaki hristiyanlara, Arap destekli gemilerle silah gönderiliyor. Sudan'ın müslüman idaresine karşı... Demek ki, içerde çok büyük problemleri var müslüman aleminin... Kendi içinde, iç politikalarında, kendilerini yöneten insanlarla büyük problemleri var...
İran, bizi Orta Asya'ya bağlayan çok önemli bir noktada... Fakat nüfusunun %40-45 i Türk olduğu için Türkler'den endişe ediyor. Bölgesinin büyük bir kısmı Güney Azerbaycan olduğundan, şimdiki müstakil Azerbaycan'la burası birleşir diye, kuzeydeki Azerbaycan'la düşman duygular içinde... Onun için Ermeniler'i destekliyor. Yâni Karabağ meselesinde Azerbaycan'ı değil, Ermeniler'i destekliyor. Yoksa, İran hududuna o kadar yakın yerde, Azerbaycan'a İran'ın silâh desteği olsa, Ermeniler'in o başarıyı göstermesi mümkün olmazdı. Tabii, bizim ne yapıp yapıp İran'la olan bu acaib durumu, ama tarihten de gelen durumu halletmemiz gerekiyor.
Rusya Federasyonu, içindeki çeşitli özerk, müstakil Türk ve müslüman cumhuriyetler dolayısıyla; kendisinden ayrılmış cumhuriyetlerde gelişebilecek politik ve sosyal cereyanlar dolayısıyla, bize karşı kuşkuda ve zahiren dost görünse bile, bizim gelişmemizi ve başarıya ulaşmamızı istemeyen bir endişe içinde bulunuyor. Evet hudutlar açılmıştır, ticarî temaslar, kültürel temaslar kolaylaşmıştır. Fakat, perdenin arkasında ne cereyan ediyor diye düşünecek olursak, belki Ermenistan'ın silahını büyük ölçüde onların verdiğini, Kafkasya'daki çatışmaları onların çıkarttığını zaten gazetelerde okuyoruz. Öyle olmasa dahi tahmin etmek mümkün. Yâni meseleleri tahlil ederek çıkartmak da mümkün...
Avrupa, Türkiye'nin Orta Asya'yla, Kafkasya'yla, Balkanlar'la beliren yeni işbirliği imkânlarından dolayı, Türkiye'ye karşı tavrını açıkça ortaya koymuş durumda... Almanya'nın, Fransa'nın durumu çok net... Türkiye'ye menfaatleri çatıştığı için Balkanlar'da, Ortadoğu'da ve Orta Asya'da, ve belki Uzakdoğu'da, Uzakdoğu'ya giden yollar üzerinde, yıllar yılı batıya yönelmek ve batı ile ittifak içinde olmak politikalarına rağmen, hüsnüniyetin ötesinde belki ahmaklık, belki hıyânetle tavsif edilebilecek işbirliği el uzatmalarına rağmen, şu anda bizim politikalarımızın karşısında ve bizim gelişmemizi istemeyen ve bizi endişeyle takib eden ve bizi endişelendiren hareketleri destekleyen bir kaynak durumunda...
Asya'nın güneyinde Hindistan kıtası var. Orda da müslümanlar yaşıyor ve onların nüfusları da büyük yekûnlar tutuyor; milyonlar var. O daha ötedeki Uzakdoğu ülkeleriyle müslüman aleminin, Ortadoğu'nun arasında çok büyük bir kıta, çok büyük bir mekân... Orada da İslâm'a karşı hareketlerin sanki bir beynelmilel kundaklama teşkilâtı, yangın çıkarma teşkilâtı tarafından, husûsî bir takım gayretlerle desteklendiğini görüyoruz. Bâbür Mescidi'nin yakılması, liman şehri Bombay'daki müslüman katliamları vs. gibi hareketler...Yâni orada da müslümanları rahat ettirmeyecek, veyahut oradan müslümanlara bir destek gelmemesini sağlayacak bir global stratejinin parçası gibi görünüyor.
Çin'in kendi içinde, o korkunç rakamlı milyarı aşmış devin içinde dindaşlarımızın ve ırkdaşlarımızın durumu ayrı bir üzücü durum... Doğu Türkistan'da bir yeni iskân politikası var... Oranın asıl köklü tarihî ahalisini azınlıkta bırakma çalışmaları var... Tabii Çin'le olan münasebetlerimiz, Hindistan'la olan münasebetlerimiz, Orta Asya'da çok büyük bir problem olarak karşımızda bulunuyor.
