ALEMLERİN RABBİNİ MÜŞAHEDE
Ezü billâhi mineş-şeytànir-racîm.
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi hakka hamdihî ves-salâtü ves-selâmü alâ hayra halkıhî seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn. Emmâ ba'd:
a. Gecelerin Hayırlısı
Aziz ve sevgili ve değerli kardeşlerim!
Bu akşam bir çok mutluluklar bir arada bulunacak. Receb'in 26'sını 27'sine bağlayan akşam olduğu için Mi'rac kandilidir, kandil gecesidir, mübarektir. Perşembeyi cumaya bağlayan gece olduğu için, zaten her hafta mübarektir. Perşembeyi cumaya bağlayan gece için Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
"--Gecelerin en hayırlısı cuma gecesidir, günlerin en hayırlısı cuma gündüzüdür."
Cuma mü'minin bayramıdır, kesinlikle çok değerlidir, nurludur. Cuma geceleri ve gündüzleri, çok feyizlerin, ikramların içinde yer aldığı geceler ve gündüzlerdir. Her ne kadar sırf cuma günlerini ihyâ edeyim diye bir çalışma doğru olmazsa da, bütün geceleri derli toplu geçirmeğe çalışmakla beraber, özellikle cuma gecelerinde, onun cuma gecesi olduğunu unutmamak, cuma gündüzü olduğunu unutmamak lâzımdır.
Cuma gecesi teheccüde kalkmağa çok gayret edin, çünkü hadis-i kudsî vardır: Gecenin üçte ikisi geçtiği zaman, sahur vakitleri geldiği zaman, Allah-u Teâlâ Hazretleri kullarına geceleyin kendisi seslenir. Göğün kapıları açılır, Allah-u Teâlâ Hazretleri kullarını kendisine davet eder:
"--Yok mu içinizden benden mağfiret isteyen? İstesin, mağfiret edeceğim. Yok mu benden bir talebi olan? Taleb etsin, vereceğim. Yok mu benden şunu isteyen, bunu isteyen!" diye fecr-i sadıkın, yâni sabah vaktinin gelişine kadar, yâni imsak kesilinceye kadar böyle seslenir durur.
Cumanın gündüzlerinde de salât ü selâmı çok etmeyi, Peygamber Efendimiz'e çok salavat getirmeyi, Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde buyurmuşlardır.
Şimdi bu mübarek gece, bu güzel gece burada topluca elimize geçmiş bulunuyor, Allah'a hamd ü senalar olsun... Günahlardan, haramlardan uzak kendi başımıza toplandığımız şu yerde bu geceyi hayırlı, feyizli, verimli, sevaplı geçirmeyi Allah bizlere nasib eylesin... Fırsat vardır elimizde, tatilde gibiyiz, hazırlıklıyız; elimizde imkânlar güzeldir, geniştir.
Biliyorsunuz günlerin özelliği, saatlerin, zamanların güzelliği onlardan istifade eden insanlara göredir. Şimdi biz buraya koşarak geldik, ıslandık. Dışarda fırtınalı güzel bir yağmur yağıyor, yağmur rahmettir. Onun için bizde yağmur yağıyor demezler, rahmet yağıyor derler. Ve bazı zamanlarda yapılan dualar makbuldur diyor Peygamber Efendimiz SAS: Meselâ, ezan ile ikàmet getirme arasındaki zamanda dualar makbuldur... Meselâ, müslüman ordusu kâfir ordusuyla karşılaştığı ve iki saf birbirleriyle çatıştığı zaman yapılan dualar makbuldur... Meselâ, yağmur yağdığı zaman yapılan dualar makbuldur... Yâni, duaların makbul olduğu bir güzel zaman olmuş oluyor.
Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi gàfillerden, istifade etmesini bilemeyenlerden, mahrum bırakılanlardan eylemesin... Çünkü Ramazan gelir geçer, bazı insanlar mahrum olur; cumalar gelir geçer, bazı insanlar mahrum olur; ömür gelir geçer, bazı insanlar mahrum olur... Yâni o ahiret mahrumiyeti çok kötü bir mahrumiyettir; Allah bizi öyle mahrum olanlardan eylemesin... Gecemiz ve geceniz, Mi'racınız kutlu olsun, mübarek olsun... Allah sevdiklerinizle beraber, yâni evlâtlarla, anne babalarla, dostlarla, ahbablarla beraber nice nice mübarek günlere, gecelere sıhhat ve saadetle ulaşmayı nasib eylesin...
Abdullah ibn-i Abbas ümmetin fakihlerinden, büyük alimlerinden bir büyük zat... Ona üç soru sorulmuş, üç cevap vermiş. Bunu nakletmişler Hazreti Ali Efendimiz'e... İbn-i Abbas RA'a sorulmuş:
"--Günlerin en hayırlısı hangisidir?" diye.
O da buyurmuş ki:
"--Cuma günüdür."
Tamam, demin söyledik.
"--Ayların en hayırlısı hangisidir?" diye sormuşlar.
"--Ramazan ayıdır." demiş.
"--Amellerin hayırlısı hangisidir?" demişler.
"--Vaktinde kılınan beş vakit namazdır." demiş.
Abdullah ibn-i Abbas bu üç soruya böyle cevap verdi diye Hazret-i Ali Efendimiz'e anlatmışlar. O de demiş ki:
"--Tamam, güzel söylemiş, doğru söylemiş. Mağrible maşrikın arasındaki alimler toplansalar, bu İbn-i Abbas RA'ın verdiği cevap gibi cevabı veremezler; bu soruların doğru cevabı bu... Yalnız ben buna rağmen derim ki: Günlerin en hayırlısı Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne onun senden razı olduğu bir şekilde kavuştuğun gündür." demiş.
İşin sonucu olmuş oluyor, yâni neticesi olmuş oluyor. Allah'a kavuşuyorsun, o seni seviyor ve senden razı olduğu bir şekilde sen ona kavuşuyorsun; günlerin en hayırlısı budur. O güzel tabii, o asıl bayramdır, asıl güzel düğündür. Mevlânâ Hazretleri'nin söylediği gibi, düğün gecesidir, şeb-i arus'dur. Vefat edeceği gecenin ismini önceden öyle vermiş kendisi hayatında... "Benim öleceğim gece düğün gecesidir." demiş, Rabbine kavuştuğu için...
