MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU

KUR'AN VE SÜNNETTE TASAVVUF

Prof. Dr. Hayreddin KARAMAN
Marmara Ü. İlâhiyat Fakültesi

Bismillahir rahmanir rahîm.

Allahu Teala Hazretleri katından, insanlığa dünya hayatını nasıl yaşayacaklarını öğretmek üzere bir hayat nizamı, bir hayat düsturu olarak gelen İslâm; Rasûl-ü Müctebâ (aleyhi ekmelüt tehâyâ) Efendimiz'in uygulamaları ve açıklamalarıyla tekemmül etmiş ve ilk muhatabı olan sahabe asrında, hayata geçmiştir. Fert veya toplum olarak insan hayatına giren, uygulanan, yaşanan İslâm, meyvelerini vermiş, o meyveler bizim kültür ve medeniyetimizin çiçekleri, semeresi, renkleri olarak aslı, esası, temeli bozulmadan bugüne kadar gelmiştir.

Biz herhangi bir konunun ve kurumun kitap ve sünnette aslının, esasının olup olmadığını ararken, meseleye bu çerçevede bakmamız gerekiyor. Yani bir tohum var, bir ağaç var; bir de onun meyvesi, semeresi, eseri var... Bir gıda var, bir de o gıdayı alan insanlarda meydana getirdiği eser var... Öyle bakmak icab ediyor. Ben bu tasavvuf mevzuuna da öyle bakıyorum.

Haddizâtında, bizim bu medeniyet ve kültürümüzün en önemli anasırı içerisinde yer alan medreselerimiz, tekkelerimiz, şeriatımız, tarikatımız, mezhebimiz ve hayatımızda yaşayan İslâm'ın kurumları, kuralları, örf ve adetlerimizi Kur'an ve sünnette ararken böyle bir bakış yapmazsak, korkarım hiçbirinin Kur'an ve sünnette olmadığını iddia edebiliriz. Nitekim bazıları da böyle iddia ediyorlar.

Halbuki, eğer tutarlı olacaksak, o zaman tasavvufun, tarikatın, tezkiye, mücahedetün nefs hareketinin, Kur'an-ı Kerim'de olup olmadığını araştırıp; bunu isim ve teferruat olarak Kur'an-ı Kerim'de ya da sünnette bulamayınca, "Bu yoktur, İslâm'a yabancıdır, bid'attır!" diyenlere, meselâ --bizim İslâm'da olduğundan hiç şüphe etmediğimiz-- namazı, orucu, zekâtı, haccı ve cihadı da bu dar bakışla kitap ve sünnette aramalarını tavsiye ederiz.

O zaman, kıldığımız bir öğle namazını Kur'anda ararsanız bulamazsınız. Yani başlayıp bitirinceye kadar birçok şey yapıyorsunuz namazda... Namaza duruyorsunuz, kıbleye dönüyorsunuz, tekbir getiriyorsunuz, elinizi kaldırıyorsunuz, şunu okuyorsunuz, bunu okuyorsunuz... Rükûu şöyle yapıyorsunuz, secdeyi böyle yapıyorsunuz, tahiyyatta şöyle oturuyorsunuz... Namaz böyle oluyor ve bunu öğle vaktinde kılıyorsunuz. Öğle vakti şu vakittir, diyorsunuz; yani, "Güneşin batıya eğilmesiyle başlar, işte herşeyin gölgesinin bir veya iki misli olmasına kadar devam eder." diyorsunuz. Böyle bir vakit içerisinde kılıyorsunuz. Şimdi bu söylediklerimi Kur'an-ı Kerim'de arayın, böyle bulamazsınız. Bulamayınca "Öğle namazı Kur'an'da yok!" mu diyeceğiz?.. Böyle diyecek miyiz?

Sünnette arayın!.. Bu söylediğim tertip içinde detaylı olarak, belki orada da tamamını bulamazsınız. Öyleyse, "Kitap ve sünnette öğle namazı yok! Bu bid'attır, İslâm'a sonradan katılmıştır." mı diyeceğiz?..

Elbette, her beşeri tatbikatın ilahi iradeye, ilahi plandaki gerceğine nisbetle kusurları, eksiklikleri, sapmaları vardır. Ama bu kusurlar, eksiklikler, sapmalar beşeri uygulamaladan gelir, kaynaklanır. Ona bakarak, ilâhî plandaki aslını inkar etmek, ona cephe almak da, bir başka ifrattır, bir başka aşırılıktır. Eğer bunu bir ölçüt olarak kullanacaksak, onu da getirip yalnız tasavvuf hareketine tatbik etmek bir başka haksızlıktır. Bunu bütün İslâm müesseselerine, kaidelerine, kurallarına ve uygulamalarına da tatbik etmek icab eder.