Demek ki, nükleer kuvvet dengesinin bozulmasıyla, Amerika'nın tek süper kaynak haline gelmesiyle, dengeler bozulmuştur. Bu dengelerin, askerî güç dengesinin bozulması, iktisâdî ve teknolojik sebeplerle olmuştur. Bunun arkasından, sosyal, kültürel bir takım değişmelere yol açtı. Ve dünya üzerinde, bizim daha önceki toplantılarda tesbit ettiğimiz bir takım değişikler ve dalgalanmalar meydana geldi. Avrupa, Amerika'nın tek süper güç olması karşısında kendisini koruyabilmek için, ekonomik bakımdan rekabet edebilmek için, askerî bakımdan kendisinin de bir gücü olduğunu göstermek için, eski düşmanlıklarını bir tarafa bırakarak birleşme çalışmasında ve büyük ilerlemeler kaydetmiş durumda...
Bu bakımdan Amerika ile Avrupa arasında bir rekabet olduğu çok net olarak karşımızda bulunuyor. "Acaba Amerika bize, Amerika'ya müttefik bir politika güdersek destek olabilir mi?" diyeceğiz. Çünkü Avrupa bizi kendisine rakib görüyor, Rusya bizden endişeleniyor. Amerika'nın da --zaten bütün materyalist devletlerin ve milletlerin diyebiliriz-- canını tehlikeye atma arzusu, kendilerinin problemlerini çözmekte bile yok... Yâni, can yakmak, canın yanması, veyahut böyle harb gibi bir şey... Bunlar istenmiyor; çünkü canları çok kıymetli, taptıkları bu dünya...
Onun için, bu dünyadan aslâ ayrılmak istemediklerinden, kendilerinin çok yüksek menfaatleri olduğu zaman bile kendilerini, hayatlarını tehlikeye atmak istemiyorlar. Ve yeni bir usül geliştirdiler, görülen uygulamadan; para sarfederek, başkalarını birbirleriyle çarpıştırarak, veya iç karışıklıklar çıkartarak, veya dünya politikasındaki hasım güçlerin birbirleriyle rekabetleri üzerinde oynayarak, milletleri birbirlerine kırdırıyorlar. Ve kendilerine ümit bağladığınız zaman, daima savsaklıyorlar; beklediğiniz, ümit ettiğiniz yardımı bir türlü ortaya koymuyorlar:
--Madem süper güçsün, Yugoslavya'daki şu zulmü durdur!..
--İşte tamam; 15 gün mehil verelim, bir ay mehil verelim, iki ay daha mehil verelim, 5 mayısa kadar mehil verelim, şu kadar vakte kadar mehil verelim...
Şehirler düşüyor, katliamlar devam ediyor, halâ müslümanların elinden silah toplamakla meşguller... Yâni, müslümanlar silahlarını teslim etsin diye Birleşmiş Milletler baskı yapıyor. Silah ambargosunu kaldırması gerekirken, müslümanların elinden silah alıyor. Bunlar beynelmilel tiyatroda bir trajik komedinin oynandığını gösteriyor. Yâni çok acıklı ama, çocuk aldatır gibi de komik olaylar cereyan ediyor. Tabii, bunlara karşısında müslümanların ne yapması gerektiğini de müslüman aydınlarının oturup kara kara düşünmesi gerekiyor.
Bilgisayar kullanma ve bilgi birikiminin, bilginin tasnifinin ve kullanılmasının aşırı boyutlara ulaştığı bir çağda bulunuyoruz. Doktrinlerin yıkılmasından sonra daha başka bir sosyal ve siyasî yapılaşma görülüyor. Dinî duygular yeniden kuvvetlenme temayülünde ve hristiyanlığın bir atak halinde, hücum havası içinde olduğunu görüyoruz.