"Ben öldüğüm zaman benim arkamdan ağlama! Benim tabutumu gördüğün zaman vah vah deme, yazık deme!" vs. diye şiiri var gayet güzel. Tabii bize de Allah-u Teâlâ Hazretleri sevdiği ve razı olduğu kul olarak huzuruna varmayı, görmeyi nasib etsin, o devlete nail eylesin...
b. İsrâ: Mekke'den Kudüs'e Gidiş
Şimdi bu gece Mi'rac kandili olduğu için, bu gün size bu Mi'rac kandili ile ilgili bilgiler vermeyi düşündüm, eski planladığım şeyleri bırakarak. Bir tanesi, elimdeki şu anda mevcut kitaplardan seçerek bulduğum hadisi şeriflerden bir tanesi Sahîh-i Müslim'de mevcut olan uzun bir hadisi şeriftir. Üç sayfa süren sahih bir hadisi şeriftir. Sahih demek sıhhatli demek, yâni hastalıklı değil, kusurlu değil. Sıhhatli olması çok önemlidir, sıhhatli olmayan sözleri söylemek vebaldir İslâm'da... Doğruyu söylemek lâzım, sıhhatli sözü söylemek lâzım; sıhhatsiz, hasta, yamuk, bozuk söz söylememek lâzım! Rivayet yoluyla da olsa, sözün doğrusunu söylemek lâzım!..
Onun için, bu kitapları bu yağmurlu havada severek taşıdım. Çünkü, Peygamber Efendimiz'in hadisi şerifleridir. Bu Râmûzül-Ehâdîs bizim Tekkemizin hadis kitabı, Gümüşhaneli Efendimiz'in, iki cilt; orada üç tane hadis var, bir tane de burda hadis var. Şimdi bu kısalardan önce başlayalım, ondan sonra uzunları anlatmağa geçeriz.
Biliyorsunuz bu Mi'rac hadisesi aslında İsrâ ve Mi'rac hadisesidir. Kur'an-ı Kerim'den bu işin delili İsrâ Sûresi'nde vardır, Necm Sûresi'nde vardır.
İsrâ Sûresi'nde tarfetül-ayn'de, bir göz yumup açıncaya kadarki kısa bir zamanda, ikrâm-ı ilâhî olarak, mucize-i nebeviye olarak Mekke'den Kuds-ü Şerif'e gitmesi vardır. Ayet-i kerimede buyuruyor ki Rabbimiz, bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Sübhànellezî) "O Allah ki her türlü noksandan münezzehtir, her türlü kemâlâtın, kudretin, güzelliğin sahibidir. (esrâ bi-abdihî leylen) Geceleyin kulunu götürdü. Nerden? (minel-mescidil-harâm) Mescid-i Haram'dan götürdü."
Mescid-i Haram neresidir? El-Mescidil-Haram, Kâbe'nin etrafındaki mesciddir. Ortasında Kâbe olan o büyük mesciddir, mübarek mesciddir. Hacıların, umrecilerin gittikleri mesciddir.
"Mescid-i Haram'dan, (ilel-mescidil-aksâ) Mescid-i Aksâ'ya..." Bir gecede Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya kulunu götüren Allah, her türlü noksandan münezzeh, her türlü kemâlâta sahiptir. Yaptığı, gösterdiği bu büyük hadise de, şâyân-ı taaccüb, hayret edilecek bir hadisedir. Çünkü, sübhan sözü hayret edilecek olaylarda söylenilir. Sübhânallah, şaştım yâhu mânâsına gelir.
(Ellezî bâreknâ havlehû) "Etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya..." Evet, Kudüs mübarektir, adı da Kudüs'tür, kutsal şehirdir, peygamberler diyarıdır. (li-nüriyehû min âyâtinâ) "O Muhammed-i Mustafâ SAS'e olağanüstü birtakım müşahedeleri, birtakım şeyleri ona göstermek için, biz ona gösterelim diye... O muazzam, enteresan görülecek, müşahede edilecek şeylerin bir kısmını göstermek için..."
Tabii görülecek şeyler bitmez, sonsuzdur. Min âyâtinâ, ayetlerinden bir miktarı demek. Tabii hepsi değil, çünkü Allah'ın ayetlerinin hepsi zaten bitmez, tükenmez, sonsuz ama; Mi'rac gecesinde Peygamber Efendimiz pek çok olağanüstü haller görmüştür. Demek ki o gördüğü ayetler, olağanüstü olaylar Mi'racdır ama; bir gecede Mekke'den Kudüs'e gitmek o da, çok olağan üstü bir mucizedir.
Şimdi bu, ayet-i kerimeyle böylece anlatıldığı için, inanmak farzdır, inkâr eden kâfir olur. Bunun böyle olduğuna, başta dine ve Peygamber Efendimiz'e en çok itiraz eden müşrikler şahittir. Allah Allah, müşrik nasıl şahit oluyor bu işe?.. Kendilerine anlatıldığı zaman itiraz ettiklerinden şahit oluyorlar, istemeyerek şahid oluyorlar. Gelmişler, Ebubekr-i Sıddîk Efendimiz'e:
"--Gördün mü senin arkadaşının bu sefer dediğini?.."
"--Ne demiş?"
"--Güya bu geceleyin yâni geçtiğimiz gece Mescidi Haram'dan Kudüs'e gitmiş, ordan da göklere çıkmış; gördün mü söylediği saçma şeyi şimdi?.." diye söylediler.
Ebubekr-i Sıddık ciddîleşti, kaşlarını çattı kendini toparladı. Sıddîkıyyet makamında büyük zat... Yâni bir hatalı söz insanı cehennemin çukurlarına uçurur götürür; bir söz de insanı cennete sokar. Cehenneme sokan söz nedir?.. Herhangi bir küfür sözünü söylediği zaman cehenneme gider. Edebe aykırı bir söz söylediği zaman, uçar gider uçuruma; "Cuvvvv..." diye yetmiş sene, seksen sene aşağı doğru gider.