Aynı yaklaşımı medreselere ve mezheblere uygulayalım: Bir zaman gelmiş, bizim İslâmî hayatımızın manevi temeli olan medreseler cihanı aydınlatmışlar; bir zaman gelmiş bozulmuş, dejenere olmuş ve işlevlerini yerine getiremez hale gelmişler. Şimdi medreselerimiz böyle oldu diye, "İslâm'da medrese yoktur!" mu diyeceğiz?.. "İslâm'da talim-terbiyenin böyle müesseseleşmesi yoktur!" mu diyeceğiz?..

Müctehidler çıkmış. Allah-u Teâlâ Kitab-ı Kerim'inde: "Bilenler, anlayanlar kitabı, sünneti okusunlar, onunla amel etsinler; bilmeyenler de bilenlere sorsunlar!" demiş. İşte Kur'anda çerçeve hüküm budur. Bu çerçeve hüküm içerisinden bakın neler çıkmış!.. Bu çerçeve hüküm içinden müctehid çıkmış, mukallid çıkmış, mezheb çıkmış... Taklid çıkmış, fıkıh çıkmış... Bunların hepsi bizim kültür ve medeniyetimizin asli unsurlarıdır. Ve menşei yani kökü Kur'an'dadır, birçok ayettedir. Ama aynı zamanda ve özellikle:

(Fes'elû ehlezzikri in küntüm lâ ta'lemûn) ayetindedir.

Bunlar çıkmış ve ilâhî plandaki aslına göre asırlar boyu, uzun zamanlar vazifelerini ifa etmişler, kendilerinden bekleneni vermişler. Ama zaman olmuş meselâ mezheb dinin yerine geçmiş, müçtehid peygamber gibi yanılmaz bilinmiş, fıkıh kitap ve sünnetin üstüne çıkarılmış; ama, bunlar beşeri hatalardır. Bunlar, uygulamanın hatasıdır. Uygulayanın cehlinden, taassubundan, gafletinden kaynaklanmıştır. Şimdi buna bakarak, böyle yapıldı diye, biz "İslâmda müctehid yoktur, ictihad yoktur, taklid yoktur, mezhep yoktur, fıkıh yoktur." diyemeyiz. Dersek bir ifrata düşmüş oluruz.

Ben işte metedoloji olarak, kitap ve sünnet penceresinden, tasavvufa da böyle bakmak istiyorum. Ve diyorum ki, tasavvufun kitap ve sünnetteki yerini araştırırken isminden başlamalıyız: "Bu tasavvuf ismi nedir, nereden çıkmıştır?.."

Sonra bunun menşeine bakmalıyız: "Bu islâmî mi, bize dışardan mı gelmiş?.."

Sonra muhtevasına bakmalıyız: "Bu nedir? Bu tasavvuf dediğimiz şey nedir? Neyi ihtiva ediyor?.."

Sonra şeriatla --şeriat, tarikat, marifet, hakikat diye böyle yanyana sıralandığı için, işte şeriatı İslâmın objektif, zahir, herkesin bildiği, anladığı, yaşadığı yönü, yüzü diye anladığımızda-- işte bu şeriatla ilişkisine, alâkasına bakmalıyız: "Bu tasavvuf, tarikat dediğimiz şey şeriate nasıl bakıyor? Kendini onun neresinde görüyor? Yani tarikat şeriatın neresindedir? Kendisi kendini nerede görünüyor?.." Ona bakmamız lâzım!..İşte bu dört bakış açısı bize, kitap ve sünnete göre, aynı zamanda İslâma göre, fıkha göre, fetvaya göre, müftiye göre İslâmda tasavvufun yerini, değerini, meşruiyyetini belirler, belirlemeye kâfidir.

Önce tasavvuf terimine bakalım. Bu kelime hangi kökten geliyor, nereden geliyor? Biz terim itibariyle buna karşı menfi bir tavır takınabilir miyiz?..

Benim şahsi kanaatim: "Hayır, takınamayız"dır. Çünkü bu kelimenin kökü itibarıyla söylenen sözlere bakın; hepsi İslâmi bir ahlâka, tarihi bir gerçeğe, kitap ve sünnetin müminlerden, müslümanlardan istediği, beklediği bir davranış ve harekete dayanıyor.

