Mehmed Zahid KOTKU (Rh.A)
BEŞ ŞEY, BEŞ DÜŞMAN
Allah Cenab-ı Vâcibül-Vücud ve Tekaddes Hazretleri, cümlenize afiyetler, sıhhatler ihsan buyursun... İman ile, Allah'ın razı olduğu halde ahirete göçen kullarından eylesin...
Allah-u Teàlâ'nın bize nimetleri sayısız, çok... Fakat beş tanesini söyleyeceğim. Cenab-ı Peygamber diyor ki: "Bu beş şeyin kıymetini, elinizden gitmeden bilin!"
Birisi, hayat. Bu hayat muvakkattır. Kimse bilmez ki, bu ne zaman bitecek?.. Gence, ihtiyara bakmaz, vakti gelince buyurun derler, gider. Bunun elinizdeyken kıymetini bilin! Gittikten sonra faydası yok.
İkincisi; sıhhatin kıymetini bilin, elinizden gitmeden evvel. Bir gün hasta olursunuz, pişman olursunuz. Yapacaklarınızı yapamazsınız. İbadetlerinizi lâyıkı vechiyle yapamazsınız. Birçok hayırlardan sizi men eder. Onun kıymetini bilin!
Vücudun kıymetini bilmek, onu bugünkü sıhhat kaidelerine uygun bir şartta yaşamakla olur. Yiyeceğini içeceğini temin etmek, soğuktan sıcaktan, zararlı şeylerden kendini korumak şartıyla, sıhhatini muhafaza etmeye çalışır insan... Çalışabilirsen ne âlâ... Eğer çalışamaz da nefsinin esiri olursan; çekeceğin dertlere de razı olmak lâzım o zaman, susmak lâzım!
Şimdi cesedin içerisinde bir de gönül var. Cesedin yaşayışı o gönülledir. Yani, can... Bunun da rahatsızlığı var, bu da hasta olur, insanı çeşitli ızdırablara sokar. Doktorlara gider; doktor anlayamaz.
"--Nedir bu?"
"--Hiç bir şey görmüyorum, senin sıhhatin iyi. Tansiyonun iyi, şunun iyi bunun iyi... Yok sende bir şey!"
"--Ama ben hastayım doktor, hastayım işte. Ne yapayım? Uyuyamıyorum geceleri... Şu oluyor bu oluyor."
Birçok ızdırabından bahseder. Sebebi; günahlar... Günahlar insanın içinde öyle bir ızdırab yaratır ki, o ızdırab dolayısıyla insan şaşkın bir hale döner. Ondan sonra çare aramak için çeşitli yerlere başvurur. Hepsi boşa çıkar. Tâ ki tevbe edip Allah-u Teàlâ'ya dönünceye kadar... Tevbe-i nasuh ile tevbe edip Allah'a dönünceye kadar, o ızdırab kendinden gitmez. Ne yaparsa yapsın. Onun sebebi günahlardır.
Günahlar kasvet-i kalbi mucibdir. Onu anlamak biraz müşkil tabii. Gönlün hastalığı günahlardır. Günahlar, kalbin kararmasına sebep olurlar... Kalp kararır. Karanlıkta, gecenin zifiri karanlığında beyaz iplikle siyah ipliği eline verseler, ayır bunları deseler, ayırabilir misin?.. Ayıramazsın. İkisini de göremezsin. Binâen aleyh, hak ile batılı insan farkedemez. Sen ne kadar söylersen söyle; bir kulaktan girer, öteki kulaktan çıkar.
Bu kasvet kat kat: Bir günah... İki günah... Üç günah... Beş günah... Günahların tabii büyükleri var, küçükleri var. Bunu büyüklerimiz yazmışlar; 125 tane büyük günah... Biz bunları bilmiyoruz. Bildiğimiz beş-on tane günah var işte; zina edersin, adam öldürürsen, şarap içersen... Ama 125 taneyi saymak müşkil. O Mü'minlere Nasihatler'de yazılmış. İsterseniz okuyabilirsiniz orda... Fakat bunun hepsi 550 tane mecmuu... Kerahatlerle, küçük günahlarla beraber, 550 tane günah. Hepsi kasvet-i kalbi mûcib olan şeyler. Binâen aleyh, bunlardan kurtulmak da kolay bir şey değil yâni...
Şimdi, ufacık bir sigara... İnsan alışıyor da bırakabiliyor mu kolayca?.. Doktorlar söyler, şu söyler bu söyler. Bir kulağından girer öteki kulağından çıkar. "Doktor, madem ki sen söylüyorsun, sen de içiyorsun bak. Zararlı olsa sen içmezsin!" diyecek. "Sen içince ben de içeceğim!" diyecek. Ama zararı var ne yapalım?.. O en ufağı... Bunun büyükleri de var tabii. Bir kere alıştıktan sonra terketmesi çok mu zor; çok zor. Alışılan bir şeyin terki, zorun zoru! Alışmamak lâzım.
