VII. DERS
8 Haziran 1975
İskenderpaşa Camii
Râmûzül Ehâdîs Dersi
Sayfa: 543/1- 545/20
Euzübillâhi mineş şeytanir racîm.
Bismillâhir rahmanir rahîm...
Elhamdü lillâhi rabbil alemîn...Vel âkıbetü lil müttakîn...Ves salâtü, ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihi ve sahbihi ecmaîn...
İ'lemû eyyühel ihvân... Enne efdalel kitabi kitâbullah, ve enne efdalel hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem... Ve şerrel umûri muhdesâtüha... Ve külle muhdesin bid'ah. Ve külle bid'atin dalâleh... Ve külle dalâletin fin nâr... Ve bissenedil muttasili ilen nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kaal:
543/1 (Kâne ekseru da'vetün yed'û bihâ: Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten, ve fil âhireti haseneten ve kınâ azâben nâr)
Geçen dersimizde okuduğumuz bir hadis-i şerifte, Cenâb-ı Peygamber'in pazartesi ve perşembeyi kaçırmadıkları, her zaman oruç tuttukları beyan edilmişti. Arkasından da, "Bu günlerde ameller Cenâb-ı Hakk'a arz olunur. Herkes mağfiret olunur, yalnız küsler, dargınlar geri bırakılır." buyurdukları rivayet ediliyordu.
Başka bir hadis-i şerifte de: "Her cumartesi ve pazar da oruç tutardı. Müşriklerin bayram günleri olan bu günlerde oruçlu olmayı severdi. 'Onlar yesinler, içsinler; biz de oruç tutalım!' derlerdi." diye bildiriliyordu.
Bugün de, ekseri duasının, "Rabbenâ âtinâ fid dünyâ haseneten, ve fil âhireti haseneten ve kınâ azâben nâr" olduğu bildiriliyor.
Burda diyor ki: (Ve hiyel kifâfi min mat'amin ve meşrabin) "Yiyecekten ve içecekten kifâyet miktarını ver yâ Rab!.. Yiyecek ve içecekten günlük nafakamı ver. (ve melbesin ve me'vâ, ve zevcetin lâ serefe fîhâ) O kendilerinde israf olmayan, işte barınacak bir ev; bir de evin işini görecek bir hanım; bir de idare edecek kadar su, ekmek neyse... Dünyanın hasenesi bu!" demiş. Bunun üstündekiler demek ki, israf oluyor. Çünkü, ihtiyaçtan fazla... İhtiyaçtan fazla olan şeyler makbul değil.
543/2 (Kân, bâbühû yukrau bil ezâfir) SAS Hazretleri'nin mübarek evlerine misafir gidildiği vakitte, kapıya parmaklarının uçlarıyla dokunurlarmış. Tabii, fazla rahatsız etmemek için... Bu, âdâb-ı islâmiyyedendir. Birkaç defa vurulduktan sonra ses çıkmazsa, mutlaka girmek için uğraşılmaz, geri dönülürmüş.
543/3 (Kân, hâtemehû min verakın ve kâne fassuhû habeşiyyen) Mübarek parmaklarına taktıkları yüzükleri gümüşten, ve Habeşî usûlü üzerine yapılmış bir yüzükmüş.
543/4 (Kân, tenâmü aynâh, velâ yenâmü kalbüh) Mübarek SAS Hazretleri yatarlar, uyurlar; gözleri kapalı ama, gönülleri açık imiş. Tabii, gözleri kapalı olduğu halde, insanın dıştan hisleri, alâkaları kesilir; fakat, SAS'in öyle değil... Uyur ve dışla da alâkadardır; yine gelenden geçenden haberi vardır. (velâ yenâmü kalbüh) Aynı zamanda vahiy, bazan da rüya yoluyla gelirdi. Rüya ile de olan vahiyler vardır. Çünkü enbiyaların rüyalarında gördükleri şeyler, aynen çıkar. Bizimkiler gibi uzun boylu tâbire muhtaç olmazlar.
543/6 (Kân, hulükuhül kur'ân) Cenâb-ı Peygamber SAS'in ahlâkından sormuşlar, "Nasıldı ahlâkı?" diye. Hazret-i Aişe validemiz de demişler ki: (el kur'ân) "Ahlâkı Kur'an'dan ibâret idi. Yâni, Kur'an-ı Azimüşşân'ın emirlerine tamamiyle uyar, Kur'an-ı Azimüşşan'ın yasaklarından tamamiyle ictinâb ederdi. Binaen aleyh Rasûlüllah, canlı bir Kur'an idi. Kur'an'ın ahlâkına mazhar olan ancak Cenab-ı Peygamber'dir.
Bizim ise ahlâklarımız Kur'an'a hiç uymamıştır. Uymuş diyen bilmem bulunur mu?.. Büyük evliyalardan olursa, ne mutlu... Fakat, bizim ise, her noksanlıklar bizde... Bu noksanlıklar, Kur'an'a uymadığımızın alâmetidir. Kur'an'a ne zaman uyabilirsek, o zaman bu noksanlıkların hiç birisi olmaz bizde...
543/7 (Kân, râyetehû sevdâ, ve livâühû ebyad.) İki tane bayrakları varmış, Rasûl-i Ekrem'in... Birisi râyet dedikleri büyük bayrak; başkumandanların elinde bulunan bayrak gibi... Öteki de (livâühû ebyad) beyaz bayrak... Demek ki, iki bayrağı varmış Cenâb-ı Peygamber'in, Birisi büyük, siyah; diğeri küçük, beyaz imiş.
543/8 (Kân, rubemâ iğtesele yevmel cumuah, ve rubemâ terekehû ahyânâ.) Cuma günleri muhakkak gusl ederlermiş. Gusl etmek efdal; fakat, cevâzını beyan etmek için arada bir gusl etmedikleri de olmuş. Ümmetin hali değişiktir. Belki, herkes her zaman imkân bulamaz gusletmeye... E gusl edemeyince, vâcib olursa olmaz. Onun cevâzını beyan için, bazen de terketmişler.