Meselâ, diyorlar ki: "Tasavvuf, suffe kelimesinden gelmiştir." Gelmiştir, gelmemiştir; iddialardan bir tanesi budur. Suffe nedir? Bu Mescid-i Nebî'nin yanında yersiz, yurtsuz, evsiz, barksız, gariban insanların barındığı, aynı zamanda Fahr-i Kâinat Efendimiz'den iyi bir İslâm insanı olmak için terbiye gördükleri yerin adıdır.

O halde benim şahsi kanaatime göre hem bir misafirhane, hem ilk medrese, hem de ilk tekkedir. Şimdi ehli tasavvuf, "Ehl-i suffe ilk tekkedir." diyor. Tekelciliğe ne gerek var?.. O zaman fıkıhçı da kalkıyor, "İllk mekteptir." diyor. Öyle değil; hepsini camidir, hepsidir. Şimdi tasavvuf ordan gelmişse ne güzel, o zaman buna nasıl menfi bakarız?..

Bir başka zümre diyor ki: "Tasavvuf, sof kelimesinden gelmiştir. O da yün demektir. Bu ilk devir zühhadı, zahidleri, müttekun, salihin dediğimiz insanlar, Allah'a iyi kul olmak için nefsiyle cihad eden insanlar, ipekten ince dokunmuş keten ve sâireden elbise giyecek yerde, kaba dokunmuş yün elbise giyiyorlardı. Yünün de arapçası sûf'tur. Bu dış görünüşlerine dayanılarak, onların dış görünüşlerinden hareketle, sûf'tan tasavvuf üretilmiştir." diyorlar. Bunda da bizim kaldırıp atacağımız bir şey yok...

Bir kısmı da: "Bu safâ'dan, safvet'ten, --ıstifânın, tasfiyenin, istisfânın, musaffânın, mustafânın hepsinin geldiği bir kök var, safvet, safâ-- gelmiştir." diyorlar. Zâten, tasavvufun en çok önem verdiği şeylerden bir tanesi de tasfiyedir, tezkiye-i nefs hadisesidir. O halde terim, tasavvufun gerçekleştirmek istediği bir hareketten, bir işten, bir amelden, hatta bir ibadetten, bir insan-ı kâmil olma cehdinden kaynaklanmış oluyor.

Gelelim menşeine... Tabii, sözü uzatmamak için, bunu ilgili arkadaşların açıklamasına bırakıyorum. Ama tasavvufun menşeinin yabancı olduğunu, tasavvufun bize Hind'den, Yunan'dan, İskenderiye'den geldiğini iddia eden insanlar olmuştur. Ama bu insanlar müsteşriklerdir. Onların da sonraları daha derinden, daha tarafsız, daha ilmi metodlarla bu meseleye bakış yapanları; meselâ Nicholson, Massignon gibi araştırmacılar, tasavvufun en azından başlangıçta tamamen İslâmî kökenli olduğunu; kitaptan, sünnet-i Rasûlüllah ve sahabenin yaşayışından, İslâm'ın hayata geçirilmesinden doğduğunu, onun bir meyvesi olduğunu itiraf etmişlerdir.

O halde demek ki, menşei itibariyle de tasavvuf, İslâm'ın insanın derûnî hayatıyla ilgili kısmını teşkil ettiğine göre, menfi bir değerlendirme yapmanız mümkün değildir.

Size iki tasavvuf büyüğünden bir tanesini, tasavvufun şeriatla ilişkisinde; diğerini de tasavvufun muhtevasıyla ilgili olarak konuşturmak istiyorum.

Sehl-i Tüsteri dediğimiz büyük sofi diyor ki: "Bizim tasavvuf yolumuz yedi esasa dayanır. (Bu aynı zamanda işte tasavvufun muhtevasını da veriyor.) Biri kitabullaha sımsıkı sarılmak, ikincisi sünneti hayat düsturu edinmek, üçüncüsü helal yemek, dördüncüsü kimseye eziyet etmemek, beşincisi Allah'a isyan etmekten kaçınmak, altıncısı her an, her dakika Cenab-ı Mevlaya tövbe etmek, her anımızın bir kusur bir günah içinde geçtiğini kabul ederek Cenab-ı Mevla'dan af dilemek, yedincisi de hukuku yerine getirmektir."

O halde, tasavvufun muhtevası bu ise, tarikat buna ulaşmak istiyorsa, tasavvuf buna ulaşmak istiyorsa; İslâm neye ulaşmak istiyor, şeriat neye ulaşmak istiyor?..

