MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU

MÜSLÜMANIN RUH VE HAYAT DİSİPLİNİ

Ahmed TAŞGETİREN

Günümüz insanının ruh ve hayat disiplinini korumak için büyük bir mücadele vermek zorunda olduğu görülmektedir. Sadece namaz vakitlerini kurtarmak için bile, büyük mücadele vermesi gerekmektedir. Hayatın geri kalan zamanını İslâm'la donatmak konusu ise, şu anda gündeme bile girmemiştir. Müslüman İslâm'a bağlılığın bir işareti halindeki namazı kurtarma mücadelesini henüz bütün bütün başarıya ulaştırmamıştır. O yüzden hayatın tümü üzerinde dahi düşünmeye fırsatı yoktur.

Oysa İslâm, müslümanın bulunduğu ortama göre biçim değiştirecek, hayatın ilgili değerlendirmelerinden vazgeçecek, bulunduğu kaba göre şekil alacak bir müessese değildir. Müslüman hangi ortamda bulunursa bulunsun, İslâm onun hayatında yer almayı, onun iklimini belirli değer ölçülerine göre şekillendirmeyi ister. İslâm müslümanın yirmidört saatini ister, tüm zamanını ister, tüm kalbini ister.

Allah-u Teâlâ bir bünyede iki kalp yaratmamıştır. Kişilik bölünmesi psikiyatride bir rahatsızlık olarak kabul edilir. İslâm da müslümanda bütün bir şahsiyet arar. Oysa kendi dünyası dışında yaşayan müslümanlar, böyle bir kişilik bölünmesine zorlanmaktadır. Namaz vakitlerinde İslâmla buluşmak, onun dışındaki zamanı İslâm dışı bir dünyanın belirlemesi... Bu kişilik bölünmesi değil de nedir?..

İslâm dışı dünya, bu anormal durumu müslümanın içine sindirebilmesi için, kendisi ile İslâm arasında geçiş noktaları bulmaya çalışmaktadır. Sosyalizm, İslâmla sosyalizm arasında kontaklar sağlayıp müslümanın gerginliğini emme, eritme yolları ararken; liberal, kapitalist yapılar da İslâm'ı bu çerceveye oturtucu teoriler geliştirmekte, böylece müslümanın ruh disiplini yok edilerek karmaşık bir kişilik oluşturulmak istenmektedir.

Birçok müslümanın İslâm'dan bulunduğu ortama uygun yorumlar aramaya kalkışması, aslında kendi ruhi disiplininin yok edildiğini ortaya koyan bir ölçü olarak kabul edilmelidir. "Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy!" teorisi, bu muhitlerde müslümana sunulan uyutma sloganı olsa gerektir. Bir yandan İslâm'ı çağdışılığa mahkum etme, diğer yandan da bulunduğu ortamla inançları çatıştığı zaman, müslümanı eğilip bükülmeye hazırlama amacı taşayın bu slogan, İslâm dışı yönetimler tarafından, müslüman topluluklara karşı, hemen her yerde kullanılmıştır.

Müslüman ne yapmalıdır?.. Müslüman İslâm'a göre oluşturulmuş dünyada, yani kendi dünyasında, genel hayat çerçevesi bizzat İslâm tarafından düzenlenmiş olduğu için, yirmidört saatini İslâm'la yaşama meselesi ferdin kişisel gayreti ile alâkalıdır. Hatta bu din, onun gayretini kolaylaştırır, yönlendirir. İslâm dışı bir dünyada ise, müslüman kendi ilahi gayretini bir de dışa karşı direnmek için kullanmak zorundadır.

İslâm dışı toplumlarda zamanı müslümanca yaşamak, müslümandan çok özel gayretler ister. Bu öncelikle ruhi disiplin meselesidir. Bu tür toplumlarda müslüman vakte karşı teyakkuz halinde bulunmak, vakti en diri geçiren insan olmak zorundadır. İslâm tarafından hayat verilmeyen her an, İslâm dışı tarafından gasbedilebilir. Çünkü, bütün toplumlarda İslâm sürekli bir irade olayı, İslâm dışı ise alıp verilen nefes gibi bir atmosfer haline getirilmiştir.

Müslüman vakti diri yaşamalıdır. Müslüman her sabah niyet etmeli, her akşam günün muhasebesini yapmalıdır. Her sabah, deftere o günün randevularını işler gibi, günün her anında İslâm'la buluşmayı, İslâm'la beraber olmayı, İslâm'ın içindeki varlığını duymayı; İslâm'ı elinin dilinin, gözünün, kalbinin, hayatının mihveri yapmayı bir an olsun unutmamak üzere, her sabah niyet yenilemelidir. Bu şuur insanı, zamanı İslâm'a göre ayarlama kaygusuna götürür. Sabah dünyaya İslâm'ı sürekli yaşama niyetiyle çıkan insan, karşılaştığı her olayda İslâm'ın bakış açısını arar ve tavrını ona göre belirler.