Bir gün Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
"--Yetmiş senedir cehennemin dibine doğru uçmakta olan taş, şimdi dibine değdi, pat diye..."
Biraz sonra haber geldi, müşriklerden bir tanesi yetmiş yaşında gebermiş. Haa, hayatı boyunca demek ki cehenneme uçmaktaydı o, küt dibini buldu ölür ölmez.
Şimdi, itiraz ettiler. Ebubekr-i Sıddîk Efendimiz ciddîleşti... Akıllı insanın hali başkadır. Muhterem kardeşlerim, şunu her yerde söylüyorum: İyi dindarlık akıllı insanların işidir, aptal insanların iyi dindarlığı olmaz. Akıl işidir, gözünü açmak işidir, dikkat etmek işidir, ne yapacağını bilmek işidir. Ne yapacağını bilmeyen günaha düşer ve derecesi kaybolur. Akıllı olmak lâzım, aptal olmamak lâzım, şaşkın olmamak lâzım, gözünü açmak lâzım!..
Onun için, bizim Nakşî Tarikatımızda birinci prensip, huş der dem prensibidir. Farsça bir tabirdir bu. Ne demek: Her anda şuurlu olmak demek, hiç uyumamak demek. Dikkat et yahu, uyuma deriz. Hani arabayı kullanıyorsa arkadaşımız, ne yapıyorsun yahu deriz, çarpacaksın deriz, dikkat et deriz. Bir an gaflete gelmez, her an şuurlu olmak...
Şimdi, hoşuma gidiyor Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz'in davranışı, ilk önce sordu:
"--Yâhu bu sözleri Muhammed-i Mustafa SAS hakîkaten söyledi mi, siz gene bir oyun mu çeviriyorsunuz? Böyle bir şey söyledi mi hakîkaten?.."
"--Vallah söyledi."
Haa, bak, demek ki şahid oluyorlar. Demek ki, Peygamber Efendimiz'in böyle bir şeyi onlara anlattığına ister istemez, farkına varmadan şahit oluyorlar, yakalandılar, şahitlik ediyorlar. Ebu Bekri Sıddık Efendimiz gayet sakin dedi ki:
"--O söyledi mi gerçekten?"
"--Söyledi." dediler.
"--O söylediyse doğrudur." dedi.
Yâni, siz yalan kıvırtmıyorsanız, bir oyun yapmıyorsanız ey müşrikler, kâfirler, hakikaten söylemişse, öyledir. "Çünkü, biz ondan zaten her zaman nice öyle olağanüstü olaylar görüyoruz. Sadece sizin bu söylediğiniz değil ki, Rasûlüllah Efendimiz'in her hali mucize." dedi.
Parmağını su tasının içine koyuyor, ordunun içindeki herkes su tasından su alıyor, su bitmiyor; abdest alıyorlar, hayvanlarını suluyorlar, içiyorlar... Bir tastan bir orduyu suluyor, bir on kişilik yemekten şu kadar yüz insanı doyuruyor. Allah ona bu kabiliyeti vermiş.
Gelenler kızdırdılar bir keresinde Peygamber Efendimiz'i... Falanca kabileden grup halinde gelmişler, edebe aykırı tavırlar içinde karşısına geldiler Peygamber Efendimiz'in... Onların edepsizliğine sinirlendi, "İsterseniz size yolda neler konuştuğunuzu bir bir söyleyeyim?" dedi. "Sen şuna söyle dedin, sen ona öyle dedin, sen ona böyle dedin, sen ona öyle dedin..." dedi. Hadi, apışıp kaldılar, şaşırıp kaldılar. Yolda daha, Mekke'ye gelmeden konuştuklarını bir bir söyledi. Neden?.. Rasûlüllah Efendimiz olduğundan, Allah'ın elçisi olduğundan.
Namaza durduğu zaman, arkasını da görürdü. Uyuduğu zaman, uykusu uyku gibi değildi. Bu tarafa baktığı zaman, arkasında olanı da görürdü. Başka insanlarda olan durum değil, başka bir durum yâni...
Peygamber SAS'in etrafına toplandılar. Yâni inkâr tabiatlarında var, ama bunda da hikmet var, onların inkârları bize iman oluyor. Bizim yanımıza geliyor, bizim imanımızı kuvvetlendiriyor elhamdü lillâh. Onların inkârlarından bizim imanımız besleniyor.
"--Sen yâni burdan Kudüs'e mi gittin? Söyle bakalım Mescid-i Aksâ'nın kaç tane kapısı var, kaç tane penceresi var?.." diye başladılar sıkıştırmağa...
E Rasûlüllah Efendimiz, düşünün ki bir gecede Mekke'den kaldırılmış, Kuds-ü Şerif'e götürülmüş; o insanın duygularını biraz anlamağa çalışın. Yâni kapıya, pencereye mi bakar, kapı pencere mi sayar öyle bir insan?.. İnsanın gözü bir şeyi görmez yahu, etrafı görmez; heyecandan, sevincinden uçar, ne yapacağını şaşırır.
Tabii üzüldü. Soru sordular, şimdi cevap da veremiyor, yalan sanacaklar. Allah-u Teâlâ Hazretleri gözünün önüne Mescid-i Aksâ'yı getirdi; "Şu kadar kapısı var, bu kadar penceresi var..." diye başladı söylemeğe.
Gözünün önüne getirdi Allah-u Teâlâ Hazretleri. Neden?.. Çünkü Allah bir kulu sevdi mi, o kul Allah'la görür. Hadis-i kudsîde böyle bildiriliyor, "Benimle görür." diyor. Allah'la görmek işte öyle olur, Mekke'den Kudüs'ün pencerelerini sayar.