543/9 (Kân, rube mâ ehazethüş şekayte feyemküsül yevm, vel yevmeyn, lâ yahruc) Bazan Cenâb-ı Peygamber SAS'i yarım baş ağrısı denilen başağrısı tutarmış ki, (feyemküsül yevm, vel yevmeyn) bir veya iki gün devlethanelerinden çıkmazlarmış. Ne kadar şiddetli oluyor ki... Ufak-tefek şeylere onlar ehemmiyet vermezler. Ama şiddetli olduğundan dolayı bir gün veya iki gün, (lâ yahrucü) çıkmazlardı.
Bir salât ü selâm okuyalım:
"Allaaahümme salli alâââ, seyyidinâââ... muhammedinin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... aaalihîîî, ve sahbihîîî ve sellim." (Üç defa)
543/10 (Kân, rubemâ yedau yedehû alâ lihyetihî fis salâh, min gayri abes) Cenâb-ı Peygamber SAS, bazan namazda iken, mübarek sakallarını şöyle tuttukları olurmuş. Oynamamak şartıyla... Meselâ şöyle... Tefekküre vesile olur.
543/11 (Kân, rahîmen bil ıyâl) Efrad ü ailesine karşı çok merhametli idiler.
543/12 (Kân, rahîmen ve kâne lâ ye'tihî ehadün illâ vaadehû ve encezehû lehû in kâne indeh) Çok merhametliydi. Bu merhametinden nâşi, bazan ihtiyaç sahipleri kendilerine müracaat ettikleri zaman, varsa derhal verirlerdi. Yanlarında yoksa, veririm diyerekten vaad ederlerdi... Varsa, hemen verirler; yoksa "Peki, geldiği vakitte veririm!" derlerdi. Kur'an-ı Kerim'de de, (Vekâne bil mü'minîne rahîmen) ayet-i kerimesiyle de merhameti beyan buyrulmuş.
543/13 (Kân, şedîdel batş) Bu kadar merhametli olmakla beraber, düşmanlara karşı da çok şiddetli idi. Tuttuğunu bırakmazdı. Onun için, Sure-i Feth'in son ayetinde:
(Muhammedün rasûlüllaaah..., Vellezîne meahû eşiddâü alel küffâr) "Kâfirlere karşı şiddetli, (ruhamâü beynehüm) birbirlerine karşı da son derece merhametlidirler." buyuruluyor. O merhamet, seni düşmana karşı şiddetli olmaktan men etmesin!.. Şiddetli olmaktan men ediyorsa, o korkaklıktır.
543/14 (Kân, tavîles samt, kalîled dıhk) Cenâb-ı Peygamber SAS'in çok sükûtu var idi.
Bu sükûta karşı bir hikâye anlatayım: Dedemin bir hocası varmış. Hocasını, o zaman yaptığı bazı hatalardan dolayı sürgün etmişler Akkâ'ya... Bugün yahudinin elinde... Orası kal'a; böyle kabahatlileri oraya sürgün ederlermiş. Orada kütüphanelerde mütalâa ederken, mektuplarla bazı nasihatler yazıyor dedeme... Ben de, o mektupların bazılarını saklamak zor oluyor diye, şuraya bir tane aynen kaydetmişim. O nasihat yaptığı şeyin evvelinde şöyle bir şey yazmış:
(Evvelül ibâdeh, essamt) "İbadetin başı sükuttur." Sükûttan başlar ibadet... Çünkü, sükût tefekküre, düşünceye meydan verir. Konuşuyorsun, konuşuyorsun... Konuşma, ömrü mahveden bir ibtilâdır. Çünkü, alıp verdiğimiz nefesler, ömrümüzden bir parçadır. Zaman, hiç durmadan akan bir koca sudan daha kuvvetlidir. Suyu tutmak mümkün, zamanı tutmak mümkün değil... Zaman, mütemadiyen akıp gider. Boş giden zamandan hepimiz mes'ulüz. Zamanımızı boşa geçirdiğimizden dolayı hepimiz mes'ulüz. Boş şeylerle geçirirsek zamanımızı, ondan da mes'ulüz.
Geçirdiğimiz zaman, hakkın rızasına mâtuf işler olursa; onlardan dolayı defterimize sevaplar yazılır. Ahirette onlarla mes'ud oluruz. Binaen'aleyh, sükûte daha çocukluk devresinden başlamak lâzım.
"İnsan lisânını malâyâni ve fenâ ve batıl ve yaramaz şeylerden sükût; ve kalbini envâ-i şirk-i hafî, hased gibi şeylerden muhafaza eder ve ibadetle meşgul olur." diyerekten hocaları mektubunda yazmış dedeme... Uzun... Allah kusurlarımızı affetsin...
Burda Peygamber Efendimizden bize haber veriyor ki, (Kâne tavîlüs samt) Çok susuyor. Öyle, "Ben peygamberim, işte söyleyeceğim her şeyden de söyleyeyim; durmayayım..." Öyle değil. İcâb ettiği vakitte konuşur, diğer vakitlerde sükût üzerine olur ve ashabını da buna alıştırırlardı.
Sükût üzerine olun, boş şeyleri konuşmayınız. Hattâ tarihî vak'alardan, "Filân zamanda filân yere gittik; şöyle içtik, böyle yedik, böyle eğlendik, böyle muhabbet ettik..." diye bahsetmek; bunların hepsi batıl sözlerdir. Geçmiş gitmiş... Bunları unutmak lâzım. Bunları böyle tekrarlaya tekrarlaya, temcid pilavı gibi önüne koymakta hiç mânâ yok... Hep günaha mütealliktir. Onun için, geçmişi bırak!.. Geleceğin de bilmiyoruz ne olacağını... İçinde bulunduğumuz hal devrimizde, Hakk'ın rızasına kavuşacak işlere bakmamız lâzım.
(Kalîled dıhk) Gülmesi az idi. Gülme değil de, tebessümden ibaret... Tebessüm, güleryüz, tatlılık... Bizim de böyle olmamız lâzım... Ahlâkı Kur'an olanların böyle olması lâzım.
