MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU
TASAVVUF VE MóSİKÎ
Doç. Dr. Mustafa UZUN
Muhterem hocalarım!
Değerli dinleyiciler, misafirler!..
Besmele ile edelim feth-i kelâm,
Feth oluna tâ bu muammâ-yı enâm
diyerek söze başlayalım. Mevlevîlerin toplantılarına başlarken çok sık tekrar ettikleri, benim de rahmetli Halil Can Hoca'dan çok sık duyduğum bir söz var; onlar hadis derler: "Salih kişilerin anıldığı yere rahmet yağar."
Rahmet-i Rahmânı niyaz ederek, ben de sözlerime bir hatıra ile başlayacağım. Bu hatıranın bir mukaddimesi olarak bunu söyledim. Her ne kadar hatıra nakledecek yaşta değilsem de, rahmete vesîle olur ümidiyle... Dünden beri devam eden bütün konuşmalarda olduğu gibi, bu hatıramı naklatemek içinden geldi. Ben çok küçük yaşlarda Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi'nin camiine, yakınına babamla beraber pek çok gidip geldim. Ve babam zaman zaman bize Hocaefendi'nin huzurunda aşırlar okuturdu. Biz gitmesek, Hocaefendi de "Nerede çocuklar?" diye sorarmış. Çünkü, evimiz çok yakındı Zeyrek'e... Bu sebeple devamlı giderdik. Her gittiğimizde de hem okurduk, hem de durumuna göre mükâfaatımızı alırdık.
Sonra babamın bir arkadaşı var idi. Pastacı Tevfik Dede ismiyle bizim o zamanki tanıdığımız bu zat, okumuş, yazmış bir derviş adamdı. Kelimenin tam mânâsıyla dervişti. Ahir ömründe, her gün öğleye kadar pasta yapar, öğleden sonra o yaptıklarını satardı. Bunu kendi nefsinde tatbik eder idi. Babamla bunlar bir araya geldikleri zaman bizim evde; şöyle kafa kafaya verip, kulak kulağa verip, ilahiler okurlar idi. Ben de onlardan duya duya bazı ilahiler öğrenmiştim.
Bir gün Hocaefendi, böyle çok taltif edince:
"--Dede, bir de ben ilâhi okuyayım mı?.." dedim.
"--Oku bakalım!" dedi, her zaman ki yumuşak tonton babacan sesiyle...
Bizim için şeklen de, fiilen de, ses sedâ itibarıyla da öyle idi. Bir ilâhi okudum. Babama dedi ki:
"--Hâfız! Buna başka ilâhiler de öğret!.."
İşte biz o gün bu gündür, ilâhilerle haşır neşir oluyuruz. Şimdi Allah'tan Hocaefendi'ye rahmet, babama rahmet ve benim ilk hocam sayılabilecek Pastacı Tevfik Dede'ye de rahmet niyâzıyla hatıra kısımını bitiriyorum.
Mûsikî nedir?.. Mûsikînin pek çok tarifi var... Bizim son devrimizin nadide simalarından, nev'-i şahsına mahsus tiplerinden İbnül Emin Mahmud Kemâl diye bir zat var; son devir fuzelâsından, zurefâsından, ehl-i kemâlden... Adı da zaten Mahmud Kemâl İmer... Onun "Hoş Sedâ" diye, bizim mûsikîmizin son devrinde yetişmiş üstadlarının hayatına dair bir kitabı var... Bu kitabın baş tarafında mûsikî hakkında, mûsikînin dinle, diyanetle, ruhi hayatımızla ilgili yorumunu çok güzel yapan birkaç satırı var. Bir nadide tarif ve duruma uygun bir tarif olarak onu sizlere nakletmek istiyorum. Bu İbnül Emin için Yahya Kemal bir beyit söylemiş, onu şöyle tanıtıyor:
Hezar gıpta o devr-i kadîm efendisine,
Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine!..
Böyle nadide bir zat idi. Allah rahmet eylesin ona da... Diyor ki:
"Et'ime cesedin gıdası olduğu gibi, gınâ da ruhun gıdasıdır." Yâni, yemekler cesedin gıdası olduğu gibi, mûsikî de ruhun gıdasıdır. Bunu araştırıcılar, ehl-i tedkik, tahkik böyle tesbit etmiş.
