MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU

MEHMED ZÂHİD KOTKU (RH.A)'İN TARİKAT VE İRŞAD ANLAYIŞI

Doç. Dr. İrfan Gündüz

Bismillahir rahmânîr rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Ves salâtü ves selâmü alâ rasûlinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn...

Tasavvuf, insan ile ihsan arasındaki engellleri kaldırarak temizleyen ve insanı ihsana erdirmeye çalışan bir ilim dalıdır. Mehmed Zahid Efendi'nin tarikat ve irşad anlayışı dediğimiz zaman, onun hayatında gerçekten ihsan hâkimdi. Hayatın her anı ihsana sözkonusudur. O yüzden --Hayreddin Hocam mâzur görsünler-- bir kaynağı var mı, yok mu bilmiyorum ama, yanlız şunu iddia edeblirim ki, fıkıhta da güzel olan herşeye hüsun adı veriliyor, çirkine de kubuh. Güzele hüsn adının verilmesinin bile, Peygamberimiz Efendimizin ihsanı tarifinden kaynaklandığı inancını taşıyorum. Çünkü Allah'ın kendisini gördüğü inancıyla atılan hiç bir adım yanlış yola gitmez, varmaz.

Yunus Emre'nin dediği gibi:

Göz oldur ki hakkı göre,
Yol oldur ki doğru vara!

Dinleyiciler de oldur ki kulak vererek iyi dinleye... İnşallah sözümüz verimli olur, yararlı olur.

Hocaefendi Hazretleri'nin tarikat ve irşad anlayışını çözerken bize ipuçları veren bazı noktalar var... Bunların başında tabi Hocaefendi'nin silsilesi Gümüşhanevi'ye bağlı... Gümüşhanevi Hazretleri kendisini tanıtırken, "Ben özüm tarikaten Nakşıbendî, meşreben Şâzelî'yim." diyor. Aslında bu iki ifade, aynı zamanda Hocaefendi Hazretleri'nin de tarikat ve irşad anlayışının aynen göstergesidir. O bakımdan biz konumuza ışık tutması açısından, "Tarikaten Nakşıbendî'yim ne demek?.. Nakşibendîliğin insan yetiştirme usulü nedir?.. Tarikat anlayışı, metodu ve metodolojisi nedir?.." bunu çözersek, Hocaefendi Hazretleri'nin de irşad anlayışını çözmüş oluruz.

Nakşibendiye Tarikatı'nın biricik metodu var; o da sohbet metodu, sevgi metodu... Peygamber Efendimiz SAS'den İslâm'ın hâl tarafını, derûni tarafını, duygu tarafını alanlara; sohbet yoluyla lanlara, Peygamber Efendimiz'in gözünden alanlara, Peygamber Efendimiz'in sözünden alanlara ve Peygamber Efendimiz'le aynı mecliste bulunarak onun mağnetik etkisinden alanlara, sohbet şerefine nail olanlar anlamına ashab denmiş. Ondan sonra gelenlere de, onlara uyan, kendilerini onlara benzetmeye çalışanlar anlamında tabiîn adı verilmiş.

Naşibendîliğin irşad metodu sohbet metodu... Sohbet metodu dediğimiz zaman, Mehmed Efendi çok tatlı sohbet ederdi. Onbin kişiye de konuşsa, iki kişiye konuşur gibi konuşurdu. Ve dinleyen herkes, "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen duy!" kabilinden, sanki Hocaefendi kendisiyle başbaşa, ikili görüşme yapıyor intibaı ile dinlerdi. O zaman da, sözleri ve nasihatları çok kalıcı neticeler verirdi.

Fakat sohbetin esas yönü, iyi insanlarla beraber olmayı hedefleyen, sadıklarla beraber olmayı hedefleyen metoddur. "Ey iman edenler! Allah'tan korkun, sadıklarla beraber olun!" buyruluyor. Yâni, körlerle beraber olursanız şayı kalkarsınız. Doğrularla beraber olun; doğrularla beraber olursanız, cetvel gibi olursunuz.

İmam Gazalî merhumun, bu sohbet yolunu tanımlarken çok güzel bir yorumu var... Şöyle diyor: "Siz zannediyorsunuz ki, sadece hastalıklar bulaşıcıdır. Sadece verem bulaşıcıdır, sadece mikroplar bulaşıcıdır. Hayır; hâller de bulaşıcıdır. İyi hâl de bulaşıcıdır, kötü hâl de bulaşıcıdır."

Peygamberimiz SAS: "İyiyle dost olan, iyiyle sohbet eden, parfüm satanla beraber olan gibidir. Onun güzel kokusu ona bulaşır. Kötüyle sohbet eden de, demirci çırağıyla beraber olan gibidir. Onun da isi pası sana bulaşır." buyuruyor.