Sonra, "Başka delilin var mı?" dediler. "Var..." dedi Peygamber Efendimiz... Kuds-ü Şerif'e giderken, aşağıda bir kervan gidiyormuş; kimin kervanı olduğunu görüyor Peygamber Efendimiz. Kervan gidiyor, kervandan develerin bir tanesi ayrılmış, onu arıyorlar. Rasûlüllah Efendimiz yukardan devenin nerde olduğunu kuş bakışı görüyor. Aşağıdakiler görmüyorlar; inişler çıkışlar, kumlar, vadiler, çöl veya dağlık arazi... "Şu tarafa gidin, şu tarafta!" diye onlara devenin yerini göstertti.
Allah işte çıkartıyor bu olayları karşısına. Yâni, kimse inkâr edemesin diye. "Delilin var mı başka?" deyince, dediki Efendimiz:
"--Tamam, var delilim: Filancanın kervanı geliyor Mekke'ye doğru, develeri kaybolmuştu. Ben yukarıdan devenin nerde olduğunu gördüğümden, onlara şurasıdır, şurasıdır diye devenin yerini gösterdim, buldular develerini."
"--Tamam, gelsin kervan sorarız." dediler.
Kaydettiler öyle. Kervan kaç gün sonra geldi Mekke-i Mükerreme'ye. Dediler ki:
"--Yolda deveniz kayboldu mu?"
"--Kayboldu."
"--Nasıl buldunuz?"
"--Vallah bir ses duyduk, şuradadır dediler; gittik, orada deveyi bulduk." dediler.
Bunları niçin anlatıyorum?.. Müşriklerin sorgu suali, bizim bu hadiseyi başka türlü yorumlamamıza meydan bırakmıyor. Acaba rüya mı gördü, acaba hayal mi?.. Rüyayı herkes görüyor, bunun bir olağanüstü tarafı yok. Rasûlüllah Efendimiz'i görenler var, cenneti görenler var, cehennemi görenler var, mahşeri görenler var... Rüyada herkes bir şeyler görüyor, kan ter içinde kalkıyor.
--Hayrola geçmiş olsun ne oldu, hasta mısın?
--Yoo, mahşer gününü gördüm, hesaba çekiliyormuşum, kan ter içinde kaldım.
Kalırsın ya... Rüyasından kan ter içinde kalırsan, hakikisinde kimbilir ne olacak? Allah hesabı kolay olanlardan, bigayri hisab cennete girenlerden eylesin...
Görüverdi ama, Peygamber SAS Efendimiz'in Mekke'den Kudüs'e gittiği ayetle sabit, Allah şahid kâfi...
(Ve kefâ billâhi şehîdâ) Allah söyledikten sonra biz başka şahid aramayız ama; kâfirler her şeyi inkâr ettiğinden, Allah başka deliller de koyuyor ortaya.
Eskiden inkârcılara dehriyyun derlerdi. Dehrî, yâni ateist, inkârcı demek bizim eski kitaplarda. Bizim acemi mollalardan birisiyle kapışmışlar, dehriyundan böyle her şeyi inkâr eden ayyaş sarhoş birisi... Var böyle filozof tipli inkâr eden insanlar; her devirde var, inkâr ediyorlar. O da diyormuş ki:
--(Kàlellahu teâlâ fî kitâbihil-kerîm) "Allah şöyle buyuruyor kitabında..."
Ötekisi de şöyle bir nefes almış demiş ki:
--Yâhu, men özünü inkâr edirem, sen bana sözünü dirsen.
Yâni, "Ben Allah'ın kendisini inkâr ediyorum, sen bana ikide birde sözünü söylüyorsun." demiş. Tabii bu gibi insanlara başka delillerle cevap vermek lâzım, inkâr ediyor çünkü. Onun için, Allah başka delillerle gösteriyor, iş aşikâre oluyor.
c. Cennetteki Köşkler
Hadis-i şerifler var... Tabii ben hadisi şeriflerin sahihlerini, Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim kıymetli hadis kitapları; onları onun için getirdim. Fakat önce bu bizim tekkemizin hadis kitabından, okuyayım. Teberrüken okuyorum, yâni meclisimiz Rasûlüllah Efendimiz'in sözüyle şenlensin, mübarek olsun, meclisimize rahmet yağsın diye okuyorum. Yoksa dümdüz kendim başka şeylerle buldozer gibi kırıp, geçirip, döküp giderim ama; Efendimiz SAS, Enes RA'den, Deylemî'nin ve diğer kaynakların rivayet ettiğine göre diyor ki:
(Raeytü) gördüm. (leylete üsriye) benim İsrâ mucizesiyle Mekke'den Kuds-ü Şerif'e bir gecede gönderildiğim, o olağanüstü gecede gördüm. (kusran müsteviyeten alel-cenneti) Cennette şöyle bir seviyede yüksek yapılmış köşkler gördüm, sıra sıra dizilmiş köşkler gördüm. Yâni cennetin üstünde şöyle yüksek bir yerde sırayla yapılmış köşkler gördüm."
(Kultü yâ cibrîl) Yanında Cebrâil AS var; kılavuzu, mihmandarı Cebrâil AS. "Yâ Cebrâil kardeşim!" Kardeşim diye hitab ediyor Peygamber Efendimiz Cebrâil'e; biz de AS diyoruz. Melek, Allah'ın büyük meleği; ona selâm olsun...
"--Ey Cebrâil, (Limen hâzâ) kimin bu köşkler? Böyle yükseklere, manzaralı yere dizilmiş mutesâviyen, eşit birbirine, aynı tipte ama çok güzel köşkler kimin?"
Başka hadis-i şeriflerden biliyoruz bunu okuduk, mücevheratla süslü duvarları, mücevherattan yapılmış yâni. Kimin bunlar, bu köşkler diye merak etmiş Peygamber Efendimiz. Çok güzel, hani bazen bir yerden geçiyoruz; "Aman ne güzel bahçe, ne kadar orjinal bitkiler var... Ne güzel çiçekler yetiştirilmiş, ne kadar kocaman bir bina; acaba kaç dönüm arazisi var, acaba bunun fiyatı ne kadar, satılık mı?.." diyoruz. Bazan biz böyle büyük yerlerden geçerken gözümüz takılıyor, bakıyoruz. Yâni kimin bunlar?
