IX. DERS
22 Haziran 1975
İskenderpaşa Camii
Râmûzül Ehâdîs Dersi
Sayfa: 557/1 - 558/5
Euzübillâhi mineş şeytanir racîm.
Bismillâhir rahmanir rahîm...
Elhamdü lillâhi rabbil alemîn...Vel âkıbetü lil müttakîn...Ves salâtü, ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihi ve sahbihi ecmaîn...
İ'lemû eyyühel ihvân... Enne efdalel kitabi kitâbullah, ve enne efdalel hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem... Ve şerrel umûri muhdesâtüha... Ve külle muhdesin bid'ah. Ve külle bid'atin dalâleh... Ve külle dalâletin fin nâr... Ve bissenedil muttasili ilen nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kaal:
557/1 (Kân, yesûmü âşûrâ ve ye'müru bih.)
Hayat-ı Peygamberîdir okuduklarımız... Hayat-ı Peygamberî SAS, tasavvufun köküdür. Tasavvufun kökü, Rasûlüllah SAS'in hayatıdır. Tarikatın münkirleri, --Allah hepimizin hakkında hayırlar nasib etsin-- âkıbetleri çok acıdır. Çünkü tarîkat, Rasûlüllah'ın hâline uymaktır. Tasavvuf zâten laf değil, hal ilmidir. Kal ilmi değil, hal ilmidir. Hal, Rasûlüllah SAS'in halidir. Gaye, Rasûlüllah SAS'in haline kendimizi uydurabilmektir. İşte ne zamandan beri okuyoruz; namazı, orucu, zekâtı, haccı...vs. Bütün hallerine insan kendini uydurabildi miydi, en bahtiyar insan odur.
Cenâb-ı Peygamber SAS, aşûre günü --muharremin 10. günü-- oruç tutardı. Onunla bizi de emrediyor, "Siz de tutun!" diyerekten... O gün (yevmün şerîfün) bir güzel gündür ki, Allah-u Teâlâ Musâ AS'ı Firavun'un şerrinden kurtardı. Firavunun helâk olduğu, Musâ As'ın da kurtulduğu bir gündür o... Nuh AS'ın gemisinde yüzenlerin kurtulduğu gündür. O gün, Yusuf AS'ın sicinden, hapisten kurtulduğu gündür.
O gün bütün mahlûkat oruç tutarmış. Ondan dolayı Cenâb-ı Peygamber de tutmuş. Bize de emretmişler ki, "Siz de tutun!" diyerekten. Fakat, muharremin yalnız 10. günü değil 9. günü de ilâve etmek, yahut 10. ile 11. günü beraber tutmayı efdal bulmuşlar.
557/2 (Kâne SAS, yesûmül isneyn vel hamîs.) Rasûlüllah SAS Hazretleri, her perşembe ve her pazartesi oruç tutarlardı. Binâen aleyh, dervişlik taslayan, dervişliği de bırak müslümanlık taslayan insanların hepsinin de kendisini Peygamber'e uydurması, benzetmesi için, perşembeyi, pazartesiyi gözlemesi lâzım. Hasta olmadıkça, bir mâzereti olmadıkça, her pazartesi ve her perşembeyi tutarlarmış.
557/3 (Kâne yesûmü min ğurrati külle şehrin selâsete eyyâm) Her ayda bazan ilk üçünü, bazan son üçünü, bazan 13, 14, 15'ini tutmak sûretiyle her ay üç gün oruç tutarmış. (ve kalle mâ kâne yeftıru yevmel cumuah.) Nadiren de, cuma günleri iftar ederlermiş.
557/4 (Kâne yesûmü tis'al zilhicce) Hac ayı var ya, hac ayının öndeki dokuz gününü de oruç tutarlarmış. Dokuzuncu gün oruç tutmak mekruh hacılara... Onuncu gün kurban bayramı, kurban kesinceye kadar oruçlu olur, kurbanını kestikten sonra iftar eder.
Binâen aleyh, bize de lâyık olan odur. "Ama işimiz var..." İş, ihtiyaç kadardır. İhtiyaçtan fazla olan işler, insanda yorgunluğa sebep olur, fazla para kazanmağa sevkeder. Onlar dünya muhabbetinden nâşidir, dünya sevmekten ibarettir. Karnını doyurup, Allah'a ibadet edecek kadar bir kuvvet elde edebildin mi; çoluk çocuğun nafakasını temin edebildin mi, kâfî gelir o!.. Ondan sonra, ibâdet ü tâate kendisini vermesi lâzım gelir insanın...
(Kâne yesûmü tis'al zilhicce, ve yevmel âşûrâ) Zilhiccenin dokuz gününü tutuyor. Arkasından aşûre gününü tutuyor. (ve selâsete eyyâmü min külli şehrin) Her aydan da üç gün tutuyor. Yaz ve kış her aydan üç gün oruç tutuyor. (evvelül isneyn mineş şehr) Ayın ilk pazartesisini tutuyor. (vel hamîs vel isneyn minel cumuatil uhrâ) Ertesi haftanın da perşembesiyle pazartesisini tutup üçe tamamlıyor. Bir haftada bir kısmını, bir haftada da diğer kısmını tutuyor.
557/5 (Kâne yesûmü mineş şehr, essebte vel ehade vel isneyn) Bir ay cumartesi, pazar ve pazartesiyi tutuyor. (ve minel âhir, selâsâ', vel erbaa vel hamîs.) Öteki ayda salı, çarşamba ve perşembeyi tutuyor. Ve bu sûretle haftanın her gününde oruç tutmuş oluyor.
Bugün belki bu kitab biter ama, bugün bitmesin diyerekten arada biraz başka ders işleyelim de, bunu gelecek derste bitirelim inşaallah...