Tasavvufun tarifini veriyorlar:

"Tasavvuf iki unsurdan teşekkül eder: Bir tanesi tezkiyetün nefs, ikincisi müşâhede..." Yâni tasavvufta, tarikatta iki unsur, iki hedef var... Bunlardan bir tanesi, nefsi terbiye etmek, eğitmek ve nefsin müslüman olmasını sağlamak...

İslâm'da ferdin müslümanlığında da, toplumun müslümanlığında da en önemli hâdise, kişinin dili ile, zihni ile müslüman olması değildir. Onlar önemlidir de, bakın en önemli unsur, nefsin müslüman olmasıdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Mevlâ'ya kulluk yolunda en önemli engelin nefs-i emmâre olduğunu söyler. Şeytan da nefsi-emmâre üzerinde işler. Şeytanın yuvası, cevelangâhı, faaliyet alanı nefs-i emmâredir.

Eğer biz nefsimizi terbiye eder, onu emmâre olmaktan yukarıya doğru çıkarırsak; o zaman işte Hz. Ömer gibi, "Benim şeytanım teslim oldu." deriz. Nefsi, emmâre mertebesinden yukarı çıkardığınız zaman, meselâ mutmainneye --Cenâb-ı Mevlâ hepimize nasib etsin-- ulaştırdığımız zaman, artık şeytan Hz. Ömer'den kaçtığı gibi, perişan halde bizden de kaçar. Nefsin müslüman olması; işte tarikatın, tasavvufun birinci hedefi bu... O halde bu, İslâm'ın emrini yerine getirmek için bir terbiye demektir.

İkincisi: Bunun semeresi, bir meyvesi olarak marifet ve şuhud, şehadet derecesinde bilgi... Tasavvufun muhtevası iki unsurdan teşekkül ediyor: Biri eğitim, diğeri bilgi... Bir başka yoldan, bir başka şekilde bilgilenme... Suffe için söylediğim gibi, birini atmadan, hepsini kullanarak, İslâm marifet mekteplerinin hepsini kullanarak, hepsini yerinde değerlendirerek, Cenab-ı Hak katında, onun planında müslümanın edinmesi lazım gelen bilgiyi edinmek bizim mükellefiyetimizdir. Bunun da İslâm tarihi boyunca dört yolu ortaya çıkmıştır. Birisi bu fıkıhçılar ve kelamcıların kullandıkları bilgi yoludur. Biri filozofların kullandıkları bilgi yoludur. Biri ehli-ta'lim dediğimiz bâtınîlerin bilgi yoludur. Biri de ehli sülûk, ehli tasavvuf dediğimiz zümrenin kullandığı bilgi yoludur.

İmam Gazâlî'nin Elmünkizu mined dalâl diye bir eseri var... Bir hayatı dolu dolu yaşadıktan sonra; her bir İslâm ilminde uzman olduktan, mütehassıs olduktan, asrının parmakla gösterilen adamı olduktan, her birinde birden fazla eser verdikten sonra, İmam Gazali'nin vardığı sonucu bir reçete gibi anlattığı sunduğu bir eserdir bu Elmünkizu mined dalâl... Sapıklıktan kurtarıcı manasına da geliyor. Orada diyor ki Gazâlî merhum:

"Öyle bir imana ve bilgiye ulaşayım ki, onun yanına ne vehim, ne galat (yanılma), ne de şekk yaklaşsın. Öyle bir bilgiye ulaşayım ki onun içinde şüphe olmasın, vehim ihtimali olmasın. Kelamcıların yolunu denedim; bu bilgiye ulaşamadım..."

Gazâlî burada: "Bunlar zararlıdır, bunlar yanlıştır; aman okumayın, okutmayın! Bunların içindekilere inanmayın!" demiyor. Çünkü, kendisi aynı zamanda kelamcı... Kelam kitaplarını da bıraktı, onları yakmadı. Biz onları okuyoruz, okutuyoruz. "Bizim bilgi dağarcığımız kelâm ile dolmadı, eksik kaldı." demek istiyor kanaatimce...

"Ehli-ta'limi sakat buldum. Felsefe denizinde yüzdüm. Dağarcığım biraz doldu ama yine boş kaldı. Yine şek var, vehim ihtimali, galat ihtimali var... Sonra sûfilerin yolunu seçtim. Orada dağarcığım doldu." diyor.