"Gınâ fehme saffet verir." Yâni, anlayışa berrraklık kazandırır. Zihne rikkat, yâni keskinlik verir. "Cebîne cesaret aşılar, korkağa cesaret verir. Bahile sehavet bağışlar, cimriye cömertlik ikram eder."
Demişlerdir ki diyor; "Bütün tecrübeler bu hakikati isbat etmektedir." Devam ediyor; "Mûsikî aşkın lisanıdır. Konuştukça, ruhumuzu geldiği kudsî aleme yüceltir ve ezeli güzellikleri seyretmişcesine can u cânânımızı ihyâ eyler. Bu sebeple eski eserlerde mûsikîye, ilm-i şerif denmiştir. İlm-i şerif-i mûsikî tabiri kullanılmıştır.
Buraya ufak bir not koymuş, çok calib-i dikkat... Diyor ki; "Şerâfetini muhafaza için nasıl hareket etmek gerekeceğini, iz'an sahipleri tâyin eder." O ölçüler işte bu iz'an sahiplerinin tespit edeceği ölçülerdeir. Bir farsça beyit söylüyor, zaman bakımından onun mânâsını söyleyeyim size: "Hubb-u ezelî, yâni aşk-ı ilâhi, yani aşk-ı hakiki, bütün eşyaya sârî olmasa ve mahlûkatı cûş u hurûşa getirmese; ne bülbül feryad eder, ne gül güler, ne rengârenk çiçekler açılır, ne etrafa binbir güzel koku saçılır, ne rüzgar inler ne sular çağlar, ne denizler çoşar, ne aşık niyaz, ne mâşuk naz eder... Ne nayin enini, ne tamburun tağini işitilir, kavranır. Şüphe yok ki bütün mahlûkatı name söz ettiren, dillendiren ilahi aşktır. İlahi güzelkileri de bize aksettiren ruhlara nüfûz ettiren ilahi nağmelerdir." Bir şiirle bu kanaati te'yid ediyor:
Bezm-i ezelîde guş-u câne aksetmiş idi nevâ-yı dîdâr,
Feryad-ı keman, tağin-i tambur eyler bize ol nevâyı ihtar.
Yani, "Ezel aleminde can kulağına didârın, sevgilinin, yâni Allah-u Teâlâ'nın nevâsı aksetmiş idi. Kemanın feryadı, tamburun tınlaması, tağini, bize daima o bezm-i ilâhîde kulağımıza akseden nağmeleri ihtar eder, ihtar etmelidir."
"İnsanda basar u basiret lazımdır ki hakîkatı görsün. Gören göz lâzım... Hassas bir kulak lâzımdır ki, Hakkın sedâsını işitsin. Mûsikînin tesiri, dinleyenin istidadına göre tezahür eder."
Hocam buna işaret etmişti. "Dinleyici vardır ki, bir nağmeden mebdeini düşünür. İlahi aşk ile gaşyolur. Biri vardır ki sonunu düşünmez, beşerî aşk içinde yuvarlanır gider." Bu mânâda Gazâlî'nin İhyâ'daki şu sözünü de söyüyor. Gazâlî İhyâ'da buyuruyor ki: "Baharın, çiçeklerin, udun nağmelerinin tesir etmediği kimsenin mizacı o kadar bozuktur ki, ilâcı yoktur."
Mûsikî, söz anlamayan bebeğe ve yaratılıştan aptal olan hayvana bile, bir hayvan olan deveye bile tesir eder. O kadar müessirdir ki, mûsikî dinleyen çocuk susar, uyur. Ninni, bunun en güzel misâlidir. Deve, taşıdığı ağır yüke aldırmayarak sürücünün söylediği nağmelere uyup, uzun mesafeleri kolayca kateder, aşar. Hattâ ecdad, mûsikiyle delileri bile tedavi etmiş. Demek ki, delilere bile tesiri var...
