XI. DERS
29 Haziran 1975
Râmûzül Ehâdîs Dersi
Sayfa: 560/9 - 562/12
Euzübillâhi mineş şeytanir racîm.
Bismillâhir rahmanir rahîm...
Elhamdü lillâhi rabbil alemîn...Vel âkıbetü lil müttakîn...Ves salâtü, ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihi ve sahbihi ecmaîn...
İ'lemû eyyühel ihvân... Enne efdalel kitabi kitâbullah, ve enne efdalel hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem... Ve şerrel umûri muhdesâtüha... Ve külle muhdesin bid'ah. Ve külle bid'atin dalâleh... Ve külle dalâletin fin nâr... Ve bissenedil muttasili ilen nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kaal:
560/9 (Kân, yüksirüz zikr, ve yekıllül lağv, ve yütîlüs salâh, ve yukassirül hutbeh, ve kâne lâ ye'nefü velâ yestekbir, en yümşiye meal ermileti vel miskînü vel abd, hattâ yakdıye lehû hâceteh.) (Revâhün neseî, vel hâkim, ved dâvut an ibni ebî evhâ, vel hâkim an ebî saidin sahîh.)
SAS Hazretleri'nin hayatındaki hallerini okuyoruz. Bugün son derstir. Altıyüz küsur hadis vardır. Şimdiki okuduğumuz derste de Cenâb-ı Peygamber SAS'in zikrinden bahsediyor: Cenâb-ı Peygamber Cenâb-ı Hakk'ı çok zikrederlerdi.
Mübarek vücud-u şerifleri nur idi. Gölgesi de olmazdı. Misk sürünmese de misk gibi kokardı.
Orta boyluydu. Uzunların yanında uzun olur idi. Ne kadar uzun bir adam olsa, onun yanında otururken, Peygamber ondan uzun görünürdü.
Yumuşak yerlere basarsa izi olmaz, taşlara basarsa ayakları iz ederdi. Müzede var, gidip görebilirsiniz.
Yüzü beyaz, müdevver; sakalı top sakal idi.
Vücud-u şeriflerine hiç bir sinek konmamıştır.
Def'-i hâcet ettikleri vakitte, kazûratını yer yutar, kimsenin görmesine imkân olmazdı. Bugün bizim evlerimizde bulunan helâ tertibatı, o gün yok idi. Helâ tertibatı olmadığı için herkes kırlarda hâcetlerini def ederlerdi. Sefer hallerinde de meselâ, ihtiyaçlarını def etmek için gittikleri vakitlerde yer yutmuş, kimse onu görememiştir.
Gayet mütebessim, fakir fukaranın son derece yardımcısı, fakir fukaranın babası idi. Onların hukuklarına çok riayet eder, onları son derece sevindirmeye çalışırlardı. İşte bu sırada da zikrullahtan hiç geri kalmadıkları gibi, boş sözü de söylemezlerdi. Ağızlarından boş söz kaçırmazlardı.
Bununla beraber, (ve yütîlüs salâh, ve yukassirül hutbeh) cuma günleri ve bayram günlerinde hutbeyi kısa okur, namazı uzun ederdi. Hatiplerin hutbelerinde kemallerine delâlet etmesi bakımından, "Hutbesi kısaysa, o hatip hatiptir. Hutbeyi uzun okuyorsa, o hatip hatip değildir." derler. Çünkü namaz başka, söz başka!.. Sözü söyleyeceksin burda saatlerce, namazı bir Kulhüvallahü ile bitireceksin; o olmaz! Divan-ı ilâhiyede uzun durmak, Kur'an'ı çok okumak lâzım. Hutbe, laftan ibaret... Her ne kadar ayet ve hadislerin izahı ise de, onu kısacık izah edersin.
Bizim devirlerimizde, eski devirlerde hutbeler üç veya dört cümleyi geçmezdi. Üç cümle, dört cümle 3-4 dakikadan ibaretti.
Bununla beraber (ve kâne lâ ye'nefü velâ yestekbir) kat'iyyen istinkâf etmez, çekinmez, büyüklük de taslamazdı. (en yemşiye meal ermileti vel miskîn) Dul kadınlarla ve miskinlerle yürümekten de çekinmezdi. "Sen kim oluyorsun, hadi miskin?.. Benimle gelecek adam mısın sen?.." Hayır, estağfirullaaah!.. (lâ ye'nefü velâ yestekbir) Kat'iyyen Cenâb-ı Peygamber böyle bir şey yapmamıştır.
(en yemşiye meal ermileti vel miskîn) Miskin, hiç bir şeysi olmayan zavallı bir adam; çıplak demek adetâ... Fakat, onunla beraber de yürürdü, Peygamber SAS. O, "Yâ Rasûlallah, sana bir işim var!" derse, "Pekiyi, gel söyle bakalım!" der dinlerdi. Öyle, "Gel makamımda söyle!" gibi şeyler değil, nerde rast gelirse...
(vel abd) Köleler, yâni hizmetkârlar... Onlarla beraber gitmekten kat'iyyen çekinmezdi. (hattâ yakdıye lehû hâcetehû.) O kölenin hacetini görünceye kadar, onun gittiği yere kadar giderdi. Ki, bu onun kemâlinin en büyük alâmetlerinden birisidir.
Bir insan büyüdükçe küçülmeli, daha mütevâzi olmalıdır. Büyümek sûretiyle yüksek bir makama sahib olmuş bir insanın, en küçük insanın derecesine kadar inebilmesi de, insanlığın ve islamlığın şerefidir. "Ben büyüğüm, büyük adamlarla görüşeyim. Kapıcıyı da tenbih edeyim ki, buraya herkesi sokmasın. Ancak kimler gelecekse, onlar gelsin..." Öyle değildi Peygamber Efendimiz... Ne kapıcısı vardı, ne bir şeysi vardı. Kendisi herkesin hacetini görürdü.
560/10 (Kân, yekrahü nikâhes sirr, hattâ yadrabe) Nikâh, iki kişinin alıp vermesinden ibarettir amma, bunun gizli olmasını Peygamber SAS hoş görmemiş. Ya?.. Mutlaka ilân olunacak, "Filân filânla evleniyor!" diye herkes bilecek onu... Hattâ def çalınacak. O def ilândır ki, o gün onlar evleniyorlar.
Yoksa, "Sen bana vardın mı?" "Vardım." "Ben de seni aldım mı?" "Aldın." "Sen de şahid misin?.. Bitti." Olmaz böyle şey! Herkesin bilmesi lâzım!..
560/12 (Kân, yekrahü en yerar racüle cehîran refîas SASt, ve kâne yuhibbu en yerâhü hafîdas SASt.) İnsanlardan bazı insan hilkat itibariyle konuşurken iri iri konuşur. Bunu sevmezmiş Rasûlüllah... İri iri, bağıra bağıra söylenen sözleri sevmezmiş. (ve kâne yuhibbu en yerâhü hafîdas SASt) Sesi kısa kısa, kimseyi taciz etmemek suretiyle, alçak sesle konuşulmasını severlerdi.
Bugün Araplarda da onu görüyorsunuz. Bazıları konuşurken, ne dedi diye duyamıyor bile insan... O ordan adet gelmiştir onlara...
560/13 (Kân, yekrahül keyy, vet taâmel harr) Key diyerekten, demiri kızdırıyorlar da, hastanın ağrıyan yerlerine değdiriyorlar, ona diyorlar. O sûretle ordaki hastalıklar iyi oluyormuş. O zamanki tedavi usûlü... Ama Cenâb-ı Peygamber, bunu hoş görmemiş; "Yapmayın bunu!" demiş.
(vet taâmel harr) Sıcak yemeği de hoş görmemişler. Sıcak yemek; o da faydalı olmuyor. (ve yekul) Buyurmuşlar ki, (aleyküm bil bârid) "Soğutun bunu!" (feinnehû zû berekeh) Soğuk olursa, bereketli olur. (elâ ve innel hârr, lâ bereketen leh.) Sıcakta bereket yoktur. Soğutun onu, tatlı tatlı yeyin. Hem yerken tad alırsınız, hem de vücutlarınıza faydalı olur. Bâhusus orası sıcak memleket olduğu için, yemek de sıcak olunca olmuyor.
560/15 (Kân, yekrahüt tesâübe fis salâh.) Namazda esnemeyi kat'iyyen sevmezlermiş. Esneme, uyku alâmeti, gaflet alâmetidir. Namazda böyle bir esneme oldumuydu hoş olmuyor. Peygamberlerden hiç bir peygamber esnememiştir. Bizim Peygamberimiz de esnememiştir hiç...
561/1 (Kâne yekrahü ref'as SASt indel kıtâl.) Muharebelerde böyle, "Heyyyt, bana çıkan var mı?" gibilerden meydan okurcasına bağıranları sevmezmiş. Muharebe meydanları ki, orda celâdet lâzım, gösteriş lâzım ama; orda bile yüksek sesle meydan okuyaraktan bağırılmasını sevmemişler, kerih görmüşler.
561/2 (Kân, yekrahü en yüral hâtem.) Mübarek parmaklarında yüzük var. Yüzüklerinde de "Lâ ilâhe illallah" yazılı... Onun için, onun başkaları tarafından görülmesini istemezlermiş, avuçlarının içine çeviriverirlermiş.
561/3 (Kâne yekrahü en yatae ehadün akkıbehû) Kendisi önde yürümezlerdi. Önde yürüyüp, arkasından insanların yürümesini hiç hoş görmemişler. Daima cemaat önde yürür, kendisi arkada; (velâkin yemîn ve şimâl.) yahut da sağda veya solda yürürlermiş.
561/4 (Kâne yekrahül mesâile ve eîbühâ ve izâ seelehû ebû ruzeyn, ecâbeh ve a'cebeh.) Bazı insan acaib acaib sorgular sorar, meseleler sorar. Lüzûmu yok... Boş şeylere kafasını yoruyor, seni de yoruyor. Bunu sevmezlermiş.
Bir mesâil-i diniyye, bilemediğin bir şey olursa, onu sorabilirsin. Yoksa şu şöyle olmuş, bu böyle olmuş; neden olmuş?.. Bu gibi sorgular, lüzumu olmayan sorgulardır.
561/5 (Kân, yekrahü sevreted dem, selâsen, sümme yübâşiru ba'des selâs.)
561/6 (Kâne yekrahü en yü'haze min re'sit taâm.) Yemek yerlerken --tabii sahanın kenarları var, ortası var-- ortasına el uzatılmasını sevmezlermiş. Çünkü bereket oradadır. Oradan alınırsa, o sahanın bereketi gider. Önünden yesin herkes...
561/7 (Kân, yekrahü en yü'kelet taâm hattâ tezhebe fevretü duhânihî.) Yemeği sıcakken yememişler, hoş görmemişler. Onun şöyle üzerinden dumanı gidip de, sıcaklığı kaybolmuş dereceye kadar bekletilip öyle yenmesini isterlermiş.
561/8 (Kân, yekrahül ataseteş şedîdete fil mescid.) Mescidde bazı insanlar şiddetli aksırır; ondan hoşlanmazlarmış.
İnsanın elinde değildir o ama, onu mümkün olduğu kadar def etmek için, insan şurasını sıkar, burasını sıkar... Yâhut, mendille ağzını filhan kapar, o sesi kısaltır. Herkesi ürkütmez.
561/10 (Kân, yekrahü en yattalea min na'leyhi şey'in an kademeyh.) Ayakkabılarının ne büyük olmasını, ne de küçük olmasını isterlermiş. Ayağa büyük olur da, ayak içeride kalırsa makbul değil. Küçük olur da ayak dışarı taşarsa, ondan da hoşlanmazlarmış. Ayakkabının ayağa göre olmasını isterlermiş.
Bizim ayakkabılar gibi değildi onlar. Mâlûm işte gördüklerimiz düz ayakkabılardır. Fakat onda bile, ayağına uygun olanının olmasını istemişler.