İmâm-ı Gazâlî Hazretleri'nin "Eyyühel Veled" diye ma'ruf, çocuğuna hediye ettiği bir kitabı var. O kitabında bazı bu derse ait fadâilden bahsetmiş. Onlardan da birazcık okuyayım ki vakit geçsin:
"İnsan için lâzım olan şey, mütâbaât-ı Rasûlüllah SAS'dir. Yâni, Rasûlüllah SAS'e uymaktır. Onun yaptığı gibi yapmak, yattığı gibi yatmak, yediği gibi yemek, gezdiği gibi gezmek, giydiği gibi giymektir."
SAS, peygamber... Nefsinden emin, Allah-u Teâlâ'nın himayesinde ve hıfzında... Ma'sûm... İstese de yapamaz, Peygamber SAS... Çünkü, Cenâb-ı Hak onu himâyesine almıştır, hıfzına almıştır, emniyetine almıştır; onu kendi başına bırakmaz, istese de yaptırttırmaz. İstemez ya, farz-ı muhal... O ma'sûm... Ma'sûm olduğu halde bakın nasıl riyâzet yapıyor!.. Her gün oruç tutuyor demek ki...
Bu orucun ne faydası var?.. Faydası şu ki, az yemek insanı en yüksek makama ulaştırır. Çok yemekle insanın vücudu şişer, kuvveti artar; âlâ-i ılliyyîn denilen ruhâniyet makamlarına yükselemez. Az yemeklik insanı böyle makam-ı âlâ-i ılliyyîne ulaştırır ki, o da oruçla olur.
Çok yemek de insanı esfel-i sâfilîne, hayvanlar derekesine düşürür. Müslümanlar yakın zamana kadar bir öğünle, bazen de iki öyünle iktifâ ederlerken, bugün üçe çıkarmışlardır. Sabah, öğle, akşam... Bu ne için?.. Beslenme kaidelerine muvafık olacakmış... Bu da Avrupa'dan bize geçmiş. Halbuki eski müslüman bir sabah yedimiydi, bir de akşam yermiş.
Zünnûn-ı Mısrî diyerekten bir evliyâullah var, o diyor ki:
"Hikmet denilen bir nîmet, bir devlet, bir nûr var ya; o, dolgun midelerde bulunmaz!" diyor. Ne kadar okursan oku, ne kadar büyük bilirsen bil; fakat, o hikmet nîmeti dolgun midelere inmez, durmaz orda...
Musannif İmâm-ı Gazâlî Hazretleri'nin "Minhâcül Âbidîn" isminde bir kitabı daha var; o kitabında demiş ki:
"Ben Lübnan dağında bir çok ricâlullah, ehlullah ile karşılaştım. Bana dediler ki, sen ehl-i dünyaya döndüğün vakitte onlara söyle ki, dört şeye çok dikkat etsinler:
1. Kim ki yemeği çok yer, yemeğe çok yakın; o, ibadetin lezzetini bulamaz. Geceleri uyumasa da, gündüzleri akşama kadar ibadet de etse, ibadetin lezzetini bulamaz; çünkü tok... Tokun, açın halinden haberi olmaz derler. Büyüklerin nasihatı bu, benim değil...
2. Her kim ki çok uyuyor; o da ömrünün bereketini bulamaz. Uyku ile geçer vakti...
3. Çok konuşmaya alışmış bir kimse, dünyadan İslâm dini ile çıkamaz. Allah muhafaza etsin... Çok konuşacağına, dilini Allah'ı zikirle meşgul et!.. Tesbih ile meşgul et, tefekkür ile meşgul et kendini..."
Şimdi bakın, yaz mevsimi... Bütün zenginler sefâ peşinde... Neden?.. Tokluktan. Tokluğu ne ile geçirecek?.. Sefâ ile geçirecek. Bu zarar yeter insana...
Sehl denilen bir zat var, evliyâullahtan... O diyor ki:
"Bütün hayırlar dört şeyin içerisindedir; ki, evliyâ dedikleri zatlar onlardan olur. Bunlardan birisi açlıktır. Açlık bizim sermayemizdir. Çünkü âlâ-i ılliyyîne ancak açlıkla çıkılır, toklukla çıkılmaz."
Âlâ-i ılliyyîne çıkmak, ibadetin lezzetini bulmak ve sair kemâlât ancak açlık ve sabırla olur. Ama bu açlık, çok aç olup da vücudu düşürecek, kuvvetten alacak kadar değil... Vasat, orta bir açlık... Çünkü vücut senin bineğindir. Ona lâzım olan kuvveti vermezsen, seni taşımaz. Meselâ, arabanın benzinini koymazsan, o seni taşımadığı gibi; vücutta da kuvvet hasıl olmadıkça, ibadet tâat edemezsin. Kendini riyâzete verir, oruca verir vücûdunu düşürür de namaz kılamayacak hale gelirsen, olmaz.
Halbuki, namaz oruçtan efdal!.. İki rekat namaz, bir oruca bedeldir. Oruçta akşama kadar aç kalırsın... İki rekat namaz iki dakîkada kılınır; o ondan efdal olur.
"Çok konuşanlar dünyadan İslâm dini ile çıkamaz." dedi ya, buna karşılık bazı büyükler demişler ki:
"Dilini tut! Çünkü belâlar sözlere bağlıdır. Söze göre belâlar başa gelir."
Abdullah ibn-i Mübârek denilen bir evliyâ var; meşâyihten ve hadis alimidir. O da diyor ki:
"Dilini tut! İnsanın ölümüne, katline sebep olan en süratli şey dilidir.
Lisân, gönlün de delilidir. Gönlünde ne varsa, dilinden o çıkar. Kapta ne varsa, akıttığınız vakitte o akar. Bal varsa, bal akar; sirke varsa, sirke akar. Kalbinizde Allah rızası dolu, Allah ile meşgulse; lisandan Allah'a müteallik nasihatlar çıkar. Fakat, dünya ile doluysa, boş laflar çıkar.
