MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU
TASAVVUF VE CİHAD
Prof. Dr. İhsan Süreyya SIRMA
Sakarya Ü. İlâhiyat Fakültesi
Bismillahir rahmanir rahim.
Değerli kardeşlerim!..
Fransız şairi Lamartine'nin bir sözü var... On ciltlik bir Türkiye tarihi yazmış ve onun ön sözünde diyor ki: "Türkleri anlıyabilmek için, onlarla özdeşleşmiş olan dinlerini öğrenmek lâzım!.. Dinleri olan İslâm'ı da öğrenmek için Muhammed'i bilmek lazım. Onun için, ben eserimin birinci cildini Muhammed'e ayırdım." diyor ve ilâve ediliyor: "On senede hazırlayıp size sunduğum bu binlerce rivayet içinde, edip olan ben değilim. Konunun bizâtihi kendisi edibânedir. Yâni İslâm'ın kendisi buna lâyıktır." diyor.
Bana verilen konu biraz çetrefilli bir konu... Biraz mayınlar üzerinde oynayan bir rolü gerektiriyor. Ve tarih deyince insanın aklına mutlaka bir kronoloji geliyor. Ben de biraz tasavvufun adeta kronolojisini yapmaya çalışacağım. Çünkü dün, Akif Bey kardeşimiz "Bu Adem'den başlıyor." dedi; doğrudur. Şimdi madem ki Adem'den başlıyor biz de ondan başlıyalım. Ama bugüne kadar nasıl getireceğiz. Bu kısa dakikalar içerisinde inşaallah gayret edeceğiz.
Allah-u Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de buyuruyor ki: "Ben insanları ve cinleri sadece bana kulluk yapsınlar diye yarattım." O halde İslami yaşantının özü olan tasavvuf bunu mündemicdir, içine almıştır. Biz kulluk yapmak üzere, zahid olmak durumundayız.
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah-u Teâlâ insanları dört sınıfa ayırıyor. Bunların dışında yok: Mü'min, kâfir, münafık, bir de müzebzeb olanlar, yâni ne oldukları belli olmayanlar... Menfaati neredeyse, bir orada bir burada görünür, ondan sonra çeker gider. Şimdi asıl olan bu kulluk nasıl yapılacak? İşte, mesele budur.
Benim kanaatime göre ve şu ana kadar edindiğim bilgilere göre İslâmı'n özü olan bir şey vardır ki, biz müslümanlar bir kişinin vefatını duyduğumuzda onu terennüm ederiz. Ne deriz?..
(İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.)(Bakara 156) İşte bu insanlığın tarihçesidir. Biz Allah'ınız. İşte bizim Allah'a ait oluşumuz, tasavvufun özüdür. Ve cihad bunu gerçekleştirmenin kavgasıdır. Biz Allah'ınız, ne demek?.. "Hak" olan tarikatların --bunu tırnak içine alıyorum; çünkü hak olmayan, batıl olan bir sürü tarikat vardır-- hemen hepsinde bir zikir formülü var:
(Efdaluz zikri lâ ilâhe illallah.) Tasavvuf tarihin kavgasıdır. Ve cihadı bunun üzerine oturtuyoruz. Başka deyişle, tasavvuftaki cihad illâ'nın, yâni kelimeyi tevhiddeki illâ'nın tahakkuku için lâ dememizin kavgasıdır cihad...
Şimdi ben tabiî sizlere bunu anlatacak değilim. Ancak şunu söylüyorum. Peygamber Efendimiz'e kadar olan bütün peygamberler insanlara bir tek şey öğrettiler: "Lâ ilâhe illallah deyin; Allah'tan başkasına kul olmayın!" İslâm'ın birinci şartındaki kelimeyi şehadette lâ ilâhe illallah var... "Lâ ilâhe illallah" derken hangi ilâhlara karşı çıkıyoruz? Bunu hiç düşündük mü? Eğer peygamber zamanındaki Lât'a, Menat'a karşı çıkıyorsak, onlar bitti. Ama madem ki İslâm'ın ilk şartıdır; o halde, piyasada kendilerine lâ denilip karşı çıkılması gereken bir sürü ilâh vardır. İşte bu sahte ilâhlarla mücadeleye biz cihad diyoruz. Ve tasavvufun özü bu olmak lâzım!..