Bir kaç senedir Amerika'yı ve Avrupa'yı takib ederim: "İsâ geldi!.. İsâ geliyor!.." gibi başlıkları var... Bir gazetenin --bizim Osman Çataklı ağabeyimizi heyecanlandıran-- kocaman puntolarla başlıkları... "İsâ geldi!" filân gibi başlıkları var. Onlar bir şeyi bekliyorlar. Kendi inançlarına göre Hz. İsâ gelecek, onlara destek olacak; şeytanı ve şeytan ordularını yok edecekler. Kilise bu olayın yaklaşmakta olduğunu onlara telkin ediyor. Yâni, "Hristiyanlığın, şeytanın hizbine karşı nihâî zaferi yakındır!" diye telkin ediyor. Onlar da, Hz. İsâ geldi gelecek diye; hattâ sahte peygamberlerin çıktığını ve fecî akıbetlere sürüklediğini gazetelerden görüyorsunuz.
Ama, bu inanca Amerikan reisicumhurları bile sahip... Meselâ bundan önceki reisicumhurlardan Reagan, bayağı dindar bir takım duygulara sahib bir kimse olarak, bunları dile getirmişti. Yanından papaz ayırmayan bir insandı. Ondan önceki, ondan sonraki reisicumhurlarda da, başkanlarda da buna benzer fikirler vardı. Yâni hristiyan alemi artık, şeytanın ordusunun bir parçası olarak gördüğü İslâm Alemi'ni bu mantık içinde, İncil'den çıkardıkları bu mantık içinde ve kendilerinin sahib oldukları avantajlar, teknolojik üstünlük ile, şu anda son darbeyi vurup, yeryüzünden kaldırmak hevesinde bulunuyor! Yâni şu andaki hevesleri bu!.. Onun için hedefleri Moskova filân değil, şu anda doğrudan doğruya Mekke!..
Evet Türkiye'yle şu anda çok bozuşmuş gibi gibi görünmüyorlar ama, Türkiye'yi kendilerine hizmet edecek bir ülke olduğu için, bozuşmuş gibi görünmüyorlar. Türkiye bu savaşta kendilerinin müttefiki olduğundan ve öbür müslümanlara Türkiye vasıtası ile darbe vurabilecekleri için, Türkiye ile şu anda tam bozuşmuş durumda değiller. Nitekim hükümet başkanı İngiltere'ye gittiği zaman da, "İşte böyleyiz; radikal İslâm'dan endişe ediyorsanız biz varız. Destekleyin, biz onun hakkından geliriz." gibi, İngilizlere teminat vermişti, oraya gittiği zaman. Çok net bir ifadeydi bu... Anlayan, kelimelerin arkasında hangi manâların yattığını bilen insanların çok net takib ettikleri, açıkça söylenen sözler. Yâni, "Siz radikal İslâm'dan korkuyorsanız, biz varız işte! Orada ne diye başta duruyoruz. Bizi destekleyin de, bizden korkmayın! Biz sizin için varız orda... Orta Asya'da iş yapacaksınız; biz varız, bizim vasıtamızla yapabilirsiniz." diye, devletin teklifi olarak oraya o teklifi götürüyoruz. "Buyurun, beraber işbirliği yapalım! Ve İslâm'dan da korkmayın; İslâm'ı tepelemekte biz size yardımcı oluruz." imajını onlara veriyor. Veyahut, hani hüsnüzanla söylemek gerekirse, çok iyimser bir ifadeyle söylemek gerekirse, Avrupa'nın İslâm'dan duyduğu endişeyi söndürmek için, bu ifadeleri kullanıyor. Hani, müslümanlardan endişe duyuyor diye...
Ama, onlar müslümanların müstakbel bir takım şeylerinden endişe duyarken, biz hristiyanların fiilen ve bugün tecavüzleriyle kan kaybetmekteyiz. Yâni, onlar bizim müstakbel, hayalî bir tehlike olmamızı literatürlerine sokmuşlar ve "Aman şöyle olabilir, böyle olabilir!" diye veryansın ediyorlar ve habire kesiyorlar. Yâni biz fiilen kesilen insan durumundayız ve yine de korkulan insanız. Korkulduğumuz için kesilmemiz normal... Yâni, kesilmemiz câiz ve hattâ vâcib onların inancına göre... Böyle bir mantık içindeler...