Binâen aleyh, insanın iki şeye ihtiyacı çok. Cüneyd-i Bağdâdi (Rh.A):
"--İnsanın insanlığı iki şeyle tezahür eder: Birisi, Allah-u Tealâ'nın emrine imtisâl; diğeri yasaklarından kaçmak." diyor.
Bu sefer Mekke-i Mükerreme'deydim. Halilür-Rahman denilen, Kudüs'ün bir kazasının müftü efendisi geldi, ziyaret kasdiyle... Konuştuk, görüştük, Yatsıdan sonra dedi ki:
"--Bana müsaade edin, ben gideceğim, konferansım var!"
"--Neden bahsedeceksin?"
"--Ülfetten bahsedeceğim." dedi.
İyi geçinmekten yâni... Bu, herkesin bahsettiği, herkesin de bildiği bir şey. Fakat bugün, güzel geçim adeta mümkün değil. Bir memleketin insanıyız, kardaşız, evlâdız.. Fakat, birbirimize dost değiliz, samîmî değiliz.
"--Pekâlâ!" dedim.
Geldim burada kitaplarımı karıştırırken rast geldim. İnsanları tasfiye eden bir kitap var, yedi bölüme bölmüş insanları: Birinci nefs-i emmâre'dir demiş. İkincisine levvâme demiş. Üçüncüsüne mülheme demiş. Dördüncüsüne mutmainne demiş ki, biz onu hoş görürüz. Demiş ki bu zat:
"--İnsan, ülfet denilen şeye mazhar olabilmek için, mutlaka mutmainneyi de atlaması lâzımdır!" demiş.
Mutmainnede de bu mümkün değil. Ne zaman Râzıye mertebesine geçebilirsen, o zaman o ülfet kendiliğinden hasıl olur. Herkes seninle güzel geçinir, sen de herkesle güzel geçinirsin.
Fakat, bu Razıye mertebesine geçebilmek o kadar müşkil ve zor ki!.. Birçok riyazetlere bağlı, zikre bağlı, murakabeye bağlı, rabıtaya bağlı... Çok zor!..
Oniki şart koşmuşlar. Bunun birinci şartı olarak demiş ki:
"--Ehl-i dünyadan uzak olmak lâzımdır."
Ehl-i dünya, ibadât ü taatten mahrum olan zavallılar. Onlardan uzak ol!.. Ancak zaruret miktarı; akrabandır, dostundur, komşundur; işte zaruret miktarı selâm vereceksin, bir şey yapacaksın. Bunun gayride onlardan kaç!..
Bizim büyüklerimizden Abdülhàlik-ı Gücdevânî, 650 yahut 700 senesinin insandır. O gün kitabında demiş ki, oğluna nasihatta:
"--Oğlum! Ehl-i dünyadan arslandan kaçar gibi kaç!.."
O demiş. Niçin? Hastalıklar nasıl sârî... Veremden nasıl kaçıyorsun, "Aman, bana da bulaşır!" diyerekten... Vebadan nasıl kaçıyorsun, koleradan nasıl kaçıyorsun, "Aman, bize de bulaşmasın!" diyerekten... Huylar da böyle sârîdir. Hangi huy sahibiyle ünsiyet edersen, o huyun sahibinin huyu sana da geçecektir.
Onun için, İbn-i Abbas RA'a demişler ki:
"--Filân adam çok sofu, iyi, ama dostları bunlar..."
"--Merak etmeyin, o da onlar gibi olur yarın!" demiş.
Dostu iyi olanın her şeyi iyi olur. Dostu kötüyse, o da kötü olur. Onu demek istemiş.
"--Filân adam kötü ama, dostları iyi adamdır." demişler.
"--Eh, merak etmeyin, o da yarın iyilerden olur!" demiş.
Onun için, Allah kusurlarımızı affetsin de, bu kasvet-i kalbi mûcib olan bilcümle günahlardan uzak olmayı, Cenâb-ı Hak cümlemize nasib etsin!..
Bu olmaz! Bu laf duadır ama olmaz!?.. İllâ ve illâ zikrullaha devam ve Allah'a ilticâ... Aman yâ Rab!.. Peygamber bile nasıl sarılmış:
"--Yâ Rabbi, beni benim nefsime göz açıp yumacak kadar bırakma!.. Bir an bile bırakma, yâni. Hàmim ol, hàfızım ol, koru beni... Ben acizim çünkü." diyor.
Beş tane düşmanımız var:
Birisi nefis!.. (A'dâ adüvvük) "Bütün düşmanların düşmanı..." En büyük düşmanın nefsin. Ne Rus'a benzer, ne Amerika'ya... En büyük düşman, insanın nefsi. Cehenneme de sokan o insanı... Aynı zamanda matıyye'dir, muhtacız ona. O elimizden giderse, canımız da gider. Onu öyle besleyeceğiz ki, bize zararı olmasın, bizi cehenneme sürüklemesin. Ancak bizi cennete götürecek kadar ona ekmek vereceğiz. Azıtıp da tepmesin bizi, ısırmasın... Yoksa azıtır, ısırırsa bizi de helâk eder. Onun için, ona son derece ehemmiyet vermek gerek.