Buraya fazla giremiyorum, ama çağımıza yakın bir başka isim daha vereyim. Abdulhalim Mahmûd diye bir zat var... Bir zaman şeyhül Ezherlik yapmış, Ezher Üniversitesi'nin başkanlığını yapmış, gerçekten şarkı garbı iyi bilen, zülcenaheyn, hem ilmi-zâhirde hem ilm-i bâtında yed-i tûlâ sahibi bir insan... Onun da makaleleri, konuşmaları Fetâvâ diye neşredilmiş. Orada tasavvufa ayırdığı bir yerde anlatıyor:

"Kur'an-ı Kerim'de bizim adına ilmi-zâhir dediğimiz, objektif, esbabı belli ve kesbî (Kim o sebebi yerine getirirse öğrenir, o bilgiye ulaşır.) bilgiler var... Bu bilgilere teşvik var... Meselâ, bir dil nasıl öğrenilir?.. Bunu öğrenmenin sebebi, yâni yolu vardır. O yola giren her insan o dili öğrenir. Diyelim 32 farzı öğrenmek istiyorsunuz, İslâm imanının esaslarını öğrenmek istiyorsunuz. Bunu öğrenmenin yolu bir kitabı alıp okumak, ya da bilen bir insana gidip dinlemektir. Sebebine tevessül edersiniz ve onu elde edersiniz.

Fakat yine Kur'an-ı Kerim'de bir ilim daha vardır ki o ledünnîdir. Onun herkese açık, herkesin istidadına göre bir yolu bir sebebi bir vesilesi yoktur. Ama yine de bir yolu vardır: Tezkiyetün nefs, mücahede yolu... Siz onu hiç yapmadan Cenâb-ı Mevlâ bir lütfu olarak, bir rahmeti olarak da size verebilir. Ama o yola girerseniz, Cenâb-ı Mevlâ ledünnî ilmi verir."

Vahiy peygamberlere mahsus... Fakat Rasulullah SAS Efendimiz buyuruyorlar ki: "Vahyin kırkaltı cüzünden bir cüz de rüya-yı sâdıkadır." O halde vahiy, sebebini herkesin yerine getirip de elde edebileceği bir ilim, bir bilgilenme yolu değildir. Ama Cenâb-ı Mevlâ, rüyayı sadıka yoluyla oraya da bir pencere açmış. Kur'an-ı Kerimde bu tür bilgiyle ilgili ayetler var... Örnekler, misaller var...

İşte erbâb-ı tasavvuf bir yandan --İbn-i Haldun'un diliyle söyleyecek olursak-- takvâ için, istikamet için ve şuhûd (müşahede) ve keşif için mücahede etmişler; bir yandan da bunun bir semeresi, meyvesi olarak elde ettikleri bilgileri, yani maârifi derinleştirmişler, o maârifin manevi ezvâkı içinde kalmışlar ve çeşitli halleri, tavırları ve makamları yaşamışlardır.

Ben bir fıkıhçı olarak, kitap sünnet penceresinden baktığımda bunların arasında kaldırıp atabileceğim sadece şunu görmüşümdür. Yaptığım etüdlerde okumalarda, erbabı ile yaptığım istişarelerde sadece şunu görmüşümdür: Eğer bu yola giren rehbersiz girmişse; bu yolun rehberliğini iddia eden bir mukallit ise, bir sahtekarsa, ehliyetsiz bir kişiyse, bir düzenbaz ise; işte onların tasavvuf diye takdim ettikleri şeylerde, hem bilgide, hem uygulamada hurafe olmuştur, bid'at olmuştur, sapma olmuştur. Bir bunu kaldırıp atarız. Bunun kitap ve sünnette yeri yoktur.

İkincisi: Gerçek erbab-ı tasavvuf bu derûnî aşkı yaşarken, onların sekr dediği bir şuur değişikliği hali vardır. Bir şuur kayması hali vardır. O halde iken, normal halde söylenmeyecek birtakım sözleri söylemişlerdir, bu sofiler. Onlar kitap ve sünnetin zahiriyle örtüşmez, tevâfuk etmez ve onları zahiriyle aldığımız zaman kitap ve sünnete aykırıdır. Biz onları da kaldırır atarız. Ama şu anlamdadır bu; onların erbabını kaldırıp atmayız, onların kaillerini kaldırıp atmayız. Yani, o sözleri kaldırıp atarız.

