MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU
MEHMED ZÂHİD KOTKU HAZRETLERİ'NİN KİTAP VE SÜNNETE BAĞLILIĞI
Ali Rıza TEMEL
Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Ves salâtü ves selâmü alâ rasûlinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Efendim, evvelâ hürmetlerimi, selâmlarımı ve saygılarımı arz ederim!
İhsan Hocamız'ın konusundan bizim konuya geçerken, yumuşak bir geçiş yapmakta fayda var... Gerçekte, zafer ve hezimet insanın içinde başlıyor. Ve cihad meydandan evvel kazanılıyor. O bir neticedir. Hani bir boksörün veya pehlivanın mindere çıkmadan evvel idman yapması, kendisine mindere hazırlaması nasıl şartsa; insanın da kendisini cihad için techiz etmesi gerekiyor. Tasavvuf da zâten, insanın fiilen cihadı... biz bu mukatele olayı ayrı Mücâhede olayı, sadece kılıç hadisesi değil; topyekün İslâm'ın, gerçeğin, hakîkatin yücelmesi için gayret ortaya koyma hadisesidir.
Bir insan en basitinden, diyelim ki öfkesine galip gelemiyorsa veya güneş doğmadan sabah kalkamıyorsa, arzularına hakim olamıyorsa; zaten mağlub adamdır. Bunun cihad etmesi mümkün değildir. Yani nefisle cihad, zaafların yenilmesi ve kendini bir işe, bir mücadeleye hazırlama hadisesidir. Şarz olayıdır.
Rasûlüllah Efendimiz'in bile, fiilen tebliğ işine başlamadan bir hazırlık dönemi vardır. O gece namazları, teheccüdler... "Biz sana çok ağır bir söz yükleyeceğiz." diye bildirilen, bir büyük mücadelenin hazırlık dönemiydi. Bu ruhu şarz olayı, bir birikim olayı, düşmanla savaşabilecek duruma gelme olayı...
Biz büyük s™fîlere bakıyoruz; meselâ, Hasan-ı Basrî Hazretleri'nin Haccac ile olan bir hadisesi var... Haccac-ı Zâlim herkese dehşet salıyor; ama, Hasan-ı Basri Hazretleri susmuyormuş. Onu susturamıyormuş. Hasan-ı Basrî Hazretleri s™fidir. Demişler:
"--Efendim sizin sözünüz herkese geçiyor da, Hasan-ı Basrî'ye geçmiyor mu?.."
"--Geçmiyor!" demiş.
"--Neden geçmiyor?"
"--Çünkü bizim onun dinine ihtiyacımız var; ama, onun bizim dünyamıza ihtiyacı yok... Neyle susturacağız adamı?.. Mesele bu... Satın alınamayacak noktaya gelmek. İnsana bu şeyi kim kazandırır?.. Tasavvuf kazandırır.
Hindistan'da cereyan eden bir olay var: Bir yerin valisi zalim... Bir de şeyh efendi var; onun zulmüne bayrak açıyor, tenkid ediyor. Ziyarete gelmiş vali efendi... Efendim işte konuştuktan sonra, ona rüşvet verecek, susturmak için. Şeyh Efendi anlamış bunu tabi. Edebli olduğu halde, ayağını hiçbir yerde uzatmadığı halde, orada uzatmış valinin yanında... Vali de çıkarmış, bir kese altın sunmuş şeyhe... Şeyh efendinin sözü şu: "Ayağını uzatan, elini uzatmaz! Böyle satın alınacak adam değiliz biz!.."
Şeyh Şamil mücadele etmiş; kitabsız, ilimsiz değil... On deve yükü kitabını, on sene oradan oraya taşımış. Allah güç kuvvet versin, bugün Çeçenistan'da, Dağıstan'da yaşayanlar Şeyh Şamil'in torunlarıdır. Onların çoğu sufidir. Çoğu diyorum bakın, yüzde elliden fazlası, belki yüzde sekseni... Onlardan 30 talebe geldi, bizim Haseki'ye... Biz iki ay kadar derse gittik onlara... Otuzun yarısı Kadirî, yarısı Nakşî idi. Oralardaki İslam ruhunu ve komünistlere karşı kendi varlıklarını, istiklâllerini muhafaza ettiren güç, bu tasavvuf gücüdür. Öyle uyuşukluk miskinlik hadisesi değil... Bu bir dinamizm, güç, moral hadisesidir. Yoksa, bu sadece kelime-i tevhidi söylemek, şu kadar şunu söylemek meselesi değildir.