Pakistan'lı şair Muhammed İkbal, çok güzel söylüyor: "Bana İslâm'ın lâ kılıcını verin, insanları ezmekte olan emperyalist heykellerinin nasıl devrileceklerini ve illâ'nın nasıl hakim olacağını ben size göstereyim!"
O halde felsefedeki o negosyon dediğimiz şey budur. Siz eğer bir şeyleri inkâr etmesini bilmiyorsanız, karşı çıkmazsanız; başka bir deyişle, biz zikirde lâ ilâhe demeden illallah dersek olmaz. İllallah demek çok kolay ama önce sahte ilahlara lâ demek lazım. Ve işte bu mücadele odur.
Tasavvufdaki cihad, başka kelimelerle şeytana ve onun bütün sistemlerine karşı çıkmaktır. Ne demek; şimdi bunu birkaç kelimeyle açıklamak istiyorum, yoksa anlayamayız. Bakın bugün eğer dünya üzerinde beş milyar insan yaşıyorsa ve bunun beşte biri müslümansa; fakat en çok bunlar ölüyor, bunlar eziliyorsa, bunların dininde bir yanlışlık olması lazımdır. Ha, işte bunu anlamak lâzım! Nedir bakın, Şeytan'dan dedim. Şeytanı değerlendirirken size birşey hatırlatmak istiyorum. Şeytan biliyorsunuz Adem Aleyhisselâm yaratılıp Allah-u Teâlâ'nın emri ile bütün melekler ona secde ettiler. Şeytan, yani İblis, secde etmedi. Arkadaşlar, İblis'in şeytanın bu hareketini biz anlamazsak, bugünkü problemlerimizi çözemeyiz. Tasavvufu da anlayamayız.
Bakın şeytan Allah'a ne dedi?.. Allah'a dedi ki:
(Halaktenî min nâr) "Ya Rabbi! Sen beni ateşten yarattın!" Allahı yaratıcı olarak kabul ediyor. Peki neyi kabul etmiyor, niye şeytan kafir?.. Diyor ki; "Ya Rabbi! Sen beni yarattın, yeri göğü yarattın, cenneti yarattın; yalnız, benim işlerime sen karışma!" diyor. "Sen bir kanun yaptın. Senin yaptığın kanuna göre benim Adem'e secde etmem gerekir. Ben onu tanımıyorum ve diyorum ki: Benim kanunuma göre, ben topraktan yaratılana secde etmem ve etmiyorum!" diyor. Dolayısıyla "İlâhî güç benim işime karışmasın!" diyen felsefenin, yani laik felsefenin ilk kurucusu, böylece şeytan oluyor ve ilk laik de şeytan oluyor.
Bugün yanlış bir yola girmişiz. Bugün piyasada bir sürü adı müslüman olan insanlar var... Şeytan gibi davranıyorlar ve diyorlar ki: "Allah bizi yarattı, fakat işimize karışmasın!" Öyle diyorlar efendim. Tasavvuf, yâni İslâm, emr-i bil ma'ruf, nehy-i anil münker'dir. Yani bazı hocaların tercüme ettiklerine ben katılmıyorum. İyiliği, kötülüğü falan değil; Allah'ın emrettiği şekilde yaşamayı emreden bir kuraldır, bir müessesedir.
Onun için yine İkbal diyor ki: "Kim Allah'ın rızâsının dışında birisine kılıç çekerse, onun çektiği kılıç doğrudan doğruya kendi kalbine saplanır." O halde cihad sadece Allah içindir. Toprak için, taş için bilmem ne için; yok böyle şey ha!..
Resulullah SAS, bizim için usve-i hasenedir. Meselâ Bedir Savaşı'ndan bir sahne... Enfal Sûresi'ni okuyacak olursanız, Allah-u Teâlâ orada açıkça diyor ki: "Görünmeyen ordular müslümanlara yardım ettiler." Ancak, müslümanların hazır olması lazım!..