(Fekàle lil-kâzımînel gayz) "Bunlar, bu köşkler gayzını kızgınlığını yutanlarındır. Kızmış, gayzı var, kızgınlığı var, tepeleyecek karşısındakini ama; Allah rızası için kendine hakim oluyor tutuyor kendisini, sakinleşiyor.
(vel-âfîne anin-nâs) "Ve insanları affedenlerindir." Yâni kendisine karşı hata, günah işlemiş, kusur işlemiş haksızlık yapmış müslüman; işte tavuğunu kışalamış, bilmem çocuğuna höt demiş, efendim tarlasına şöyle yapmış, bahçesine böyle yapmış... Onu affediyor.
İnsanlar birbirine düşman, haşin; hayret ediyorsun. Bakıyorsun aynı camide namaz kılıyorlar, aynı imamın arkasında namaza duruyorlar, aynı dergâha yöneliyorlar, aynı peygambere bağlılar, aynı Kur'an'ı okuyorlar, aynı Allah'ın kulları, aynı yolun yolcusu...
--E bu ne hal?..
--Hocam sorma, affedemiyorum bunu! Öyle bir şeyler yaptı ki, işte sildim onu defterden, sevmiyorum, saymıyorum.
Haa o köşkler, insanları afveden, gayzını yutan, yâni kızgınlığına hakim olup, kızgınlığının gereğini yapmayıp kendisini tutan ve kendisine karşı kabahat işlemiş, gerçekten kusurlu kimseleri afvedenler içindir.
(Vallàhu yuhibbül muhsinîn) "Allah muhsin kulları sever." Sabahleyin de söylemiştim, hani sabahın evvelinde dört rekat namaz kılanlar muhsinler zümresinden olurmuş. Makam-ı ihsâna ulaşmış, ihsân ile hareket eden, yaptığı şeyi güzel yapan kullar mânâsına... Onları sever. Sevdiği için, bunlar affedici kullar diye, bunlar kızgınlığını yutan kullar diye Allah onlara o köşkleri verecek.
Biliyorsunuz burada din görevlisi birisi vardı senelerce önce, ben tanımam, hiç de yüzünü görmedim. Ben gelmeden bizim arkadaşlar demişler ki:
--Hocamız gelecek, Broadmeadows Camisi'nde Hocamız konuşma yapsın!
--Yok olmaz.
--Niye olmaz?
--Olmaz...
Beyin elinde selahiyet var ya, saltanat var ya; olmaz. E, niye olmaz yahu? Olmaz. Beni tanımaz, ben onu tanımam ama, olmaz.
Tabii bizim arkadaşlar üzülmüşler, ben de üzüldüm. Ben iki kat üzüldüm, dedim ki: "Yâhu sanki yalvaran bir insanmış durumuna düşürdünüz beni! Sanki ben ona Allah rızası için ne olur bana müsade edin de bir konuşma yapayım mı diyorum? Yalvaran bir insan mıyım ben?.. Yeni Cami'nin önünde dilencilik mi yapıyoruz? Yalvaran bir insan değilim elhamdü lillâh... Muhtaç değiliz, mecbur değiliz, ona da üzüldüm. Neyse, tabii imtihan hepsi.
Arkadaşlar ne yapmışlar? Tam o camiye yakın bir yerde, spor salonunu tutmuşlar. Kocaman bir salon, cami kadar, camiden büyük; işte orda bir konuşma yaptık. Orda bir hadis-i şerif geçti o konuşmada, hatırlıyorum; Allah denk düşürdü o hadis-i şerifi:
İki kul mahkemei kübrâda, diz çökmüşler Allah'ın divanında, başları yerde... Hadi bakalım kaldır başını da göreyim seni? Allah'ın divanı burası, böyle etrafa bak bakalım?
Şimdi İSKİ'nin müdürü bilmem ne Göknel, televizyonda görüyorsun; sanık sandalyesinde oturuyor, bir oraya bakıyor gülüyor, bir bu tarafa bakıyor gülüyor; karşısına işaret ediyor, bilmem ne yapıyor... Hadi bakalım Allah'ın divanında başını kaldır da göreyim seni?
Hadis-i şerif, Ömer RA'den rivayet edilmişti. İki kişi diz çökmüş, tir tir titriyor, muhakeme oluyor. Başları da yerde, etrafı göremiyor. Birisi ötekisinden hak istiyor diyor ki:
"--Yâ Rabbi, bu bana dünyada haksızlık etmişti, zulmetmişti, benim bunun üzerinde hakkım var, hakkımı istiyorum!" diyor.
Hazret-i Ömer bunu söylerken ağlamış. Her hak sahibi hakkını isteyecek haksızdan, kolay değil, alacak çatır çatır, ağlamış.
"--Ee, ver buna hakkını!" diyor Allah-u Teâlâ Hazretleri.
Zaten vere vere kalmamış, iflâs durumuna düşmüş; hakkını buna verince, cennete girecek hiç sermayesi kalmıyor, cehenneme gidecek. Yâni zulüm görmüş olan şahıs bu hakkı alınca, terazisi ağır basıyor, kurtuluyor, cennete gitme durumuna geliyor. Yâni iş kritik noktada; birisinden hakkını alıp terazinin bu tarafına koyduğu zaman, bu kurtuluyor. Ama bu hak alınan insan batıyor, cehennemlik oluyor.
Şimdi hakkını isteyince, Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:
--Ey kulum, kaldır başını bak!
Başı böyle yere eğik muhakeme oluyor ya... Yâni işin dehşeti insanın gözünün önüne geliyor, bazı hadis-i şeriflerdeki kelimelerden... Başını bir kaldırıyor: Ooo, karşıda köşkler var... Nasıl köşkler?.. Mücevheratla duvarları örülmüş, inciler dizilmiş kenarlarına, şahâne köşkler var, tariflere sığmaz köşkler... Unutuyor mahkemeyi filan, o köşklerin güzelliğinden... Bu bizimki, hak isteyen diyorki:
--Yâ Rabbi, bu köşkler kimin böyle?