İşte, bizim bahsettiğimiz mûsikî Türk mûsikîsi ki, onun esasını tasavvuf ve tasavvuf mûsikîsi meydana getirir. Bu özelliklere sahip bir mûsikî idi. Öyle olmaya da devam etmek mecburiyetindedir. Bizim bu mûsikîmizi Yahya Kemal birkaç beyitinde, mısralarında çok güzel anlatıyor. Onları da size arzetmek istiyorum. Diyor ki;
Çok insan anlayamaz eski mûsikîmizden,
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden!..
Mûsikîlerimizden anlamayan, bizden, bizim medeniyetimizden, İslâm medeniyetinden, İslâm kültüründen, Türklerin bu kültür ve medeniyete yaptığı hizmetlerden pek fazla şey anlamaz. Devam ediyor:
Açar bir altın anahtarla grub ufuklarını,
Hemen yayılmaya başlar sedâ ve nur akını...
Ve seslenir büyük Itri, semâyı örten ruh
Peşinde dalgalanır bestesiyle Seyyid Nuh...
O mutlu devrede Itri'ye en yakın bir dost,
Işıklı dantelalar bestekârı Hafız Dost...
Bu neslin ortada dahîcedir başardığı iş,
Vatan nasıl karışır mûsikîyle göstermiş.
Bu sayılan insanlar ki, bizim bestekârlarımızın hemen hemen büyük çoğunluğu ya imamdır, ya müezzindir, ya müderristir, ya kazaskerdir, ya şeyhül İslâmdır. Bunların ortaya koyduğu bu mûsikîyi, vatanın mûsikîyle nasıl karıştığını, birleştiğini gösteren bir ölçü olarak almış, Itri'yi ve bu saydığımız bestekarları düşünürsek, son mısrayı "Din nasıl karışır mûsikîyle, göstermiş." şeklinde söylemekte bir beis yok...
Süleymaniye'de Bayram Sabahı şiiirinde bizim mûsikîmizin bir başka yönünü şöyle anlatıyor:
Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum,
Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum
Bir zamanlar hendeseden abide zannettimdi,
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi...
Senelerden beri, rüyada görüp özlediğim,
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını,
Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı tekbir, oluyor bir tek ses...
Yüksek bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi...
Yahya Kemal'in bu mısrâlarını, bizim dahi bestekarımız Itrî'nin hatırasına yazdığı, ona ithaf ettiği şiirinden seçilmiş bir iki beyitle tamamlayalım. Itrî biliyorsunuz, bizim tekbirimizin bestekârı... Bu tekbirin nağmelerini dinleyenler, duyanlar --yerli, yabancı-- bunun fevkal beşer bir mûsikîye sahip olduğunu, bir mûsikî değeri bulunduğunu, her yerde her zaman söyleyip yazıyorlar. İşte Yahya Kemal, özellikle bu tekbir bestekârı olması bakımından Itrî'yi şöyle değerlendiriyor:
Mûsikîsinde bir taraftan din, bir taraftan bütün hayat akmış,
Her taraftan boğaz, o şehrayın mavi Tunca'yla gür Fırat akmış
Nice seslerle gök ve yerlerimiz, hüznümüz, şevkimiz zaferimiz,
Bize benzer o kâinat akmış.
İşte mûsikî bir medeniyettir. Hakim vasfını veren unsurlardan biri halinde tezahür ediyor. Mûsikîmizin yapısına bakınca karşımıza şöyle bir şema çıkıyor. Türk mûsikîsi ikiye ayrılıyor. Birinci kol; lâdînî dediğimiz, doğrudan doğruya dini tesirlerle ortaya konmamış, vücud bulmamış eserler; yoksa, dinden uzak, din dışı değil... Bu eserleri üç farklı grupta toplayabiliyoruz: Birisi, klasik mûsikîmiz dediğimiz klasik şairlerimizin eserlerini yine klasik bestekarlarımızın, klasik ölçüler içinde klasik formlar içnde bestelenmesinden meydana geliyor. Bunları malesef açmaya hiç vaktimiz yok.
İkincisi, sanat mûsikîsi dediğimiz, özelliklerini, ana vasıflarını klasik mûsikîmizden almakla beraber, güfte ve nağme yapısında biraz daha orta karar olan, biraz daha geniş kitleleri hedefleyen bir mûsikî ki, "Aziz İstanbul" Yahya Kemal'in bu mûsikînin güzel örneklerinden birisidir.