Dilin senin aslanındır. O orda kenarda bağlı duruyor. Bıraktın mıydı, evvelâ seni yer o... Aslan ne yapar?.. Parçalar."
Mâlik ibn-i Dinar denilen büyük zat var; diyor ki:
"Kalbinde kasâvet var, sıkıntı var, darlık var... Bedeninde bir ağırlık, yorgunluk, iştahsızlık var; bir gençlik gücü yok... Rızkında da bir darlık var; çalışıyorsun ama ekmek parasını zor topluyorsun, kazanamıyorsun... İyi bil ki sen hoşa gitmeyen sözler konuşmuşsun, boş laflar konuşmuşsun; bütün bunlar ondan dolayıdır."
Sen şimdi dersin ki, "Hoca Efendi! Ne kadar budala insanlar var ki, çeneleri boş laf konuşur, rızıkları da pek boldur..." Vardır öyle insanlar... Sen onları hesaba katma! Sen bu büyüğün dediğine bak!.. Sende bir kasvet-i kalb varsa, rızkında bir derlığın varsa, vücûdunda bir ağırlığın varsa; bil ki, konuşmalarındaki hatalarından dolayıdır. Boş laflarla ömrünü geçirmişsin, vaktini geçirmişsin...
Demişler ki: "Sadakanın en efdali..." İşte çok para veriyorsun, beşyüz lira, bin lira, ellibin lira, yüzbin lira... Hayır!.. "Dilini tutabiliyormusun; en efdal sadaka o!.."
"Kim dilini tutarsa, Allah da onun ayıplarını örter." Şimdi öyle bir derde düştük ki, dili tutmak nerde; ne kadar yalan var, ne kadar iftira var, birbirimizin aleyhinde yağmur gibi yağdırıyoruz. Nerde düşüneceksin artık, bu kemâlât-ı insaniyyeyi sen?.. İnsanlığın kemâlâtı, parayı toplamak ve mevkilerin sahibi olmak... Onun için, nasıl konuşuyorsa konuşuyor adam... Aleyhte maleyhte...
Halbuki ne kadar kötü!.. İnsan konuşurken dirhemle konuşacak... Kimseyi incitmeyecek, kimseyi darıltmayacak... Kimsenin aleyhinde konuşmayacak... Kimsenin hatasını ortaya koymayacak. İnsanların hatasını ortaya koyanların hatalarını da Allah yüzlerine çarpacak... Binâen aleyh, bunlar çok dikkat isteyen şeylerdir.
Bu büyüklerin sözleri çok kıymetli sözlerdir.
"Söz belâdır. Vaktini kaçırıyorsun, ömrünü tüketiyorsun boş şeylerle... Ancak sana fayda verecek söz zikrullahtır."
Onun için Cenâb-ı Peygamber, orucu çok tutuyordu ki; açlık, insanın konuşmasına meydan vermez. Açlıktan kendi derdinle meşgulsün, karnını sıkıyorsun.ÊGeçen derslerimizde okuduk: Cenâb-ı Peygamber, karnına taş bağlayıp da sıkıyordu, değil mi?.. Yediği arpa ekmeği değil miydi?.. E, sofuluk nerde ya?..
İnsanın belâları hep dilinden gelmiş. İnsanın salâhı da dilini tutmakta imiş. Yine, insanların telefi lisanlarından oluyormuş.
"Az ye!" dedi, "Az konuş!" dedi. Şimdi de diyor ki, "Az uyu!.." Uykuyu da azalt!.. Meselâ, "Altı saat uyku yeter!" derler. Altı saatten aşağısı, yaşlılar için belki... Sekiz saat ortadır amma, altı saat de insana yeter.
İnsanın ömrü, sermayesi olduğuna göre; bu ömrün içinde namaz mı kılacak, Kur'an mı okuyacak, zikir mi yapacak?.. Bunlar, uyanıklığa bağlı... Uyuduğu vakit, bu ömür denilen şey uyku ile geçince, insan tabiatıyla bu faziletlerden mahrum kalacak.
Bununla beraber, (kesretüs salah) Ekmeği azalt, lafı azalt, uykuyu azalt ama, "Namazı çoğalt!.." Çünkü, namaz bütün ibadetlerin her çeşidini câmi'dir. Bedenle bir kere yatıp kalkıyoruz. Mâlî olaraktan da, bedenlerimizi beslemek şeklinde masraf ediyoruz. Kalbimiz ona göre... Namaz kılmak için yıkanacağız, abdestleneceğiz. Örtüneceğiz; açık olaraktan namaz kılınmaz. Kâbe'ye karşı yöneleceğiz; hatırımıza gelecek her şeyler... Ve bununla beraber, bir de hudû ve huşû denilen şeyi kapmağa çalışacağız, yapmağa çalışacağız. Yalvaracağız Cenâb-ı Hakka, "Aman yâ Rabbi!" diyerekten...
Elham'dan başlıyor, Kur'an okuyoruz. Kelime-i şehadet getiriyoruz Ettahiyyâtü'de... Ayakta duruyoruz, oturuyoruz. Rükû, tekbir, tesbih, tehlil... Hepsini yapıyoruz bunların... Hepsi namazın içerisinde... Demek ki, namaz her çeşit ibadeti kendinde topluyor.
Onun için, Cenâb-ı Peygamber gittiği yerde namaz kılıyor, kalkarken namaz kılıyor, yolda kılıyor, gece kalkıyor kılıyor... Gece ibadetleri ne kadar efdaldir. Hangimiz şimdi gece kalkıp da bir ibadet edebiliyor?.. Niçin?.. Karnımız tok... Gece ibadetine açlar kalkabilir. Tokların kalkması çok müşkil...