Şuur ve zevkine ererek İslâm'ı halisâne şekilde yaşama mesleği olan tasavvuf; Kur'an-ı Kerîm gerçeklerini ve Hazret-i Peygamber'in örnek hayatını ferdî ve toplumsal hayatımıza aktarmayı hedeflemektedir. Tasavvufun dayandığı prensipler tamamen Kur'an ve sünnetten alınmadır. Kur'an ve sünnete aykırı olan bir s™fîliğin, düşünülmesi bile mümkün değildir. Toplumda tasavvuf adına yapılan İslâm dışı hareketlerle, gerçek tasavvufun bir ilgisi olamaz.
Esasen tasavuf büyükleri, kitap ve sünnetle bağdaşmayan sözde tasavvuftan şiddetle sakındırmışlar, zahire uygun olamayan batın iddialarını reddetmişlerdir. Bu konuda bazı büyüklerin sözlerini nakletmekte fayda vardır:
Sehl bin Abdullah der ki: "Kitap ve sünnetin kabul etmediği bütün vecd halleri bâtıldır. [1]
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber'in izinden gidenler hariç, tarikatlar bütün halka kapalıdır."
Ebu Hamza el-Horasanî de aynı şeyi söylemektedir: "Hz. Peygamber SAS'in davranış, söz ve hallerine tâbî olmanın dışında Allah'a giden bir yol yoktur."[2]
Ebul Kasım el-Kuşeyrî de şöyle demiştir: "Tasavvuf büyükleri, şeriatı yüce tutma esasında birleşmişlerdir. Riyâzat yoluna girmekle ma'rufdurlar. Din adabından herhangi birine muhalefet etmeksizin, sünnete tabi olmaktadırlar. Şu hususta da ittifak etmişlerdir ki, dinin emirlerini uygulamaktan, nefsin arzularına karşı savaşmaktan geri duranlar ve dinini vera' ve takvâ esasına bina etmeyenler, söyledikleri şeylerde Allah'a iftira etmişler ve fitneye düşmüşlerdir. Bunların bâtıllarına uyup aldananlar da helâk olmuşlardır." [3]
İmam Sühreverdi s™fîlerin sünnete ittibaları konusunda şunları söylemektedir: "S™filer diğer müslümanlar arasında Rasûlüllah'a tam mânâsıyla tabi olmakta en muvaffak olanlardır. Çünkü onlar, Peygamberin sözlerine kayıtsız şartsız boyun eğdikleri gibi, onun emirlerini harfiyyen yerine getirdiler ve yasakladığı yerde durdular. Nitekim Allah-u Teâlâ, 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan sakının!' buyurmuştur. [4] Onlar da amellerinde, rızıklarında ibadetlerindeki içtihadlarında, teheccüdlerinde, namaz ve oruçtaki nafilelerde ve daha pek çok meselede Resulullah SAS'in izinden gitmişler; söz ve davranışları ile ona uymanın bereketleriyle rızıklanmışlar; haya, hilm, avf, müsamaha, şefkat ve merhamet, sohbet ve latife, ve tevazû gibi ahlâkî özellikleriyle ahlâklanmışlardır. Yine onun, haşyet, sekînet, ta'zim, rızâ, sabr, zühd ve tevekkül gibi çeşitli hallerinden pay alarak bereket kazanırlar. Bu suretle Efendimiz'e tam mânâsıyla uymanın bütün yönlerinden tümüyle istifade ettiler ve sünneti gerçek mânâsıyla yaşayıp ihyâ ettiler." [5]
Kitap ve sünnete uygun hayatı en canlı yaşayanlar, farzlar yanında vacip ve nafileler hususunda en fazla titizlik gösterenler sofilerdir. Şekil ve merasimlere takılıp kalmayan tasavvuf, İslâm'ın gerçek ve canlı mânâda bir uygulamasıdır. Zaten tasavvuf ıstılahlarının pek çoğu Kur'an ve sünnetten alınmıştır.