Kimse de çıkıp, "Bu ne biçim iştir?" demiyor ve bu işi de pek ciddiye alan yok galiba!.. Yâni ille otlayan koyuna da sıranın gelip, onun da ayaklarının bağlandıktan sonra boynuna bir bıçak vurulmasını beklemesi gibi... Yâni Balkanlar'da bir kesme olayı var; olsun... Kars'ın iki kilometre ötesinde, beş kilometre ötesinde bir kesme olayı var; olsun.. Yâni bizim anavatanımızın dışında, yavru vatanımızın da dışında... O halde olabilir, gibi bir mantık...
Halbuki, zaten bu vatan dediğimiz şeyin sınırlarına itirazımız olmalı bizim!.. Yâni niye vatan buraları, niye öbür tarafı değil?.. Ve burada çok net olarak, altını çizerek söylediğimiz bir nokta var ki, bu bizim sınırlarımızın ötesindeki yerlerde fiilen bulunan kardeşlerimiz, bizim tahmin ettiklerimizden çok daha da fazla... Oraya fiilen sahip olan kimseler, oraların hakîkî sahibi olmaktan, göründüklerinden çok daha fazla durumda uzakta... Ama, biz bunu bilmiyoruz.
Meselâ bugün Bulgaristan'da doğan her çocuğa Bulgar ismi veriliyor. Rusya'da aynı şekilde Ruslaştırma, asimile etme çalışmaları var. Onun için isimler, onların lehine görünebilir ama, Tataristan'da bir halk oylaması yaptılar; "İstiklâl mi istiyorsunuz; bizimle beraber siyasî birlik içinde mi olmak istiyorsunuz?" diye halk oylamasına müracaat ettiler. Çünkü istatistiklere göre, orda Ruslar'ın adedinin daha fazla olduğunu sanıyorlardı. Ama halkoylaması sonucunda "Hürriyet istiyoruz!" çıktı. Çünkü istatistik rakamlarıyla gösterilen durum, gerçekte yok ortada... Aslında müslümanlar daha fazla orda... Ama işte böyle çeşitli maksadlarla yanlış görüntüler ortaya konulmuş.
Yâni, bizim kendi ecdad ve atalarımızın yâdigârı ülkeler haksız istilâlarla el altında tutuluyor ve oradaki varlıklarımız bize küçük gösteriliyor... Müstevlilerin varlıkları büyütülerek gösteriliyor ve bu oyun dünya üzerinde pek çok kimsenin farkına varmadığı bir oyun halinde devam ediyor. Ama bizim bunu bilmemiz ve bununla uğraşmamız lâzım!..
Bizim Rusya'ya gittiğimiz zaman hayretler içinde gördüğümüz bir nokta, Urallar'ın doğusunda Almanlar'ın bir grubunun olduğu ve Almanya'nın onlarla ilgilendiği idi. Yâni Almanya Avrupa'da; ama, Urallar'ın doğusunda Almanlar'ın bir yerleşme yeri varmış ve özerk bir bölge... Almanya oraya yardımda bulunuyor. Yâni, biz envanter yapmamanın, nerde kardeşimiz olduğunu bilmemenin, onlarla ilgili bir bilgi toplayıcı enstitümüzün olmamasının ve onlarla ilgili çalışmaları yıllar önceden yapmamanın gafleti, dezavantajı ve kusuru içinde bulunuyoruz.
Şimdi bu manzara, tabii memnun edici ve bizi rahat tutucu bir manzara değil. Fakat buna rağmen, önümüzde bir takım imkânlar ve avantajlar da var tabii... Müslümanların yöneticilerinin şuurdan uzak olmasına, belki batı ile müttefik olmasına, belki onların ismi İslâm ismi olan elemanları olmasına dayalı, bir derbederlik var... Belki bu, zamanla izâle olacak. Yâni, her İslâm ülkesinde aşağıdan gelen baskı, belki yukarıdaki kukla rejimleri, halkını gerçekten temsil eden yönetimler haline getirecek. Yâni işin tarihî tabii seyri böyle olabilir, beklenilen budur ve bizim bunu kolaylaştırmamız lâzım!..