Bundan sonra da (kesretüs sadaka) Lafı az yap, yemeği az yap, uykuyu az yap; ama, namazı çok yap! "Sadakayı da çok ver!.." (ve efdalüs sadaka en yekûne min ehabbi emvâlih) "Sadakanın efdali, insanın sevdiği malından verdiği sadakadır." Artan, kullanamayacağı, yiyemeyeceği, harcayamayacağı maldan verilen sadakanın sevabı az olur. Malının en sevdiğinden verecek!.. Mal senin verdiğindir. Vermediğin senin değil başkasının, mirasçı kimse onundur. Çünkü Allah-u Teâlâ:
(Mâ indeküm yenfedü vemâ indallahi bâk) "Senin yanındaki fâni, ind-i ilâhiyyedeki bâki!.." (En-Nahl: 96) buyuruyor. Hangisi ind-i ilâhiyyedeki?.. Verdiğin sadakalar...
Estaizü billâh:
(Len tenâlül birre hattâ tünfiku mimma tühibbûn) "Sevdiğiniz şeylerden Allah rızası için harcamadıkça iyiliğe erişemezsiniz." (Âl-i İmran: 92)
Sadakanın, iyiliğin, ihsanın en güzeli... İnfak edeceksin ama, sevdiğinden vereceksin!.. Onu bir yerde görmüştüm de, "Sevdiğini, sevdiğine, sevdiğin gibi vereceksin!" demiş.
Hazret-i Enes diyor ki:
Kıyamet günü bir adam getirmişler. Cehennemde yanmış bu adam, sonra çıkarmışlar. Demişler: "Gördün mü azabı?.." "Gördüm." demiş. "Şimdi derya kadar malın olsa, sen o malını verirmisin, o azabdan kurtulmak için?.." "Veririm." demiş. Gördü ya, cehennemdeki şiddeti... "Dünya malım olsa, onun hepsini vereyim de, aman oraya bir daha beni koymayın!" diyor. Cenâb-ı Hak da diyor ki: "Yoook, doğru söylemiyor bu!.. Ben ona dünyada iken birazını ver dedim de, o birazına kıyamadı. Şimdi bugün nasıl verecek hepsini?.."
Hazret-i Ali RA'dan bir hikâye anlatılıyor:
Ali Kerremallahu Vecheh, Rasûlüllah Efendimiz'e sormuş: "Yâ Rasûlallah! Kur'an okumak istiyorum, ne buyurursunuz?.." "Yâ Ali, sadakaya devam et, sadakaya!.. Sadakaya mülâzemet et! Kur'an'ı oku ama, sadakayı da bırakma! Çünkü, sadaka seni ateşten kurtulmana, cehennemden kurtulmana bir emandır.
Onun için, yarım hurmacık da olsa, onunla kendini cehennemden korumaya çalış. Mümkünse onu da ver! Bundan ne olacak diye bırakma sadakayı!.."
"Yâ Rasûlallah! Sana salât ü selâm getirmek istiyorum, ne dersiniz?.." "Salât ü selâm getir ama, sadakaya da devam et!.."
"Tesbih çekiyorum, ne dersiniz?.." "Sadakaya devam et!.. Tesbihi çek ama, sadakayı da bırakma! Çünkü sadaka, cenneteki hûrilerin mihridir."
Şimdi nikâh kıyıyoruz ya, "Kaç para vereceksin bakalım nikâh parası?" diye soruyoruz. İşte on lira, yüz lira, bin lira... Nikâhlarda bu mihir denilen şey, sünnet diyenler var, vacip diyenler var. Herkes nikâh kıyıldıktan sonra hanımına vereceği şeyi mihri takdir edecek. Takdirsiz olarak, "Aldın mı?.. Aldım. Vardın mı?.. Vardım. Hadi yallah..." Olmaz öyle!.. Bir kaide, bir usûl-ü diniyye var. Bu usûl-ü diniyyeye de riayet lâzım.
Yalnız şunu arz edeyim ki, geçen bir şey duydum, acı geldi bana: Yahudi çocuğu evleniyormuş, bizim müslümanlardan birisini de davet etmiş. "Bizim bu akşam havrada nikâh kıyılacak, sen de gel!" demiş. Bu efendi de gitmiş. Orda tam iki saat merasim yapılmış. Haham neler okuyor, neler diyorsa... İşte üfürüp müfürüp bir şeyler yapıyor. İki saat orda, bir merasim ile nikâh cemiyeti yapılıyor.
Bizim nikâh cemiyetinde ne oluyor?.. Bir salât ü selâm okuyoruz. "Aldın mı oğlum?.." "Aldım." "Sen de vardın mı?.." "Vardım." diyor. Ama, "Ne vereceksin bakalım buna?" deyince, "Ben merkep almıyorum ki!" diyenler de var. Allah muhafaza etsin...
Peygamber SAS'in sünnetidir bu... O takdir etmiş. Kızına da takdir etmiş, başkalarına da... İslham'da bugüne kadar gelmiş bir âdet ü an'anedir. Kitaplarımızda da bu kayıt mevcuttur ki, nikâh kıyılırken mihir de beraber söylenir. Bunu altın para olarak takdir ederler ki, altının değeri değişmez. Bizim kâğıt paralarımızın değeri mütemadiyen değişiyor. Meselâ, "On lira, yirmi lira, otuz lira... Altın para üzerinden ben sana mihir takdir ettim." diyecek. O da senin yakana sarılıp da, "Ver bu paraları!" demez ama, bunun takdiri vacib... Belki bize göre de bunu, hanımının eline teslim etmek lâzım... "Peşin olarak, ben sana bunu vereyim, al paranı!" de, rahat ol.