543/15 (Kâne firâşühû nahven) Onun yatağı neydi?.. Yatağı pamuktan, yünden, cennet yatakları dediklerinden kaba kaba, kocaman kocaman değildi. (mimmâ yûdaul insân, fî kabrihî) İnsan kabrindeyken altına konulan bir şey var ya, onun gibiydi.
(ve kânel mescîd, inde re'sihî) Başlarını da mescidden tarafa getirip, --cenâze yıkanırken, sağ yanı kıbleye gelsin diyerek konur; onun gibi-- yatarlarmış. Bazan sağ taraflarına yatar, kıbleyi sağ yanına alırlar; bazan da böyle ayakları kıbleye, kalktıkları vakitte yüzü kıbleye gelsin diyerekten öyle yatarlarmış.
543/16 (Kâne firâşühû mishan.) "Yatağı deriden, içine bir parçacık lif konulmuş bir palas parçasından ibaretti." diyor. Allah hepimize insaflar versin...
543/17 (Kân, feresehû yukale lehül mürteciz) Cenâb-ı Peygamber'in on senelik, Mekke'den Medine'ye geldikten sonraki eşyaları nelerden ibaret imiş onları sayıyor. Bir atı varmış; ona "Mürteciz" derlermiş. Atlarının adı da var... (nâkatehû el kusvâ) Devesinin adı "Kusvâ", (ve bağletehül düldül) katırlarının adı "Düldül" imiş. (ve hımârühû ufeyr) Merkebinin adı "Ufeyr" imiş. (ve dîr'uhû zâtül füdul) Harbde giydikleri zırhın adı "Zâtül füdul" imiş.. (ve seyfühû zülfikâr.) Kılıcının adı da "Zülfikâr" imiş.
Hazret-i Ali Efendimiz'in rivayetidir.
543/18 (Kâne fîhî düâbetün kalîletün.) Gayet az mizah, lâtife yaparlarmış. İnsanın bazan ruhen sıkılır da... Bazı lâtifeler yapmağa da cevaz var. Az ama.... Lâtifenin de doğru olması şart... Meselâ, kocakarının birisi gelmiş de, "Kocakarılar cennete girmeyecek!" demiş. Kocakarı üzülmüş, "Neden acaba?.." diyerekten. "Kocakarı olarak girmeyecek; herkes genç orada!.." buyurmuşlar.
543/19 (Kâne kıraetühül med, leyse fîhâ tercîun) Kur'an okurlarken gayet güzel okurlar ve tegannî denilen, tercî' denilen şeyi yapmazlarmış. Gerek ezanlarda, gerek mevlidhanların okuyuşunda, bazı hafızlarımızın okuyuşunda bunu görüyoruz. Böyle tegannî yapmazlarmış; düz, sâde okurlarmış.
544/1 (Kâne kamîsuhû fevkal kâ'beyn) Üzerine giydikleri gömlek, ayak topuk kemiğinin üstünde imiş. (ve kâne kümmehû meal esâbi'.) Yenleri de, esâbi' dedikleri buralara kadar genişmiş.
544/2 (Kâne kümmü kamîsahû iler rusa'.) Gömleklerinin de yeni, ancak buralarına kadar oluyormuş.
544/3 (Kân, kesîrammâ yukabbilu urfe fâtımeh) Radıyallahü anhâ... Onu çok severlermiş. Harbden gelirlerken de evvelâ mescide girerler, iki rekât namaz kılarlar; ondan sonra Hazret-i Fatıma'yı ziyaret ederler, öperlermiş. Ondan sonra hane-i saâdete giderlermiş. Burda da diyor ki, "Ekseriyetle Hazret-i Fatıma'nın başını öperlerdi." Allah şefaatlerine nail etsin... Allah hepimize hayırlı evlâtlar ihsan buyursun...
Tabii, her devrin zenginleri de var, fakirleri de var... Hazret-i Fatıma'yı çok isteyenler oldu; fakat, Cenâb-ı Peygamber hiç birisine vermedi. Onu Hazret-i Ali'ye verdi. Hazret-i Ali Efendimiz de fakir idi. Gündelik çalışır, ancak gündeliği ile geçinirdi. Hattâ düğün masrafını da, elindeki oklarını, yaylarını sataraktan aldığı paralarla yapmıştı. Hazret-i Osman da sonra onu kendisine bağışlamıştı.
Peygamber Efendimiz SAS, bir gün kızının hane-i saadetlerine gitmişler. --Kızının ziyaretine gidiyor yâni.-- Yanında da bir yabancı varmış. O yabancı ile beraber kızının evine gelmiş... Kızı açmış kapıyı, "Buyurun babacığım!" demiş. "Yanımda filân da var kızım!..." "Babacığım, başımı örtecek bir şey yok ki!.." Allah Allaaah... Cenâb-ı Peygamber, --işte bizim çevre dediğimiz, mendil dediğimiz-- büyükçe bir şey varmış yanında; onu çıkarıp vermişler. Öyle almışlar misafirlerini içeriye... Hattâ Hazret-i Fatıma'nın, "Başıma korsam, ayaklarım açık kalacak; omuzuma alırsam, başım açık kalacak!" tabiri vardır.
Bir gün bir parça ekmek yapmış, babasına getirmiş; "Babacığım, bak sana da bizim yaptığımız ekmekten getirdim." diyerekten... Kaç gün aç kalmışlar da, ondan sonra bir ekmek nasib olmuş; ondan da bir parça babalarına vermiş. "Kızım, baban da kaç günden beri aç idi." demiş. Kaç günden beri, babasının da ağzına lokma girmemiş... Allah affetsin kusurlarımızı...