561/11 (Kâne yekrahü en ye'küled dabb.) Dab denilen bir hayvan var. Kedi âyarı... Yer altında yaşar, tüysüzdür. Kırk günde bir damla sidik yapar. Yediyüz sene kadar yaşar. Su da içmez. Allah-u Teâlâ'nın böyle mahlûku var. Bunu avcılar vururlar, yerler. Onun yenilmesinden hoşlanmazlarmış.
561/12 (Kâne yekrahü mineş şât seb'an) Hayvanda, koyunlarda yedi şeyin yenilmesini hoş görmezlermiş: (el merâreh) Öd dediğimiz; (vel mesâne) sidiklik; (vel hayâ) haya dediğimiz mâlûm; (vez zeker) zeker dediğimiz mâlûm; (vel ünseyeyn) hayalarıdır, mâlûm; (vel guddeh) bez denilen şeyleri; (ved dem) kanı.
(ve kâne ehabbüş şâtü ileyhi makdemühâ ev mukaddemühâ.) Koyunun ön taraflarını, kollarını ve kürek taraflarını severlermiş.
561/13 (Kâne yekrahül külyeteyn limekânihimâ minel bevl.) Sidik süzgeçleri olduğundan dolayı, böbrekleri de pek hoş görmezlermiş.
561/14 (Kâne yeksû benâtihî humurel kazzü vel ibrîsîm.) Kızlarının --dört tane kızı vardı zannediyorum-- ibrişimden dokunmuş başörtüleri ipekli başörtüsü örtmeleri hoşlarına gidermiş ve örterlermiş. Kadınlara ipekli helâldir, onun için...
561/15 (Kân, yelbesü büredetül ahmere fil ıydeyn vel cumuah.) Bayram ve cuma günleri kırmızı hırka giyerlermiş. Onların giydikleri latanın başka bir nev'i. Bunların kırmızısını bayramlarda ve cumalarda giyerlermiş.
561/16 (Kâne yelbesü kamîsan kasîrel kümmeyn vet tûl.) Gömleğinin kollarının buralara kadar olanlarını severlermiş. Çok kısa olmasın, çok da uzun olup da kollar içinde kalmasın.
561/17 Eteklerinin de topukla diz kapağı arasında olmasını severlermiş. Topuktan aşağı uzun olanını da sevmezlermiş.
561/18 (Kâne yelbesü kalensüveten beydâ'.) Başlarına o zaman kalensüve dedikleri, külâha benzer baş giyecekleri neyse onlar, onları giyerlermiş.
562/1 (Kâne yelbesü kalensüveten beydâe lâtıyeten.) Başlarına giydikleri şey beyaz, (lâtıyeten şâmiyeten) Şam'da yapılmış bir baş giyeceği idi.
562/2 (Kâne yelbesü kalânise tahtel amâim) Sarıktan evvel kalensüve giyer, üzerine sarık sararlarmış. (ve bigayril amâim) Sarıksız da giyerlermiş. (ve yelbisül amâime bigayri kalânis) Bu --fes demesi abes olur belki-- kalensüveyi giymeden, takkesiz veya külahsız sarığı başa da sararlarmış. Altında bir şey olmadan, doğrudan doğruya başa sararlarmış.
(ve kâne yelbesü kalânisel yemâniyye) Yemenlilerin yaptıkları bir takke, külâh gibi bir şey neyse, o zamanın giyeceği; onlardan da giyerlermiş, beyaz olaraktan... Ve bazı renkleri yahut çiçekleri olan, süsü olan, işareti olan... (ve yelbesü zâtel âzân, fil harb) Harblerde de yine giyerler, kulaklarını filân kapatırlarmış. O harb giyeceği olaraktan... Ne diyorlar ona, askerlerin giydiğine?.. Miğfer olaraktan.
(ve kâne rubemâ nezea kalensüvete fecealehâ sütreten beyne yedeyh) Bazan onu çıkarırlar, önlerine korlar... Sütre diyorlar; namaz kılarken insanın önüne bir şey dikerler de, geçecek olan insanların geçmesine mâni olmasın diyerekten. Kırlarda namaz kılanların buna dikkat etmesi lâzım. Açıkta namaz kılarken önüne bir şey dikerler ki, orası secde yeridir, oradan kimse geçmesin; geçecek olan arkasından geçsin. Başından bu kalensüveyi çıkarır sütre yerine korlarmış, (ve hüve yüsallî) namaz kılarken.
(ve kâne min hulükıhî en yüsemmiye silâhahû ve devâbbehû ve metâahû) Adetleriymiş ki, bütün eşyalarının adları varmış, bu adlarıyla isterlermiş,
Adet-i seniyyelerinde geçen geçti dersimizde ya, bütün eşyasını saydı Peygamberimiz'in... Hepsinin adı var. Atının adı bu, merkebinin adı bu, yayının adı bu, silâhının adı bu... Bu silâhın adı ayrı, bu silâhın adı ayrı... Kılınçlarının adları ayrı... Hepsine ad takılmış. "Kılıncımı getir!" "Hangi kılıncı?.." "İşte, filân kılıncımı!.." Bir adı var, onunla isterlermiş ki, bizim de böyle yapmamızı tavsiye ediyor.
562/3 (Kâne yelbesün niâles sittiyye ve yusaffiru lihyetehû bilversi vez za'ferân.) O sittiye denilen, hacılar ayaklarına giyiyorlar ya Arabistan'da... Bir parmaklarını, baş parmağını sokuyor, diğer parmakları kalıyor. Bir de orta parmaklarını soktukları var. Bunlar eskiden Bağdat taraflarında yapılırmış. Tabaklanmış deriden yapılan, üzerlerinde tüyleri olan, yünlü bir ayakkabı... O zamana mahsus. Ondan giyerlermiş.
562/4 (Kâne yelhazu fis salâh, yemînen ve şimâlen velâ yelvî unukıhî halfe zahrihî.) Namaz kılarlarken --Peygamber'e mahsustur bu-- gözleriyle sağa sola iltifat eder, bakarlarmış. Fakat kafalarını çevirip de bakmamışlar. Baş çevrilirse, namaz mekruh olur. Göğüs çevrilirse, namaz bozulur. Gözleriyle iltifat; Peygamber SAS yapmıştır ama, bize yapmak uygun düşmez.
562/5 (Kâne yelîhi fissalâh, erricâl, sümmes sıbyân, sümmen nisâ'.) Erkekler önde saf tutarlar, ondan sonra çocuklar, onların arkasında da hanımlar saf tutarlardı.
Cenâb-ı Peygamber'in zamanında hanımlar da camiye gelirlerdi ve saftaki yerleri en geride idi. Çocuklar onların önünde, erkekler daha ön safta namaz kılarlardı. Sonra buyurdular ki, "Hanımların mahalle camilerinde namaz kılmaları, benim arkamda kılmaktan efdaldir." Sonra, "Mahalle camisinde kılmaktansa, evinin içinde namaz kılması daha efdaldir." Daha sonra, "Evinin içinin de iç odalarında kılması daha efdaldir." diyerekten, hanımların bu suretle camiye gelmelerine izin vermedi.
O devri düşünün, bir de bugünü düşünün!.. O gün hanımların, böyle Rasûlüllah'ın arkasında namaz kılmalarına müsaade edilmediğini ve bugün camilerde onların erkeklerle karışık olaraktan mevlid dinlemelerinin, vaaz dinlemelerinin ve namaza iştirak etmelerinin nasıl caiz olacağını düşünün!.. Bunlar doğru olmayan şeylerdir.
562/6 (Kâne yemsehü alâ vechihî bitarafi sevbihî fil vudû'.)
562/7 (Kâne yemşî meşyen yu'rafu fîhi ennehû leyse biâcizin velâ keselân.) Mübârek SAS Hazretleri, yürürlerken yürüyüşlerinde kendisinin gayet dinç, güçlü kuvvetli olduğunu bildirirlerdi. (leyse biâcizin) Aciz bir adam değil; yürüyüşü insana bildiriyor. Hareketleriyle insan, "Haa, bu dinç bir adam!" diyor. Bir de tenbel adamın, aciz adamın yürüyüşü vardır ki, ağır ağır, "Basayım mı, basmayayım mı? Gideyim mi, gitmeyeyim mi?" diyerekten.
Fakat, Peygamber SAS, --geçenki hadislerde de gördünüz-- bir yola niyet ettimiydi, kat'iyyen bir daha geriye bakmazlardı. Dönmezlerdi de... İstikametleri nere ise, o hedefe doğru daimâ giderlerdi. Hattâ etekleri bir şeye takılsa, dönüp de onu kurtarmazlardı. Başkası gelir kurtarırdı ordan onu... Kendisi doğru giderdi, dönmezdi.
562/8 (Kâne yenâmü hattâ yenfuha sümme yekum, feyüsallî velâ yetevadda'.) (Ahmed ibni hanbel an âişe) Bu da Cenâb-ı Peygamber'in kendisine mahsustur. Hasâis-i peygamberiyye diyorlar bunlara ki, Peygamber SAS'e ümmeti kıyas olmaz.
Cenâb-ı Peygamber SAS, gerek namazda, gerekse namaz haricinde uyurlardı. Hattâ, horlama mı derler, uyuduğuna alâmet yâni; böyle olurdu da, sonra kalkar namaz kılarlardı. Bu uyku onun abdestini bozmazdı. Çünkü, onun gözü kapalıdır amma, gönlü uyumamıştır. Gönlü uyumamış olduğu için, onun uykusu abdestine mâni olmuyor. Bu Peygambere mahsus...
Onun için, bazı hacı Araplarda görüyoruz ki, yatıyor kalkıyor, namazını kılıyor. O da Peygamberin yaptığından istifade etmek istiyor ama, hatalıdır. Çünkü öyle yapmak, Peygamberden başkaları için caiz değildir.
562/9 (Kân, yenzilü minel minber, yevmel cumuah, ve yükellimühür racül fil hâceti ve yükellimühû) Bakınız, Cenâb-ı Peygamber cuma namazını kıldırırken, hutbesini okuyor... İnerken karşılıyorlar: "Yâ rasûlallah, benim şu işim var, bu işim var!" diyorlar. Biz olsak, "Dur be, şimdi namaz sırası! Seninle mi konuşacağım?" deriz, adamı azarlarız. Ama Cenâb-ı Peygamber, onun isteğine cevap veriyor, onunla konuşuyor.
(sümme yetekaddemü ilel musallâh, fe yüsallî.) Ondan sonra gidiyor namaz yerine, orda namazını kıldırıyor. Yâni, hallere ne kadar riayet ediyor. "Mübârek adam, sorgunun sırası mı şimdi? Bak şimdi namazımızı kılalım, ondan sonra sor!" diyebilirdi. Ama o hemen, "Nedir derdin?" diye soruyor. "Benim şu derdim var, bu derdim var..." "Söyle bakayım, söyle dinleyeyim." diyor. Ona karşılık ne cevap verilmesi lâzımsa, o cevabı da veriyor. "Oldu mu?" "Oldu." "Haydi bakalım, şimdi namaza!.."
İnsanlara ne kadar saygı gösteriyor. İnsanların kıymetini takdir ediyor. Hele şimdi buna bakınız:
562/10 (Kâne âhiru kelâmihî) SAS'in son sözleri... Nedir?.. (Essalâh! Essalâh!) "Namaz! Namaz!.. Namaza dikkat ediniz!.. Namaza kıymet veriniz!.. Namaza ehemmiyet veriniz!.. Namazı çok güzel kılınız!.. Vakti vaktinde kılınız!.. " Namazı evvelâ tenbih ediyor.
Sonra diyor ki: (İttekullahe fî mâ meleket eymâneküm!) "Elinizin altında olan hizmetkârlarınızın, kölelerinizin, cariyelerinizin, çocuklarınızın, kimler varsa onların hakkına da riâyet edin! Allah'tan korkun!"