Tezkiye, zikir, tevekkül, zühd, kanaat, tefvîz-i umur, rabbânilik, fakr, ihsan, mücâhede, ilm-i ledün, îsâr gibi tabirler Kur'an ve sünnet tabirleridir.
Bugün burada rahmet ve hayırla yad ettiğimiz muhterem büyüğümüz Mehmed Zâhid Hocamız da, kitap ve sünete uygun tasavvufun tavizsiz önderlerindendi. Seksen seneyi aşkın ömrünü "Kàle Allah, Kàle RasûlüllahÉ" diyerek insanları hakka çağıran ve hâl ile kàl'i birleştirip hakîki bir mürşid olarak hizmet veren Hocamız'ın bereketi, geride bıraktığı eserlerinde gözükmektedir. Kur'an ve sünnet çizgisinden asla ayrılmamış olan Hocamız, daimâ Allah ve Rasûlüllah muhabbetinden söz etmişler ve şöyle buyurmuşlardır:
"İnsanların imanlarındaki dereceleri, Rasûlüllah'a olan muhabbetleri nisbetinde olacağı gibi; küfürdeki dereceleri de, yine Rasûlüllah'a olan buğzlarına göredir. Rasûlüllah'ın sevgisinin gönüllerde tam olarak belirmesi, ancak onun sünen-i seniyyesine tam mânâsıyla tabi olmaya bağlıdır." [6]
Hocamız'ın belirtiklerine göre: "Rasûlüllah'ı lâyık-ı vechile sevmeyenlerde Hak sevgisi tecellî etmez. İmandaki kemal ancak, Allah-u Teâlâ Hazretlerini bize bildiren ve bizim müslüman olmamız için her türlü fedakârlıklara, zahmet ve meşakkatlere göğüs geren Peygamberimiz'i can u gönülden sevmek ve onun sünnetinden zerre kadar ayrılmamakla mümkündür. Ona tam mânâsıyla uymak ve teslim olup, hayatında ve ahirette göçüşünden sonra da aynı hayattaymış gibi ona lâzım olan saygı ve hürmeti ifâ ile beraber, hiç olmazsa her gün ona yüzlerce salât ü selâm okuyup ruhunu şad etmeye çalışmak, ümmetlik vazifesinden mâduttur." [7]
Hocamız söz ve davranışlarında daima kitap ve sünneti esas almıştır. Kur'ana sımsıkı sarılmanın lüzûmuna dair bazı sözlerini nakledelim. Hocamız şöyle buyurmaktadır: "Din, Kur'an olduğu için, Kur'anı bilmek ve anlamak her mü'min ve muvahhidin birinci vazifesidir. Kur'anı bilmemek ve anlamamak, dîni bilmemek demektir. Bütün ilimler, hattâ ahirete taallûk eden ilimler de Kur'an'dadır. Kur'an dünyanın nuru ve ışığı olduğu gibi, ahiretin de nuru ve ışığıdır. Allah Teâlâ'yı ancak Kur'an vasıtasıyla bilebiliriz. Ona ancak Kur'an vasıtasıyla gidilebilir. Kur'an-ı Kerim'in bir ayetini öğrenmek için sabah dersine gitmek, yüz rek'at nafile namaz kılmaktan ve bir ilmî meseleyi öğrenmek için yine sabah dersine gitmek, bin rek'at nafile namaz kılmaktan hayırlı olduğunu da zikrederler ki, bunların hepsi et-Tergib vet-Terhîb adındaki hadis kitabından hülasa edilmiştir."[8]
Ayrıca merhum hocamız Abdulhâlik-ı Gücdevânî Hazretleri'nin şu sözlerini de naklederek, asıl meselenin Kur'ana sarılmak olduğunu belirtmişlerdir: "Oğlum, tahsil-i ilim eyle! İlmin kökü Kur'an-ı Azimüşşan'dır. Diğer ilimlerin hepsi ondan dağılmış, teferruat, dallar budaklardır. Dalıyla, budağıyla uğraşacağına, Allah'ın kitabıyla uğraş da, onu öğren!" [9]
Şeriate sımsıkı bağlı olan Hocamız'da, kâmil bir şeyhte olması gereken bütün vasıflar mevcuttu. Kâmil şeyhin vasıfları şunlardır:
1. İlim sahibi olmak.