Belirleyemediği zaman acı duyar, tövbe eder. Namaz vakitleri geçerken müslüman müthiş bir telaştadır. Sanki hayatını değiştirecek bir randevuya yetişemeyecek gibi bir sıkıntı içindedir. Maddi geleceği için çok önemli bir toplantıda, namaz saati tehlikeye girmiş ise, tercihlerini yeniden sıralama ihtiyacı duyar. Namazdan hayata, hayattan namaza sürekli bir iletişim vardır. Namazla hayat bütünleşir adeta, müslüman için abdestle donanmış temiz bir dünya ortaya çıkar.

Bu kaygı müslümanı temiz dünyayı varsa yaşamaya, yoksa araştırmaya sevkeder. Ruhi disiplinini zorlayan şartların farkına vardırır. İş hayatından, aile hayatına, eş, dost muhitine kadar, ilişkide bulunduğu insanları yeniden değerlendirmeye, İslâm'ın aradığı dünyaya katkılarına bir kere daha bakmaya zorlar. İnsan hayatı ne kadar girift bir ilişkiler yumağı ise, müslüman bu yumağı bir uçtan çözerek, her kesimi İslâm'ın ölçüsünde tartıya koyar. Her anı müslümanca yaşama kaygusu böylece, müslümana yeni bir dünyayı kurma yolunda kapı aralar.

Günün muhasebesi bir anlamda müslümanın eksileri ve artılarıdır. Ödenmesi gereken ne kadar ödenmiştir. Günlük açık ne kadardır? Açığın sebepleri nedir, nelerdir? Yenigün için nasıl tedbirler alınmalıdır? O sebeple yenigün müslüman için dündan daha diri bir gündür, ilk ışıkları İslâm'a daha bir azimetle sarılma, onu daha bir yürekten yaşama duygusuyla yüklü bir gündür.

Müslüman geriye akan her saniyeye, akşam yapacağı günlük muhasebe için bir müsbet değer, yüklemeye gayret eder. Bu elbet büyük muhasabeye hazırlıktır, önünde yüzlerce soru vardır müslümanın... Namaz kılıyorsunuz; namazınızı eğilip kalkmaktan kurtaracak özü buldunuz mu?.. Oruç tutuyorsunuz; orucunuz sırf aç kalmaktan mı ibaret, yoksa gerçek bir ibadet, Allah rızası için bir ibadet haline geldi mi?.. Sadaka veriyorsunuz, sağ elinizin verdiğini sol elinizin duymayacağı derecede bir mahviyeti gözettiniz mi? Yoksa elinizin açıklığını reklam edebilmek için, bir fakiri de istismar mı ettiniz?..

Kumarın yasak olduğunu biliyorsunuz, inanıyorsunuz; kumar biraz örtülü hale geldiğinde de, inançlarınızı aynı selâmet içinde tutabiliyor musunuz?.. Zekât veriyorsunuz; zekâtı bir lutuf gibi telakki edip, onu verirken bir üstünlük vasıtası haline mi getiriyorsunuz?.. Yoksa malınız içindeki fakirin hakkını, asli sahibine iade eder gibi bir duygu içinde misiniz?.. İşinizle ibadetinizi tercih etmek durumunda kalsanız, hangisini tercih ederdiniz? Niçin?.. Patronunuzla Allah'ın haklarını karşılaştırıp da bocaladığınız oldu mu?

Allah'a inanıyorsunuz. İnsanı Allah'ın yarattığına, mülkün sahibinin Allah olduğunu inanıyorsunuz. Her şeyin Allah'ın dilemesiyle meydana geldiğine, hüküm ve hikmet sahibinin de Allah olduğuna inanıyorsunuz. İnanç safhasında katıldığınız bütün bu hususlar hayatınıza taşındığında da aynı inanç bütünlüğünü koruyor musunuz?.. Allah'ın dilemesi karşısında sebatkâr bir teslimiyet içinde misiniz?.. Başınıza bir felâket geldiğinde, Allah'ın dilemesine olan inancınız, içinizi durultuyor, sukûnete erdiriyor mu?..

Allah'ın hükmü hayatınızın tek kıstası haimde mi; yoksa, dini kul ile Allah arasındaki ilişkileri düzenleyen bir müessese olarak anlıyor, hayatı düzenlemeyi Sezarlara ait bir hak olarak mı görüyorsunuz? Cihadı İslâm'ın bir müessesesi olarak görüyor; ancak, onun için kendinizden birşeyler vermeniz gerektiğinde tereddüt edeceğiniz mi tutuyor?..