Şimdi bugünümüze yavaş yavaş taşımaya çalışacağım. Önce doğru tasavvufdan bir iki misal: Hazret-i Ömer zamanında İslamî fütûhat devam ediyor. Bizans kralı Kudüs'teÉ Şu bizim Başbakan'ın arz-ı mev'ûd deyip İsraillilere vermek istediği Kudüs var ya!.. Ama inşaallah biz bir gün onu işgalden kurtaracağız. Neden?.. Çünkü siz almaya mecbursunuz, eğer Kur'an'a inanıyorsanız. Demin burada hoca efendi Tâhâ suresini okudu. Allah-u Teâlâ, Musa'ya: "Sen Tuvâ Vadisi'ne giriyorsun, ayakkabılarını çıkar!" diyor. Mukaddestir orası, bizim için mukaddes olanları biz başkasına arz ediyoruz. Yapamayız ha!
Henüz Kudüs müslümanlar tarafından feth edilmemişti. Bizans Kralı etrafını çağırıp:
"--Bu müslümanlara ne oluyor? Düne kadar açtılar, her gün benim bir memleketimi feth ediyorlar." diyor.
"--Bilmiyoruz kralım, onlara esir düşüp gelmiş bir askerimiz var... Ona bir soralım!" diyorlar.
Çağırıyorlar ve asker geliyor. Kral soruyor:
"--Bana müslümanları anlatır mısın?"
Ve anlatıyor Bizanslı asker:
(Hüm zühhâdün fil leyl ve fursânün fin nehâr.) "Onlar gece zahiddirler; ellerinde Kur'an dedikleri bir kitap var onu öğrenirler. Sabah oldu mu, atın sırtına biner, cihad dedikleri savaşa giderler."
Kral üzülüyor ve ayaklarını yere vuruyor:
"--Eğer sen yalan söylemiyorsan, şu bastığım topraklar da onların olacak!" diyor.
Bir sene sonra onların oldu. Hazret-i Ömer RA teslim aldı. İşte gerçek tasavvuf odur. Biraz sonra size söyleyeceğim gibi, İslâm'ın kılıcını omuzlardan indirip kınına sokan bir hareket tasavvuf olamaz!..
Hz. Ömer RA zamanında İran feth edildi. Peygamber SAS Efendimiz'in dayısı sayılan Sa'd bin Ebi Vakkas İran cephesinin komutanıydı. Ona bir parola gönderiyor Hazret-i Ömer RA, diyor ki: "Siz savaşa katılan bütün askerlere emredeceksiniz, savaşırken 'lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah' diyecekler. Hem kılıç sallıyacak hem de 'lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah' diyecekler."
Biliyorsunuz tarikatta bu bir zikirdir. Yani güç, kuvvet her şey Allah'tandır. Siz buna inanacaksınız. Allah bu dediğinizi sizin bileklerinizde oynayan kılıçta tahakkuk ettirecek. İşte cihad budur. Bir başka tabirle fiilî cihadla, zikrî cihad paralel gider. Birbirinin mütemmimleridir. Değilse, İslâm Alemi'nin her tarafı kana bulaşmış... Ben şimdi diyeceğim ki, "Arkadaşlar! Cezayir kan ağlıyor, Bosna kan ağlıyor, Azerbeycan kan ağlıyor, Güneydoğu kan ağlıyor!.. Çıkarın tesbihlerinizi, tevhid çekelim!" Böyle bir şey olmaz!
--O halde nasıl olur?..
Fiilen bunun mücadelesini veririz. Ondan sonra Allah'a tevekkül eder, tesbihle devam eder, destekleriz. Hazret-i Ömer'in dediği gibiÉ Çünkü bu tahakkuk etmiştir.