2. Şeriat ölçülerine bağlı olmak.
3. Dünya hırsından arî olmak.
4. Kendisine hüsnüzan beslenmek.
5. Kendisine avamdan çok havas ve aklı başında insanların tabi olması.
6. Kendisinin hep zikirle meşgul olması.
Hocamız'ın kendisini ve çevresini göz önüne getirdiğimizde bu özelliklerin tamamen var olduğunu görürüz.
Hoca Efendi (Rh.A) hakîkaten fiziki mânâda, ruhi mânâda, zerafetiyle, her şeyiyle sünneti hayatında yaşamış bir insandır. İşte hangi eserine bakarsanız bakın, ayet ve hadisten başka bir şey bulamazsınız. Bizim de tasavvufumuzun esası budur.
Bid'atlara şiddetle karşıydı. Ben bizzat duydum vaazında... Bir takım İslâm'da olmayan şeyleri, bid'atleri tarikata sokmanın caiz olmadığını, fotoğrafa rabıta edilmesinin uygun olmadığını anlatırken: "Birisi resim gezdiriyor... 'Bu resme bakın beni bilin, beni şeyh tanıyın!' diyor. Hiç akıl yok... Put bu... Biz putçu muyuz yahu? Biz gâvur muyuz puta tapacak?.. Puttan ibarettir bu resim... İnsanda can var; putta can var mı, resimde can var mı?.. Yani resimde can yok da, o resme nasıl bakar da o resimden bir şey anlar. Resim insanın nesini gösterir?.. Hazret-i Peygamber'in resmi mi var?.. Ama, onun sevgisi hepimizin gönlünde yaşıyor." demişlerdi. [10]
Meseleyi toparlayacak olursak Hoca Efendi merhum, hani;
(Hüm zühhâdün fil leyl ve fursânün fin nehâr.) "Onlar gece zahiddirler; sabah oldu mu, atın sırtına biner, cihada giderler." diye anlatıldığı gibi idiler. Hakîkaten bereketliydi hayatı, eserleri... Ben şimdi hayret ediyorum, o kadar çalışmaya... Orda sohbet, burda ders ve dünya kadar da eser... Bunlar berekettir, cihaddır ve geride bıraktığı eserler ortadadır.
Hoca Efendi'nin hizmeti Türkiye hudutlarını çok aşmıştır. Brüksel'de bulunuyordum. Rabıta'nın genel sekreteri gelmişti. İskenderpaşa'ya uğramış. Orada hocalar din adamları nasıl olmalıdır filân diye konuşuyordu. "Hoca dediğin İskenderpaşa'daki Mehmed Zâhid Kotku Efendi gibi olmalıdır. Çünkü onun cemaati var..." demişti. Hoca cemaati olan bir adamdır. Arkasından, peşinden giden insanlar, yön verdiği insanlar olması lâzım... Namaz kıldırma memuru değil...
Böyle vasıflarla mücehhez, kitaba, sünnete uygun tasavvufu benimsemiş, özümsemiş, içine sindirmiş hocalara çok ihtiyaç var... İşte bunların önderlerinden, modellerinden biri de Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A) idi. Cenab-ı Hak bu türlü hocaefendilerimizin sayısını arttırsın... Bizi de onların da şefaatlerine nail eylesin...
13. 11. 1994 - Eskişehir
NOTLAR:
[1] Suhreverdi, Avarif. Sh. 63. İst. Vefa Yaıncılık, tercüme, H. K. Yılmaz, İ. Gündüz.
[2] Et-Tefsirus-Sufi fil-Kur'an, Abdul Kadir A. Ata, sh. 38, Mısır, 1969
[3] Et-Tefsirus-Sufi fil-Kur'an, sh. 39
[4] Kur'anı Kerim, Haşr: 7
[5] Avarif, sh 57
[6] MZK, Tasavvufî Ahlâk, Sh. 20-21, İstanbul 1978
[7] MZK, Hadislerle Nasihatler, 2/125, İstanbul 1991
[8] MZK, Tasavvufî Ahlâk, 4/252-58 (özet)
[9] MZK, Özel Sohbetler, Sh 368, İstanbul, 1993
[10] MZK, Özel Sohbetler, 27 Haziran !980 Konuşması