Bir gün Ashab-ı Kiram'dan birisi geldi. Karnına taş bağlamış... Açlıktan çektiği zarureti duyurmak için, Peygamber SAS'e entarisini sıyırmış da göstermiş. "Bak halime yâ Rasûlallah! Kaç günden beri yiyecek bulamadım. Tahammül etmek için, böyle karnımı sıkmak mecburiyetinde kaldım." deyince; ona teselli olsun diye Cenâb-ı Peygamber de entarisini çekmiş, "Bak, ben de senin gibiyim!.. Ben varlıklar içerisinde yaşıyorum da, sizleri zarurette bırakıyorum diye zannetmeyin!.." demiş.
544/4 (Kâne lehû bürdün, yelbisehû fil ıydeyn vel cumuah) Araplar'ın üzerlerine giydikleri şeye bürde diyorlar. Ondan varmış kendilerinde... Yalnız onu, cumalarda ve bayramlarda giyerlermiş. Hergünlük değil de, cuma ve bayramlarda giydikleri böyle bir şeyleri varmış.
544/5 (Kâne lehû cefnetün lehâ erbau halak) Bir yemek kabı varmış. Büyük bir kazan, fakat dört kulplu... Ancak, dört erkek taşıyabilirmiş. Demek ki, cemiyetlerde misafirlere yemek yapılan kazanlar gibi bir şey...
544/6 (Kâne lehû harbetün yümşâ beyne yedeyh) Mızrak... Bir mızrağı varmış Rasûlüllah SAS'in... Onu bir adam taşırmış yanında... Bazan onu alır, dayanarak yürürler; bazan da gittiği yerlerde namaz kılmak istediği vakitte --tabii boşluk yerlir, hâlî yerler-- onu dikerlerdi. Sütre dedikleri, namaz kılanın önünden kimsenin geçmemesi için dikilen bir şeydir o... Her yerde ağaç bulmanın imkânı yok... Orası Arabistan, çöl yer... Onun için onu taşıtırlarmış ki, namaz kılmak istedikleri vakitte önlerine dikerler, namazı onun arkasında kılarlarmış.
Bizler de böyle kırlarda namaz kıldığımız vakitte, önümüzde ya bir ağaç, ya bir duvar bulunsun. Yoksa, mutlaka önümüze bir şey dikelim ki, önümüzden başka kimselerin geçmesiyle, namazımıza zarar olmasın; geçen adama da günah olmasın.
Onun için namaz kılanın önünden geçmek çok büyük günahtır. İnsan o günahı bilse, bir rivayette 40 gün, bir rivayette 40 sene bekler de orada, onun önünden geçmezdi.
Fatih gibi, Süleymaniye gibi büyük camilerde önünden geçmez, fakat biraz ileriden geçerse câiz olur. Ama bizim bu küçük camilerde, ileriden de geçsen olmaz. Çünkü, ufak yerdir. Mutlaka onun önünden geçilmemesi lâzım...
Onun için, namaz kılarken, cemaatin geçeceği yerde kılmamak lâzım. Cemaat geçecekse önünden, oraya durmamak lâzım. Meselâ kenarlardan cemaat geçmez. Cemaat ekseriyetle ortadan geçer. Binâen aleyh, ortalara durmak cemaatin geçmesine mânî olur.
(feizâ sallâ rakezehâ beyne yedeyh.) Namaz kılmak istedikleri vakitte, onu önüne dikerlerdi.
544/7 (Kâne lehû hımârun ismihû ufeyr.) İbn-i Mes'ud RA'ın rivâyeti... Cenâb-ı Peygamber'in bir merkebi varmış, ismi "ufeyr" imiş. Ama bunlar bir anda bulunan şeyler değil, on sene içinde bulunan şeyler... Bugün bu varmış, ertesi sene bu varmış... Geçen senelerden beri bulunan eşyaları...
544/8 (Kâne lehû hırfetün yeteneffesü bihî ba'del vudû'.) Bazan da, --kış havalarında meselâ-- abdest aldıktan sonra, kurulanmaları için bir peşkir gibi bir şey bulunurdu.
544/9 (Kâne lehû sükketün, yetetayyebü minhâ.) Koku kabı... Şimdi herkeste var. Kendilerinde bir koku kutusu bulunurmuş ki, ondan kokulanırlarmış.
544/10 (Kâne lehû seyfün muhallâ kaimetehû min fiddah ve na'lühû min fiddah) Bir kılıçları varmış. Tutacak yeri gümüşten, aşağısı uç yeri de yine gümüşten imiş. (ve kâne yüsemmâ zülfikâr) Adı da "Zülfikâr" imiş. Yukarıda geçen Zülfikâr böyle bir kılıçmış yâni...
(vekâne lehû kavsün) Ok atan bir yayları varmış, (yüsemmâ zessedâd) adı "Zessedâd" imiş. Eşyalarının hepsinin adı var.
(ve kâne lehû kinânetin tüsemmâ zelcem'.) Kinâne diye, atılan oklar var ya, o okların konduğu kap... Bizim askerler, nasıl kurşunları muhafaza ediyorsa, o zamanın okları da o torbanın içinde saklanırmış. Onun adı da "Zelcem'"imiş.
(ve kâne lehû dir'un müveşşehatün bihâsin tüsemmâ zâtül fudul) Bakır işlemeli bir zırh gömleği varmış. Onun adı da "Zâtül fudul" imiş.
(ve kâne lehû harbetün tüsemmen neb'â') Bir süngüleri varmış, onun adı "Neb'â'" imiş.
(ve kâne lehû meccinü yüsemmez zekan) Bir kalkanları varmış. Eski muharebelerde, karşı taraftan ok atılırken kendisine isâbet ettirmemek için kullanılıyordu. Onun adı "Zekan" imiş.
..............
(ve kâne lehû feresün edhemü) Bir de siyah atları varmış. (yüsemmes sekb) O siyah atın adı da "Sekb" imiş.
(ve kâne lehû serecün yüsemmer râc) Bir de eyerleri var. O eyerin adı da "Râc" imiş.
(ve kâne lehû buğletün şehbâ' tüsemmâ düldül) Beyazı siyahına galip bir katırı varmış. Onun adı da "Düldül" imiş.
(ve kâne lehû nâkatün) Bir devesi varmış. (tüsemmel kusvâ) Devenin adı da "Kusvâ" imiş.