Kendisi insanların hukukuna riayet ederdi. "E, köle bu insan!.." Namaza nasıl riayet ediyorsan, elinin altındaki kölenin de hakkına öyle riayet edeceksin! "Bu köledir, hizmetkârdır. Vur ensesine, çalıştır istediğin kadar!.." Olmaz öyle!..
Memlûk ile namazın birbirlerine vasiyetidir bu... "Namazın hukukuna nasıl riayetkâr iseniz, kölelerin hukuklarına da öyle riayetkâr olun!" Köle olmakla beraber, senin hizmetinde bulunmakla beraber, o da Allah'ın kuludur; başka bir şey değildir ki!.. Allah onu öyle yaratmıştır, seni de böyle yaratmıştır. Seni böyle yaradan Allah'a şükret! Seni de öyle yaratsaydı ne yapardın?.. Seni de fakir olsaydın, zaif olsaydın, miskin olsaydın, elin ayağın tutmaz olsaydı, kafan da işlemez olsaydı, ne çare bulurdun?..
Onun için, bu bize çok güzel bir derstir. Bugün bunun davacıları çok... Fakirlere, "Biz sizin tarafındanız." diyor. Diyor ama, hiç o tarafın adamı da değil... Halbuki Rasûlüllah SAS, peygamber iken bizzat bu hayatı tadıyor idi de, kölelerin hayatına da saygı gösterilmesini böylece tavsiye ediyordu.
Onun için, Cenâb-ı Peygamberin hallerindendir ki, dünya metaına hiç kıymet vermemiştir. Kendi hayatında süse taallûk eden, zînete taallûk eden hiç bir şey bulundurmamıştır.
Hâne-i saadetleri gayet basit idi. Altında yatak olaraktan, deriden mâmül bir şey vardı. Ekseriyetle bir hasır parçası üzerinde, bir kilim parçası üzerinde yatarlardı. Otururken, "Altıma minder getirin! Altıma halı getirin!" gibi bir şey demezlerdi. Olduğu gibi otururlardı yere... Kimseden bir şey istemezlerdi. Binâen aleyh, böyle yapanları da kat'iyyen sevmezlerdi.
Bir gün Ashâb-ı Kirâm'ıyla beraber bir yere gidiyorlardı. Giderken birisinin yapılmış, göze çarpan bir evini gördüler. Dediler ki, "Bu kimin?" "Filânın." dediler. Adam da, Peygamber burdan geçecek diyerekten kapısının önüne geçmiş, iltifat bekliyor... Cenâb-ı Peygamber, başını böyle çevirmiş, ona bakmadan geçmiş. Tabii, adam bundan çok üzülmüş, "Yâhu, acaba ne kusurum var?.. Cenâb-ı Peygamber bana iltifat etmedi, nedir acaba sebebi?.." diye başlamış Ashâb-ı Kirâm'a soruşturmaya... Demişler ki, "Bu evi sordu bize... Biz de senin olduğunu söyledik. Galiba, bu evi beğenmedi. Onun için, sana iltifat etmeden başını çevirdi geçti." demişler. --Bakınız, o zamanın insanları Peygamber'e ne kadar muti', ne kadar bağlı!-- Hemen kazmayı küreği almış, gitmiş yıkmış.
O evler bunlar gibi değil, topraktan, yâni kerpiçten yapılmış binalar... Mahrûtî dedikleri çadırımsı bir oda, kiremit miremit yok... Bizim Urfa taraflarında da var.
Gittiler nereye gittilerse... Dönüşlerinde baktılar ki, o ev yok... Dediler ki, "Biz geçerken burda bir ev vardı, o ev ne oldu?" "Onun sahibi, siz ona iltifat etmiyorsunuz diyerekten yıktı yâ Rasûlallah!" dediler. Üç defa ona dua etti orda, "Allahümmerham " diyerekten.
Hazret-i Abbas olsa gerek, --bilmiyorum belki hata ederim-- evinin kenarına bir oda ilâve etmiş. Rasûlüllah görmüş, "Nedir bu?.." diye sormuş. "Yâ Rasûlallah, işte gelen giden misafirlere oturma yeri olur." diye cevap vermiş. "Yık onu! Misafir gelirse evine al! Buraya neden yaptın bu evi fazladan? Yık onu!" "Yâ Rasûlallah, yıkacağım ama, satalım da parasını alırız, kiraya veririz, bir şey yaparız..." "Yok yok, yık onu!" buyurmuşlar. Dünyaya iltifatı kat'iyyen sevmemişler. İhtiyaç kadar... İhtiyaçtan fazlası hiç makbul değil, hele bu günde...
Binâen aleyh, Allah-u Teâlâ'nın bize verdiği bu serveti biz bunlara, işte demirden çelikten yapılan şu binâlara harcıyoruz. Bunun vebâlinden kendimizi kurtarmaya imkân bulamıyoruz. Niçin?.. "E, canım, işte çoluğumuza, çocuğumuza da kalır." Onları tembel olaraktan bırakırsınız. Onlara da Allah verecektir, onların da rezzâkı Allah'tır. O da çalışsın, o da yapsın kendine!.. Ben ona hazır bırakacağım; o da onu kim bilir nerelerde harcayacak?..
Geçenlerde de söyledim, Bursa'nın o kaplıcalar mevkiinde büyük bir ada... Bir paşanın imiş. Bir garip müezzin efendi, ben ordan geçerken, "Hoca Efendi, bizim hamamda bir yıkanmaz mısın?" dedi. Kocaman bir hamam... Büyük bir bahçe... Dedim, "Sen bu bahçeye nasıl nâil oldun?.. Milyonlar yetmez yâni, bugün..." "Sorma Hocam!" dedi. "Burası bir paşanındı. Çocukları mirasyedi çıktı. Beyoğlunda kumarda paraları bitirdiler, mallarını yok pahasına sattılar. Bu da bana düştü." dedi. Malı çocuğa bırakırsan böyle olur tabii. Hayırlısı olsun. Hayırlısı olmazsa, o mirasyediler kim bilir nerelerde, nasıl yiyecek?..
Onun için, sen onlara mal bırakmağa bakma, onlara iman ü ahlâk bırak!.. İman ile ahlâk olmazsa, ona milyonlar bıraksan, milyarlar bıraksan, hiç kıymeti yok!..
Onun içindir ki, Allah-u Teâlâ bize bu nimetleri vermiş. Bu nimetleri verirken, Sûre-i Hadîd diye Kur'an-ı Azîmüşşan'da bir sûre var. Demir Sûresi yâni... Sûrenin adı Demir Sûresi... Onun içinde bir ayet var ki, o ayette Cenâb-ı Allah Celle ve Âlâ:
(Ve enzelnel hadîde) Biz size demiri gönderdik, inzal ettik. Onlarla apartmanlar yapıp da göklere kadar uzanasınız diye değil ama... (fîhi be'sün şedîd) "Sizi düşmanlarınıza karşı muhafaza edecek silâhların, topların, tankların yapılması için demirler gönderdik size... Uyumayın, bu demirlerden istifade edin!.. Amerika'dan filân meded ummayın, bu işleri kendiniz yapın!.." diyor.
Cenâb-ı Hak Kur'ân'ında böyle buyururken, biz halâ bugün demirlerle binâlar yapıp da saltanat kurmağa çalışıyoruz. Halbuki, bu demir bizim için en büyük bir nîmettir. Kendimizi korumağa, muhafaza etmeğe en büyük bir alettir. Topu yapacaksın, tankı yapacaksın, silâhını yapacaksın, bıçağını yapacaksın, düşmana karşı hazır bulunacaksın. Sen uyur da bunu gâvurdan beklersen, o kâfi midir yâni?.. Biz ekmesek tarlaya buğdayları da, "Amerika'dan yollasınlar buğdayı, biz de yiyelim burda; çalışmaya ne hâcet yâ!.. Biz tarlayı sürmeyelim, mahsulü almayalım, dış memleketlerden satın alalım... Canım işte var ya her şey..." demek ne kadar ayıpsa, bugün bu demirlerden istifade etmeyip de, böyle memleketin müdafaasına lâzım olan şeyleri yapmamak, ondan daha ayıp!..
(ve menâfiun linnâs) Çok menfaatler var insanlar için... Her şeyler ondan oluyor. E burda Allah, Altından, gümüşten bahsetmedi de demirden bahsetti. Çünkü bütün bu aletler hep demirden oluyor... Altından, gümüşten olmuyor; demirden oluyor.
Demirin kıymetini bilmek için, büyük fabrikalara ihtiyacımız var. O büyük fabrikaları kuracak kafalara da ihtiyacımız var. O kafalar, ehl-i iman kafası olmazsa bir kıymeti yok. Bugün bunun en güzelini işte Avrupa yapıyor; tankı da dolu, topu da dolu, tayyaresi de dolu... İstediği fiattan da satıyor, herkese veriyor. Ama, ne fayda... İmandan mahrum... İman olmayınca, memleket topla tüfekle dolu olsa yine para etmez. Evvelâ insana lâzım olan imandır.
Onun için burada, (İttekullah!) "Allah'tan korkunuz!" diyor Cenâb-ı Peygamber... Allah'tan korkmak nasıl olacak?.. İman ile olur.
Onun için hikmet gönüldedir. "İnnâ a'taynâ kelkevser"deki kevser kelimesini hikmet diye tefsir etmişler. Bu tefsirde hikmet de ilmin gayesidir. İlim denince bugün, işte çeşitli ilimler var... Doktor dersen, güzel bir ilim efendi... İşte, hastalarımızı tedâvi eder, ağrılarımızı, sızılarımızı dindirir. Ama, bunun en iyisi yine gâvurlarda... En iyi doktorlar, yine gâvurlarda bugün... Fakat, gâvur... Gâvur olmasıyla, o doktorluk ona bir fayda ediyor mu?.. Gözünü yumuncaya kadar... Kazandığı kadar kazanır; gözünü yumdu muydu, hepsi gider elden... Ondan sonra, öldürdüklerinden mes'uldür. Kim bilir, ne kadar can yakmıştır? Onların da mes'uliyeti ayrı...
Mühendis olursun. En büyük bir ilim o da... E, ne olur? İşte binâlar yaparsın, köprüler yaparsın, şunu yaparsın... Bir çok faydalar olur. Elektrikçisi var, motorcusu var, envâi çeşit... Ama, iman olmazsa neye yarar?.. En iyisini yine gâvurlar yapıyor. Ama imanları olmayınca bir şeye yarıyor mu?.. Hiç bir şeye yaramıyor, yine gâvurdurlar.
Gâvur demek... Yâni, gâvuru öğrenemedik biz. Gâvur denince ne demek istediğimizi bir türlü anlayamıyoruz. "Kul yâ eyyühel kâfirûne"yi her gün okuyoruz, hepimiz de biliyoruz. Fakat, yine gâvura verdiğimiz pâye çok büyük... Fransa'dan gelmiş, İngiltere'den gelmiş, Amerika'dan gelmiş, Japonya'dan gelmiş çok mükemmel bir şey... Ama yapan kim? Allah tanımayan, peygamber tanımayan birisi... Sen de öyle mi olacaksın yâni?.. Allah tanımadan, peygamber tanımadan, kitab tanımadan dünyaya hakim olsan ne olacak yâni?.. Dünyaya hakim olsan ne olacak? Hepsi boş!..
Onun için, en evvelâ iman, imandan sonra da Allah korkusu!.. İmansız olmaz, Allah korkusu olmayınca yine olmaz. Binâen aleyh, Allah hepimizi kendisine iman eden ve içerisini havf ü haşyetle dolduran kullarının arasına kabul etsin...
Demek ki, Cenâb-ı Peygamber son sözünü söylerken, namazı ve elimizin altında olan muhtaçlara himaye ve yardım tavsiye ediyor. Kendini nasıl koruyorsan, köleni de öyle koruyacaksın. Yediğinden yedireceksin, giydiğinden giydireceksin. Sen nasıl istirahate muhtaç isen, o da istirahate muhtaç... Onu da yatırıp uyutacaksın, dinlendireceksin.