Hattâ ve hattâ en helâl para, --kazançlar var ya çeşit çeşit, bunun en helâli-- hanımına verdiğin nikâh parasıdır. Meselâ bazı hastalar vardır ki, tedâvi olmaları müşkildir. Onun için derler ki, "Hanımının nikâh parasından bir miktar al. Onunla git biraz tereyağı al, biraz da bal al... Biraz da nisan yağmuru suyundan karıştır. Bunu sabahları aç karnına yersen, iyi olursun." filân diye tavsiyeler de vardır.
Hazret-i Ali demiş ki: "Yâ Rasûlallah! Gece namazına ne dersin?.." Gece namazı, teheccüd çok makbul... "Haa, onu kıl! Onu kılmakta yüzbin sevap var!.."
Bunu geçen gün bir kitapta da gördüm. Mekke'de kılınan namaza yüzbin sevap var ya, gece kıldığımız namaza da yüzbin sevap var!.. Biz "Mekke'de kılalım, yüzbini alalım." diye gayret ediyoruz. Bakın, burda da varmış işte... Gece kalkıp da kıldın mıydı, o yüzbini burada da veriyor Allah... Çünkü, herkes uyuyor. Ses kesilmiş, sedâ kesilmiş... O karanlık sırada sen de kalkacaksın. Bir abdest alıp, üzerindeki uyuşukluk gider insanın... Sonra da Cenâb-ı Hakk'ın divanına durdun muydu, onun tadına doyum olmaz.
Bundan sonra sıra geldi SASme... Namazı çok yap, sadakayı çok yap, orucu da çok tut!..
Şimdi Rasûlüllah SAS'in oruçlarını okuyordum da, diyor ki:
(Samtü sâimü tesbîhun) Oruçlu adam sükût ediyor; onun sükûtu tesbihtir. (ve nevmühû ibâdetün) Oruç tutmuş uyuyacak biraz; o da ibadettir. Oruçlunun uykusu da ibadettir. (ve duâühû müstecâbetün) Yalvarıyor, "Yâ Rabbi..." diyerekten; onu da Allah kabul eder. Çünkü, Hak rızası için aç duruyor. O açlığından dolayı, duasını da Cenâb-ı Hak reddetmiyor. Ameline de kat kat, hesapsız karşılık veriyor.
Allah rızası için bir insanın bir günlük orucu, onu yetmiş sene Cehennemden uzak eder. Cehennemin yüzünü görmez yâni...
Onun için sâdât-ı sufiyye, sofuların büyükleri olan insanlar SASm-ı dehri ihtiyâr etmişler, bütün yıl oruç tutmuşlar. Bayram günleri müstesnâ tabii... Onların bazıları SASm-i Dâvudu tutmuş; bir gün tutuyor, bir gün yiyor. Bazısı da her pazartesi ve perşembeyi tutuyor, Rasûlüllah SAS'in tuttuğu gibi... Eyyâm-ı Biyd denilen her ayın 13, 14 ve 15. günlerini tutuyor, sevapları da o nisbette çok oluyor.
Lâkin, oruçta ölçü, bedeni zayıflatmamak şartıyla... Bedenin ihtiyacı olan gıdayı vereceksin, bedeni zayıflatmamak şartıyla oruç tutacaksın; yoksa öyle, delicesine değil!.. Çünkü, beden fazla düştü müydü, insan hayâlâta kapılır. Hayâlâta kapılınca vesvese alır kendisini, tımarhanede alır soluğu...
Yahut da bakarsınız namazdan alıkoyuyor. Halbuki namaz oruçtan efdaldir. Lokman AS da çocuğuna böyle vasiyyet etmiş.
Şimdi dersimize dönelim:
557/6 (Kân, yudahhî bikebeşeyn akraneyn emlehayn ve kâne yüsmî feyükebbir.) Rasûl-i Ekrem SAS, kurban keserken, boynuzları dolgun iki koç kesiyor. Hem de keserken, "Bismillâhi" diyor. Bir de "Allahu ekber... Allahu ekber..." diyerekten tekbir ile kesiyor. Onun için bize de aynen sünnet olmuştur. Kurbanlarımızı bu şekilde keseriz elhamdü lillah...
557/8 (Kân, yadribu fil hamri bin niâl vel cerîd.) İçki içenleri ayakkabı ile ve sopa ile de döverlerdi.
557/9 (Kân, yedaul yümnâ alel yüsrâ fis salâh) Namazda iken sağ ellerini, sol ellerinin üzerine korlardı. Ki, bizim yaptığımız gibi... (ve rubemâ messe lihyetehû) Bazen de, namazda şöyle sakallarını mesh ederlermiş. (ve hüve yüsalli.) Namaz kıldığı halde... Oynamamak şartıyla bir kere tutar, öyle dururmuş. Bu da Rasûlüllah'a ait...
557/10 (Kâne yudammirul hayl.) Atı beslerlermiş. Bir müddet atı besliyor, ondan sonra yemini kesiyor. Onbeş gün mütemâdiyen yem veriyor. Sonra yemini azaltıyor. Şu koşucuların, hayvanları koşturacakları zaman yaptıkları gibi... Böyle yapınca, hayvanlar daha çevik olurlarmış. Bir müddet besleniyor, ondan sonra onun yemini azaltaraktan, o aldığı eti vücudunda kuvvetlendirip sıkılattırıyor.
557/12 (Kâne yüabbiru alel esmâ'.) Rüyaları, görülen isimler üzerine tabir buyururlarmış. Meselâ, Hasan isminde bir adam görmüş; iyi... Cemil isminde bir adam görmüş meselâ rüyasında; güzel... Bir de taş, demir gibi birisini görmüş; o da taş, demir gibi olur.