En büyük düşman nefis!.. Onun da elinden kurtulmaya çalışacağız. Nasıl?.. İşte, Cenab-ı Peygamber nasıl diyor: "Acıkmadan sofraya oturma, doymadan kalk!.." Boğazına düşkün olma o kadar!
İkinci şartı da, telezzüzatı, yâni lezzetleri terk etmek diyor. Lezzetlere mübtelâ ola insanda kanaat olmaz. Kanaat olmayınca da insanlık olmaz.
Bu buzdolapları çıkınca rahmetlik ..... Efendi vardı, demiş ki:
"--Yazık! Yemekler ekşiyecek diye fakir fukaraya veriyorduk. Şimdi bu buzdolapları çıkınca, artık onu da veremez olduk." demiş.
Yani, insanlar kanaat etmezse, etrafındakilere yardımcı olamaz ki!.. Ancak kendine yeter. Onun için, kanaat lâzım ki artığını da etrafımızdaki muhtaçlara verebilelim.
Onun için en büyük çare, Allah-u Teàlâ'ya ilticâ... İlticânın başı, namaz ve zikrullahtır. Ve devamı iftikar-ı ihtiyaç: "Aman yâ rabbi!.. Ben âcizim, nefsin hakkından gelemem. 12 tane ejderha gibi başı var, nasıl hakkından gelirim ben onun?.."
Arkasından şeytan var!.. Şeytan usta... Onun hakkından gelmek herkesin harcı değil. Ancak Allah'ın velileri ve peygamberler kurtulabilmiş onun şerrinden. Yoksa bizim gibi acizlerin onun şerrinden kurtulmasına imkân yok!..
Onun arkasından şehvet!.. Şehveti, Medine-i Münevvere'de dersimiz oraya geldi, yazıyoruz. Yazıcı Küçük Hamdi Efendi'nin akrabasından bir profesör efendi geldi, misafir. Kendisi İngilizceye de vakıf. Oraya hoca olarak çağırmışlar. O suretle de bizim eve de geldi, görüştük. Dedik ki:
"--Biz şimdi şehveti yazacağız amma, Profesör efendi senin de burda bir yazın olsun!" dedik.
"--Ooooo!.." dedi, şöyle uzunca. "Bu çok büyükleri yere vuran bir belâ! Bunun altından çıkmak çok müşkil..." dedi.
Şehvet de büyük belâ! İnsan beslenirse, şehveti artar. Onun için dörde kadar Cenâb-ı Hak müsaade vermiş ki, bu belânın önüne geçilsin.
Dördüncüsü nifaktan korunmak!.. Müslüman görünüp de hakikatta müslüman olmayanlar var. Müslüman görünüyor, müslümanları zehirliyor. En çok korkulan bunlardır.
Meselâ, diğer dinsiz gâvurlardan, dıştaki gâvurlardan o kadar korkulmaz. Bilinir ki o gâvurdur, ona karşı insan müdafaasını yapar. Ama, bu müslüman diyorsun, adı da Ahmed yahut Mehmed.. Ara sıra camiye de gelir. Olmaz ama!.. İman içerde. Onu da Allah'tan başka kimse de bilmez... Hüsnü zan edersin, o başka...
Beşincisi de dış gâvurlar... Bu beş tane düşmanın karşısında tek başımızayız, kendimizi korumak mümkün değil. Ancak bizi yaratan, varlıkların sahibi Allah Celle ve A'lâ'ya sığınırız, "Aman yâ Rabbi!" diye. Onun da yolları var, o yollara müracaat ederekten... Cenâb-ı Hak ahirete selâmetle ve imanla, razı olduğu halde göçen kullarından eylesin cümlemizi...
Bir ayeti kerime var, Cenâb-ı Peygamber'e hitàben:
(Vallàhu ya'sımüke minen-nâs) [Allah seni insanlardan koruyacaktır.] (Mâide: 67) buyruluyor. Bir vakitler kendisini bekleyen bekçiler vardı. Muhafızlar, nöbetçiler, geceleri gündüzleri bekleyenler vardı. Bu ayeti kerimede bu söz gelince, Cenâb-ı Peygamber dedi ki:
"--Hadi evinize! Siz artık rahatınıza bakın!.. Bana Allah va'd etti, beni koruyacak! Size ihtiyaç kalmadı." dedi.
Bunun şârihleri de diyor ki: "Sünnet-i seniyyeye tabi olan, Peygamber'in sünnet-i seniyyesine tabi olan ümmet-i Muhammedi de, Allah-u Teàlâ, peygamberlerini nasıl koruyorsa öylece korur!..
Allah cümlenizden razı olsun... Cümlemizin dünyamızı, ahiretimizi hayırlı eylesin... Ahirete de imân-ı kâmil ile göçen kullarının arasına ve razı olduğu kulların arasına, bizi de kabul buyursun...
El-Fâtihah!..
......................
Selâm kâfi gelsin:
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàh!..
14 Mart 1980 Cuma
(Hac dönüşü)