Ne demek bu kaldırıp atmak?.. Yani birisi kalkmış da "Sübhâne ma a'zeme şânî" demiş ise, biri kalkmış da "Enel hak" demişse, "Kim âbid kim mâbud bunu bana bir açıklayan çıksın!" demişse, biz bunlara, "sarhoş gürültüsü" deriz. Bu sözlere itibar etmeyiz. Yalnız:

Sanman bizi kim şîre-yi engûr ile mestiz,
Biz ehl-i harâbâtız mest-i elestiz.

diyorlar. Onlar onlar şarabın sarhoşu değil de, bezm-i elestin sarhoşu oldukları için, kimilerini mazur görürüz. Yani hâşâ, benim onları mazur görme gibi bir selahiyetim yok, bir fıkıhçı olarak konuşuyorum. Yani fıkıh onları böyle değerlendirir ve mazur görür.

--Peki biz bunların sahtesini hakikisinden nasıl ayıracağız?

İşte efendim bu yolun yolcularının musaddak, sahte olmadıkları sabit yolcularının verdikleri ölçütlerle... Çünkü onlar diyorlar ki: "Tarikata girmenin şartı tövbedir, şeriatı yaşamaktır. Mürşid olmanın şartı evvelâ alim-i şeriat olmaktır. Ondan sonra âmil-i şeriat olmaktır. O halde bir insan alim-i şeriatsa, yani İslâm'ı biliyorsa; âmil-i şeriatse, yani İslâmla amel ediyorsa, onu yaşıyorsa; buna rağmen, istikameti böyle olduğu halde, ağzından böyle sözler çıkmışsa; işte onları sekre atfedersiniz ve "Bunların bizimle alâkası yoktur; bu sözler bize senet olmaz!" dersiniz.

Hep "Şerîat - tarîkat - ma'rifet - hakîkat" denmiştir ve burada kesilmiştir. Bu yanlış anlamalara sebep olmuştur. Bence burada bir kelime eksik; o da yeniden şeriat... Aslında formülü şöyle sürdürmek lazım: "Şerîat - tarîkat - ma'rifet - hakîkat ve şeriat" Şimdi İstanbul'dan Medine'ye gidişli dönüşlü bir bilet alsanız, uçak biletinde ne yazar? Şöyle yazar: "İstanbul - Medine - İstanbul." Bizim konumuzda da durum aynıdır: "Şerîat - tarîkat - ma'rifet - hakîkat"

Eğer bu yolculuğun sonu şeriatte bitecekse bu yolculuk sahihtir. Ve o zaman şeriat - tarikat arasında bir bütünlük vardır. Tasavvuf, sûret-i şerîatten, hakîkat-i şerîate varmanın yoludur. Bütün bu tarikat - ma'rifet - hakîkat dediğimiz zincirin hedefi şeriat değilse, o zaman bu yol sapmış bir yoldur.

Teşekkür ederim efendim!..

Soru:

--Zikir konusunda bazı kimseler bizim bazı ayetleri sureleri defalarca okumamızın İslâmda olmadığını söylüyorlar, bu konuyu açıklar mısınız?

--Bir şeyin İslâmda olup olmamasına nasıl bakmamız lazım geldiğini sözlerimin başında anlatmıştım. Bize Kur'anı Kerimi okumamızı, ayet ve sûreleri okumamızı emrediyor ama, hangi sureyi ne kadar okuyacağımızı bize bırakıyor. Sonra tıpkı beden doktorları gibi, eğitim doktorları, ruh doktarları olan sufiler belli bir zikir veya sureden şu kadar tekrarlanmasının eğittiği insanların ruhunda, nefsinde meydana getirdiği tesiri tecrübeyle tesbit ediyorlar. Ondan sonra nefsi emmareye reçete yazıyorlar. "Sen sabahları şu haptan üç tane, öğlenleyin iki tane, akşamleyin bir tane alacaksın!" diyor ya doktor... Onun gibi, meselâ diyorlar ki: "Sen de şu ismi yüz kere söyleyeceksin! Şu vaziyette söyleyeceksin!.. 11 kere İhlâs-ı Şerif okuyacaksın!.."

Şimdi bu böyle bir reçete şeklinde Kur'an'da yoktur ama, Kur'an eczanedir ve bu zatlar da doktordur. Oradan alıp reçeteye yazıyorlar.

Soru:

--Batınîlerin bilgi yoluyla tasavvufi bilgilenme arasındaki fark nedir?

--Belki bunu Gazali'nin tasnifinden aktardığım bir cümleden sormuş olabilir, arkadaş... Batınîlerin bilgi yolunda o kadar ifrata gidilmiştir ki, imam diye kabul edilen bir insan bazen peygamber, bazen peygamberden üstün, bazen hâşâ Allah'a eşit telakki edilmiştir. Onun bilgiyi doğrudan doğruya Allah'tan aldığı ve işte sır olarak, başkalarına söylememek kaydıyla etbâına da naklettiği iddia edilir. Bu batınilerin ta'zim yoluyla bilgi alıp verme iddiası yoludur. Bunun tabi aslı, faslı yoktur.