557/12 (Kâne yu'cibühür rü'yel haseneh.) Görülen güzel rüyâlar hoşlarına gidermiş. "Ben şöyle uçtum... Şöyle denizlerde yüzdüm... İşte melekler gibi göklere çıktım... Kâbe'ye gittim..." Bu gibi rüyalar insanların hepsinin hoşuna gider.
557/14 (Kâne yu'cibühüs süfl.) Tirid dediğimiz... Biraz etle suyu koyuyoruz. Ekmeği doğruyoruz, üzerine bunu döküyoruz; lezzetli bir yemek oluyor. Herkes yer ondan... Onu severlermiş.
557/15 (Kâne yu'cibühü izâ harace en yesmea yâ râşid, yâ necîh.) Bir yere giderken, birisi "Yâ Râşid!" diye seslenirse, "Yâ Necîh!" diye seslenirse hoşlarına gidermiş. Çünkü râşid güzel bir isim... Ferah verici şeyler... Bu gibi şeyler hoşlarına gidermiş ki, o işin iyi olacağına alâmet...
557/16 (Kâne yu'cibühül fâğıyeh.) Fâğıyeh, kına çiçeği... O da hoşlarına gidermiş.
557/17 (Kâne yu'cibühül kar'.) Kabak da hoşlarına gidermiş. Severlermiş kabağı...
Kabakda bir çok fevâid bahsediyorlar. "Aklın da kemâle ulaşmasına, kuvvetlenmesine sebep olur." diyorlar.
557/18 (Kâne yu'cibühû en yüd'ar racülü biehabbe esmâihi ileyh ve ehabbe künâh.) Arkadaşına bir şey olursa, en güzel adı ne ise onunla çağırırdı. "Ali bey!.. Hasan bey!.." gibi. "Ahmet!.. Mehmet!.." diye bağırmaktansa, böyle biraz hoşuna gidecek bir şeyle taltif etmesi hoşlarına gidermiş.
557/19 (Kâne yu'cibühül bıtîhu bir rutab.) Bıttîh, kavun veya karpuz mânâsına geliyor. Onu yaş hurmayla yemesi de hoşlarına gidermiş SAS Hazretlerinin...
558/1 (Kâne yu'cibühû en yüftıra aler rutabi) Yaş hurma ile iftar etmeleri de hoşlarına gidermiş. (mâ dâmer rutab) Yaş hurma ile bozmak hoşlarına gidermiş. (ve alâ temrin izâ lem yekün rutab) Yaş hurma yoksa, kuru hurma ile --temr diyorlar-- iftar ederlermiş.
(ve yahtim bihinne) Yemekten sonra yine üzerine biraz hurma yiyerek hatm ederlermiş. Evvelinde hurma ile başlarlar, sonunda yine hurma yerlermiş. (ve yec'alühünne vitran, selâsen ev hamsen ev seb'an.) Ya üç, ya beş, ya yedi olmak üzere namazdan evvel bunlarla iftar ederlermiş.
558/2 (Kâne yu'cibühün nazaru ilel ütrüc) Ütrüc, turunç... Ona bakmak da hoşlarına gidermiş. Elmaya bakmak da hoşlarına gidermiş. Elmanın fadâil çok... Rengi ayrı, tadı ayrı, kokusu ayrı, lezzeti ayrı... Hepsini Cenâb-ı Hak onun içinde toplamıştır.
Onun için, onlara bakıldığı zaman Allah'a şükretmek lâzım ki, ne güzel meyvalar... Bol bol, yazın da var, kışın da var... Cennet gibi maşaallah memleketimiz!.. Allah, bu nimetleri elimizden almasın...
558/3 (Kâne yu'cibühün nazaru ilel hudrah) Yeşilliklere, ormanlara, ağaçlara ve meyvalara bakmak hoşlarına gidermiş. (vel mâil cârî.) Akarsulara bakmak da hoşlarına gidermiş.
558/4 (Kâne yu'cibühüt teheccüdü minel leyl.) Bunlardan daha üstünü teheccüd namazı... Şimdi (yazın) meselâ bizim buralarda gecelerimiz kısadır. Gecelerimiz kısa olduğu için, yatsıyı kıldıktan sonra, yatmazdan evvel bir abdest tazeler, kılabildiğimiz kadar --hiç olmazsa 4 rekat-- namaz kılabilir de yatarsak, inşaallah onlar da teheccüd yerine geçer. Çünkü, uzun gecelerde müsaid gece kalkmak ama, şimdi üç saat var arada... Bu üç saati nasıl böleceksin de kılacaksın?.. Bahusus yorgun kimseler, bunu bu sûretle yaparlarsa, inşaallah teheccüd fazileti de kazanırlar.
558/5 (Kâne yu'cibühû en yed'uve selâsen ve en yestağfire selâsen.) Dua ederlerken üç defa söylermiş. Meselâ: "Yâ Rab, beni affet!.. Yâ Rab, beni affet!.. Yâ Rab, beni affet!.." "Yâ Rab, şunu ver bana!.. Yâ Rab, şunu ver bana!.. Yâ Rab, şunu ver bana!.." "Yâ Rab, bundan beni muhafaza et!.. Yâ Rab, bundan beni muhafaza et!.. Yâ Rab, bundan beni muhafaza et!.." gibi üç kere söylüyor.
(ve en yestağfire selâsen.) İstiğfarı da en aşağı üç kere söylüyor: "Estağfirullah... Estağfirullah... Estağfirullah..."
Hadi bir salât ü selâm okuyalım, Rasûlüllah için:
"Allaaahümme salli alâââ... seyyidinâââ... muhammedînin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... aaalihîîî... ve sahbihîîî... ve sellim" (3 defa)
Ahlâk-ı Rasûlüllahı şöyle bildirmişler: Sabır, şükür, tevekkül, yakîn, sehâvet... Sehâvet, bahilliğin zıddıdır.