Peygamber Efendimiz SAS'in sahabileri zamanında meşhur bir hadise vardır: Sariye hadisesi... Hazret-i Ömer RA bir gün hutbe okurken, hiç konuyla ilgisi yokken diyor ki, "Ya Sariye tûlel cebel! Ey Sariye dağa tırman, dağa!.." Cemaat Hazret-i Ömer'e soruyor: "Biz anlıyamadık ya Emirel Mü'minin. Neyin nesidir bu? Sariye kimdir?" Bir İslam komutanı Irak bölgesinde savaşıyor. Bir ay sonra gelince ona soruyorlar. O diyor ki: "İran ordusu bizi saracaktı ve Emirel Mü'minîn'in sesini duydum. 'Hadi dağa tırman!' dedi. Dağa tırmandık ve galip olan bizler olduk."
Tabiî, o duruma gelebilmek için Hazret-i Ömer'in sesini Sariye'ye duyurma; Sariye'nin de Hazret-i Ömer'in sesini duyabilme derecesine ulaşabilmesi için, önce cihadı başlatmak lazım. İşte mesele odur. Biz eğer ruhumuzda ve beynimizde de cihad diye birşey oluşturmamışsak, bizi Sariye duyamaz.
Meselâ İslâm'la mücadele etmiş birisi için mevlid, yâni Peygamber Efendimiz SAS'in doğumunu vesile kılmanın hiçbir anlamını göremiyorum ve burada benim meslektaşlarım, hocalar nasıl bunu yapıyor, bunu düşünüyorum.
Şimdi bakın tasavvufta cihad nedir?.. Allah rahmet eylesin Attar, bir müridine: "Oğlum, git çarşıdan ara kendine bir dert bul. Eğer bulamazsan gel, benden ödünç al!" diyor. Sana vereyim demiyor. Çünkü onun ihtiyacı var. Bu müslümanların derdi yok, rahattırlar. İşte cihad onları rahatsız duruma getirir.
Bir sahabi Peygamber SAS'e gelip diyor ki: "Ya Rasûlallah! Bir gün şu kılıcı bırakıp rahat edeceğimiz gün gelmiyecek mi?.." SAS Efendimiz buyuruyor: "Vallahi kıyamete kadar müslümanın rahat edeceği günler çok az olacak!" Neden?.. Çünkü bunun karşılığında Cennet var... Cennet bedava değil... İşte onun içindir ki İkbal tehlikeyi ne gösteriyor biliyor musunuz: "Bir tehlikeyi seçmek imtihandır. Bu ruhla bedenin bir araya gelişinin miyarı, ölçüsüdür." Eğer siz bedeninizi ortaya koymuyorsanız, siz imtihanı kaybetmişsiniz.
Hocalarımız daha iyi bilir; ne yaptılar? Dediler ki:
"--Efendim ben İslâm için koşturur giderim, cihada giderim amma, viran olası hânede evlâd ü iyal olmasa!.."
Gençler için tercüme edelim:
"--Ben bu İslam için koşuşturur, cihad yaparım amma; yıkılası evimde çoluk çocuk olmasa, karı olmasa, apartman olmasa, mobilya olmasa, arsa olmasa, mercedes olmasa giderim."
İşte bu zihniyeti getirdiler. Bu zihniyetin İslâm'la alâkası yok!..
Şimdi doğru olan tasavvuftan bir misal: Mevlânâ'nın şeyhlerinden sayılan Necmeddin-i Kübrâ var... Harzemşahlılar zamanında Moğollar geliyor üzerine... Moğol komutanı haber gönderip Necmeddin-i Kübrâ'nın şehri terketmesini istiyor. Bu haber gelince, Şeyh hırkasını çıkarıp asıyor, "Şimdi cihad zamanıdır!" diyor. O yetmiş, seksen yaşında kılıcını çekiyor, bir moğol askeriyle boğuşurken, cihad ederken şehid oluyor.
Tabiî, Mevlânâ onu çok güzel dile getiriyor: "Biz o kimselerdeniz ki, o muhteşemlerdeniz ki, bir elimizde kadeh tutuyoruz. --Tabi bunlar teşbihlerdir.-- Biz öyle zayıf keçilerin boynundan tutan insanlardan değiliz." Ve ilâve ediyor: "Bir elde, imanın o tertemiz şarabını çekeriz; bir elde de biz kâfirin perçemini tutarız."