Biliyorsunuz yine Cenâb-ı Peygamber SAS, muhtaç değildi. Kat'iyyen bunu yanlış anlamamalı!.. Yâni, "Yokluktan yiyemedi, yokluktan giyemedi." demek kadar büyük hatalı söz yoktur. Çünkü, kâinat onun emrine âmâde!.. Yer de âmâde, gök de âmâde... Yere de hâkim, göğe de hâkim... Dağlar, taşlar "Yâ Rasûlallah emret, altın olarak önünde, ardında yürüyelim!" diyorlar. İstemiyor; "Bir gün aç kalır, tazarrû ederim; bir gün de doyarım, elhamdülillah şükrediyorum sana yâ Rabbi derim." diyor. Mübarek karınlarına da ümmetine numûne olmak üzere taş bağlıyor. Açlığa tahammül, açlığa sabr ediyor. Ümmetinin de, böyle çok yemesinden --işte geçti geçen derslerde-- çok şikâyet ediyor.
Çok yemek, gafleti mûcib oluyor. Çok yendikçe vücud azıyor, şehvet artıyor. Şehvet artınca da önüne geçmenin imkânı olmuyor.
Hayvanın ağzına bir gem takarlar; o gem sayesinde hayvan zabt olunur. Hayvan, o gemini bir kere azısına alıp da, başladı mıydı kaçmaya; seni düşürür, çiğner orada. Onun için onu beslerken, seni çiğneyecek kadar besleme!..
562/12 (Kâne âhiru mâ tekelleme bihî) Cenâb-ı Peygamber SAS Hazretleri'nin son mübarek sözleri: (celâle rabbiyer refî' fekad bellağtü) "Yâ Rabbi, ben senin emirlerini ümmetime tebliğ ettim, vazifem bitti." (sümme kudıye) Ondan sonra mübârek rûh-i şeriflerini kabz ettiler.
Hazret-i Aişe validemiz de diyor: Rasûlullah SAS, hasta halindeyken Hz. Aişe validemize demiş ki:
(İnnehû lem yukbez nebiyyün hattâ yerâ mak'adehû minel cenneh) Bir nebî ruhunu vermemiştir, cennetteki yerini görmedikçe... (sümme yühayyeru.) (R. E. 141/8) Ondan sonra da muhayyer kılınmıştır. Alınsın mı canın, alınmasın mı?.. İstermisin kalasın dünyada; istermisin ruhun alınsın ruhun da, gelesin buraya?.. Böyle muhayyerliği de vardır.
Yine Hazret-i Aişe validemiz buyuruyor ki: Rasûlüllah SAS, benim odamda --bir rivayette de-- göğsüme dayalı idi. Mübârek gözlerini tavana diktiler ve dediler ki:
(Allahümme elhıknî birrefîkıl a'lâ) Refîkıl a'lâ, yüksek bir makam. "O makama beni eriştir yâ Rabbi!" diyor.
Onun için ezân-ı muhammedîler okunduğu vakitte... --Çok dikkatinizi rica ederim-- Ezân-ı muhammedîler okunduğu vakitte, her ne hal ve hareket içinde olursanız, orda sükût edip durunuz; ezân-ı muhammedîyi dinleyiniz. Hem de candan dinleyiniz. Ama işiniz var, müşteriniz gelmiş, elinizde yapılan bir iş var... Ne olursa olsun, bir dakikacık durunuz; ezân-ı muhammedîyi şöyle güzelce, tefekkür ile bir dinleyiniz.
Elhamdülillah, İslâm'ın şiarı çok büyüktür. Gâvurların çanı gibi "Dann... Dann... Dann..." demiyor. "Allaaahu ekber!.. Allaaahu ekber!.." diye bizi uyandırıyor. Ey adam, en büyük varlık Allah'tır. Allah'ın varlığı en büyük varlıktır. Herkese fenâ var, ona yok!.. Sen ne kadar çalışırsan çalış, ne kadar çabalarsan çabala; arkası gelecek.
Şimdi büyük ilimler --doktorluk ilmi, mühendislik ilmi, paşalık ilmi-- çok iyi... Ama, hepsi hayat-ı dünyaya bağlı... Gözünü yumdun mu, hepsi gitti. Şimdi, bizim Topçu Hoca var hastanede... Nurettin Topçu denilen bir zat var. İşte felsefe hocası... Bir çok kimselerin de hocası... Geçen ziyaretine gitmiş arkadaşlar... Demiş: "Bütün bilgiler gitti. Hepsi boşa imiş, boşa uğraşmışım; çok yazık!" demiş. Niçin?.. Felsefe ilmi neye yarar?..
İki ilim var dünyada: Birisi Kur'an ilmidir, birisi de hadis ilmi... Bunlardan başkası hepsi dünyaya ait... Bunlar hem dünyaya ait, hem de ahirete ait...
Biz mezara giderken, işte cemaat gider bizimle beraber... Ama, mezarın başında beş dakika dururlar, herkes evine ayrılır. Mezara giren hiç kimse yok!.. Ama, amel-i sâlihin neyse, o seninle gidecek; mezarına o seninle girecek. İşte en güzeli ilm-i Kur'ân, ikincisi de ilm-i hadistir.
Mübarek Gümüşhaneli Hazretleri, ilm-i hadis hakkında elli tane fazilet bahsetmiş:
1. "Bu Râmûz-u Şerif kitabını okuyanların ve hadis kitaplarının hangisi olursa olsun okuyanların, evvelâ iman ile ahirete göçmeleri büyük bir ikramdır." Yâni, hadis ile meşgul olanlar, ahirete göçerken iman ile göçerler. Bu en büyük devlet...
2. "Duası kabul olunur." Duanın kabulünde şart olaraktan yazıyoruz, dörtyüzüncü günâha geldim efendi!.. Dörtyüz tane günah yazdım, daha üçyüz tane kadar var yazılacak günah... Yediyüze çıkıyor günahların sayısı... Bu günahlar bizde iken elbette dualarımız kabul olmaz.
Bu günahların en barizi bugün, vazife istemek, me'muriyet istemek; bu da günahlardan bir günahtır. Kadılık istemek, müftülük istemek, şu makama geçmek istemek, bu makama geçmek istemek... Hangisinde bunların insanlar ne kadar sadıktır?.. Hele vakıf üzerine geçmek, büyük felâkettir insanlar için!.. Onun için, insan ne kadar ehil olsa da, kusur eder.
3. "Hadis okuyan ve hadisi dinleyenlerin her bir haceti kaza olur." diyor. Okuyanla dinleyen müSASidir. Okuyanın da duası kabul olur, dinleyenin de kabul olur. Okuyanın da haceti kaza olur, dinleyenin de haceti kaza olur.
4. "Dünyada ve ukbâda zenginlik gelir." Dünyada da zengindir, ahirette de zengindir.
5. "Her umûrunda âsânlık olur." Her işi rast gider.
Şimdi affedersiniz, namazdan evvel bizi bir fabrikanın temelinin atılışına götürdüler. Tefe'ül, hayır isteği... "Hocam gelsin de biraz toprak atıversin, hayır olur." diyerekten götürdüler oraya da, temel attık. Temel atılmış, toprak atıverdik içerisine... Güzel şey tabii... Memleketin hayrına olacak, insanlar istifade edecek. Koca bir araziyi almış, müslüman bir adam... Diyor ki, "Bu araziye işçilerime evler yapacağım, işçilerimi burada oturtturacağım." Hayırlara matuf, güzel işler...
O fabrikaların te'sisiyle bugün, Almanya'ya gidip de çocuğumuz orda para kazanacağına, memlekette kazanır. Ama bir kişinin parası yetmez belki bu işleri yapmağa... Fakat beşi onu bir araya gelirse, pekâlâ yaparlar. Niçin biz birbirimizin elinden tutup da, birleşip de, böyle büyük, mükemmel fabrikaları kuramıyoruz da, çocuklarımızı taa Avrupalara kadar yolluyoruz?.. Orda kim bilir ne meşakkatlerle, ne zahmetlerle ömürlerini geçiriyorlar! Beş-on para sahibi olsalar da, kıymeti yoktur tabii...
6. "Kalbinde rahatlık olur, hüznünü def eder." En büyük dert, kalbdeki rahatsızlık... Meselâ, insan milyoner olabiliyor, daha büyük servetlere sahib olabiliyor, çok kuvvetli insanlar olabiliyor ama, kalbde rahat olmuyor. Gönül rahatı olmayınca, bilgi de fayda etmiyor, servet de fayda etmiyor, bir şey fayda etmiyor. Ama, ilm-i hadisle meşgul olur, onu dinlersen, onu mütalâa edersen, Cenâb-ı Hak bunun hürmetine gönlüne rahatlık veriyor.
İlm-i hadis denince, Peygamber SAS'in huzurunda bulunuyoruz. Onun mübarek tatlı sözlerini dinliyoruz, gücümüz yettiği kadar... Bundan dolayı da Cenâb-ı Hak bizim aramızda, iyilik veriyor böyle kimselere... Rahatlık veriyor.
7. "Küffâr üzerine galib olmakta, nusrette ve meded îras etmekte bir çok fevâidi vardır."
8. "Ta'lim ve teallüm edenin içi de temiz olur, dışı da temiz olur." Dışın temizliği kâfi gelmiyor, için temiz olmadıkça...
9. "En büyük devlet de, Allah-u Teâlâ'ya yakın olmasıdır." Allah-u Teâlâ'ya yakın olmak, burda belki hatalı konuşmak olur. Yakın olunca, meselâ şu duvara yakın olmak için, oraya gitmek lâzım. Duvarın yanına gidersin de, duvara yakın olursun. Allah'a yakın olmak için, Allah'a gitmenin yolları, Allah-u Teâlâ'nın razı olacağı amelleri işlemektir. Allah-u Teâlâ'nın razı olacağı amelleri işledikçe, Allah'a yakınlık hasıl olur. Bu, gitmekle olmaz, koşmakla olmaz, yürümekle olmaz. O, gönlün Allah-u Teâlâ'ya bağlanışı ve ibadet ü taatlerle olur. Allah cümlemize nasib eylesin...
10. "Rasûlullah SAS'e de yakın olur." Çünkü, Rasûlullah'ın sözlerini ya söylüyor veya dinliyor. Söylemesi de, dinlemesi de Rasûlüllah'ın hoşuna gidiyor, memnûn oluyor. Bunlardan dolayı ona da yakınlık hasıl oluyor.
11. "Sahabe-i Kirâm'a da yakın olur, Menâkıblarını cem eder." İşte okudukça, şu büyüğün şöyle şöyle halleri vardır diyerekten de mütemadiyen geçiyor. Onlardan bir tanesini size tekrar edeyim:
Sa'd ibni Ebî Vakkas... Hepimizin bildiği bir zat, ismini çok duyuyorsunuz. İki menkabesin bahsedeceğim: Acemlerle muharebeye gidiyor. Sekizbin askeri var. Sekizbin askerle, ikiyüzbin kişilik mükemmel orduya karşı döğüşe çıkıyor. Acem diyor ki, "Deli mi oldunuz siz?.. Üstünüzde entariniz yok, ayağınızda da pabucunuz yok... İşte silâhınız da görünen şeyler... Siz benim ordumla nasıl döğüşeceksiniz be adamlar?.. Gelin, şu benim kuvvetlerimi görün, servetimi görün, ordumu da görün de, ondan sonra kalkın bu deliliğe!.." Diyorlar ki, "Biz biliyoruz hepsini... Bunların hepsi boş! Sen bizim dediğimizi dinleyecek misin, imana gelecek misin, müslüman olacak mısın; sen onu söyle bize!.." İşte müzakereler devam ediyor. "Olamayız!" diye cevabı verince, başlıyorlar harbe...