Ölüm Allah'ın emri, biliyorsunuz; ancak, Allah için ucunda ölüm de olabilecek bir yola çağrıldığınızda, "Viran olası hanede evlâd u iyal var!" kaidesini mi hatırlıyorsunuz?..

İşte böyle, küçükten büyüğe her davranışta İslâmi olanla olmayanı ayıran ince bir nokta vardır. Allah-u Teâlâ bu ince noktanın içimizde, bir ayrı şuur hali gibi diri olmasını istercesine bizi uyarıyor: "Şüphesiz ki sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsüllerden yana eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!.."

Ancak tüm bu incelikler üzerinde düşündürecek hassasiyet, belirli bir ruhi disipline, başta zikrettiğimiz ayet-i kerimenin aradığı imanın kalpte kökleşmesine bağlıdır. Öyleyse soru şudur: Acaba imanın kalpte kökleşmesini temin eden, yani kalbe gerçek bir iman kıvamı veren şey nedir?.. Ne yapılmalı ki kalp, gerçek bir mümin kalbine dönüşsün?..

Kur'an bunun yollarını gösteriyor. Bunun yolu terbiyedir, kalbin terbiyesidir. Kalb böyle bir terbiyeye istidatlı olarak yaratılmıştır. İslâm'da iman olayı bütünüyle kalb üzerinde cereyan eder. Kalp Rasullullah'ın, kişiliğin belirlenmesinde mihenk noktası olarak zikrettikleri nesnedir. Bizzat kalb kelimesi değişmeyi ifade eder. İnsan her kademede kişiliğini seçerek kalbini terbiye eder, inşa eder. İman da her an bir seçimdir, her kademede bir tercihtir. Allah'ın takdirini öne çıkarmaktır.

İnsanın, kalbin insiyatifi olarak bunu seçen hale gelmesi için köklü, ciddi bir eğitimden geçmesi gerekir. Kur'an insan için iki uç nokta gösteriyor: Birisi en güzel yaratılış, ahsen-i takvim; diğeri aşağıların aşağısı, esfeli sâfilin... Birisi insan için, meleklerin selamlayacağı bir uç yüksekliği; diğeri insanlıktan çıkıp varılan, hayvandan aşağı bir tükenme noktası...

İnsan uçları kimi zaman birbirinden fersahlarca uzak, kimi zaman da hemen içine düşüverecekmiş gibi yakın, bu iki uç nokta arasında gidip, gelebilecek bir seçmeye istidatlı, böyle bir imtihanın içindedir. Bünyesinde her iki uca yönelmeyi sağlayacak ham istidatlar mevcuttur. Bir seçim onu alacak ruhuna kanat takacak, yükseklere tırmandıracak; bir başka seçim ise onu alacak, burnunu sürtecek hayvanların bile yapamayacağı, taşıyamayacağı mezbelenin içine sürükleyecek. İnsanın sorumluluğu da burada...

İslâm insanın önüne kalbin terbiyesi yolunu açıyor. Allah-u Teâlâ adeta insana: "Seni yarattım, özelliklerin şunlar... Şuna da istidatlısın, şuna da... Elçi olarak gönderdiğim insanlar sana yükselme yolunu da gösterecekler, tükeniş yolunu da... Onları dinle, sana verdiğimi emanetlere ihanet etme!.. Senin gideceğin yol çok düz değildir, düşmanların vardır; onların aldatmalarına kanma! Seni yarattım ve aziz olmanı istiyorum. Önüne ahsen-i takvim gibi bir ufuk koydum; onu yakala, ona ulaş!" diyor. "Şeytana dikkat et; o senin düşmanındır. Nefsine dikkat et; o sana hep kötülüğü emreder. Nefsinin dizginini eline al! Onun bazı güçlerini kullan ve gönlün Rabbine doysun, itminana ersin!" diyor.

Sonra, zayıf yaratıldığı bir Kur'an gerçeği olan insandaki zaaf noktalarını işaret ediyor. Sevgiler, korkular, ümitler, menfaat beklentileri gibi insan kalbine kapı aralayan insani özelliklere dikkat çekiyor. Bunlar bizâtihi zaaf unsuru değildir. İnsan yükselişinde basamak olabilecekleri gibi, düşüşünde de ayağını kaydıran sebep haline gelebilirler. Öyleyse bunlara bir ölçü konulmalı. Sevgilerin, korkuların, menfaat beklentilerinin öyle bir ölçüsü olmalı ki, insanı yükseltsin, düşürmesin!..