(ve kâne lehû hımârun) Bir merkebi varmış, (tüsemmâ ya'fûr) adı "Ya'fûr" imiş. Birisine "Merkebi getir!" dese, hangisini getirecek?.. Ama Ya'fûr dedi mi, belli ki bu merkebi istiyor. Onun için hep hayvanlarının adları ayrı ayrı...
(ve kâne lehû bisâtun yüsemmel kezz) Bir de döşekleri varmış, adı "Kezz" imiş.
(ve kâne lehû anzetün tüsemmen nemer) Bir de ...... varmış, adı "Nemer" imiş.
(ve kâne lehû rikvetün) Rikvetün, ibrik... Abdest almak için kullandıkları kap... (tüsemmes sadr) O ibriklerinin adı da "Sadr" imiş.
(ve kâne lehû mir'âtün) Bir de aynaları varmış. (tüsemmel müdilleh) Onun adı da "Müdilleh" imiş.
(ve kâne lehû mikrâdun yüsemmel câmi') Bir de makasları vardı ki onun adı da "Câmi'" idi. Bunu yanlarından ayırmazlardı. Tarağı, makası, aynası, iğnesi dâimâ yanlarında gezerlerdi. Sünnettir. Herkesin de yolda iken böyle yanlarında taşıması lâzım bunları... Çünkü, üstü yırtılır, dikmek lâzım. Yolculukta iğneyi nerden bulacaksın, makası nerden bulacaksın?..
(ve kâne lehû kadîbun şûhaz, yüsemmel memşûk.) Gayet keskin bir de kılıncı varmış. Yukarıdaki kılınç Zülfikâr, ayrı... "Memşûk" adındaki bu kılınç çok kesiyor. Hendek Muharebesi'nde bir müşriğin elinden alınmış.
544/11 (Kâne lehû feresün yüsemmez zarb) Bir atının adı "Zarb" idi. (ve ahiru yükale lehül lizâz.) Birinin adı da "Lizâz" idi.
544/13 (Kâne lehû kadehun kavârîr yeşrabü fîh.) Bir de camdan bardakları varmış ki, o bardaktan su içerlermiş.
544/14 (Kâne lehû kadehun min aydân) Bir de aydân ağacından yapılmış kapları varmış. O da yataklarının altında dururmuş.
544/15 (Kâne lehû kus'atün yekulü lehül ğarrâu yahmilühâ erbaatü ricâl.) Kus'a, kazan gibi bir şey... Kazan gibi bir kapları varmış ki, adı "Ğarrâ'" imiş. Onu ancak dört kişi taşıyabilirmiş. Büyük bir şey demek ki...
544/16 (Kâne lehû mikhaletün) Mikhaleh, sürmedanlık... Bir de sürmedanlığı varmış, o da yanlarında bulunurmuş. (yektehilü minhâ külle leyletin selâseten fî hâzihî ve selâseten fî hâzihî.) Üç defa bu gözüne, üç defa da bu gözüne sürme çekerlermiş. Ki, gece gözlere sürülür yatılır; sabahleyin de yıkanır. O gözleri parlatır, muhafaza eder.
545/1 (Kâne lehû milhafetün masbûğatün bilversi vez za'ferân) Vers ve za'feranla boyanmış bir de çarşafları varmış. Ailelerine gittikçe, o çarşaf da beraber gidermiş. Hangi hanımının yanında kalacaksa, o hanımına o çarşaf gidince, o eve misafir olacağı anlaşılırmış.
545/2 (Kâne lehû müezzinân) İki tane müezzini varmış Rasûlüllah SAS'in... (bilâlün ve ümmü mektûmül a'mâ.) Birisi Bilâl, birisi de a'mâ olan Ümmü Mektûm Hazretleri'dir. Bir seferinde Medine'nin muhafızı olarak kalmıştı. Cenâb-ı Peygamber muharebeye gitti. Bunu kendi yerine vekil olaraktan, Medine'nin muhafızı olarak bıraktı. A'mâ olmakla beraber, bu işleri de görebiliyorlarmış.
Hazret-i Ümmü Mektûm geceleri erken kalkar, gece ezanlarını okurdu. Medine-i Münevvere'de iki ezan okunuyor. Birisi gece vakti, teheccüde kaldırıyor. Cemaati teheccüde kaldırmak için bir ezan okuyor. Bu sabah ezanı değil... O zaman oruç tutacak olan yer içer. Arkasından Bilâl RA okur. Bilâh RA'ın okuduğu sabah şafağı söktükten sonraki namaz vaktidir. Arkasından namaz kılınır.
Bununla beraber ayrı bir müezzinleri daha vardı. Onun adı da Âtike idi. Fakat bunların hepsi yirmiye bâliğ olur. Yirmi kadar müezzin ezan okumuşlar Rasûlüllah'ın zaman-ı saadetlerinde...
545/3 (Kâne lina'lihî kıbâlân.) (Pabucunun, parmakları sokabilmek için iki tasması vardı.)
Araplar'ın ayaklarına giydikleri, pabuç mu diyorlar?.. Şıpşıp diyorlar galiba... Onun üzerine, tek bir parmak girer oraya, öteki parmakları serbest olarak açıkta kalır. Öyle gezerler.
Hacca gidildiği vakitte oranın halkı bizim giydiğimiz tasmalı pabuçları beğenmezler. Bununla hacılık olmaz derler. Hacılıkta (ihramda iken) ayağın örtülmemesini tavsiye ediyorlar. Halbuki o tasma örtüyor. Onların giydiklerinde ise açık kalıyor.
545/4 (Kân, adhaken nâs ve atyabihim nefsen.) Hâne-i sâdetlerinde yalnız kaldıkları vakitte, en mütebessim ve en hoş halli bir zât-ı şerif imişler.
545/6 (Kâne mimmâ yekulül hâdim, eleke hâceh.) Hizmetkârlarına sorarlarmış: "Bir arzun var mı?.. Bir arzun varsa söyle!.." Tabii, şefkatlerinin iktizâsı...