Harbe başladıklar vakitte... Tabii Acem ordusunun filleri var. Tank yâni, bugünkü tankın mesabesinde... Üzerine kocaman bir kubbe yapılmış, delinmeyen derilerden... Üzerine ok atıyorsunuz, delinmiyor. İçerisinde asker saklı... O istediği gibi vuruyor; sen atıyorsun boşa gidiyor. Hakkından gelmenin imkânı yok!.. Ne yapalım?.. Fillerin gözlerini vuruyorlar, kemerlerini de kesiyorlar. Üstündeki tank devriliyor. Fil korkuyor, ürküyor, başlıyor geri geriye kendi askerinin üzerine kaçmağa... Askerler de kendi fillerinin altında ezilince, onlar da paniğe kapılıp kaçıyorlar. Sekizbin kişilik ordu, ikiyüzbin kişilik Acem ordusunu alt üst ediyor. Bir sürü ganimetle beraber dönüyorlar, Hazret-i Ömer'in devrinde...
Medine'ye ganimetleri getirmişler. Hazret-i Ömer'e de ayırmışlar bir parça... Akşam sofraya oturmuş Hazret-i Ömer... Bakmış ki, sofrada görülmedik şeyle var. "Nereden bunlar?" demiş. "İşte efendim harbden, ganimetlerden getirilen..." "Bu memlekette fakir yokmuydu da, bunları buraya getirdiniz?" demiş. "Kaldırın bunları burdan! Getirin benim tuzumu, biberimi!" Hazret-i Ömer'in yanına da sokulmaya imkân yok. Hepsi susmuşlar korkularından... Her neyse.
Sa'd ibni Ebî Vakkas ihtiyarlamış. İhtiyarlayınca, gözleri de görmez olmuş. Demişler ki, "Yâ Sa'd! Biz seni biliyoruz ki, senin duan ok gibi tesir eder. 'Yâ Rabb, benim şu gözümü ver!' desen, derhal Cenâb-ı Hak verir. Hiç çevirmez, biliyoruz." Çok keskinmiş duası... Kimin için dua etse, derhal makbul oluyor. Yâni, ölüyü diriltir derecede...
Onun için çok dikkat edin, --akşam okudum hoşuma gitti-- İsâ Aleyhisselâm diyor ki: "Ben ölüyü dirilttim, bunda aciz olmadım. Fakat ahmağı adam edemedim, ahmağa tesir edemedim." Dinsizlik yolunu tutmuş bir adam, ona hiç bir söz geçmiyor. Bir kere hiç kararı yok... Akıl baştan gidiyor, her şey gidiyor. Ne dersen fayda etmiyor. Onun için Ahmağın gönlünü uyandırmaktan aciz kalmış. Allah cümlemizi ahmaklıktan korusun...
Şimdi ne derse beğenirsiniz Sa'd ibni Ebî Vakkas Hazretleri?.. Bizim başımıza çok geliyor: "Aman işte başım ağrıyor hocaefendi, bir okuyuver!" "İşte sinirim oynuyor hocaefendi, bir okuyuver!" "İşte şu oluyor hocaefendi, bir okuyuver!" Pekâlâ amma, hiç sabrın yok mu?.. Hiç takdir-i ilâhiyyeye rızân yok mu?.. Hiç menâkıb dinlemedin mi, hiç büyüklerin hikâyesini dinlemedin mi?..
Bakın Sa'd ibni Ebî Vakkas ne diyor: "Ben Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin takdirini, gözümün nûrundan daha çok severim!" diyor. "Diyemem ki, 'Yâ Rabb, benim gözümü bana iade et!' O bana takdir etmiş; onun takdiri daha a'lâdır." Ama biz çok sabırsızız. Azıcık bir şey oldu muydu, şikâyet şikâyet üzerine, şikâyet şikâyet üzerine... Allah affetsin kusurumuzu...
Onun için, dünyada tahsil olunacak en güzel şey ilimdir. Meselâ insan çok para kazanabilir. Kazanç yolları çok... Bilgi yolları da çok; her çeşit bilgiyi insan bugün öğrenebilir. Ama, o bilgiler ki seni Allah'a götürmüyor, onların hepsi son nefeste tükenecektir. Bilgi dedin mi, seni Allah'a götürecek olan bilgi bilgidir. Her bilgide de insanı Allah'a götürecek bir çok vasıtalar var. Doktor bakar ki, "Ooo... Allah'ın kuvvetinden başka bir kuvvet sahibi bunu yapamaz!"
Şu göze bak efendi!.. Ufacık bir şey ama, kâinatı içine alıyor ve senin kafanda onun tam bir hulâsasını alarak sana diyor ki, şu şundan ibarettir. Ufacık bir göz bebeğinin içerisine kâinatı sıkıştırmış Allah-u Teâlâ Hazretleri...
Ruhun öyle... Ruhumuzdan haberimiz de yok... Gönlümüz öyle, kalbimiz öyle... Kim bilir, ne içinden çıkılmaz hadiseler var. Bunları doktor görünce, "Oooo!.. Allah'ım, yâ Rabb'im sen büyüksün! Beni de İslâm etmişsin. Bu varlıkları yapacak senden başkası yok yâ Rabbi!.. Kimse yapamaz bunları... Bunlar tabiatın, mabiatın eseri değil; Allah-u Celle ve A'lâ'nın eseridir." der, iman ile yaşar. Ama, "Tabiatın eseri!" dedi mi, gitti o gürültüye artık...
"Mir'atül Harameyn" diyerekten Ziyâ Paşa'nın yazdığı bir Mekke-i Mükerreme tarihi var. Arapçadır. Orda Vahhâbîler'in aleyhinde de güzel yazılar var. Onun için, Vahhâbîler onu yasak etmişler, memleketlerine de sokmazlar. Arapçası da vardır, Türkçesi de vardır.
Türçesinde diyor ki: Hacer-i semâviyye deniyor, işte gökten bir taş düşüyor. Düşen o taş, nereye düşecekse düşüyor. O hacer-i semâviyyeler nereden kopup geliyorsa, o hızla gelirken hava ile sürtünmesinden dolayı ısınıyor. Aldığı hararet ile ateş gibi oluyor. Ama taş da, ufacık bir taş değil, mücessem, büyükçe bir taşmış yâni... O gelmiş, Medine-i Münevvere üzerinde seyrediyor... Bunu akıl kabul eder mi?.. Yere düşecekken, onun orda durmasını, muallakta kalmasını hiç bir akıl kabul etmez. Koptu, düşecek, ama düşmüyor; üç ay Medine'nin üzerinde öyle duruyor. Ne bahçe kalmış, ne bir şey kalmış. Herkes Harem-i Şerif'in içine sığınmış, saklanmış, ateşin tesiriyle... Sonra orda bir vadiye düşmüş. Orasını --Suların toplandığı yere ne diyorlar?-- bir baraj olmuş orda...
Bu, kudret-i ilâhiyyenin açık açık görüldüğü bir şeydir. Bakın işte, taş durur mu yukarıda? Pat deyip düşer aşağıya... Bunun durması Allah-u Teâlâ'nın kudretine bağlıdır. İşte bugün gökte gördüğümüz bir sürü ecrâm... Biz bunların hepsine diyoruz ki, "Efendim, bir silsile ile birbirine merbut bunlar... Câzibe kuvvetiyle birbirlerini zabt ediyorlar."
Papaz yapmış bunun hünerini... Dört duvara dört tane mıknatıs koymuş; ortaya da bir top koymuş. Dört mıknatıs onu muallâkta tutuyor. "Bakın, muallâkta durdurdum işte!" demiş. Aklı eren birisi mıknatıslardan birini çekince, pat diye düşmüş aşağıya...
Allah-u Teâlâ'nın kudreti işte bunlar... Şu câzibe, bu câzibe... O câzibeyi yaradan kim? O câzibe kuvvetini koyan kim?.. O da Allah'ın eseri...
Bakın şimdi, bugün duydum yine... Sibirya'nın buzluk yerleri var ya; o buz yerlerinde filler çıkıyormuş. Buzun içinden fil çıkıyor efendi!.. Buzun içinde fil yaşar mı, durur mu?.. Ama donmuş buzun içinde duruyor olduğu gibi... Bugün arayıp buluyorlar onları... Demek ki, orası vaktiyle nasıl bir hararetin bulunduğu yermiş ki, fil orda yaşıyormuş. Sonra birdenbire orası soğuk bir mıntıka oluvermiş. Cenâb-ı Hakk'ın hikmetleri bunlar... Orda fil donmuş kalmış. Bugün insan bunu buluyor da, hâlâ aklını Allah'ın kudretine erdiremiyor.
12. "Bunu okumakla, Rasûlüllah SAS'e muhabbet etmiş olur, ashabına muhabbet etmiş olur, tabiine muhabbet etmiş olur. Bütün enbiyalara muhabbet olur. Onların şemâilini dinler."
Rasûl-i Ekrem:
(Ene âkilü kemâ ye'kilül abd.) (R. E. 4/7) diyor. Hiçbir zaman bir sofrada, böyle masa üzerinde saltanatla yemek yememiş Rasûl-i Ekrem... Biz onun ümmetiyiz ama, bak bizdeki saltanata!.. Biz, sofranın altına kasnak diye bir şey koruz. Hani, ekmek aşağıda kalmasın diyerekten, uydurmuşuz öyle bir şey... Onu da istememişler. Yere korlar, yerde yerlermiş yemeklerini... Ki, bugün orda da öyle görüyoruz.
Onun için, kendini insanların seviyesinden üstün seviyeye çıkarmamışlar. Tabii, o zamanın üstün insanları da vardı, zenginler de vardı, böyle çok rahat eden insanlar da vardı ama, onlara benzetmedi kendisini... Fukara ve zuafanın haline uygun olarak, kendi hayatını idâme ettirdi. Ki, en büyük devlet burda oluyor.
13. "Cemii evkatta Allah-u Teâlâ kalbini meşgul kılar. Yâni, mâsivâdan kalbini tathîr eder." Şimdi, insanlar acizdir, kendi ellerinde bir şey yoktur. Onun için, bizdeki temizlik, bizim kendi kendimizi temizleyebilmemiz, --dışımızı temizleyemiyoruz ki, içimizi temizleyebilelim-- Allah-u Teâlâ'nın vereceği kudrete bağlı... İşte o da, Allah-u Teâlâ'nın kitâbı olan Kur'an-ı Azîmüşşan ve rasûlünün kitabı olan hadislerle meşgul olursan; Allah-u Teâlâ vesîleler yaratır, seni günahlardan, mâsivâlardan uzaklaştırır. Kalbin temiz bir hale gelir, ayna olur.
(Elmü'minü mir'atül mü'min.) (R. E. 230/7) Mü'min mü'minin aynasıdır. Nasıl ayna?.. Ayna, insan bakınca kendini gösterir. Nasıl aynaya baktığımızda kirlerimizi, pisliklerimizi görüyoruz, onları izâle etmeye çalışıyoruz.Binaen aleyh müslüman öyle hale gelir ki, o halde iken, karşısındaki ona baka baka müslümanlık ilhamı alır.
Şimdi bir arkadaş Almanya'dan gelmiş. "Bizim aramızda Almanlar da var ya, beraber çalışıyoruz. Onlardan bir kimse müslüman oldu." dedi. Sebebi: O Alman içki içiyor. Bizim müslüman kardeşle beraber çalışırlarken, ona da teklif ediyor. "Ben içmem, yasaktır, günahtır!" demiş. Adamın içine tesir etmiş, "Yâhu, demek bu adam günahtır, haramdır diyerekten içmiyor." Onlar banyo yaparlarken soyunup da yapıyorlar ya, o müslüman tabii peştalla örtünüp öyle yıkanıyor. "Neden örtünüyorsun?" "E, ayıptır. İnsan edep yerlerini açar gösterir mi âleme?.. Yoksa felâketler doğar." diyor. "E, bu etten niye yemiyorsun?.." "O et de yasaktır bizde!" Allah hidayet etmiş, "Yâhu, ben müslüman olacağım, şu müslümanlığı öğretin bakalım!" demiş.Ê"Lâ ilâhe illallah, muhammeder rasûlüllah." dedirtmişler. "Şimdi geldi aramıza... Sakal da salıverdi. Tesbihi de elinde... Bizi geçti." diyor. Neden?.. O müslüman ona ayna oldu, nümûne oldu. Müslüman dediğin böyle nümûne olur. Ama, --Allah muhafaza etsin-- bizim gibi battal olursa, müslümanlıktan kaçırır insanları...