Cüneyd-i Bağdâdî RhA, diyor ki:
"Dört şey vardır ki, onlar insanı mukarrabînin makamına eriştirir; ilmi az olsa da, ameli az olsa da...
1. Hilim.
2. Sehâvet.
3. Hüsnül hulk.
4. Tevâzu."
Hazret-i Ali Efendimiz de diyor ki:
(Kemâlür racülü erbaatün) "İnsanın olgunlaşması, olgunluğunun alâmeti dört şeyledir:
1. (es sehâ ındel kıllet) Yokken verebilmek, muhtaçken verebilmek.
2. (vet tevâdu' ınded devlet) Şimdi bizim gibi birisi tevâzu eder; olur. Meselâ bakan olmuş, başbakan olmuş, reisicumhur olmuş... Ordaki tevâzu daha makbul... Biz tevâzu etsek, kimse kulak asmaz; "Eh pekâlâ, alçak gönüllü bir adam!" derler. Fakat büyük bir adamın alçak gönüllülük yapması, tevâzu göstermesi; en büyüklük o...
3. (vel afvü ındel kudreh) Birisi kabahat yapmış da, diğeri, "Ben seni affettim." demiş. İyi ama, hakkından gelemeyeceğin için affettin. Fakat, hakkından gelebileceğin bir adamı affetmek; o daha makbul...
4. (vel at‹, biğayril minneh.) Veriyor ama, başa kakmamak şartıyla..."
Necmeddîn-i Kübrâ denilen büyük zât var; o da vasiyyetnâmesinde demiş ki:
"Kalbi zenginlerden ol!.. Eli zengin olmuş, kesesi zengin olmuş; para etmez. Gönlü zenginlerden ol!.. Az da olsa elindekine kanaat et! Dostlarının elindekilere göz dikme!.. Öl, kimseden bir şey isteme!.."
Burda devlet kapısına da işaret var. Maaşlar ekseriyetle devlet kapısından isteniyor.
Dün bir genç geldi. Ben de üzüldüm. Bu sene son sınıf talebesiymiş, bir dersten şey kalmış, beklemeli mi diyorlar ne?.. Bu dersi veremezse kalacak, atacaklar mektepten... Gelmiş, bir ümid, "Acaba duasıyla koparabilirmiyiz." filân diyerekten... Baktım çok me'yus... Dedim, "Ne üzülüyorsun ya?.. Belki senin hakkında böyledir hayırlısı!... Geçemezsen, ekmek kapısı yok değil ya... Bir kapıdan kovarsa, bin kapıdan Allah rızık verir insanlara... Bak, bu kadar insan hep dünyada geçiniyorlar. Mutlaka maaşla geçinmek şart değil ya!.."
Sonra belki darılırmısınız bilmem de, bu maaşlara bugün çok paralar gidiyor. Yüzbinler, milyonlar... Hep gözleri memurlukta bu insanların... Hep, "Okuyalım, bir masaya oturalım da, ordan maaş alalım!" derdi var insanlarda...
Halbuki, bu çok hatalı bir şeyder. Oku; okuduktan sonra bir mesleğin sahibi ol!.. Ticaretin sahibi ol, sanatın sahibi ol... Neyin sahibi olursan ol. Devletin kapısından para bekleyeceğine, kafanı işleterek kazancınla geçin!..
Bir kere memuriyette kafalar ölür. Çünkü, düşünmeye meydan kalmaz. "Biliyorsun, bu masada benim bu işim var. Ne düşüneceğim artık?.." der. Gelir saat, imza atar gider. Ama, çalışan insanın kafası mütemâdiyen işler. "Nasıl bu rakiblerin üstüne çıkayım?.. Nasıl bunlardan daha iyi para kazanayım?.." diyerekten, kafasını devamlı olarak çalıştırmak mecburiyetindedir.
Ama öteki, "Ne olursa olsun!" der, "Oturdu mu, nasıl olsa üç senede bir terfî var." diye düşünür. İşi yolunda demektir.
Onun için, burda İmam-ı Şâfî çok haklı söylemiş:
Bir adam ki, verirken istemeyerek, kerhen verir. Aldığına da pişman olursun ama, ne yapalım zaruret vardır. "İdare-i maişetin için gönlünü yaralama!.. Allah rezzaktır." Hiç kimse aç kalmamıştır ve açlıktan ölmemiştir. Bütün mahlûkatın rızkı Allah'a aittir. Fakat biz, dükkânların, kapıların üzerine "Er rizku alellah!" yazarız, o yazı orda durur ama, ona itimadımız çok zayıftır.
"Tamah eden, tamah sahibi ebediyyen doğmaz. Tama' kelimesinde 'tı', 'mim' ve 'ayın' harfleri vardır. Hepsi boş harflerdir." İçleri boş...
Allah kusurlarımızı affetsin... Tevfîkatı samedâniyyesine mazhar etsin... Sevdiği ve razı olduğu kullarının arasına kabul etsin inşaallah...
O, müslümanlığın şartlarını unuttuk galibâ...
Müslümanlığın şartı, İslâm... İslâm, selâmetten gelen bir kelimedir. Herkese "Selâmün aleyküm!" derken, "Allah'ın rahmeti senin üzerine olsun kardeşim... O Allah'ın selâmı senin üzerine olsun... Sen de selâmette olasın... Hasta olma, fakir olma, dertli olma, cansız olma!.. Sağlam, kavî, afetlerden emin bir insan ol!.." diyoruz. Selâmın mânâsı bu...
Biz müslümanız elhamdü lillah... Müslüman olduğumuz için, hep kardeşlerimize böyle selâmet istemek, boynumuzun borcu... İslâm'ın vazifesi... Binâen aleyh, biz bildiklerimize, gördüklerimize selâm verirken, bütün müslümanların kardeş olması dolayısıyla, dualarımız da müşterektir.