545/7 (Kâne nâkatühû tüsemmel adbâ ve bağletühüş şehbâ ve hımâruhû ya'fûr, ve câriyetühû hadrah.) Kendisine hizmet eden bir tek câriye varmış. Onun adı da "Hadrah" imiş.
545/8 (Kâne visâdetühülletî yenâmü aleyhâ billeyl, min idemi hışvühâ lîf.) Allaaah!.. Başının altına koyduğu yastık, (min idemi) deriden ve içerisi lifle dolu... Diyeceksiniz, "Acabâ o zaman pamuk mu yoktu?.. Yün mü yoktu?.." Olanların elinde daha âlâları da var idi. Ama, Peygamber SAS onların hiç birisine tenezzül buyurmadılar.
Mâlûm ya, bir kere bostan dedikleri bahçeye gitmişler. Orda yatmışlar, biraz uzanmışlar hasır üzerine... Tabii, hasır iz yapmış mübârek bedenlerine... Hazret-i Ömer gelmiş. Rasûl-i Ekrem'in vücûdunda öyle izleri görünce üzülmüş. "Yâ Rasûlallah! Bu dünyanın zevk ü sefâsına kapılan --Acemistan'da olsun, başka yerlerde olsun-- hükümdarlar nasıl yaşıyorlar?.. Müsaade edin de size de rahat edici şeyler yapalım! Vucûd-u şerifleriniz böyle olmasın!.." gibilerden... Demiş: "Yâ Ömer! Onlara dünya, bize ahiret!.. Onlar dünyada yaşasınlar yaşadıkları kadar... Bize de ahireti vermiş Allah; ahirette yaşayalım!.."
Burası fânî... Kaç sene yaşıyoruz: elli, altmış... Senenin ne canı var?.. Bir kısmı çocuklukla gidiyor, bir kısmı da ihtiyarlıkla gidiyor. Bir şeye benzemez. Ama ahiret öyle ki, ebedî bir âlem...
545/9 (Kân, lâ ye'huzü bilkarf, velâ yakbelül kavle ehadin alâ ehad.) Söz getirenlerin sözünü kat'iyyen dinlemezlerdi. Birinin diğeri için söylediği sözlere de hiç dikkat verip kulak asmazlardı.
Biz bunlara nemmâm tâbir ediyoruz bugün... Bunlar ne yaptıklarını bilmezler. Ordan aldığı sözü, sana böyle dedi diyerekten götürür. İçine biraz da yalan katar, ilâve yapar. Siz de kızarsınız, kızarsınız; "Vay, demek ki bana böyle yapıyor... Ben ona şöyle iyilikler yaptıydım, böyle iyilikler yaptıydım... Bak şunun yaptığına!.." diyerekten, bu sefer siz de onun aleyhinde bir şeyler söylersiniz. Siz bir şeyler söyleyince, onu da götürür oraya yetiştirir. Biraz da ilâve yapar. İki taraf birbirine küs olur, dargın olur.
Bizim Eşref Bey hased hakkında bir kitap yazmış; ufacık ama, güzel... Hased hakkındaki şeyi canlandırırken, yanardağlara benzetmiş. Yanardağlar içerisinde yanar; dışında hiç bir şeysi yok, kimse anlamaz. Fakat günün birinde patlak verir, etrafını altüst eder. Bu hased tıpkı buna benzer. Sabr edersin, edersin... Derken sabr edemeyeceğin gün gelir, patlayıverirsin. Allah muhafaza etsin...
545/10 (Kân lâ yüezzenü lehû fil ıydeyn.) Bayaram namazlarında ezan okutmazdı, kamet de olmazdı. Bayram namazı ezan ve kamet istemez.
545/11 (Kân, lâ ye'külüs sevm, velel basal) Kendileri soğan sarımsak yemezlermiş. (velel kürâs) Pırasa da yemezlermiş. (min ecli ennel melâiketi te'tîh) Melekler geliyor. Onların ağızda bıraktığı kokulardan dolayı, meleklere eziyet olur diyerekten, soğanı, sarımsağı ve pırasayı yemezlermiş. (ve innehû yükellimü cibrîl.) Cebrâil Aleyhisselâm''la konuşacak, o ağzın kokusuyla o da rahatsız olur.
Hattâ biz bile bugün, sarımsak yiyen bir insan, soğan yiyen bir insan yanımıza isâbet ederse rahatsız oluyoruz. Ağzı kokuyor. Secde yerine bile o ağız kokusu te'sir ediyor da, ikinci bir adam oraya secde ettiği vakitte, onu rahatsız edebiliyor.
Onun için Cenâb-ı Peygamber, soğan ve sarımsak yiyenlerin camiye gelmemelerini tavsiye etmiş: "Mâdem ki, soğan sarımsak yediniz, gelmeyin camiye!.. Evinizde kılın namazınızı!.." Çok şâyân-ı dikkattir bu... Böyle birisi gelmiş de, Efendimiz SAS, "Tutun bunu, götürün Bakı'ye, mezarlık taraflarına!.. Durmazsın burda, bu pis kokusunu yaymasın! Kimseyi rahatsız etmesin, incitmesin!" diyerekten...
Bizim Bursa'mızda Tabakhâne denilen bir yer vardır. --Hemen herkesin memleketinde de var ya!-- Şehir içindeydi bu tabakhâne... O bizim yolumuzun üzerindeydi, onun arasından geçerdik. Yabancının biri, "Öff öff, ne fenâ kokuyor!" demiş. Öteki hergün gelip geçen, "Ne kokuyor?.." demiş. Hergün gelip geçtiği için, alışmış burnu onun o kokuya... Onu hissetmiyor. Nâdirattan bir misâfir gelirse, o kokuyu duyuyor.