Bugün, tecrübi psikoloji bu gerçeği yeni tesbit etmiş, daha 100 senelik mazisi var. Ama Peygamber Efendimiz bunu, 1500 yıl önce hal ilmini bir eğitim metodu olarak ortaya koymuş. O yüzden diyorum ki, uyku bile bulaşıcıdır. Bir adam uyudumuydu, sağındaki, solundaki de gevşemeye başlıyor. Onbeş dakika müsaade edin, hipnoz yemiş gibi salonun hepsi uyuyacak. Hâller bulaşıcı demek ki...

Bakın o yüzden, Bahâeddîn-i Nakşıbend Hazretleri: "Bizim yolumuz inkibas ve insibat yoludur." diyor. Yansıma yolu... Kişilikler yansıma yoluyla yansıyarak birbirlerine geçer. Yansıma yolu, amip gibi çoğalma yoluyla iyilikleri bulaştırarak, yaygınlaştırarak, iyilerin amelini fazlalaştırma yoludur.

Yine, tabi beraberlik dediğimiz zaman; tabii beraberlik, aynı mecliste göz göze, diz dize bulunmak, onların sözlerinden istifade etmek, kamil insanların nazarlarından, şifa kapmaya çalışmak... Amennâ, bu güzel...

Nakşibendîliğin bir ayrı metodu daha var... O da fizik olarak aynı mekanda bulunmak imkanı bulunmadığı zaman, bu salih olan insanlarla, bu kamil olan insanlarla, meselâ Hazret-i Peygamber SAS'le nasıl birlikte olacağız?.. Bunun bir usulü var mı, yok mu?.. Nakşibendîlikte buna da bir usul tesbit edilmiş, o da mânevî beraberlik...

Hocaefendi Hazretleri gerçekten hem huzurunda, hem de gıyabında, insanlara haliyle, kàliyle, davranışıyla örnek olan, etkili olan geçmişimizin müstesna mirasçılarından birisiydi. Onu gıyaben taklit eden insanlar; onun huzurunda iken nasıl edebe bürünüyorsa, gıyaben de onun huzurundaymış gibi düzenli hareket eden kimseler; bakıyorsunuz aynı edebi, aynı güzel hasleti, aynı güzelliği yakalayabilme fırsatını elde ediyor. Yâni burada sohbetin bir de mânevî beraberlikle elde edilen tarafı var... Buna rabıta diyorlar.

Bugün bizim gençlerimiz baştan çıkartılıyor. Gençlerin özellikle yetişme çağındaki gençlerin taklid edebilecekleri mücerret değil, müşahhas örneğe ihtiyaçları var... Bu örneğe siz eğer, kendi kahramanlarınızı, kendi kimliğinizi yansıtan büyüklerinizi korsanız, gençler onun gibi olur. Ama siz gençlerin bu mekanizmalarını ke enlem yekün farzedip boş bırakırsanız, onların yerine Michel Jackson gelip oturuyor. Bakıyorsunuz müslüman bir yuvadan Amerikalı bir çocuk çıkıyor.

Kim bir kavme benzerse, o onlardan sayılır. Kim kendisini bir kavme benzetmeye çalışırsa o onlardan sayılır. Ben bakıyorum, evvelce kızları için evde anne, ideal bir numuneymiş Üsve-i hasene anneymiş, kız kendisini annesine benzeterek büyüyormuş. Oğlan çocuğu, babasını taklid ediyormuş. Ne zamana kadar?.. Televizyonlar, yatak odalarımıza girinceye kadar...

Şimdi artık, çocuklarımızın bu idealize edecekleri, taklid edecekleri tipler ve modeller imha edildi, yok edildi. Yerine televizyonda takdim edilen, medyanın takdim ettiği bir batı menşe'li artistler geldi. Bakıyorsunuz bizim kızımız, saçını onun gibi yaptırmak istiyor. Onun pantolonundan giymek istiyor, onun elbisesinden giymek istiyor. Böyle onun gibi, onun gibi derken sonunda bakıyorsunuz, onunla aynileşiyor. Karganın altından, kartal çıkar gibi, müslüman bir yuvadan Amerikalı çıkıyor, Avrupalı çıkıyor.

İşte bu da Nakşîliğin ikinci metodu ki Hocaefendi Hazretleri bağlılarına bağlanacakları, beraber olacakları kişileri çok iyi seçmelerini; onlarla bir arada bulunmadıkları zaman bile hiç olmazsa hayalen onlar gibi olmaya çalışarak, onlara benzemeye çalışarak, iyi hasletler kazanmalarını sık sık ögütlerlerdi.