Sevgisiz insan olmaz. İnsan korkar da... İnsan ümitle yaşar. İnsan menfaatini bir savunma içgüdüsü halinde düşünür. Öyleyse, tüm bu özellikler insanidir. Öyleyse, insan bu özelliklerden yola çıkarak yükselme seyrini yakalayabilmeli; öyleyse, insan bunlara ayağı takılıp yerek kapaklanmamalı!.. Ölçü ne?.. ölçü her şeyde Allah'la ilişkiyi unutmamak, yani herşeyin merkezine Allah'ı koymak... Yâni kul olmak, yalnız Allah'a kul olmak. Yani, her şeyi Allah'a bağlamak, ondan gayrisinden de tam bağımsız olmak...

İşte tüm Kur'anın çağrısı budur: Kulluk çağrısı... Tüm Kur'an insanı kul olarak terbiye eder, zaaflarını giderir, istidatlarını takviye eder. Sevgilerini Allah sevgisi eksenine oturtturur. Korkularını, tabularını kaldırır, ümitlerini Allah'a bağlar, menfaat beklentilerinin sadece Allah'ın in'amıyla durabileceğini bildirir.

İnsan ruhunu Kur'an pınarına dayayabilirse, orada bir dirilik bulur. Bütün bunlar terbiye iledir. Kur'an okuluna girmek, orada sabırla eğitim görmek, kalbi imanla yoğurmak ve sonunda da büyük mutluluğa ermek... Sadece iman ettik deyivermekle ulaşılacak hedefler değildir. Bir imbikten geçmek gerekiyor.

Allah'ı görüyormuş gibi kulluk şuuruna, yâni ihsâna ermenin yolu, kalbin terbiyesidir. Bu da Kur'anda yolları belirlenen süreçtir. Kur'an diyor ki: "Kalbler ancak Allah'ı anmakla doyar, itminana erer!" Demek ki, kalbi kıvama erdirecek ana yol, Allah'la beraberliği arttırmaktır. Allah'ı sürekli anmaktır. Kalbi ona bağlamaktır.

Kur'an diyor ki: "Rahman olan Allah'ı anmaktan uzak yaşayana, yanından hiç ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş olarak musallat ederiz. Artık o şeytan her zaman onunla beraberdir." (Zuhruf-36) İşte kalp hırsızı; İşte kalbi ondan koruyacak iksir, Allah zikri...

Öyleyse asıl olan, sürekli Allah'la beraber olmanın, kalbi Allah'la doyurmanın yolunu bulmak... Göğe, yere bakmak... Ağaca, kuşa, çiçeğe bakmak... Enfuse, âfâka bakmak... Her şeydeki kudretin sonsuzluğunu görmek... Tüm mahlûkatın zikrine iştirak etmek... Düşünce ile, dil ile, kalp ile, ama doyuncaya kadar, zikir ile doyum, doyma duygusunu hissetmek... Sevgilerimizi, korkularımızı, ümitlerimizi, beklentilerimizi ayrıştırmak... Allah'a kulluk şuurunun önüne geçeni kalpten temizlemek, kalbi arındırmak... Kalbi Allah'ın nazar kılacağı kadar temiz, berrak, arı, duru kılmak; bulanıklıkları izâle etmek...

Allah'ı sevmek, sevgilerin merkezine Allah sevgisini yerleştirmek, sevgi dağıtımına ondan başlamak... Sevgimizi neye yönelteceksek, ona Allah sevgisi içinde bir sığınak bulmak... Allah'ın sevdiklerini sevmek, Allah'ın sevmediklerini sevmemek... Öyle bir ilahi sevgiyle dolmak ki; Kur'anın işaret ettiği, Rabbimizin sevgisine mazhar kılarak yaratacağını ve getireceğini vadettiği ve Allah'ın sevdiklerine bizzat Allah'ın şehadet ettiği müminler olmak...

Son söz şu: Kalbin yeniden tevhid şuuru ile inşâsı bir hal işidir. Dert edilecek konu da, o hali nasıl bulacağımızdır. Dünyada Allah'la beraber olma, yâni zikri bulamayanların durumunu ve akıbetini Kur'an şöyle anlatıyor:

"Şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar. Onlar da kendilerinin hidayette olduğunu sanarlar. Kıyamet günü bize geldiği zaman, arkadaşı şeytana, 'Keşke seninle benim aramda, doğu ile batı kadar uzaklık olsaydı; ne kötü arkadaşmışsın!' der. O gün onlara şöyle denilecektir. 'Bugünkü pişmanlık size hiç bir fayda sağlamayacaktır. Çünkü siz zulmedenlerden oldunuz. Bu sebeple azabda ortaksınız."

Öyleyse asıl dâvâ, her an Allah'la beraber olma ufkunu yakalamaktır. Resullullah kendisi önünde diz çöken nefse bu terbiyeyi verdi. Bu gönül itminânını verdi. Tasavvuf da Rasûllüllah'ın bu sünnetini yaşama gayretidir.

Hepinizi hürmetle selamlıyorum.

12. 11. 1994 - Eskişehir