Allah-u Teâlâ Hazretleri birden cevap vermiyor:
--Bedelini verenin! Kim parasını verirse, onun bu köşkler.
Diyor ki:
--Yâ Rabbi, bunlar hangi peygamberin? Cennetteki hangi şehidin köşkü?..
--Hayır; peygamberin değil, şehidin değil, kim parasını verirse onun!
Diyor ki:
--Yâ Rabbi, kim bunun parasına güç yetirebilir?
Cennet köşkü bu, Melbourn'da deniz kenarında bir şey almıyorsun ki, bina almıyorsun ki, cennetin köşkü... Böyle mücevherle yapılmış, bilmem kaç bin odası olan, kaç bin burcu olan, her burcunda kaç bin tane şusu olan, busu olan cennet köşkü bu, oyuncak mı?.. Kim buna güç yetirebilir, kim alabilir bu köşkü?..
Diyor ki:
--Sen alabilirsin!
--Nasıl alabilirim ya Rabbi?..
--Bu köşkler kardeşlerini affedenler için hazırlanmıştır. Müslüman kardeşlerinin kusurlarını, kendisine karşı işlemiş olduğu suçu, zulmü, kusuru afvetmiş olanlar içindir bu köşk...
Diyor ki:
--Yâni ben bu kardeşimi affetsem ben de alacak mıyım?
--Alabilirsin...
--Affettim yâ Rabbi, diyor.
Köşkün güzelliğinden, kardeşinden hak istemekten vaz geçiyor; tamam, köşk onun... Cennetlik oluyor, köşkün sahibi olduğu için cennete hızlı hızlı koşmağa başlıyor. Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:
--Dur, nereye gidiyorsun?
--Ya Rabbi, köşküme... Köşk benim ya hani, aldım ya, köşküme gidiyorum.
Diyor ki:
--Dön geriye, sen hakkını istemediğin için, kardeşin de cehenneme düşmekten kurtuldu. Tut elinden, onu da cennete götür!..
Elinden tutuyor, dost oluyorlar, beraber cennete giriyorlar.
Bu hadis-i şerifi anlattıktan sonra, Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
"--Ey müslümanlar, Allah'tan korkun, aranızı islah eylesin, aranızdaki kırgınlıkları izâle eyleyin, düzeltin! Boş verin bu fâni dünyanın ufak tefek kırgınlıklarını, çekişmelerini... Çünkü bak, Allah bile iki kulunun arasını düzeltmek için neler yapıyor: Köşkü gösteriyor, onu sevdirtiyor, onun aşkına affettirtiyor; onu da kurtarıyor, cennete sokuyor."
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim, gayzını yutmak, kızgınlığını yutmak, insanları affetmek, bu güzel köşklere sahip olmanın vasıtasıdır. Bu köşkleri Peygamber Efendimiz Mi'rac yolculuğunda görmüş.
(Linüriyehû min âyâtinâ) dediği, "Ayetlerimizden göstermek için onu bir İsrâ ve Mi'raca tabi tuttuk." diyor ya ayet-i kerimede; işte gördüğü şeylerden bir tanesini, meselâ bu hadis-i şerifte buluyoruz.
Şimdi bu hadisi şeriflerin hepsini toplasak, kocaman bir Mi'rac kitabı olur; neler gördü vs. hepsi teferruatı ile çıkar karşımıza... Tamam.
d. Mûsâ AS ve Kavmi
Sonra, ikinci hadis-i şerife geçiyorum. Bu da İbni Abbas RA'dan, Ahmed ibn-i Hanbel, Buhârî ve Müslim'de rivayet ediliyor. Buhârî kıymetli kitap, Müslim'in eseri kıymetli eser, ve Ahmed ibn-i Hanbel de Hanbelî mezhebinin imamı, büyük hadis alimi... Kaynaklar güzel.
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor:
(Raeytü leyletu üsriye bî mûsâ) "Benim İsrâ mucizesiyle Mekke-i Mükerreme'den geceleyin Kudüs'e gönderildiğim, oradan da Mi'raca çıktığım gece, Mûsâ AS'ı gördüm." Nasıl görmüş?.. (racülen edeme tivâlen ca'den) "Esmer, saçları kıvırcık, uzun boylu." Mûsâ AS'ı esmerce, saçları kıvırcık, uzun boylu olarak görmüş. (keennehû min ricâli şenûeh) Etrafındakilere bilsinler diye tarif ediyor: "Sanki, Şenûe kabilesinin ahalisi tipinde..." o kendi etrafındaki Arap kabilelerinden birisini anlatıyor, onlar gibi; kıvırcık saçlı, uzunca boylu, esmerce bir insan.
Büyük peygamber, kalbimizde yeri var, bir şey demiyoruz ama, biraz da sinirli bir insanmış Mûsâ AS... Hârun AS kardeşi ya; Tur Dağı'ndan dönünce sakalına yapışmış Harun AS'ın... Yakalamış sakalını, çekiştiriyor böyle, dövecek Hârun AS'ı... Diyor ki Harun AS:
(Yebne umme) "Ey anam oğlu!" Kardeşim demek yâni. (lâ te'huz lihyetî ve lâ bire'sî) "Kafamı, sakalımı çekiştirip durma!.."
(İnnel-kavmestad'afûnî) Bu kavim, bu ahali dinlemedi beni, sözümü dinlemediler. (ve kâdû yaktülûnenî) Nerdeyse beni öldürmeğe kalktılar, isyan oldu, dinletemedim sözümü!" diyor.
Ne olmuş? Musa AS Tur Dağı'na gittiği zaman, içlerinden Sâmirî isimli şahıs halkın bileziklerini, yüzüklerini topladı; altından bir buzağı heykeli yaptı. Sonra da dedi ki:
(Hâzâ ilâhüküm ve ilâhü mûsâ!) "İşte tanrınız, Mûsâ'nın da tanrısı bu!.."