Orta Asya'da bir büyük kültürel, iktisâdî ve siyâsî güç olabilecek imkân belirmiştir. Tabii orada Kızılordu var. Rusya'nın mevcud teknolojisiyle, ordaki insanların istemedikleri hareketlerini bastırma gücü var. Ve orada tam hürriyet olduğunu sanmıyorum. Hattâ oranın, ismi Nebiyev, Rahmanov, bilmem ne... gibi güzel kelimelerle konulmuş olmasına rağmen, bir takım kişilerinin tam müslüman olduğunu ve Türkler'e, müslümanlara tam hizmet edecek insanlar olduğunu düşünmek bile kolay değil... Onların yetişme tarzı içinde yapılarının ötekilerden farklı olmaması mümkün...
Evet, Bosna'dan Çin sınırına kadar ve Çin'in içine kadar giden sahada bir takım imkânlar var; bu imkânları bizim kullanabilmemiz lâzım!.. Ve orada hak etmedikleri, mağdur durumda tutulan grupları, insanları desteklemenin ve uyandırmanın, ve onlarla işbirliği yapmanın çarelerini aramamız lâzım!.. Ve onları iktisaden, siyasî yönden, bilgi yönünden, teknolojik yönden çağa getirmemiz lâzım; çünkü, çok geri durumdalar. Gezdiğimiz ülkelerde onların acı durumlarını gördük. Sadece ustabaşı seviyesinde yetiştirmeyi planlamışlar ve içlerinden böyle memleketin meselelerini bizim görebildiğimiz gibi görebilecek münevver yetiştirmemişler.
Onun için, dış politikamızın yeniden düzenlenmesi lâzım!.. Dış politikanın yeniden düzenlenmesi demek, iç politikada bir takım hizmetlerimizin yapılması gerek. Çünkü dış politikayı hükümet ve meclis değiştirebilir, yeni esaslarını onlar kurabilir.
Şimdi biz bu toplantıyı çok önceden tesbit etmiş idik. İç politikadaki mevcut şartlar, şimdi daha da değişti Türkiye'de... Rahmetli Özal'ın sahneden çekilmesiyle bir kere reisicumhur seçimi, yeni başbakan seçimi ve yeni hükümet teşkili meselesi var önümüzde... Mutlaka bir hükümet değişikliği olacak, önümüzdeki aylar içinde... Bunu göreceğiz. Ve partiler arasında yeni gruplaşmalar olacak ve bu gruplaşmaların içinde müslümanların ve muhafazakârların ve dinine, devletine, milletine hizmet etmek isteyen insanların tırmandıkları yerlerden, surlardan aşağı atılmaları, itilmeleri ve tasfiye edilmeleri çalışması vardır. Bu tasfiye çalışmalarını devam ettirmek isteyeceklerdir. Bunu dış kuvvetler destekleyecektir.
Çünkü, Türkiye'nin müstakil bir dış politikaya sahib olmasını istemeyenlerin, kendileri fiilen çarpışmak istemedikleri için, kullanacakları metod budur. Kesenin ağzını açmak, kredi vermek, istedikleri adamları desteklemek suretiyle, içimizde bir mücadele meydana getireceklerdir. Bu mücadele ister istemez olacak. Yâni siz, ya onların dediği her şeye razı olacaksınız, ya da "Hayır, öyle şey olmaz! Bunun böyle olması lâzım!" dediğiniz zaman, dış destekli bir azınlık muhalefeti ile karşılaşacaksınız. Azınlık ama, ellerinde bürokratik, politik ve daha başka bir takım imkânları olan bir azınlık...
Onun için, bu toplantılarımızda bu yeni durumu mutlaka müzakere etmemiz gerekiyor. Gerçi konferansların konuları, bu meseleleri müzakereye açık, uzak değil ama, aradaki boşluklara yeni şeyler koyarak veya gruplar teşkil ederek, bu meseleleri mutlaka burada yeniden müzakere etmek zorundayız.
Sonunda müslümanın, mütedeyyin, Allah'tan korkan müttakî insanın daha fazla çalışması gerektiği ortaya çıkıyor. Çalışmayan pasif müslümanların büyük çoğunlukla vazife alacak noktaya gelmesi gerekiyor. Yeni kadroların, yeni şartlara göre eğitilmesi gerekiyor. Karşımızda yeni dış şartların, iç şartların istediği elemanları acilen yetiştirme eğitimi mecburiyeti var. Acil bir mecburiyet... Bunu mutlaka sağlamak zorundayız.