Şimdi, soğan sarımsak gıdamız bizim, yiyoruz. Pişirerekten yiyoruz, bazan çiğ de yiyoruz. Sarımsağın çiğsini ilâç diyerekten de yediriyorlar. O zaman tabii sigara yok... Sigara bilinmiyordu o zaman... şimdi sigara denilen ot çıktı. Çıktı da, şimdi Cenâb-ı Peygamber olsaydı acabâ, sigaraya ne derdi ki?.. Ne derdi acaba?.. Bir tabak'ın kokusunu hergün geçen duymuyor, burnu alışıyor ona... Sigara içen de, sigaranın kokusuna alışmış, kokmaz ona... Fakat içmeyene çok fenâ kok
Halbuki, sigara da adamı sarhoş eder. Eğer üç-beş sigarayı iç, bak ondan sonra... Hele ramazanda, iftardan sonra aç karnına iç; bak nasıl adamı sarhoş ediyor. Gördüm gözümle de, içenlerden... Düştü bayıldı adam, kendine hakim olamadı. Alışmış, onu içiyordu. İftardan sonra bir-iki tane içince sarhoş olup gidiyordu.
Tabii, bir şeyin azı insanı sarhoş ederse, çoğu da haramdır. "Bana bir kadeh tesir etmiyor?.." Etmezse, varsın etmesin ama, damlası da haramdır. Onun için, Allah hepimizi affetsin...
Bugünün fenninde Amerika, ileri gitmiş bir millet... Çok incelemeler yapıyorlar. Geçen televizyonda, bir insan vücudunun nasıl hareket ettiğini göstermiş. O yediğimiz yağların, bilhassa yaşlılara yaramadığını isbat için, kamış almış eline gösteriyor. Kamışa o yağı koyuyor, sonra da üflüyor. İki tarafa da terazi koymuş; üfürülen yağla, çıkan yağın miktarını ölçüyor. Ne kadar yağın kamışın içinde kaldığını hesaplıyor. Bu senelerce böyle devam edince damarların nasıl tıkandığını ve ne gibi hastalıklar îras ettiğini açıkça gösteriyor.
Sigaranın da, bugünkü kanser denilen hastalığın başı olduğunu söylüyor. Ama bize kendisidir bu deseler de yine biz bu sigarayı bırakacak değiliz yâni... O kadar alışılmış, ibtilâ olmuş ki...
Şeytanın îcâdıdır bu bir kere... Bunu îcâd eden şeytandır. Sebebi: Arılardan bal alınıyor ya, bazan köylü duman yapıyor arının önünde... O durumdan arı müteessir oluyor, kaçıyor; o da balları güzelce alıyor. Şeytanın buna aklı ermiyormuş. Köylü dumanı yapınca, "Oh, kurtuldum. Şimdi buldum yolunu!.." demiş. Hemen gitmiş, bu tütünü ekmiş. Ona demiş bak ne güzel, ona demiş bak ne güzel...
O dumandan arının kaçtığı gibi, sigaranın dumanından da melek kaçar. Melek kaçınca --Allah muhafaza etsin--Êimanın muhafazası zorlaşıyor.
Bakın --gelecek ama, vakit olur mu bilmem-- "İçinde kelb olan eve, resim olan eve melek girmez!" diyor. Kelb, köpek... Neden?.. Çünkü, Cenâb-ı Peygamber SAS bir gün hâne-i saâdete geldiler. Melek geldi, aval aval duruyor. "Neden girmiyorsun?" dediler. "İçeride köpek var." dedi. Hazret-i Fâtıma RA, "Yâ Rasûlallah, niçin girmiyorsunuz?" diye sordu. "İçeriye köpek gelmiş, arayın!" dediler. Köpek karyolanın altına girmiş, yavrulamış orda... Kimse de görmemiş. Onu ordan çıkardılar. Ondan sonra girdi Rasûlüllah Efendimiz içeriye...
Bir de Hazret-i Aişe validemiz, Peygamberimiz dayansın diye bir yastık aldı. Yastıkta da... O zamanki kadınlar el işleri yaparlarmış. Çiçekler gibi bir de resim yapmış, --ustaca bir kadın demek ki-- Hazret-i Aişe'nin de hoşuna gitmiş. Almış, Rasûlüllah ona dayansın diyerekten. Rasûlüllah onu görmüş...
Bir de kapı var... Kapıda perde ki, eski evlerimizde hep bu perdeler vardı. Odalarımızda da vardı, sokak kapılarımızda da vardı. Kapı açıldığı vakitte içerisi görülüverir; soğuk içeriye gelmesin, sıcak dışarı kaçmasın diyerekten bu perdeler usül idi. Fakat şimdi onların hepsi tarihe karıştı gitti. Bu perdeyi alırken, bu da öyle işlemeli bir perde imiş. Rasûl-i Ekrem yine içeriye girmemiş. "Neden yâ Rasûlallah?.." "Resim var... Resmin olduğu yere melek girmiyor, meleğin girmediği yere ben de girmem!"
Şimdi evlerimizde resim, âdetâ mubah denilecek bir şekilde dopdolu... Sağına bakıyorsun, soluna bakıyorsun, önüne bakıyorsun, arkasına bakıyorsun...
Dün şey yazarken, halılar üzerinde bazı yapma resimler var halılarda... Geyikler var meselâ, duvara filân asıyorlar. E onun üzerinde namaz câiz değil... Üzerinde kılmak câiz olmadığı gibi, kıblenize konmuş bir geyikli süs halısı varsa, onun karşısında da namaz câiz değil...
Onlar öyle olduğu gibi evimizde, cebimizde, her tarafımızda bir sürü resimler... O ufak resimler zarar etmez. Bir resim ki, hayatı mümkün değildir; yarım bir resim... Bu yarım resim zarar etmez derler. Ki, bizim vesikalık fotoğraflarımızda olduğu gibi...
Bütün resim olursa, hayat onda mevcut olduğu için, onlar câiz değildir. Bir de ufak resimler vardır ki, meselâ Kâbe'den alınmış, bir sürü insan var, tavaf ediyorlar... Ama ufacık, tefecik... Ne olduğu belli değil... Onlar da zarar etmez derler.
Asıl zarar eden resim, gözüken ve belli olan resimlerdir. Onlar meleklerin gelmesine mânî oluyorlar.