Biliyorsunuz Mısırlılar ahmak adamlar; eski Firavun zamanının insanları bir çok şeylere taparlardı da, taptıklarından bir tanesi de öküzdü, öküze de taparlardı. Altından buzağı heykeli yapıp tapınıyorlardı.
Başka tapındıkları şeyler nedir?.. Mısır Hava Yolları'yla hiç uçtunuz mu; Mısır Hava Yolları'nın ambleminde bir horoz başı vardır. Şöyle mavi, kırmızı renkleri olan, arkaya doğru bir horoz kafası vardır, (Tayyârânı Mısır) Mısır Hava Yolları'nın ambleminde... Nedir bu horoz başı? O ahmakların, Firavun zamanındaki kavmin tapındıkları Horus isimli putları var. Bizim horoz dediğimiz, Horus diye bir tanrıları var... Neymiş ahmakların putları? Başı horoz başı, vücudu insan vücudu, resimleri filân var... İnsan vücutlu, horoz başlı bir tanrı. Palavranın palavrası, ahmaklığın daniskası...
Şimdi tutmuşlar onu, Mısır Hava Yolları'nın amblemi yapmışlar; yuh olsun... Mısırlı bir tanesine dedim ki:
--Sizin bu Hava Yollarının amblemi ne?
--Eski putlardan birisinin kalın kafası.
--Başka hiç bir şey bulamadınız mı?..
Mısır'da müslüman kardeşlerimiz hakim olsa, mü'min kardeşlerimiz onu oraya koymazlar.
Mısır'da karışık ahali... Bizde de öyle; "Dışı mü'min içi kâfiran çoktur." dediği gibi ilâhide, kâfirler var, kıptîler var, dinsizler var... Bunların vazifesi İslâm'dan önceki devirleri sevdirip, İslâm'ı kötü göstermek. Türkiyede'de Hititliler, Asurlular, bilmem Lidyalılar, Frikyalılar; Doğu Anadolu'da bilmem Urartular, bilmem neler... Bizim Çanakkale'de Truva harabeleri, Yunan mitolojisi... Onları medhederler. İslâm'ın güzelliklerini söylemezler de, İslâm'dan önceki devrin saçmalarını söylerler; bu adamların işi budur.
Mısır'da Firavunları öğmek, Türkiye'de İslâm'dan önceki çağdaki kavimleri övmek; Orta Asya'da, Orta Asya'ya İslâm gelmeden önceki Şamanizmi övmek; Hindistan'da bilmem şöyle yapmak, böyle yapmak... Fitne, yâni güzeli saklamak, çirkini öğmek.
Şimdi, Mûsâ AS gittiği zaman Samirî altından buzağı yapmış, içini kovuk yapmış.
(Ve ahrece lehüm iclen ceseden lehû huvâr) Bir altından buzağı yaptı. Rüzgar estiği zaman camı açarsanız, olur böyle bazen, arabadan ses çıkar; veyahut testinin ağzı "Huuu..." diye öter böyle... "Altından bir buzağı heykeli döktü, böğürme sesi geliyor heykelden." Kovuk yaptı ağzı açık, bir yerinden hava giriyor, öbür tarafından çıkıyor. Usta adam, yapmış bunu...
Bu Avustralyalı yerlilerin hiç tahmin edermiydiniz boomerang'ı bulacaklarını? Hayvana boomerang atıyor, tak diye vuruyor boomerang, dönüyor atanın eline geliyor. Aferin be, aferin Aborjinlere, böyle bir alet yapmışlar. Bizim atalarımız yapamamış. Şöyle kas gibi bir şey, sopa, yassı. Atıyor, dönüyor, dönüyor; tak çarpıyor ava, ondan sonra hoop adamın eline geri geliyor, tutuyor. Allah Allah, aferin yahu, bak adamlar iptidâi, ilkel kavim ama, onu bulmuşlar.
Onlar da bu işin ustası, putçu adamlar. Ordan hava girip, burdan çıkarken, "Mööö..." diye ses çıkıyor. Tamam, heykel netice itibariyle... Her şeyden ses çıkıyor; geminin direklerinden de ses gelir, elektrik tellerinden de ses geliyor, havai hat tellerinden de ses geliyor... Ne var yâni? Ona tapınmağa kalktılar. Neden?.. Mısırlıların örfleri, adetleri bunları etkilemeğe devam ediyor, kurtulamıyorlar.
Musa AS'ı gördüler, mucizelerini gördüler, iman ettiler; Firavun'dan kurtuldular. Firavun gözlerinin önünde boğuldu, helâk oldu, kendileri kurtuldular. Allah bunların çölden geçerken bıldırcın etiyle, kudret helvası yağdırdı tepelerine:
(Fezallelnâ aleyhimül-gamâme ve enzelnâ aleyhimül-menne ves-selvâ) Yâni, "Ey Benî İsrail, size iyilikler yapmadık mı?" buyuruyor Allah-u Teâlâ Hazretleri. Sina çölünü güneşte gecebilir miydiniz? Biz sizin üstünüze bulutlarla gölgelendirdik. Gölgede geçersiniz, hadi bakalım bir de kızgın, elli derece sıcaklıkta geçin! Ölürsünüz hepiniz. Bulutlarla sizi gölgelendirdik.
Süpermarket yok, bilmem ne yok, bilmem ne yok.. Yâni dağın başı, çeşme yok, içecek yok... Ee, ne oldu? (Ve enzelnâ aleyhimül-menne ves-selvâ) Bıldırcınlar sapır sapır döküldü önlerine... Kudret helvası indirildi. Kudret helvasını topladılar yediler, bıldırcınları topladılar; yâni bıldırcın kebabıyla geçtiler Sina çöllerini... Bunlar büyük mucize.
Mûsâ AS kırk günlük bir süre için Tur Dağı'na gitti. E, kırk gün az bir zaman değil... Şeytan başladı bunların içinden oymağa, aldatmağa, şaşırtmağa... Sâmirî bunlara böyle böğürtü çıkartan bir altın buzağı yapınca; "İşte bu sizin tanrınız, Musa AS da buna tapıyor." diye kandırdı onları.