Ama tasavvufi bilgilenme yolu çok farklıdır. Tasavvufta bir kere, ilm-i zahir vardır. Bunu tekrar söyleyeyim: Herkesin bilmesi lâzım gelen ilmi, tasavvuf yolunun saliki de bilecektir. Ondan sonra diyelim ki: Herkesin kılacağı şu kadar namaz var, herkesin tutacağı şu kadar oruç var... Ondan sonra da nafile namaz var... Bunu dilediğiniz kadar kılarsınız. Bu sizin istidadınıza, arzunuza bağlıdır.

Tasavvufun talip olduğu ilmi söylemiştim. Her istidada göre değildir. O ilmi herkes merak da etmez. Gaib ilmini; Cenâb-ı Mevlâ'nın sıfatlarıyla, yaratmasıyla, kaderiyle, cennetle, cehennemle, ölümle, ölüm sonrasıyla, hayatla ilgili bilgileri her insan merak etmez. İşte merak eden insan, belli bir yola girer, yönelir ve bunun da şartlarını yerine getirirse; Cenâb-ı Mevlâ bu konuda kendisine bilgiler lutfeder. Bunlar da sanki nafile ibadet gibidir. Zâten, "Bunlarsız İslâm olmaz!" demiyor kimse ama, "Bunlarsız kişinin müslümanlığı kamil olmaz!" diyorlar. Tabi ölçü de zahiri şeriattır. Bu bilgiler şeriatın zahirine aykırı olmayacak!.. Onu aşabilir, onu derunileştirebilir, onu genişletebilir; fakat, ona aykırı olamaz!..

Soru:

--"Bu tasavvuf hareketlerinde, tasavvuf uygulamalarında bazı şeyler de vardır ki onları kaldırıp atarız." dediniz. Bunları bir daha tekrarlar mısınız?

--Şimdi başka kelimelerle tekrarlayayım: Bunlardan birine şatâhat derler. Doğrudan doğruya, olduğu gibi aldığınızda, kitap ve sünnetin getirdiği İslâmî inanç prensiplerine, ahlak prensiplerine aykırı gözüken sözlerdir. Bunları kaldırır atarız, yâni bunlar bizi ilgilendirmez. Bunları söyleyen insanların umumi hallerine bakarak onlar hakkında da, ya hüsnüzan, ya sûizan sahibi oluruz. Ama o bu sözden hareketle değil, o kişilerin genel durumları ve İslâm ilmi, İslâm ameliyle ilgili alâkalarını göz önünde tutarız. Ölçütümüz budur.

İkincisi de, tarikatlara girmiş olan bidat ve hurafeleri atarız!.. Bir şeyin bid'at ve hurafe olup olmadığını da ilim tayin eder, ilm-i zâhir tayin eder. İlm-i zalir "Tarikatta şu var ama, bid'attır." diyorsa, onu biz kaldırır atarız.

Bir örnek de vermemi istiyorsanız, mesela ben, musiki eşliğinde zikir yapılmasını tasvip etmiyorum ve bunun bid'at olduğunu düşünüyoruim. Çünkü zikir bir ibadettir; bunu müzik eşliğinde yapamazsınız. Müzik eşliğinde ibadet olmamıştır, böyle birşey olmamıştır.

Tabi ayrıca şimdi ben, tasavvufçu arkadaşların alanlarına da girmek istemiyorum O musîkinin insanlarda meydana getirdiği cezbe ve neşenin, tasavvufun hedeflediği bir cezbe ve neşe olduğu kanaatinde de değilim. Yani orada nefsin hazzını görüyorum.

Soru:

--Tarikatlarda görülen açık veya gizil yapılan zikirlerin Kur'an ve sünnetteki yeri hakkında kısaca bilgi verebilirmisiniz?

--Bu tarikatın kendi içinde de zaten, tartışılmış durmuş: "Zikir açık mı yapılmalı, kapalı mı yapılmalı, gizli mi yapılmalı?" diye... "Gizliyse, ne kadar gizli yapılmalı; dil hareket ettirilmeli mi, ettirilmemeli mi?" diye...