Hocaefendi Hazretleri'nin bir de Şâzelî meşrebinden gelen özelliği var... Bu söylediğimiz Nakşî usûlü, tarikaten nakşi olmanın özelliği... Bir de meşreben Şâzelî Tarikatı'na mensub olmak var... Şâzeliye Tarikatı'nın iki önemli özelliği var: Birincisi, bu tarikat ilme çok önem veriyor. Her şeyin önünde ilim... Hilafet verilecek bir halifede bile, mânevî yönlerin hâl eğitimine ehliyetten önce, zahiri ilimlerde icâzet ehliyeti aranıyor. Ondan sonra hâl icâzetine yetkili kılınıyor. Her meselede ilim sürekli ön planda tutuluyor.

Bu yüzden Gümüşhanevî Hazretleri diyor ki: "Bize intisab iki çeşittir. Birinicisi: Bizim eserlerimizi okuyarak, bizim eserlerimizi tercüme ederek, başkalarına aktarmaya çalışanlar da dirayet ve rivâyetle bize intisab etmiş sayılırlar." diyor. Gümüşhanevî Hazretleri'nin böyle bir ayrı intisab telakkisi var...

Hocaefendi Hazretleri de gerçekten ilmi her zaman ön planda tutar ve ilmi piyade askerine benzetirdi. "Bir yeri ne kadar topla vurursanız vurun, tankla eteş ederseniz edin; piyade oraya girip de sancağı süngünün ucuna takmadığı sürece, orası feth edilmiş sayılmaz. Uçakla fethettik sanarsınız, hemen masabaşında elinizden alıverirler. Feth edilen yerlerin size mal edilmesi ve kalıcı olması dahi ilimle mümkündür." derdi. Sürekli olarak gençleri ilme ve öğrenmeye teşvik ederdi.

Şâzeliye meşrebinin bir ikinci özelliği daha var; o da melâmet meşrebi... İbnul Arabî Mevlânâ'yı tanımlarken diyor ki: "O Davud'un kalemi üzere bir veli idi." diyor. Davud'un kaleminin özelliği ne?.. Melâmet meşrebine mensub olması, melâmetlik özellikler taşıması... Melâmetlik nedir?.. Tasavvuf literatüründe, hiç kimseye muhtaç olmadan, kendi alın teri, el emeğiyle geçinmeyi şiar edinen; tüketici derviş kitlesi yerine, üretici derviş olmayı öğütleyen bir tarikat anlayışı... Hocaefendi Hazretleri sürekli üretici olmayı öğütler, kimseye yük olmaya asla rıza göstermezdi.

Bu bakımdan kendisi yazı yazardı. Biz adının Mehmed Zahid Kotku olduğunu vefatından çok sonra öğrendik. İsmini bile böyle çok vafi bir şekilde gizlerdi. Adı M. Z. K. diye çıkardı kitaplarda. Böylesine de mahviyetkâr bir kâmil insandı. Böyle makamlardan, mevkilerden, şandan, şöhretten, insanların diline aşırı derecede düşmekten hoşlanmazdı. Ama onlara kemaliyle, hâliyle, kàliyle örnek olmaya ayrı bir değer verirdi.

Hattâ bir defasında, "Pazardan gelirken, cebinde pazardan aldığı emtiayı hamala verip taşıtacak parası olan adamın, bu malı kendisinin taşıması tahrimen mekruhtur." demişti. "Çünkü, o hamallar da geçinecek; nerden geçinecek?.. Herkes bu kadar parayı sever de her işi kendim yapayım derse, piyasada hiç kimse bir başkasından iş alma imkânı bulamaz!" demişti. Bu yüzden de melâmet meşrebini özellikle ögütlerdi.

Hocaefendi'nin diğer bir özelliği, camiyi irşad hayatının sürekli merkezinde tutan; şeriata bağlılığı hem tarikatten önce, hem de tarîkat, marifet, hakîkat basamaklarından sonra varılması gerekli bir hedef olarak, sürekli ön planda tutmuş bir anlayışın sahibiydi. Hocaefendi Hazretleri her meselede mutlaka, şeriatın ve fıkhın fetvalarını ruhsat ile değil azimet ile yapılmasını öğütler ve onu yaşamada örnek olmaya çalışırdı.