Mutlaka organize olmak zorundayız, mutlaka pasif müslümanları aktif hale getirmek zorundayız. Çalışmayan insanları, az veya çok çalışmalara katkıda bulunmaya getirmek zorundayız. Çalışanları daha fazla çalıştırmak zorundayız. Yeni hizmet ve çalışma sahalarında gerekli olan bilgileri süratle toplamak ve o sahalarda gerekli yeni çalışmaları mutlaka yapmak zorundayız.
Onun için mutlaka yeni eğitim müesseseleri kuracağız; mecburen, çok acil olarak... Bu eğitim müesseseleri bir taraftan beş yıl sonrasının, on yıl sonrasının kadrolarını yetiştirecek; bir taraftan da, kısa devre kurslarla acil ihtiyaçları karşılayacak...
Meselâ ben, geçtiğimiz sene içinde bazı arkadaşlarıma Orta Asya Türk lehçelerini öğrenmesini söylemiştim. Yâni umumî olarak teklif etmiştim. Ama, bazı arkadaşlarımız bu şeyi çok ciddiye aldılar, hattâ bu konuda kitap yazdılar. Yâni, kursa gittiler, bilgilerini geliştirdiler, hattâ kitap yazdılar. Bu tabii sevindirici bir şey ama, yaygın değil... Yâni, herkes yine kendi işinin dar çerçevesi içinde çalışıyor.
Bu işleri yapmak için, çok kuvvetli bir planlama şuuruna sahib olmamız gerekiyor. Bir planlama çalışması yapmamız gerekiyor. Tabiri caizse burdaki toplantımızın amacı, bu planlamayı şekillendirmektir. Burda, yeni gelişen şartların karşısında bir planlama çalışması yapmak durumundayız.
Onun için, sanıyorum bugünkü programda galiba, "Kalkınma Planımıza Genel Bakış" Bu kalkınma meselesine bir giriş olacak. 17.45 te... Ondan sonra da, "Kalkınma Planımız Çerçevesinde Sosyal Kalkınma Planı" konuşması var. Bugün bu konuda çalışacağız ve dinleyeceğiz. Bilgimizi geliştirmeye, derlemeye, toparlamaya ; zihnimizi bu meseleye yöneltmeye başlamış olacağız.
Yarın --cumartesi günü-- zaten ihtisası planlama, kalkınma planı hazırlama olan muhterem Dr. Agâh Oktay Güner'in, "Dünyada ve Türkiye'de Kalkınma Planlarının Değerlendirilmesi; Türkiyenin Kalkınması ve Bunun Planlanması" konuşması var." Sonra, muhterem Prof. Dr. Korkut Özal'ın "Dünyada Siyasî ve Stratejik Çalışma ve Değişmeler" konuşması var. Benim özetlediğimi şeyi herhalde o, bir başka açıdan, kendi tecrübelerini de katarak bize sunacak. Ondan sonra tekrar bir toplantı olacak.
Bu çalışmaların son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Bu çerçeve içinde yapılacak çalışmalara, ara zamanlarda kardeşlerimizin çok ciddî hazırlanması gerektiğini düşünüyorum.
Toplantımız, çalışmalarımız Allah'ın rızasına uygun olsun... Ümmet-i Muhammed'in hayrına olsun... İnşaallah, hem Türkiye'deki müslümanlar için, hem bütün ümidini bizden gelecek yardımlara bağlamış bulunan, sınırlarımızın dışında kalmış gönüldaşlarımızın, dindaşlarımızın, kardeşlerimizin yararına olsun... Allah-u Teâlâ Hazretleri, tevfikini refik eylesin cümlemize... Allah cümlenizden razı olsun...
Ben konuşmamı burada böylece kapatmak istiyorum. Ama, kardeşimiz Saff Suresi'ni okudu açılış Kur'an-ı Kerîm'inde... Mehmed Rıza Memduhoğlu kardeşimiz... Ordan bazı tercümeler yaparak bitirmek istiyorum sözümü:
(Bismillâhir rahmânir rahîm. Yürîdûne liyutfiû nûrallahi bi efvâhihim vallahu mütimmü nûrihî velev kerihel kâfirûn) "Allah'ın nurunu ağızlarıyla --sanki bir mumu üfleyip söndürmek ister gibi-- söndürmek istiyorlar amma; Allah-u Teâlâ Hazretleri, --kâfirlerin hoşuna gitmese de, onlar kerih görse de, istemeseler de-- nurunu tamamlayacaktır."