Yahya Kemal'in bu "Aziz İstanbul" şiirini Münir Nurettin 25 sene önce bestelemiş. Üzerinde çalışmış, çalışmış, çalışmış; ortaya bir türlü çıkarmaya cesâret edemiyor. Ve hep, "Bir şey eksik bu nağmelerde... Bu güfteyi tamalayacak bir takım nağmeler lâzım!" diye düşünüyor. Sonunda, bir sabah Cihangir tepelerinde oturuyormuş. Oradan duyduğu ezan ve o ezana katılan komşu evden gelen bir ninni sesini duyunca, bu ikisini ki ninnilerde "Huuu... Huuu..." diyerek, nakarat böyledir. Hanımlar daha iyi bilirler. Bu çocuklarımızın kulağına Allah adının bir başka şekilde fısıldanması, söylenmesi tekrar edilmesiyle, yine Allah isminin Ezan-ı Muhammedî'deki tecellilerini güftenin başına ilk nağmeler olarak yerleştiriyor. Ve bu nağmelerle eserini tamamlayıp ortaya çıkarıyor ki, bu hakikaten sanat mûsikîmizin zirvelerinde bulunan bir eserdir.
Dinin nasıl mûsikî ile iç içe olduğunu bu basit pek çok misalden de burdan da görmek mümkün. Bir de ladini mûsikînin içine mehter mûsikîsi giriyor. Mehter mûsikîsi de bizim askerimizi çoşturan, cenge teşvik eden, cihada teşvik eden bir mûsikî olarak hâlâ bugün bile dinlediğimizde aynı duyguları hissetmemize sebep olan bir büyük mûsikî...
Dini mûsikîye geliyoruz. O da ikiye ayrılıyor: Cami mûsikîsi ve tekke mûsikîsi... Cami mûsikîsi için müezzinlerin camideki ibadet etme esnâsında yaptıkları bütün mûsikî faaliyetleri... Yani ses mûsikîsi... Camide saz yoktur.
Özetle söyleyebilirsek, bir de ramazanda okunan teravih aralarındaki ramazan ilahileri ve tekbir, Salât-ı Ümmiyye gibi diğer unsurlar, cami mûsikîmizin eserleri olarak ortaya çıkıyor.
Tekke veya tasavvuf mûsikîsi olarak da, karşımıza üç tür mûsikî çıkıyor. Bunlardan bir tanesi Mevlevî mûsikîsi: Klasik formda en üstün sanat gücüne sahip eserlerdir. Mevlevî mûsikîşinasların ortaya koyduğu ve Mevlevî ayininin icrası sırasında tekkelerde okunan mûsikî...
Bunun da iki yönü var: Bir ayin dediğimiz kısmı, o daha çok sazla söz beraberdir. Sema'a eşlik eder. Bir de ayinlerin başında Hazret-i Muhammed SAS'in övgüsüne mahsus olan nât okunması... Mevlevi mûsikîsinin iki önemli unsuru budur. Diğer tasavvuf mûsikîsini de sünni tarikatlar olarak, --Mevlevilik de sünni bir tarikattır-- Türk kültüründe Kadirîlik, Halvetîlik ve Rufâîlik ve bunların alt kolları meydana getirirler. Bunların tekkelerinde, dergâhlarında icrâ edilen mûsikî olarak görebiliyoruz.
Şuul dediğimiz, Arapça güfteli biraz daha hareketli, kıyam zikri esnasında okunan ilahiler...
Durak dediğimiz, zikrin devreleri arasında, yani ayakta yapılan zikirle oturularak yapılan zikir arasındaki devrelerde okunan, serbest bestelenmiş kaside gibi bir form... Mûsikîmizin çok kıymetli formlarından birisi...
Ve nihayet; kasideler.
Kasideler; ve batıni tarikat dediğimiz Bektaşilik ve bunun gibi olan tarikatların mûsikîsi ki, Türk kültüründe bu Alevîlik ve Bektâşîlik birbirinin içinde, birbirine karışmış bir vaziyette. Bektaşilerin mûsikîsine nefes diyoruz. Alevilerin mûsikîsine de, o birtakım hareketlerle beraber icra edidiği için ona da semah deniyor.