(|®û® ÁÖZ ãì /x /d /w /âŠ) æ©Ã³ÀöZ ãû¬öZ xZ
(İnned dînü ennasîhah) (R. E. 97/11) Din ancak nasihatle kaimdir. Nasihat edici olmadı mı, din elden gider. Nasihat ediciler ortadan kalktı mıydı... "Allah akıl vermiş, zekâ vermiş, biz yolumuzu buluruz." Yağma yok, din ancak nasihatle kaimdir. Nasihat etmek için de, nasihat ediciyi yetiştirmek lâzımdır. Binaen aleyh:
FZ áäç Á• ı¹œZ £› v£ûZ ®Ã‹
(Hayrül mâl mâ ünfika fî sebîlillah) Malın en hayırlısı fîsebîlillah harcanan para... Fîsebîlillah denince, fîsebîlillahın hududu yok... Fîsebîlillah, yalnız aç kalmak, oruç tutmak, hacca gitmek, şu etmek, bu etmek değil; hudutsuz... Ordunun bütün hizmetleri fîsebîlillah... Tankı lâzım, topu lâzım, tayyaresi lâzım. Oraya bunlar için harcanan paraların hepsi fîsebîlillahtır. Niyetine göre...
Bizim dinimizi bize öğretecek adamlar lâzım. Nerde yetiştirelim bunları?.. Gökten gelmeyecekler ki bunlar... E bunların hepsi fakir çocukları... Bizim İstanbul'un zengin çocuklarından var mı bir tane Kur'an kursunda bir talebe?!.. Hepsi Anadolu'nun şurasından burasından gelmiş. Babasının belki çarığı da yok ayağında... "Ben Kur'an okuyacağım, öğreneceğim!" diyerekten burda çalışıyor.
Elbette onları yetiştirmek de bizim vazifemiz. Biz onlara bakmazsak, onlar da yetişmezler tabii... Yetişmeyince de, biz de açıkta kalırız. İmam-hatip mektepleri de öyle, hepsi de öyle...
Binâen aleyh, bunlara harcanan paralar da, fîsebîlillah olan paralardır ki; hayrül mâl, malın hayırlısıdır. Fabrikalar yaparız... Yemek için, yaşamak için yaparız; ölünce biter gider.
14. "Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkuna insaf ve merhamet sahibi olur." Hadis ile meşgul olan insan --gerek dinlemek, ve gerek okumak sûretiyle-- hem mütevâzi olur, hem de alçak gönüllülükle beraber, Allah-u Teâlâ'nın mahlûkuna da şefkat ve merhamet eder. Büyüklenmez, kibirlenmez. "Üstün makamlara nail oldum, şöyle servete nâil oldum." diyerekten, olamayanları hor görmez. Rıfk ile muamele eder. Dâimâ hakka ittibâ eder.
Çünkü her gün, "Rasûlüllah şöyle yaptı, rasûlüllah şöyle etti." diye okuyor. Kendisini ona mümkün mertebe uydurmağa çalışır. Bir günde olmaz tabii bu... Bir günde olmaz, senelere muhtaç... Okudukça, okudukça; bugün bir parça, bugün bir parça... Binâlar da taş taş üzerine koya koya binâ oluyor; birden oluyor mu?.. Bir taş koyuyoruz, bir daha koyuyoruz; derken bir binâ oluyor. Sökerken de böyle...
15. "Kablel mevt cennet ile müjdelenmiş olur." Nasıl ki, Rasûl-i Ekrem SAS, ölmezden evvel cennetteki yerini gördü de öyle canı alındı; şimdi onun yolunda gidenlerin hepsine de bu müyesser olur. Allah cümlemizi onun yolundan ayırmasın...
16. "Malında, ömründe çok bereket hasıl olur." Ah aziz kardeşler, dert hakikaten çok büyük!.. İnsan bugün bin lira, onbin lira, yüzbin lira, hattâ bir milyon lira düşürse, kaybetse, çaldırsa... Allah esirgeye hareketler oluyor, evler yıkılıyor, mallar gidiyor, hayvanlar gidiyor, canlar gidiyor... Gidiyor işte, yok... Fakat, telâfisi mümkün oluyor mu?.. İşte bugün kaç yerde meselâ hareketler oldu. Ordan kurtulanlar bakıyorsun yine ev sahibi olmuş, mal sahibi olmuş, mülk sahibi olmuş, çoluk çocuk sahibi olmuş... Telâfisi mümkün. Fakat, kaçan bir ömrün bir dakikasını geri çevirmek mümkün mü?.. Ömrün bir anını geriye çevirmek mümkün mü?..
Binâen aleyh, o kahvehânelerde, o sinemalarda, tiyatrolarda ve deniz alemlerinde ömürlerini zayi eden insanlara durmadan ağlamak lâzım!.. Niçin?.. O Allah-u Teâlâ'nın verdiği ömrün kıymeti, pahası ölçülemez ki!.. Kıymeti ölçülemez olan bu nimeti, sen boşu boşuna, zevk sefâ uğruna mahv ü perişan ediyorsun; en büyük akılsızlıktır bu...
Deli, çok çeşitli olur derler; kırk çeşitmiş. O kırk çeşidin birisi tımarhanededir ama, otuzdokuzu da dışarda deli... Sen, o arabasına kurulmuş, şu alemde bu alemde sefâ edeceğim diye, zevk ve sefâ ile ömür geçirenleri hep akıllı insanlar mı zannedersin?..
Akıllı insan, Allah-u Teâlâ'nın rızasını arar. Günahlardan kaçar, günah işlerden kaçar. Bir günah işledimiydi hemen, "Aman yâ Rabbi! Beşeriyet iktizâsı yaptım ben bunu ama, tövbeler tövbesi... Çok pişmanım, bir daha yapmam yâ Rabbi!.." diye söz verir bir daha yapmamaya...
Onun için aziz kardeşler, ömrümüzün kıymetini bilelim, boşa harcamayalım!.. Boşa gitmesin. Boşa gitmemesi için, hem Kur'an'ın yolundan, hem hadisin yolundan ayrılmamak lâzım!.. Kur'an'la hadis birdir. Nasıl ki, bir ceset var vücutta, bir de ruh var... Bu ceset ve ruh sayesinde bu hayat devam eder. Bunların birisi olmadığı zaman, hayat söner. Kur'an'la hadis, ikisi bir vücuttur. Yalnız birisini alırsan, olmaz.
Onun için, ahir zamanda ükelâ diyeceğimiz bazı insanlar gelir. Ona hadisi okursun. "Sen bırak o hadisi, bana Kur'andan delil getir!" dedi miydi, gitti gürültüye o adam... Çünkü, hadistir Kur'an'ın tefsiri... Hadisten Kur'an anlaşılır. Hadisi bırakıp da kendi kafandan Kur'an'a mânâ verirsen, zındıksın; eğer isabet etse dahi!.. Mânâya isabet etse dahi makbul değildir, merduttur. Niçin?.. Kur'an'ın müfessiri Rasûlüllah'tır. Onun sözleriyle Kur'an anlaşılır.
Onun için meselâ Fransızlardan Kur'an tefsir eden var, İngilizlerden var, belki Amerikalılardan da var. Fakat, makbul değildir.
Şam'a gittiğimizde, Şam müftüsünü ziyarete gittik. Müftü efendi bir kitapla meşgul... Dedi ki, "Bu kitabı bir Ermeni yazmış, siyer adı altında..." Peygamber SAS'in hayatını yazıyor bir Ermeni!.. Bastırmak istemiş. Suriye hükümeti müftüye demiş ki: "Bunu tedkik et, oku! Bunda hata varsa söyle; yoksa, basalım!" Ermeni'nin yazdığı kitaptan ne umarsın a kardaş?!..
Canım, işte biliyor Arapçayı... Arapçayı bilmekle ne olacak? Ebû Cehil Arap değil miydi?.. İmrül Kays, şairlerin başı; o Arap değil miydi?.. En güzel fesâhatla konuşan bir insan, şâir... Ebû leheb vs. emsâli... Onlar Arap değil miydi?.. Ama, hepsi imansız gittiler ahirete... Hiç kıymetleri yok. Ancak iman ile tebeyyün eder her şey... Allah o imanı lütfetsin cümlemize... Muhafazasını da Cenâb-ı Hakk'a tevdî ederiz. Onun için, "Lâ ilâhe illallah, muhammeder rasûlüllah" Yâ Rabbi, bu kelime-i tevhidi biz sana emanet ettik. Bu emanetimizi senden isteriz.
Buyurun beraber Cenâb-ı Peygamber'e bir salât ü selâm okuyalım:
"Allaaahümme salli alâââ... seyyidinâââ... muhammedinin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... aaalihî, ve sahbihî ve sellim." (3 defa)
17. "Kulun hidâyete erişmesine ve kalbinin hayatına da sebep olur." Hadis ilmi insanların hem dış, hem iç hayatlarının bekasına hizmet ediyor; hidâyet Allah'tandır.
Allah-u Teâlâ, Habîbinin sözleriyle, kitaplarıyla meşgul olan kullarına hidayet eder. Kur'an-ı Azîmüşşan, baştan aşağı altıyüz sahife, altıbin küsur ayet; hepsinin mânâsı Elham'ın içerisinde... Nasıl ki, vücudun bütün idaresi kafaya verilmiş; bütün vücudun idaresi orda... Oraya bozukluk gelirse, vücudun içinde felç diyorlar; şurası tutmuyor, burası tutmuyor. Ordaki bozukluktan ileri geliyor.
Şimdi binâen aleyh, Kur'an'ın bütün mânâsı Fatiha'nın içinde... Fatiha'daki netice de "İhdinas sırâtal müstakîm"in içinde, sırât-ı müstakîmde... Bütün Kur'an'ın istediği şey doğru yoldur. Müslüman mısın? Doğru müslüman ol. Yalnız adın müslüman olmasın; için de müslüman olsun, dışın da müslüman olsun. Göründüğün gibi ol, olduğun gibi de görün. Gündüz külâhlı, gece de silâhlı; olmaz öyle şey!..
Binâen aleyh:
(El müslimü men selimel müslimûne min lisânihî ve yedihî) (R. E. 235/7) Herkesin bildiği, takvim yapraklarından gazete yapraklarına kadar geçen Peygamberimizin bir sözü... İslâmiyet, teslimiyetten ibârettir. Müslüman, Allah'a teslim olmuş, emrine münkad olan kimsedir. "Ne dersen, başım üzerin yâ Rabbi!" "Namaz kıl!" "Peki yâ Rabbi!" der. "İşim çok ama..." "Allahım dedi yâhu, işim çok olur mu?.." diye düşünür.
Allah ne kadar kolaylık göstermiş: "Yatarken kıl!" diyor, "Oturarak kıl!" diyor. Denizde gemin batmış, bir tahtaya tutunmuşsun, vakit de gelmiş... Namaz vakti geçiyor, ne yapalım şimdi orda?.. "Başınla kıl!" diyor. Elimizi kaldıramayız. Dilimizle "Allahu ekber!", başımızla "Allahu ekber!.. Semiallahu limen hamideh..." deriz, orda namazımızı kılarız. Ama kıbleye isabet etmiş, etmemiş; o Allah'ın takdirine kalmış. Yâni, namaz için hiç özür yok.