(Hüvellezî ersele rasûlehû bil hüdâ ve dînil hakkı li yüzhirahû aled dîni küllihî velev kerihel müşrikûn) "Odur Rasûlünü, Muhammed-i Mustafâ'sını, Habîb-i Edîb'ini hidâyet ile, insanlara hidâyet yolunu göstermek üzere gönderen ve hak dini bütün öteki yollardan ve inançlardan daha üstün kılmak; onlara galib ve zâhir, onların üstünde kılmak için, o elçiyi vazifelendirip gönderen odur. Müşrikler, Allah'a şirk koşanlar, yanlış inançlar içinde olanlar hoşlanmasalar bile, o nihâî galibiyet ve zafer inşaallah Alllah'ın bu kaderiyle müslümanların olacaktır." Bu müjdedir. Ondan sonra gelen ayet-i kerîmede:
(Yâ eyyühellezîne âmenû) "Ey iman edenler! (hel edüllüküm alâ ticâretin tüncîküm min azâbin elîm.) Sizi ahirette büyük bir cezaya ve elim bir azaba uğramaktan kurtaracak; vebalden, mes'uliyetten, Allah'ın hışmına, kahrına, gazabına uğramaktan kurtaracak bir çalışma, bir alışveriş, bir ticaret size öğreteyim mi?.. Onu size bildireyim mi, delâlet edeyim mi, klavuzluk edeyim mi?.. Onu size irşad edeyim mi, bildireyim mi?.." buyuruyor . Allah CC, kullarına yapmaları gerekli vazifeyi, bir mânevî alışveriş olarak takdim ediyor. "Siz böyle yapın, ben de onun karşılığında mükâfatını size vereceğim!" diye.
Yapılması gerekenleri ondan sonraki ayet-i kerîme sıralıyor:
(Tü'minûne billâhi ve rasûlihî) "Allah'a ve onun gönderdiği elçisine, sapasağlam kavî bir iman ile inanırsınız, bağlanırsınız. (ve tücâhidûne fî sebîlillâhi bi emvâliküm ve enfüsiküm) Ve Allah'ın yolunda mallarınızı sarf ederek, canlarınızı fedâ adarak cihâd edersiniz. (zâliküm hayrün leküm inküntüm ta'lemûn) Evet burada çalışmamızın içinde bir mal kaybı ve can telefi görülüyor ama... Yâni, büyük masraflar ve şehid olmalar, hayatını kaybetme olayları görülüyor ama; eğer irfan gözüyle bakılır ve gerçekleri tartan bir vicdanla iyice tartılır ve iyice anlaşılırsa, bu sarfın daha hayırlı olduğu aşikârdır. Yâni, bu malları vermek ve bu canları fedâ etmek daha hayırlıdır. Bu mallar verilecek ve bu canlar Allah yoluna îsar olacak, fedâ olacak; bu daha hayırlısıdır. Neden?.. Arkasındaki ayet-i kerîme bunu beyan ediyor:
Bu dünyadan mal gidecek, sonunda insanın canı da gidecek, canı da fedâ olacak ama; (Yağfirleküm zünûbeküm) bilerek bilmeyerek zünûbünüzü, günahlarınızı Allah affedecek. (ve yüdhilküm cennâtin tecrî min tahtihel enhâr) Aşağılarından şırıl şırıl cennet ırmaklarının aktığı cennet bahçelerine, köşklerine Allah dahil edecek. Bu mücâhidleri, bu fedâkârları; bu münfikleri, infak edici, ihsan edici, masraf yapıcı, Allah yolunda malını hizmete koyucuları cennetine sokacak. Ayrıca, (ve mesâkine tayyibeten fî cennâti adn) Adn cennetlerinde çok hoş meskenler, köşkler ihsan edecek. (Zâlikel fevzül azîm) Bu çok büyük bir feyzdir, çok büyük bir kazançtır, çok güzel bir sonuçtur. Çok güzel bir ticarettir ki, cüz'î bir mal veriliyor, nâçiz bir can veriliyor; ama, arkasından ebedî saadet ve bu büyük mükâfatlar alınıyor.