........................
Güfteler gerek klasik mûsikîmizde gerek tasavvuf mûsikîmizde hemen büyük bir ekkseriyetle tasavvufi mânâya da yorumlanabilen ve şairleri tarafından bu iki nokta göz önüne alınarak söylenen güftelerden bestelenmiştir. Mesela Fuzûlî'nin şu şiirinden bir beyit size arz ediyorum. Diyor ki;
Canı canan dilemiş, vermemek olmaz ey dil;
Ne nizâ eyleyelim, ol ne senindir ne benim.
Burada can-canan, sen-ben meftunları yoruma göre, insanın maddi aşk ile ilgili olursa. Sevdiği kişi ile ile kendisi arasında ve canı arasında olur. Ama ilahi aşk söz konusu olduğu zaman, ilahi aşkın kaynağı olan Allah-u Teâlâ ile kul arasında, bu mânâdaki münasebeti ifade eder. Nitekim bu ve bunun gibi pek çok güftesi, hem beste formunda, hem yörük semâî formunda, hem ilahi formunda, hem de câlibi dikkattir, nefes formunda bestelenmiştir.
Netice olarak bu güfte seçiminde, şairlerimizin hemen pek çoğunun aynı zamanda tasavvuf neşesine sahip olması sebebiyle, tasavvufun mühim tesiri vardır. Bestelerde ise Klasik söz ve saz mûsikî repertuarımızın bütün değişmez form ve ağırbaşlı nağme yapılarının esasına koymada tasavvufun ve bu eserlere derinlik kazandıran mistik ruhun tesiri doğrudan doğruya tasavvuftan gelmiştir. Onlar yani tasavvuf bu eserlerin hem formlarına, hem güftesine hem de nağme yapılarına mühim tesirler icra etmiştir. Cami mûsikîmizde de yine tasavvuf dolayısıyla bazı ilahilerde de aynı şekilde tesiri olmuştur. Tekke mûsikîmizin ve zikir usulünün belirleyici, hakim unsurunu zaten tasavvuf meydana getirmiştir.
Netice olarak tasavvufsuz bir Türk mûsikîsi düşünmek mümkün değildir.
Soru:
--Org çalıyorum; orgla tasavvuf mûsikîsi icra etmek istiyorum, nota bulamıyorum. Ne tavsiye edersiniz?
--Org meselesi bana şunu hatırlattı. Vaktiyle bir Yunus Emre Oratoryosu bestelenmiş, devletin desteği ile... "Biz batı mûsikîsinde de dini eser besteleriz!" iddiasıyla, sahne almak üzere devlet milyonlarını vermiş. Sonra da icra edilmiş. Yahya Kemal'e dinletmişler:
"--Bu Yunus Emre Oratoryosu!.. Nasıl buldunuz bu icrayı efendim?.." demişler.
Şöyle biraz düşünmüş demiş ki:
"--Bir papaz bize teravih namazı kıldırdı(!)"
Şimdi, org kilise mûsikîsinin ana sazıdır. Bugün bazı ufak tefek değişikliklerle, herkesin kullanabileceği bir hale getirdiler. Yâni, "Aletin müslümanı kafiri olmaz!" açısından bakarsak, durum bu... Ancak, bizim mûsikîmiz org aralıklarıyla, ses sistemiyle icrâ edilemez; yâni, tasavvuf mûsikîsi de hakkıyla icra edilemez.
O kardeşimize ben notaları vereceğim, çalışmasını devam ettirsin. Ama uygun bir Türk mûsikîsi sazını da temin etsin!.. Bu hususta da yardımcı oluruz. Benzer arkadaşlara --çünkü artık gitar çalar müslüman kardeşlerimiz de var, bateri çalanlar da, org çalanlar da var-- "Madem ki bizim seslerimizi aksettireceğiz, bizim seslerimizi aksettirme vasıtamız olan sazlarla olsun bu..." diye bir tavsiyede bulunuyorum.
13. 11. 1994 - Eskişehir