Kendilerinde bu bakımdan, ben şunu görüyorum ki: Gerçekten bir insan Allah rızâsı için eğer mihrabda verimli hizmet ederse, işte görünmeyen üniversite diye koskoca bir üniversiteyi peşine takıp götürebiliyor ve insanlar mezuniyet diploması almadan ömürlerinin sonuna kadar kendisine öğrenci oluyorlar. Var mı böyle bir üniversite?.. İşte Hocaefendi gerçekten cami mihrabını küçümsememiş, o mihrabdan bir üniversite, üniversiteyi de aşan bir etki ile kâmil insanlar yetiştiren bir etki, bir fonksiyon icra etmiş ve böylece camiyi hayatımızın merkezine taşımıştır.

Bize de demek istiyor ki: Siz de camiyi hayatınızın merkezine taşıyın!.. İslâmi hayatta, İslâm medeniyetinde her şey, gerçekten hayatın modeli, şehirciliğimizin bile çekirdeği cami ve etrafında şekillenmeli!.. Bunu sık sık öğütlerdi.

En son şunu söylerek sözlerime son vereceğim: Hocaefendi geceleri ihyâya, gündüzleri ihyâya ayrı bir önem verirdi. Ama geceleri insanın gönül iklimini ihyâ için ayırıp, tahsis etmesi, gündüzünü de dünya işleri için ayırması; gündüzü gündüz gibi, geceyi de gece gibi değerlendirmenin zaruretini öğütlerdi. Meselâ gündüz burada uyuyor adam; gündüzünü gece yapıyor, olmuyor. Cuma namazına gidersin, adam uyuyor namazda da... Namazda uyunmaz ki canım, yatak odasında uyunur. Yatak odasına da gidiyor, hanımla sabaha kadar konuşuyor. Olmaz! Her şeyi yerli yerinde, geceyi gece gibi, gündüzü gündüz gibi geçirmek lâzım...

Geçeyle ilgili bakın Müzemmil Sûresi var: "Ey örtülere bürülmüş peygamber, kalk! Geceyi, gecenin yarasını, yarısından biraz fazlasını ihyâ et! Sana çok ağır bir söz yükleyeceğiz." buyrulmuş orda... Demek ki gündüz insan vahyi alamaz. Tahmin ediyorum ki yine Hz. peygambere vahyin %99'u gece gelmiştir. Çünkü "İnnâ enzelnâhu fî leyletül mübâreke." var, "İnnâ enzelnâhu fî leyletil kadr." var; ama "Kur'an-ı Kerim'i gündüz indirdik." diye bir ayet yok... Gündüz de vahiy gelmiş, fakat %99'u gece gelmiş. Niye?.. Gece kalkan insanın kavrama kabiliyeti çok kuvvetli, söylenen sözü anlamaya da en uygun konumdadır, en kıvamlı durumdadır. Cenab-ı Hak bu yüzden, "Geceyi sürekli uykuda geçirmeyin, uykuda geçen hayat, hayattan sayılmaz." demiş oluyor.

Hattâ Hocaefendi, "Çok uyuyan adamın ömrü kısa olur. Az uyuyan adamın ömrü uzundur." derdi. Günde 12 saat uyuyan adamın ömrü tabiî daha kısa olur. Bu yüzden gecelerin ihyâsına ayrı bir önem verir, özellik gösterirdi.

Diğer bir şey de helâl gıdaya çok önem verirdi. "Aman ağızınızdan giren lokmaya dikkat edin!" derdi. Bu Mevlânâ'da da böyle... Mevlânâ diyor ki: "Lokmalar tohum gibidir. Onların meyvesi fikir ve düşüncelerdir, niyetlerdir. Yediğin bir lokma eğer senin gönlünde ve beyninde seni iyiliğe sevketmeye çalışıyor, seni Allah'a ve Rasûlüne ibadete teşvik ediyorsa; bil ki, o lokma helâldir, ona sarıl! Ama yediğin bir lokma da sende ibadete tembellik, salih insanlara karşı bir lâkayıtlık, gönlünde ibadetlere gevşeklik meydana getiriyorsa; bilki, o lokma haramdır. O lokmalardan da uzak dur!"

Mehmed Zâhid Kotku Efendi şunu söylerdi: "Benzinli olarak yapılmış bir motora şeker çok tatlıdır deseniz, şeker koysanız ne yapar? Çalışır mı?.. Motor yatak yakar. İşte Allah insan bedenini helâl lokma ve helâl rızık üzerine dizayn etmiş. Siz bu ağızdan haram lokma koyduğunuz an, bütün dünya ve ukbânız perişan olur, harab olur. Vücudunuz yatak yakar." derdi.

Cenab-ı Hak rızkı helal, akıbeti de güzel olan kullarından eylesin...

Teşekkür ederiz.

12. 11. 1994 - Eskişehir