(Ve uhrâ tuhibbûnehâ) Bundan ayrı seveceğiniz bir müjde daha var: (nasrün minallahi ve fethun karîb) O da Allah'tan bir nusret gelecek, Allah yolunda cihad edilince, malla canla çarpışılınca, Allah'ın nusreti gelecek ve büyük bir fütuhat hasıl olacak. Peygamber Efendimiz'in zamanında olduğu gibi, inşaallah, bu hareketin yapıldığı her devirde o malla canla cihadın arkasından böyle bir nusret ve inşaallah feth-i mübîn hasıl olacaktır. (ve beşşiril mü'minîn) Ey rasûlüm, mü'minleri, bu güzel durumla müjdele... Bunlara nail olacaklarını kendilerine müjdele, bildir!
(Yâ eyyühellezîne âmenû) Ondan sonra hitab tekrar mü'minlere dönüyor: (künû ensârallah) "Ey iman edenler, Allah'ın yardımcıları olun!" Halbuki Allah-u Teâlâ Hazretleri yardımdan münezzehtir; Allah'a kim yardım edebilir?.. Bütün güç kuvvet, "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" iken, bütün güç kuvvet Allah'ın elinde iken, Allah'tan gücünü alan insanlar Allah'a nasıl yardım edebilir?.. Burda çok büyük bir iltifat mevcud tabii. Allah-u Tâlâ Hazretleri dinine yapılan yardımı böyle tavsif ediyor. Allah'ın dinine yardım edin demiyor, Allah'a yardım kabul ediyor. Yâni yardım edenleri taltif için bu ifade kullanılmış. Allahu a'lem.
(Kemâ kale îsebnü meryeme lil havariyyîne) Tarihten bir misâl: İsâ AS da, tek başına peygamber olarak gönderildiği zaman, kendisine yardımcı aradı. Havârîler ki; onlar dere kenarında çamaşır yıkayan işçi kimselerdi, sâde vatandaşlardı, o ülkenin bîçâreleri gibi idi. Yâni, güçlü kuvvetli, zengin, varlıklı, komutan, hükümdar veya vezir durumunda insanlar değillerdi de; şöyle sıradan, sâde, Allah'ın mübarek sevgili kullarıydı. Onlara Hz. İsâ dedi ki: (Men ensârî ilallah) "Allah'ın vuslatına giden yolda, hizmetini yapma esnasında bana kim yardım edecek?" (Kalel havariyyûne nahnü ensârullah) Havarîler, "Tamam biz Allah'ın yardımcısıyız." dediler.
(fe âmenet taifetün min benî isrâîle ve keferet taifeh) Bu, dünyadaki kulların mükellefiyet sırrı icabı, bu tebliğin karşısında serbestlik olduğundan, kulların bir kısmı iman ettiler Hz. İsâ'ya ve Havariler'inin çalışmalarına; müsbet tavırla geldiler, davetine icabet ettiler, müslüman oldular, imana geldiler, Allah'ın yoluna girdiler. (ve keferet taifeh) Bir kısmı da teferrüd eyledi, inad eyledi, kâfir oldu, asî oldu, bağî oldu, itiraz etti, mücadele etti. İki gruba ayrıldı: İnananlar ve inanmayanlar...
Amma, (feeyyednellezîne âmenû alâ adüvvihim feasbahû zâhirîn) Allah CC, iman edenleri te'yid eyledi, takviye eyledi; onlar galib geldiler. Yâni galebenin, zaferin, muvaffakıyetin, müjdenin, güzel sonucun, dünyevî ve uhrevî mükâfatın sonucu Allah cephesinde olmak, Allah'ın sevdiği çizgide olmak, Allah yolunda malıyla, canıyla cihad etmek...
Bu ayetleri seçtiği için kıraetine, o kardeşimizi de ayrıca bu irfanından dolayı tebrik ederim. Bu da bir tebliğ oldu. Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi kendisinin bu davetine icâbet edenlerden eylesin...
Bi hürmeti esrâri sûretil fâtiha!..
23 Nisan 1993 - Bursa