--Ne demek perçem?..
Moğol askeriyle boğuşurken, Necmeddin-i Kübrâ'nın elinde o Moğol askerinin saçları kalıyor. Şehid oluyor, ölüyor; ama Moğol askeri kurtulamıyor o elden. Geliyorlar, uğraşıyorlar o şehidin elini açamıyorlar. Nihayet Moğol askerinin saçlarını kesiyorlar, öyle kurtuluyor. Mevlana: "İşte, biz buyuz. Bir taraftan lâ ilâhe illallah zikrini çekeriz; ama, bir taraftan da kâfirin boynunu vururuz." diyor. İşte budur.
Tasavvuf olmayan bazı şeyler tasavvufa girmiş. Şöyle bir tabir vardır: "Tasavvuf, müslümanların cihad kılıcını omuzlarından indirip kınına sokmuş..." Bu böyle midir, değil midir?.. Şundandır bakın. Bir iki misal vereceğim. Her yerde görürsünüz: "Yaradılanı severiz Yaradan'dan ötürü..."
Bir iki sene önce Erzurum'a bir zat gelmişti; adını söylersem hepiniz tanırsınız. Hoca dedi ki: "Ben buradan ayrılır ayrılmaz Marmaris'e gidip Kenan Paşa'yı ziyaret edeceğim." "İyi misin?İyi doktor arkadaşlarım var, rahatsızsan?.." diye sordum. "Memlekette müslüman mı kalmadı?" dedim. Bunun üzerine, "Severiz yaradılanı Yaradan'dan ötürü..." dedi. "Yâni, Yaradanın düşmanını mı seviyorsun?" dedim. "Severiz..." demez mi?
Efendim bu zihniyet yanlış! Bu yanlış şeyler, bizim doğru olan tasavvufumuza sokulmuş ve insanımız köleleştirilmiş. Onun için ben piyasada çok rastlıyorum: Gündüz lâik, gece mürid... Sanki günah çıkartma müessesesi yaptılar. Böyle tasavvuf olmaz!
Ondan sonra diyorlar ki: "Vurana elsiz gerek, dövene dilsiz gerek, koyundan yavaş gerek." Burada hocamız var; hocam bunun İslâm'la alâkası var mı?.. Vurana ne gerek?.. Kısas gerek!..
Haa, bir de müslümanla gayr-i müslimi biz karıştırmışız. Bir müslüman bize bir şey yaptıysa; tamam, biz onu hoş görürüz. Yunus böyle söylüyor. Ama şimdi laikler bize vuruyor; biz diyoruz ki: "Hoş karşılayalım!.."
Bir gün bir laik bana dedi ki:
"--Ya Hoca ne karşı çıkıyorsun? Bak Yunus ne diyor: Sövene dilsiz gerek, vurana elsiz gerek..."
"--Bak arkadaş! Yetmiş senedir siz bize sövdünüz, dövdünüz. Biraz da biz dövelim!" dedim.
"--Yok yok hoca," dedi. "O sizin içindir, hep biz döveceğiz hep siz susacaksınız!"
İşte yanlış tasavvuf budur.
Bu tasavvufun müsbet olanı yok mudur?.. Sultan Abdülhamid zamanında --Allah rahmet eylesin-- bu emperyalistlere karşı tarikatlar devreye sokuldu. Bizim bildiğimiz Şeyh Şamil hareketi bir tarikat hareketidir. Kuzey Afrika'da, başka yerlerde şu anda ayrıntılarına giremiyeceğim bir çok tarikat hareketleri vardır. Onlar gece zikreder, gündüz cihad ederlerdi.
