Mehmed Zahid Kotku (RhA)

ZİKİR VE SALEVAT

...........

Çocuğu namaza yedi yaşında başlat! Gelsin gitsin seninle beraber, öğrensin ibadet yerlerini.

--On tane de Kulhuvallàhu ehad okuyalım!..

...................

Bir kardeşin çocuğu olmuş da, güzel bir şey, çocuk tatlıdır. Sabahları ezan okununca, çocuğun burnunu sıkar uyandırırmış çocuğu.

"--Yapma efendi, neden yapıyorsun?.."

"--Ezan vakti uyanık olsun diye..."

Adet edinir, o vakit çocuk uyanır kendiliğinden. Camiye de böyle götürdün müydü, ona da alışır. Bazı hediyeler de ikram edersen, daha güzel olur.

--Bir de Fâtiha-i şerife okuyalım!..

.....................

Fa'lem ennehû: Lâ ilâhe illallah... (10 defa)

Muhammedür-rasûlüllàh, sallallàhu teàlâ aleyhi ve sellem...

Biraz geç kalıyoruz amma, zararı yok...

Zikrin iki çeşidi var: Bir böyle sesle zikir. Hoşa gider amma, gönle inmeyince bir şeye yaramaz; bağırır durur... Bazan sallanırlar böyle, o da olur. Kasımpaşa'da var alenî zikir yapanlar; bir çok kimseler koşuyor, çok hoşumuza gidiyor diyorlar. Ama gece kalk, kimse yokken iki rekat namaz kıl; "Allah... Allah..." de de, sen onun tadını bir gör!.. O herkesle beraber kolay, kalabalıkta zikir insanın hoşuna gider.

Haleb'e gittik. Bizi götürdüler bir yere... Baktık ki camide zikrediyorlar, hepsi ayakta. Otur dediler ama, ayıp olur onların arasında oturmak, biz de dikildik. Baktım ki, tam bir lâubâlîlik... Yaşlı-başlı insanlar ama, "Allah... Allah..." diyorlar ama, birbirleriyle gülercesine, latîfe edercesine... Hoşuma gitmedi.

Allah dedikçe insanın tüyleri ürpermeli!.. Allah deyince, içine nur dolmalı insanın... Öyle hep beraber olan zikir iyi olmuyor. Allah kusurlarımızı affetsin... Hepsi güzel de, yine kabahat bizim... Ayakta zikir, cehrî zikir; bunlar da güzel şey ama, biz bozmuşuz kaideyi... Gürültüye kaptırmışız kendimizi.

Allàààhümme salli alâââ seyyidinâââ... Muhammedinin-nebiyyil-ümmiyyi ve alâ... Âââlihîîî ve sahbihîîî ve sellim... (3 defa)

Hiç şüphe yok, bu salât ü selâm Rasûlüllah'a erişti, o da mukabele etti:

"--Yâ Rabbi! O İskenderpaşa Camii'nde bu salât ü selâmı okuyanların gönüllerinin muradlarını ver, şöyle et, böyle et..." dedi.

O da mukabele eder muhakkak, dua eder. Karşılıklı olur. Burdan olan dua, melekler vasıtasıyla gidiyor oraya. Melekler derhal oraya götürür. Fakat şimdi hac mevsimi... Yarın işaallah huzuruna varınca:

"--Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ rasûlallah!.. Bak, ben geldim! Ta o İskenderpaşa'dan, dereleri tepeleri aştım; senin aşkından buraya geldim." diyeceğiz.

Ona melekler karışmıyor. O, Rasûlüllah'la ikimizin arasında... Muhavere cereyan ediyor.

--Olur mu?..

Niçin olmayacak?.. Sakın ha öldü de bitti deme! Hep tavırdan tavıra değişiklik oluyor. O mezara girmek, yok olmak değil yâni... Orda o ceset kaybolur ama, onun başka bir cesedi var. Gece rüyamızdaki ceset hangi ceset?.. Bize şurayı burayı gezdiren ceset, hangi ceset?.. Yataktaki ceset değil herhalde, değil mi?..

Hayat bitmiyor yâni... Binâen aleyh, Cenâb-ı Hak diyor ki:

(Velâ teklü limen yuktelü fî sebilillâhi emvât) "Siz, Allah yolunda can verenlere sakın ölü demeyin!"

(Bel ahyâün) "Hayattadırlar; (inde rabbihim yürzekn.) Allah da onları rızıklandırmaktadır."

Onun için, şehide böyle denirse, Peygamber ne olur? Peygamber ölür mü hiç?.. Yine büyüklerimize de ölmez diyoruz. Bizim büyüklerimiz ölmez de, Peygamber ölür mü?.. Onun için onunla karşılıklı muhatap oluyor. Ben ona söylüyorum, o da bana söylüyor amma, benim kulağım duymuyor. Allah o kulakları bize de açsın da, kulaklarımız da duysun... Gözlerimiz de görmüyor ama, o görüyor.

Şimdi, Rufâî Tarikatı var ya, Rufâî Tarikatı'nın pîri Ahmed Rufâî Hazretleri çok kerâmet gösterirmiş. Demişler ki:

"--Bu kadar kerâmeti sen nasıl gösteriyorsun?"

Demiş ki:

"--Ben evlâd-ı Rasûlüm, Rasûlüllah'ın evlâdıyım, yolum da doğru; Allah da bana veriyor bu kerâmetleri..."

"--Ne bilelim senin evlâd-ı Rasûl olduğunu?.. Aradan 400 sene geçmiş."

Demiş:

"--Gidelim Rasûlüllah'ın önüne, orda imtihan olalım!"

"--Olur mu?"

"--Olur."

"--Haydi bakalım!.."

Hac mevsiminde Abdülkàdir-i Geylânî'si, Şâzelî'si, şusu busu bütün meşâyıhla beraber gelmişler Medine-i Münevvere'ye... O gitmiş, "Esselâmü aleyke yâ Rasûlallah!" diyor, ses yok... Öteki gitmiş, "Esselâmü aleyke yâ Rasûlallah!" diyor, ses yok... Sıra buna geliyor:

"--Esselâmü aleyke yâ ceddî!" diyor.

"--Ve aleyküm selâm yâ veledî!" hitabına mazhar oluyor. Hepsinin gözü önünde, kulaklarıyla duyuyorlar.

"--Ben çok uzak yoldan geldim yâ Rasûlallah... Oradan sana salât ü selâm yolluyordum ya, şimdi nasib oldu, geldim. O mübarek elini çıkar da, öpeyim!" diyor.

Sanduka yarılıyor, mübarek yed-i beyzâ zuhur ediyor; o da öpüyor. Herkes hayran kalıyor.

Allah cümlemizi şefâatlerine nâil etsin... Hepimizi sevgili, bahtiyar kulları arasına kabul eylesin... Bu dünya fâni; bir gün kapatacağız gözümüzü, gideceğiz ves-selâm. Onun için, Allah sevdiği kullarıyla beraber haşretsin cümlemizi...

El-fâtihah!..

18 Ekim 1978 Çarşamba

(Yatsıdan Sonra)