Şimdi insan "Allah... Allah..." sözünü ya da "Lâ ilâhe illallah" sözünü --işte şimdi ben söyledim, siz dinlediniz-- söylerse, "Bu kitap ve sünnete aykıdır." diyecek bir delilimiz de yok... Böyle de söyleyebilirsiniz; sessizce, hafî olarak da söyleyebilirsiniz. Kalbinizden de diyebilirsiniz. Ben bunda sakınca görmüyorum.

Ama bu zikrin yanına katılan, mûsiki, dans, raks, hareketler vs. var... Ben bunları bid'at olarak görüyorum. "Oyunu başka yerde oynayalım, ibadeti başka yerde yapalım!.. Oyunun şekli oyuna benzesin, ibadetin şekli ibadete benzesin!.." diye düşünüyorum. Ama, ben bir zahir alimiyim; belki de yanılıyorumdur. Yanılıyorsam, Allah bağışlasın...

Soru:

--Mescid-i Nebi'de Suffe denilen yerde hayatlarını sürdüren, orada İslâm'ı yaşayan ve öğrenen sufilerin, dörzt halife devrinden sonraki devirlerde isim ve tutumları ne olmuştur?

--Bunları arzetmiştim. Sufiler diyor ama, bunlar için ilk fakihler, ilk müctehidler, ilk kelamcılar, ilk muhaddisler, ilk müfessirler de denilebilir. İsimleri zahidler, abidler, alimler, arifler ve sofiler olmuştur. Sonra da mutasavvıf olmuşlardır. Bunların herbirinin mekânları olmuştur Medreseler, tekkeler meydana gelmiş, vakıflar, hankâhlar meydana gelmiş, oralarda toplanmışlar, oralarda buluşmuşlar ve bu söylediğim mektep ve tarikatlardan hangisine mensup iseler onu orada müesseseleştirerek devam ettirmişlerdir.

Soru:

--Tarikat ve şeriat adına ağızlarına ateş koymak, vücutlarının çeşitli yerlerine şiş sokmaları sonunda hiç bir yara izi bırakmaması gibi hadiselerin tasavvufla alâkası nedir. ?

--Bunları putperest de yapar, budist de yapar, brahmanist de yapar, yogist de yapar, fakirist de yapar, müslümanist de yapar... Bunları herkes yapabilir. Bunun esbabı, bunun sebebi, yolu vardır. Şimdi herbiriniz ipte yürüyemiyorsunuz ama; öğrenirseniz, ipte yürürsünüz. Her biriniz şu kulağınızın arkasından bir şey çıkaramıyorsunuz ama; onu da öğrenirseniz, çıkarırsınız. Bunun yolu yöntemi var... öyle gelişmiş ki bu Hindistan'da; fakiristlerle yogistler bu tür gösteri yarışı yaparlar. Şimdi birisi bunun kafir, İslâmla hiç alakası yok; biri de işte biraz değişik bir İslâm mezhebine mensub... İkisi de yapıyor. Meselâ bir örnek verelim: İkisi de ölüyor. Doktor ölü raporu veriyor. Toprağın altına koyuyorlar... "Şimdi kim üç ay duracak, kim beş ay duracak, kim altı ay duracak?" diye, bunun yarışını yapıyorlar. Toprağın altında bu kadar durduktan sonra çıkarıyorlar. Diri ve çürümemiş olduğu görülüyor. Yani burda anlatılan, öyle ateşi almışta eli yakmamış; o çok basit, basit gelir onların yanında...

Bunlardan bir sonuç çıkarabiliriz: Bunun tasavvufla alâkası yok!.. Bunun tasavvufla tarikatla alakası yok, ama bundan birşey çıkarırız: Böyle güdük, kısa bakışlı, at gözlüğü takmış, materyalistler vardır. Her şeyi madde içinde gören, her şeyi pozitivizm, determinizm içinde gören; güdük, güdük akıllı, güdük görüşlü, insanlar vardır. Onlara, "Hakikat alem, dünya, varlıklar, varlık katagorileri sizin bildiğinizden ibaret değildir." diyebiliriz. Bunlar her şeyin materyalizmden, pozitizmden, determinizmden ibaret olmadığını gösteriyor.

Soru:

--İslâm ve şeriatin birbiriyle münasebetlerini açıklamanızı arz ederim

--İslâm ve şeriat... Şeriatın iki mânâsı var: Birisi şeriat eşittir İslâm; ikincisi şeriat eşittir İslâm'ın bir kısmı... Yani İslâm'dan ayrılmaz, bölünmez, İslâm onsuz olmaz. Hangi kısmı?.. Meselâ, İslâm düşünce ve akaidini çıkarın; geriye kalan kısmı...