"Su bulamadım..." Teyemmüm et!.. Suyun bulunması da şart değil, bulunursa ne âlâ... "Kalkamıyorum ayağa..." Oturduğun yerde kıl!.. "Oturamıyorum da..." Yatıyorsan, yattığın yerde kıl!.. Allah-u Teâlâ çok kolaylıklar vermiş elhamdülillah... Yalnız namazı kılmak ve ona dönmek lâzım. Allah içi de, dışı da kendisine dönen, bahtiyar kullarının arasına cümlemizi kabul etsin...
Bak ne kadar acı aziz kardeş: Şimdi kıbleye dönmeden, bu tarafa namaz kılsak olur mu?.. "Olmaz!" Niçin olmuyor? Allah her tarafta Allah... Allah o yanda değil ki... Allah'a mekân yok. Allah, mekândan münezzeh değil mi?.. Münezzeh olunca, her yerde... Her yerde demek de hatalı olabilir. Yere sığmaz Allah, göğe sığmaz Allah... Yerin göğün sahibi... Fakat, bu kıbleyi emretmiş, "Kâbe'nin olduğu yere dönün!" demiş. Onun için oraya dönüyoruz. Allah, oraya dönün dediği için dönüyoruz.
Binâen aleyh, yüzümüz oraya ama, gönlümüzün de Allah'a dönmesi lâzım. Gönlümüz Allah'a dönmedikçe, cesedimizin dönmesi kâfî gelmiyor. Onun için,iç temizliği, dış temizliği dediği bu... Bedenini nasıl çeviriyorsan, gönlünü de öyle çevir!..
18. "İnsanın ruhunda olan marazlara da şifâ olur." Ruhum sıkılıyor, bunalıyorum, daralıyorum... Çeşitli haller... Bu neden oluyor? Ruhun sıkıntısı var. Onun için, Peygamberin kelâmına müracaat et!.. Salât ü selâmı çok oku!.. Hadislerini oku!.. Bak o hastalık senden nasıl gidiyor.
19. "Allah-u Teâlâ'ya ve Rasûlüne yol bulmağa sebep olur." Okuyoruz ve okudukça da bakıyoruz ki, hep söylenenler Peygamber'in sözü, hep doğru, hep hakîkat... Cenâb-ı Hak onun için, sırat-ı müstakîme cümlemizi nâil etsin inşaallah...
Ama şunu da tekrar ricâ edeceğim sizden:
(İhdinas sırâtal müstakîm) "Yâ Rabbi, ben senden doğru yolu istiyorum." O doğru yol, hangi yol?.. Ne bilelim şimdi, o doğru yolun hangi yol olduğunu... O yol, (Sırâtallezîne en'amte aleyhim) (Minen nebiyyîn, vessıddîkîn, veş şühedâi ves salihîn) Nebîlere, sıddıklara verdiğin yol yâ Rabbi... Nebîlerin yolu hangi yolsa, sıddıkların yolu hangi yolsa, ben senden o yolu istiyorum. Senin in'am ettiklerin ki, onlar peygamberler ve velîlerdir; onların yolunu istiyorum. Etti bir.
İkincisi de: (gayril mağdûb) Yâ Rabbi, aman ha gadabına uğrayan kullarının yolu olmasın... (veled dallîn) Dalâlette olan kullarının da yolu olmasın...
Şimdi insan o kadar kör ki... Sen deme ki, "Benim gözüm var, ben görüyorum." Bu göz her mahlûkatta var. Bu göze göz denmez, göz odur ki ibret ola onda... İbreti olmayan göz, sahibinin üzerinde düşmandır.
Bir göz ki, olmaya ibret nazarında,
Ol düşmanıdır sahibinin, baş üzerinde...
Ne güzel söylemiş bunu, Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri... Sen bu göze göz mü diyeceksin?.. Bak kâinata, etrafa bak; bunların hepsi bizi Allah'a davet eder. Bir Allah'a doğru gitmeye sevkeder. E bunları göremezsek, o gözün, öteki hayvanın gözünden hiç farkı yoktur.
Halbuki, hiç bir hayvan yoktur ki, Allah demesin. Her mahlûkun Allah'ı zikri var. Her mahlûk kendi haliyle, diliyle Allah-u Teâlâ'yı zikreder. E bunun en eşrefi, en mükemmeli insan olan bizler Allah'ı zikredemezsek, bizden daha aşağısı olmaz o zaman...
O hayvanlığıyla Allah'ı zikrediyor da... Hattâ cekmâdât da öyle... O ağaçlar da öyle... Hepsinin Allah'ı zikri var. O senin çiçeklerin Allah demeden açar mı?.. Allah demeden, o meyvayı verir mi ağaç hiç?.. Hepsinin kendine göre bir lisân-ı hal ile zikri var; melekler gibi... E bunun en güzeli olan insan, Allah'tan gafil olursa, ondan daha acı bir şey yoktur. Allah kusurlarımızı affetsin... Tevfikatı samedâniyyesine mazhar etsin...
Elhamdü lillah şimdi bu kitabımızı bitirdik. Tekrarını yapmak, yine bitirmek isteriz; Cenâb-ı Hak onu da nasib etsin... Ve bu hususta ne kadar hatalarımız, kusurlarımız varsa, Cenâb-ı Hak hepimizi affetsin, mağfiret etsin... Niyetimizi de ahsen-i kabul ile kabul buyursun...
Allahümme innâ nes'elüke tamâmen ni'meh, ve devâmel âfiyeh, ve hüsnel hâtimeh...
Salât ü selâmla tamamlayalım:
"Allaaahümme salli alâââ... seyyidinâââ... muhammedinin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... aaalihî, ve sahbihî ve sellim." (5 defa)
SAS'in menâkıbından birkaç tanesini daha söyleyeyim:
Rasûl-i Ekrem SAS Hazretlerinin peygamberliğine alâmet olmak üzere, sırtında güvercin yumurtası büyüklüğünde, et parçasından, üzerinde:
(Lâ ilâhe illallah, muhammeder rasûlüllah. Tabahbah yâ muhammed, haysü şi'te fe inneke mensûrun.) Bu yazılı olaraktan omuzlarında böyle bir levhaları vardı. Cenâb-ı Peygamber SAS Hazretleri, bunu gizlerlerdi.
Selmân-ı Fârisî RA Hazretleri, Acemistan'lı... Acemistan'lı olmakla beraber, kendisine genç yaşında din aşkı düşmüş. O zaman İslâmiyet'ten haberi yok... O zamanki papazlara müracaat etmiş, papazlardan hristiyanlık dinini öğrenmiş. Memleketindeki hristiyanlardan sonra, bizim Karahisar'a kadar gelmiş. O zaman buraları papaz dolu... Ordaki papazlardan hristiyanlığı öğreniyor.
Son papaz demiş ki, "Artık hristiyanlık bitti. Şimdi ahir zaman peygamberi dünyaya geldi." Papaz Selmân-ı Fârisî Hazretleri'ne telkin ediyor: "Şimdi ahir zaman peygamberi geldi, papazlarda iş kalmadı. Mümkün olursa git oraya, ondan müslümanlığı öğren!" "Ne bileyim ben, onun nasıl olduğunu?" Demiş ki, "O sadaka yemez; hediyeyi kabul eder ama, sadakayı kabul etmez. İkincisi, arkasında mühr-ü peygamberî vardır. Onu da görürsen, onun eteğine yapış!" demiş.
Şimdi Selmân-ı Fârisî, Acemistan'da ateşperest bir beyin evlâdı iken, iman aşkıyla babasından kalan bütün serveti terkederekten Arabistan'ın yolunu tutmuş. Derken Yahudilerin eline geçmiş. Yahudiler bunu esir etmişler, köle olarak kullanmışlar. Selmân-ı Fârisî, köle olmuş Yahudilere!.. Fakat, Medine'yi de bulmuş. Peygamber SAS de Medine'ye gelmiş, hicret etmiş. Yahudiler toplanmışlar, konuşuyorlar. Diyorlar: "Bu geldi Medine'ye; biz ne yapacağız şimdi?.."
Yahudiler konuşurlarken, bu da ağacın tepesinden onların hurmalarını toplayıveriyormuş. Dinlemiş. Peygamberin geldiğini duyunca, bir tabak hurma almış, götürmüş. "Yâ Rasûlallah, bu benim sadakamdır; buyurun alın!" demiş. "Biz sadakayı yemeyiz, ver fakirlere yesinler!" demişler. Şimdi oturmuş arkasına, "Acaba cübbesini arkasından atar da, görebilir miyim sırtını?" hevesinde... Peygamber SAS, anlamış onun niyetini, çıkarıvermiş. Çıkarınca sarılmış, "Lâ ilâhe illallah, muhammeder rasûlüllah" diyerek İslâmiyetle müşerref olmuş.
Selmân-ı Fârisî dedikleri Acemistan'lı... Fakat imanın aşkı, bakın insanları nasıl, nerelere kadar sevkediyor. Ne meşakkatler, ne müşkülâtlar görmüş. Köle olmuş, Yahudilerin elinde kimbilir ne kadar zaman, ne zahmetler çekmiştir.
Fakat şimdi müslüman oldu ama, yine Yahudinin elinde köle... Kurtulmak istiyor. "Yâ Selman! Seni nasıl kurtaralım?" Adam diyor ki, "Bana bir bahçe hurma yaparsanız, şu kadar da altın verirseniz; ben onu azad ederim o zaman..." Hemen Cenâb-ı Peygamber işaret buyuruyorlar, altını topluyorlar. Bahçeye de götürüp ağaçları dikiyorlar. Hurmalar da yeşeriveriyor. Yahudi de mecbur oluyor Selman'ı azad etmeğe...
Ondan sonra bir zaman geliyor, Rasûlüllah Efendimiz, (Selmânı fârisî minnî.) "Selmân-ı Fârisî, benim ehl-i beytimdendir." buyuruyor. Ne kadar büyük devlet!.. Taa Acemistan gibi bir diyardan çıksın da, Medine-i Münevvere gibi bir yere gelsin. Ne kadar uzak bir yol!.. Onu hep yayan yayan, köy köy, kasaba kasaba, gide gide... Biz otomobillerle gide gide bitiremedik o çölleri... O yayan yayan gitmiş, Rasûlüllahı bulmuş, ona iman ile müşerref olmuş. Allah şefaatlerine nâil etsin cümlemizi...
Derken Kureyş, yâni Mekke gâvurları durmuyorlar; "Medine'de İslâmlar çoğalacak, Peygamber SAS'in hakkından gelemeyeceğiz." diyerekten toplanıyorlar; Medîne üzerine hücûma geliyorlar. Sayıları da yirmibeş bine yakın... Birçok kabileleri de yanlarına toplamışlar, geliyorlar. Efendimiz müşavere ediyor: "Ne yapacağız? Azıcık insanlarız. Biz bu yirmibeşbin kişiyi nasıl hakedeceğiz biz?.. Ne yapalım, ne dersiniz?" Herkes bir şey söylüyor.
Selmân-ı Fârisî de diyor ki, "Yâ rasûlallah! Bizim memlekette böyle muharebe edilirken, düşman kalabalık olur da hakkından gelemezsek, hendek kazıyorduk. Biz de öyle hendek kazalım da --işte bu İstanbul surlarının da etrafında varmış ya hendekler-- karşılarına dikiliriz, o hendekten onları geçirmeyiz. Onlar da bıkarlar giderler." Peygamber SAS, muvafık görmüşler. Ashâb-ı Kirâm, başlamışlar hendekleri kazmaya...
Hendekler kazılıyor ama, hep aç... Yalnız, düşmanın tehlikesini önlemek için, açlığa kimse bakmıyor; mütemâdiyen çalışıyorlar. Toprakları atmağa, hendeği kazmaya devam ediyorlar.