Ettahiyyatü'de Cenâb-ı Peygamber: "Selâmını aldım yâ Rabbi... Fakat, bil mukabele (esselâmü aleynâ) o selâm bizim üzerimize, (ve alâ ibâdillahis sâlihîn) ve Ümmet-i Muhammed'den ne kadar sâlih kulun varsa, hepsine dağıt! Ümmet-i Muhammed'in hepsi selâmette olsun..." diyor.
Onun için selâmette olan insanlar, --hatalı da olsa, kabahatli de olsa, kusurlu da olsa-- birbirinin aleyhinde konuşmaz; onu örtmeğe, bastırmağa, kapamağa çalışır. Müslümanların alâmeti bu!..
İsâ Aleyhisselâm'ın bir sözünü tekrarlayayım:
İsâ Aleyhisselâm sormuş cemaate: "Siz gece soğuk bir havada, geçiyorsunuz bir yerden... Baktınız ki, kardeşlerinizin üzerleri açılmış. Ne yaparsınız?.." "Örteriz efendim!" demişler. "Yaa!.." demiş. "Bir bedenin muhafazasından daha üstündür, bir adamın şerefi!.. Bir adamın sıhhatinden, sağlığından daha önemlidir onun şerefi, onun haysiyeti... O haysiyet ve şerefi ihlâl etmek, onun açık olan üstüne buz serpmek gibidir." demiş.
Allah kusurlarımızı affetsin... Onun için, gerek bildiklerimiz, gerek bütün kardeşlerimize karşı, sevgi ve muhabbetlerimizde daim olmak; onlar hakkında da bildiğimize ve bilmediğimize de, haklarında dâimâ hayır dualar etmek, müslümanlığın vazifesidir. Allah, o güzel yoldan hiç birimiz ayırmasın...
Beraber bir salât ü selâmla tamamlayalım:
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ rasûlallah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ habîballah..
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ nebiyyallah..
Vücûd-u saadetleri ne fazla uzun, ne fazla kısa, ne fazla şişman, ne fazla zayıf; mu'tedil... Beyaz yüzlü, sakalları müdevver... Kaşları gayet güzel... Gözlerinin siyahı çok siyah, beyazı çok beyaz...
Kendisine ne bir bit dokunmuş, --O zaman bit var ya... Daha yeni bitti bitler... Eskiden çok vardı.-- ne de üzerine bir sinek konmuş... Bir sinek de konmamış, vücudunda bir bit de bulunmamıştır.
Öyle olduktan başka, def'-i hacet ettiklerinde kazûratını yer yutardı. Onun kazûratını kimse görememiştir.
İdrarı misk gibi idi. Vücûd-u şerifleri, hiç koku sürünmese de misk gibi kokardı. Geçtiği yollardan, "Burdan Peygamber geçmiştir." diye anlarlardı kokusundan... Herhangi bir çocuğa elini sürse, "Bu çocuğa Peygamber'in eli değmiştir." diye herkes bilirdi kokusundan...
Herkese karşı güleryüz, tatlı dil ile muamele etmiştir. Hizmetkârı olan Enes'e, hayatları boyunca bir kez bile "Yâ Enes! Niçin bunu böyle yapmadın?.." dememiştir. Dedikleri: (Mâ şâallahü kân, vemâ lem yeşe' lem yekün) "Allah dileseydi yapardın. Demek ki Allah dilememiş ki, sen de yapmamışsın. Senin kabahatin yok!.." deyiverirmiş.
Hizmetçilerini azarlamamışlar. Yetmiş kadar hizmetçileri varmış. Yirmi kadar müezzinleri varmış.
Yüz tane koyunu eksik olmamıştır. Fazlasını keserler, dağıtırlar; yüz tanesini de kendi efrad-ı aileleri için bırakırlarmış. Atlarını, arabalarını geçen derste saymıştık.
Cenâb-ı Peygamber'in orucu açlığından değil... Karnına taş bağlaması bulamadığından değil... Ümmet-i Muhammed'e örnek olmak için... Halkçı peygamberdir Peygamber!.. Halkın acısına iştirak ediyor bilfiil... Laflarla değil... Biz de "Halkçıyız!" diyoruz ama, halkın hiç bir acısıyla acılanmıyoruz. Ama Peygamber, halkın acısıyla karnına taş bağlamış, yemiyor. "Sizde de yok ne yapayım?" diyor. "Mâdem ki siz açsınız, ben de açım!" diyor.
Halbuki, dağlar ona altın olmak için kendilerini arz ettiler. "Yok, istemem!" dedi. "Bir gün aç kalayım, Allah'a tadarrû ve niyaz edeyim; bir gün de doyduğum vakit, Allah-u Teâlâ'ya şükredeyim, elhamdü lillah diyeyim." dedi.
Allah şefaatine cümlemizi nâil eylesin... Ve Peygamber-i Ahir Zaman'ın yolundan da hiç birimizi ayırmasın...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ halîlallah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ safiyyallah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ veliyyallah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ hayra halkıllah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ nûra arşillah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ emîne vahyillah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ men zeyyenehullah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ men şerrefehullah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ kerremehullah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ men azzamehullah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ men allemehullah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ men sellemehullah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ men ihtârahullah...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ seyyidel evvelîne vel âhirîn...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ şefîal müznibîn...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ hâtemen nebiyyîn...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ rahmeten lil âlemîn...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ imâmel müttakîn...
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ rasûle rabbil âlemîn...
Salevâtullahi ve melâiketihî ve enbiyâihî ve rusulihî ve hameleti arşihî ve cemii halkıhî alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîne vel hamdü lillâhi rabbil âlemîn.
El fâtiha!..