Sigarayı içenin de o kokusundan dolayı melek kaçıyor, gelmiyor. Pis kokulara melekler gelmez.
Onun için, evlerde buhur yakarlar, güzel kokular yakarlar ki, meleklerin gelmesine vesîle olur. Meselâ mevlidlerde koku dökerler, meleklerin gelmesine vesîle olsun diyerekten...
545/12 (Kân, lâ ye'külül cerâd, velel külyeteyn, veled dab, min gayri yüharrimühâ.) Cerâd, çekirge... O çekirgenin büyükleri de oluyor, yenilebilen bir şey... Onu yemezlerdi.
Külyeteyn dedikleri böbrekler, sidik süzgeçleri... Onları da yemezlerdi. Haram da değildir. Haram demedikleri halde, kendileri yemezlermiş.
Bir de dab denilen bir hayvan var; kediden büyükçe bir mahlûk... Ama üzerinde tüy yok... Sekizyüz sene filân yaşarmış. Su içmezmiş, bir damla sidik yaparmış. Toprağın altında yaşarmış. Onu da avcılar vururlar, avlarlarmış. Başkalarına "Haramdır, yemeyin!" dememişler ama, kendileri de yememişler.
545/13 (Kâne lâ ye'külü müttekien) Dayanaraktan yemek yememişler. Bazı insanlar böyle beliyle dayanır, yahut arkasını dayar. Dayanarak yememişler. (velâ yatau akıbehû racülân.) Kendisinin arkasında yürümeye, kimseye müsaade etmemişler. İki adam da olsa, "Arkamda yürüme, geç önümde yürü!" derlermiş.
545/14 (Kân, lâ ye'külü min hediyyetin hattâ ye'müra sâhibehâ en ye'küle minhâ lişşâtilletî ühdiyet lehû.) Bazan et hediye getirdikleri vakitte, sahibine "Evvelâ sen ye!" dermiş. Çünkü Hayber'de getirdi kadın koyunu... Kızarmış, güzel... Yerlerken Cebrâil AS geldi, "Zehir var, yemeyin!" dedi. Ama yine Rasûlüllah'ın ahir nefesteki ölümüne sebep de o oldu. O zaman te'sir etmedi zehir ama, yine ölümünün sebebi oldu.
Onun için, böyle bir et hediyesi geldiği vakitte, "Belki bir kasd olabilir; hediye olarak gelir ama, içine böyle bir zehir katılmış olabilir." diyerekten evvelâ sahibine emrederdi: (en ye'küle minhâ) "Ondan sen ye bakayım!.."
545/15 (Kân, lâ yetatayyeru velâkin yetefe'el.) "Tavşan geliyor... Kedi geçti... Kuş öttü..." Bunlardan hiç uğursuzluk düşünmezlerdi. İtibar etmezlerdi bunlara...
Lâkin tefe'ül ederlerdi. Meselâ birisi geldi, adı Celîl... Güzel bir isim... Karşılaştık bununla, iyi şeyler olacak... Hasen isminde birisi geldi. Güzelliklerin geleceğine işâret... Tefe'ül ederlermiş bunlarla...
545/16 (Kâne lâ yeteârrü minel leyli illâ ecres sivâk.) Geceleri sağdan sola döndükleri vakitte veya soldan sağa döndükleri vakitte, mutlaka misvâki alır, ağızlarını misvaklerler öyle yatarlarmış.
Misvâke çok ehemmiyet vermişler. Her namaz arasında selâm veriyor, ikinci namaza kalkarken ağzını misvakliyor. Misvâki cebine koyuyor öyle kılıyor. Her arada mutlaka misvâk yapıyor. Yatarken misvâk yapıyor. Geceleri döndükçe de yine böyle bırakmazlarmış ağızlarından...
545/17 (Kân, lâ yetevaddau bağdel gusl.) Hamamlarda gusl ettikten sonra tekrar abdest almağa lüzum yok; guslün içerisinde abdest mevcut... Yıkandık baştan aşağı, yahut denize girdik baştan aşağı yıkandık; abdest oldu. Tekrar abdest almağa lüzum yok...
Gusl ederken, evvelâ abdest alınır. Sonra su dökülür, olur biter.
545/18 (Kâne lâ yetevaddau min mevtıin.) Sokak çamurlarında... Tabii o zaman böyle asfalt yok, yollar çamur oluyor. Çamurlandıkları vakitte de, abdest almaya lüzum görmezlermiş. Ayaklarındaki çamuru da yıkarlarmış. Abdeste zararı olmaz.
545/19 (Kâne lâ yecûzü şehâdetil iftâr, illâ racüleyn.) Bayram olduğu vakitte, iki kişi "Ayı gördük!" demedikçe orucu bozmazlarmış.
Ramazan için bir kişi kâfi... Bir kişi, "Ayı gördüm!" dese, herkes oruca başlar. Bayramda bir kişinin görmesi yetmez. İki kişi "Biz gördük!" dediler mi, o zaman iftar edilir.
545/20 (Kâne lâ yühaddisü hadîsen illâ tebessem.) Rasûl-i Ekrem konuştukları vakitte muhakkak tebessümle, güleryüzle konuşurlarmış.
Hadi bir salât ü selâm okuyalım da, öyle bitirelim:
"Allaaahümme salli alâââ, seyyidinâââ... muhammedinin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... aaalihîîî, ve sahbihîîî ve sellim." (Üç defa)
Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak ve Rabbil Felak Hazrazretleri, cümlemizi mağfiret-i ilâhiyyesine mazhar buyursun da, îmân-ı kâmil ile ahirete göçen bahtiyar kullarının arasına kabl eylesin...
Hepimiz elhamdü lillâh İslâm dininde olduğumuz için, birbirimize karşı lâzım gelen sevgiyi, saygıyı göstererek yetişen bahtiyar kullarının arasına Cenâb-ı Hak bizleri de kabul etsin inşaallah da, kavga, gürültü ve benlik dâvâsından bizi kurtarsın...
El-Fâtiha!..