Câbir RA, demiş ki hanımına: "Yâ hanım! Rasûlüllah üç gündür aç... Ashab da aç... Fakat, hepsini doyurmağa gücümüz yetmez. --Üçyüz küsur insanmış çalışan.-- Şu keçiyi keselim, biraz da çorba pişirelim. Hiç olmazsa Rasûlüllahı, birkaç da arkadaşını çağıralım; onlara biraz yardımımız olsun." demiş. Hanımı "Pekâlâ" demiş. Hemen pişiriyorlar.
Câbir geliyor, "Ya Rasûlallah! Üç gündür çalışıyorsunuz, açsınız biliyoruz. İşte şöyle böyle... Buyurun da iki lokma bizde yiyelim!" diyor. Rasûl-i Ekrem hiç yalnız gider mi?.. "Buyurun yâ cemaat! Bakın, Câbir bizi çağırıyormuş!.." diyerekten bütün cemaati arkasına takıp, gidiyor Câbir'in evine... Hanım şaşırıyor, Câbir'in de ödü kopuyor; hepsi şaşırıyorlar, "Bunları nasıl doyuracağız?" diyerekten... SAS diyor ki, "Yalnız, siz tencerelere el vurmayın! Ekmeğe de el vurmayın, ben dağıtacağım!.." diyor. O bir sofralık, âzâmî on kişilik hazırlanan bir yemek, üçyüz insana yetiyor, artıyor ve diyor ki: "Artık, bunları da mahallenizdeki fukaralara dağıtın!.." Allah, şefaatlerine nâil etsin cümlemizi...
Oku hâfız efendi, bir aşr!..
........................
Selmân-ı Fârisî Hazretleri'nin bir hikâyesini daha nakledeyim:
Selmân-ı Fârisî, müslüman olduktan sonra İslâmiyet gelişti, Bağdad'a da vali oldu. Bağdad'a vali olduğu vakitte, --Çok dikkate şâyandır bunlar... Allah hepimize, bunları taklid edebilmek nasîb etsin...-- kendisine o zamanın evlerinden bir ev tahsis etmişler. "Burası bizim vali konağımız efendim, burda idare edersiniz işleri!" demişler. Demiş ki, "Ben öyle büyük ev istemem. Benim yatacağım bir odacık bana kâfî!" Derken, bir ağacın altında, cübbesinin yarısı altında, yarısı üstünde yatıyor Bağdad'ın valisi... Valiliği esnasındaki hayatı da böyle idi. Allah şefaatlerine cümlemizi nâil etsin...
Buyurun hâfız efendi!..
.........................
Buyurun!.. (Dua etmesi için misafire söyledi.)
(Misâfirin duası:)
"Allahümme innâ nes'elüke mûcibâti rahmetik... Ve azâimi mağfiretik... Vel ganîmete min külli birr... Ves selâmete min külli ism... Vel fevze bil cenneh... Ven necâte minen nâr..."
"Allahümme lâ teda'lenâ zenben illâ gafarte... Velâ hemmen illâ ferrecte... Velâ deynen illâ kadayte... Velâ merîdan illâ şefeyte... Velâ dâllen illâ hedeyte... Velâ hâceten min havâicid dünyâ vel âhireti leke fîhâ ridan ve lenâ fîhâ salâh... illâ kadaytehâ yâ erhamer rahimîn..."
"Allahümme innâ nes'elüke min hayri mâ seeleke bihî abdüke ve rasûlüke nebiyyinâ muhammedin SAS, ve ibâdükes sâlihûn. Ve eûzü bike min şerrin mestâzeke minhü abdüke ve rasûlüke nebiyyinâ muhammedin SAS ve ibâdükes sâlihûn."
"Allahümme innâ nes'elükel hüdâ... vet tuka... Vel hasenete vel gınâ... Allahümme innâ nes'elüke min külli hemmin ferac... ve min külli gayzin mahrecâ... Ve min külli belâin âfiyeh... "
"Allahhümmensur dîneke ve ehli kelimetik... Allahümme mâ kadayte min kadain fec'al akıbetehû ilel ..... ve raşedâ... "
"Allahümme ethir kulûbünâ, vağfir zünûbünâ, vestur uyûbenâ... Allahümme edhilnel cennete birahmetike yâ erhamer râhimîn."
"Allahümme innâ nes'elükel cennete ve naîmühâ... Ve neûzü bike minen nâri ve ........"
"Allahümme innâ nes'elüke min hayri mâ ta'lem... Ve neûzü bike min şerri mâ ta'lem... Ve nestağfiruke limâ ta'lem..."
"Allahümme ....................... Birahmetike yâ erhamer rahimîn."
"Allahümme innâ nes'elüke ridake vel cenneh... Ve nûzü bike min sıhatike ven nâr..."
"Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ abdike ve rasûlike nebiyyinâ muhammed... Ve alâ âlihî ve sahbihi ve selleme teslîmen kesîrâ..."
"Sübhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yesifûn... Ve selâmün alel mürselîn... Vel hamdü lillâhi rabbil âlemîn..."
"Rabbenâ tekabbel minnâ inneke entes semîul alîm... Ve tüb aleynâ inneke entet tevvâbür rahîm..."
"Ve sallahü ve selleme alâ seyyidinâ muhammed... Ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn..."
(Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin duası:)
Yâ Rabb, okumuş olduğumuz hatm-i şeriften ve dersimizden, mütalâa ettiğimiz Râmuz hadislerinden hâsıl olan ecr ü mesûbâtı, sevgili Peygamberimiz SAS Efendimiz Hazretlerinin ve bilcümle peygamberân-ı izâm hazerâtının; evlâd, ezvâc, eshâb ve etba'larının; ve bu ana kadar geçmiş olan bilcümle mü'minûn ü mü'minât ve meşâyîh-i izâm hazerâtının ruhlarıyla berâber, Hâlid ibni Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin ruhu ile bilcümle Ashâb-ı Güzîn rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn Hazretlerinin ruhlarına; selâtîn-i mâzıyyenin ruhlarıyla birlikte, İskender Paşa'nın ruhu ile bil'umum ashâb-ı hayrâtın da ruhlarına; bâhusus hâzırûn ve cemaat kardaşlarımızın da geçmişlerimizin ruhlarıyla birlikte, camimizin etrafında yatan mü'minlerin de ruhlarına ayrı ayrı hediyye eyledik, Mevlâ vâsıl eyleye...
Cümlesinin ruhlarını mesrûr... kabirlerini pürnûr... makamlarını âlî... derecelerini yüksek eyleyip, seyyiâtlarını da hasenâta tebdil eyle yâ Rabbi...
Bizler dahi onlar gibi bu dâr-ı dünyâdan göç vakti gelince, cümlemize az ağrı, âsân ölüm, kâmil bir iman ile ve buyurun "Eşhedü enlâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasûlüh." kelime-i tayyibe-i münciyesini de cân ü yürekten söyleye söyleye çene kapayıp göz yummayı, Mevlâ cümle Ümmet-i Muhammed'e, bizlere de nasîb ü müyesser eyleye...
Allahümmec'alnâ minet tevvâbîn... Vec'alnâ minel mütetahhirîn... Vec'alnâ min ibâdikes sâlihîn... Vec'alnâ minellezîne lâ havfün aleyhim velâ hüm yahzenûn.
Allahümmec'alnâ min indik... Ve efid aleynâ min fadlik... Ve esbiğ aleynâ min rahmetik... Ve enzil aleynâ min berekâtik...
Allahümme innâ nes'elüke îmânen yübâşiru kulûbenâ... Ve îmânen dâimen ve kâmilen... Ve kalben hâşian ve şâkiren... Ve lisânen sâdıkan ve zâkiren... Ve dînen kayyimen... Ve ilmen nâfian... Ve rizkan vâsian... Ve amelen makbûlen... Ve ticâreten lentebûr...
Allahümme ahsin akıbetenâ fil umûri küllihâ... Ve ecirnâ min hızyid dünyâ ve azâbil âhireh...
Allahümmerhamnâ bi terkil meâsî, ebeden mâ ebkaytenâ...
Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten, ve fil âhireti haseneh, ve kınâ azâben nâr... Ve edhilnel cennete meal ebrâr... Birahmetike yâ azîzü yâ gaffâr...
Allahümme yâ mukallibel kulûb, sebbit kulûbenâ alâ dînik... Allahümme yâ musarrifel kulûb, sarrif kulûbenâ alâ tâatik... Allahümme yâ muhavvilel havli vel ahvâl, havvil hâlenâ ilâ ahsenil hâl...
Allahümme yâ hafiyyel evtâd, neccinâ mimmâ nehâf... Allahümme yâ hafiyyel evtâd, neccinâ mimmâ nehâf... Allahümme yâ hafiyyel evtâd, neccinâ mimmâ nehâf...
(Başka bir misafir dua etti:)
"Allahümme ...... ve gadabeke annâ... Velâ tusallit aleynâ bizünûbünâ men lâ yehafuke velâ yerhamünâ... "
"Allahümme lâ teda'lenâ zenben illâ gafarte... Velâ ayben illâ seterte... Velâ hemmen illâ ferracte... Velâ merîdan illâ şefeyte... Velâ deynen illâ kadayte... Velâ hâceten min havâicid dünyâ vel âhireti lenâ fîhâ salâh ve leke fîhâ ridan... illâ kadaytehâ yâ erhamer rahimîn..."
"Allahümmensur ümmete seyyidinâ muhammed... Allahümmensur ümmete seyyidinâ muhammed... Allahümmensur ümmete seyyidinâ muhammed... Ve ehlikil keferete vel müşrikîn... A'dâeke ve a'dâed dîn..."
"Allahümmensur men nasarad dîn... Vehzul men hazelel müslimîn..."
"Allahümme rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneh... Ve fil âhireti haseneh... Ve kınâ azâben nâr... Birahmetike yâ erhamer râhimîn... Velhamdü lillâhi rabbil âlemîn..."
(Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, duayı tamamladı:)
Tekabbel minnâ... Veşfi merdânâ... Verham mevtânâ... Vağfir zünûbenâ... Vestur uyûbenâ... Vekşif humûmenâ... Ferric kurûbenâ... Fakdı düyûnenâ... Ve sellim bilâdenâ ve bilâde sâiri bihürmeti sirri sûretil fâtiha!..
.........................
Bir salât ü selâm okuyalım da öyle dağılalım:
"Allaaahümme salli alâââ... seyyidinâââ... muhammedinin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... aaalihî, ve sahbihî ve sellim." (3 defa)
Cenâb-ı Hak inşaallah bu salât ü selâmlarımızı, bizim için şefâat-i Rasûlüllaha vesîle eder de, hepimiz mağfurîn zümresine ilhak oluruz.
Kardeşlerimizden Hayrettin kardeşimiz sakal bırakmak istemişler. Allah Celle ve Âlâ, bırakmış olduğu sakallarını mübârek eylesin... Bir çok sünen-i seniyyenin icrâsına kendilerini muvaffak kılsın... Rasûlüllah SAS'in ziyaretleri ile cümlemizi müşerref eylesin... Zemzemlerle yıkamak da nasîb ü müyesser eylesin...
Allah, bu muhterem misafirlerimizin hürmetine cümlemizi de mağfurîn zümresine ilhak etsin... Şefaat-i Peygamberîye de nail etsin... Yapmış olduğumuz kusurları, biz itiraf ediyoruz; aczimiz, kusurumuz var. Bu kusurlarımızı ve kabahatlerimizi de Cenâb-ı Hak fadl u keremi, lütf u inâyeti ile afv ü mağfiret buyursun...
Sübhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yesifûn... Ve selâmün alel mürselîn... Vel hamdü lillâhi rabbil âlemîn...
Allah hepinizden râzı olsun... Allah hepinizin gönüllerinin muradlarını versin... Hasta kardeşlerimiz varmış, onlara da şifâlar ihsân eylesin...
El fâtiha!..