Şimdi tabiî, kendi memleketimizden de bir misal vereyim. Allah rahmet eylesin, Şeyh Abdullah vardı; benim hocamın hocası... Rus ordusu iki yönden Anadolu'ya gelecekti. Birincisi Van'dan Pervari, Siirt üzerinden; diğer taraftan Bitlis, Diyarbakır üzerinden... Pervari'nin Bidar diye bir köyü var... Rusların geldiğini anlayınca müridlerini alır ve bir dağı tutar. Bu Şeyh Abdullah ve arkadaşları öyle bir cihad sergiler ki, Rus ordusu oradan geçemez.
Haa, gerekince işte bu!..
Size modern zamanlara ait bir hatıramı anlatıp bitiriyorum. Fransa'da benim oda arkadaşım bir Fransız vardı. Adı Kristiyan'dı. Jeoloji doktorası yapıyordu. Manavgat üzerinde çalıştı. Bana dedi ki: "İhsan, ben maalesef Cezayir savaşına katıldım." Biliyorsunuz Cezayir'li kardeşlerimiz Fransızlara karşı cihad ilan edip onları dışarı atmak istediler. Maalesef o zamanki bizim hükümetimiz Cezayir'i değil, Fransa'yı destekledi; Menderes zamanındaÉ Onu da öyle kapatıyorum, geçiyorum. O ayrı bir konferans konusu...
Arkadaşım devam etti: "Ben maalesef o savaşa katıldım. O savaş Kostantin'de, rahmetli Mâlik Bin Nebi'nin memleketinde, başladı. Orada mücahidleri kovalıyoruz." dedi. Bu arada bana sordu:
"--Mücahid nedir biliyor musun?"
"--Yok, bilmiyorum!" dedim. "Nedir?" dedim.
O dedi ki:
"--Müslümanlardan Allah için savaşanlara mücâhid derler." Cezayir'li kardeşlerimiz mücâhid kelimesini Fransız lügatlarına soktular. "Mücahidleri kovalıyoruz. Emrettim askerlerime dedim ki; ateş etmeyin gelişigüzel, birbirinizi vurursunuz. Hepsini bir camiye dolduralım, temizleyelim. Ondan sonra camiye doldurduk," dedi. (Ben 1970'te gittim; orayı ziyaret ettim.) "O cami doldu" diyor. "Ben askerleri duvarın dibine dizdim ve dedim ki, 'Ön saftan başlayacaksınız, kaçamak olmasın! Ben ateş deyince ateşleyeceksiniz.' O arada birisi kalktı. 18-19 yaşlarında sarı sakallı bir genç: 'Yâ Latîf!..' dedi."
Arkadaşlar! Bana bir kafir anlatıyorÉ Öyle bir kafir ki, kendi dininden de çıkmış, ateist... Lâikliği de bırakmış. O kelimeyi unutmamış, diyor ki: "'Yâ Latif!..' dedi. Onun ardından camidekilerin hepsi 'Yâ Latif!..' demeye başladı. Ya Latif!.. Ya Latif!.. Ya Latif!.. Cami gidip gelmeye başladı. Ben de, askerlerim de nasıl dışarıya kaçmışız; ben onu hâlâ anlayamadım!.." dedi.
Ben tabiî ona, "Gel müslüman ol, anlarsın!" dedim. Ama hidâyet Allah'tandır.
Şimdi kardeşlerim şunu diyorum: Allah bize diyor ki "Ben, sizi korurum!" Ancak o Cezayir'li kardeşlerimiz ne yaptı? Tüfeklerini kullandılar, kurşunları bitti, taşları bitti, sopaları bitti, ve Allah'ın evine sığınıp dediler ki: "Yâ Rabbi! Senin Latîf sıfatına sığınıyoruz. Bizim yapacağımız bu kadar, bitti." Ve Allah onları korur tabii... İşte tasavvufta cihad da budur: Zikir ve eylem yanyana...
Eylemi ön plana çıkarmayan bir tasavvuf, sahte bir tasavvuftur ve böyle bir tasavvuf yoktur. Bizim anlattığımız tasavvuf, Resulullah'ın cihadıdır, Fatih'in cihadıdır. Ve bugün dünyanın şurasında, burasında mücâdele veren müslümanın İslamî hareketidir.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
13. 11. 1994 - Eskişehir