Onlar ona tapınmağa kalkınca, Harun AS: "Yapmayın böyle ey kavmim, bu küfürdür!" dedi ama, dinlemediler, öldürmeğe kalktılar Harun AS'ı... Galeyan halinde, şuursuz halkın toplu reaksiyonu... Bir şey diyemedi Hârun AS...
Ama, Musa AS aşağı inince:
"--Ben seni bu kavmin başına bırakmadım mı yâ Hârun, yâ kardeşim?" dedi.
Yakaladı sakalını çekiştiriyor, kafasını çekiştiriyor... O da diyor ki:
"--Ey anamın oğlu! Sakalımı bırak, saçımı başımı çekiştirip durma! O kadar söyledim, bu kavim benim sözümü dinlemedi, neredeyse öldürmeğe kalktılar."
Musa AS Allah için sinirlenen bir insan. Dün de okudum: Azrâil AS geldiği zaman ona da bir tane patlatmış, rivayetlerde var. Yâni celâlli bir insan. Tabii ulül-azm peygamberlerden büyük peygamber ama, Azrâil'e bile sert çıkmış. Uzunca boyluymuş, kıvırcık saçlıymış, Şenua kabilesi ahalisinin tipine benzeyen bir tipi varmış, siyah tenliymiş, esmerceymiş.
e. Mi'rac'da Görülenler
(Ve reeytü îsâ racülen merbûal-halk) "İsâ AS'ı gördüm, şöyle orta boylu, orta yapıda bir adam şeklinde; (ilel-humrati vel-beyaz) kırmızı beyaz tenli, (sebetır-re's) saçı düz..." İsâ AS'ı da saçı uzunca düz, kırmızı beyaz tenli, orta boylu bir kimse olarak görmüş.
(Ve reeytü mâliken hàzinin-nâri ved-deccâl) Cehennemin bekçisi Malik isimli meleği de gördüm, ve Deccal'i de gördüm." diyor.
Demek ki, ayet-i kerimede;
(Li-nüriyehû min âyâtinâ) "O peygambere ayetlerimizi gösterelim" dediği, demek ki neler neler görmüş. Gördüğü şeylerden iki tanesini hadis kitaplarından okuduk.
Bir de bu cildi alalım, burada da akşam şöyle sayfaları kıvırdım. Bir hadis-i şerif de burda olacak. Evet, bu da İbn-i Abbas'tan. Buharî'de var, Taberânî'de var ve diğer ravilerde var...
(Urice bî hattâ zahartu bimüsteven sümia fîhi sarîfel aklâm.) "Mi'rac'da yükseltildim, bir düz yere ulaştım ki, bir mertebeye ulaştım ki, orada kaderin kalemlerinin yazışının cızırtısını işittim."
Bir başka hadisi şerif:
(Urice bî iles-semâ') "Mi'rac'da göge yükseltildim. (femâ memerertü bi-semâin) Hangi semâdan geçersem, (illâ vecedtü fîhâ ismî) ismimi orda yazılmış gördüm. (mektûben muhammedün rasûlüllah, ve ebû bekrinis-sıddîk halefî) Ebûbekr-i Sıddîk da benden sonra halife olacak diye yazılı gördüm." diyor bu hadis-i şerifte.
f. Burak
İmam Müslim (Rh.A), sahih kitabında buyuruyor, Enes ibn-i Mâlik RA Peygamber Efendimiz'den bu hadis-i şerifi rivayet etmiş. Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:
(Ütîtü bil-burâk) Bana Burak getirildi. (ve hüve dâbbetün ebyadu tavîlün) Bu böyle beyaz renkli uzun bir binektir. (fevkal-hımâri ve dûnel-bağli) Merkepten daha büyükçe, katırdan biraz daha küçükçe böyle bir uzunca binektir. (Yadau hàfirahû inde müntehâ tarfihî) Gözün gördüğü yere ayağının tırnağını basıyor, trak oraya gidiyor. Öbür tarafa basıyor, trak oraya gidiyor. Yâni göz görme mesafesine trak trak öyle gidiyor. Böyle bir şey.
(Kàle: Ferakibtühû) "Bu Burağa bindim, (hattâ eteytü beytel-makdîs) nihâyet Beyt-i Makdis'e, yâni Kuds-ü Şerife vardım." diye başlıyor bu hadis-i şerif.
Şimdi muhterem kardeşlerim, biliyorsunuz Peygamber SAS Efendimiz İsrâ mucizesinde Mekke-i Mükerreme'den Kuds-ü Şerif'e Burak ile gitti. Burak'ı kendisi böyle tarif ediyor. Tabii Burak niçin böyle diye isimlendirilmiş, hangi kelimeden geliyor Burak?.. Berk Arapçada şimşek demek; Burak ordan geliyor, kök olarak aynı kökten geliyor. Şimşek gibi gittiği için bu ismi almış, şimşek gibi gidiyor. Yâni gözün gördüğü yere adımını atıyor, fırt oraya varıyor fırt oraya varıyor, öyle gidiyor. Şimdi burakla Kudüs'e gitti, Kuds-ü Şerif'e kadar seyahati Burak'la oldu.
Mi'rac, insanı yükselten alet demek. Nedir insanı yükselten alet? Asansör. Asansöre binersin alt kattan, ondan sonra düğmeyi basarsın, "Vuuuuup..." yükselirsin; Mi'rac bu mânâya geliyor, yâni kelime mânâsı olarak böyle.
g. Cebrâil AS
Demek ki Burak'la Kuds-ü Şerif'e kadar geldi, Mi'racla göklere yükseldi. Sonra, nereye kadar geldiler? Cebrâil AS refakatinde işte bu hadislerde okuduğumuz müşahadeleri gördü. Her semada neler gördüğünü burda göreceğiz şimdi bu uzun hadisi şerifte. Nihayet Sidret'ül Müntehâ'ya kadar vardılar, Cebrâil AS'la. Sidret'ül Münteha'da, bakın ne buyuruyor burda bir hadisi şerifi atlamıştık, o aklıma geldi, onu buldum şimdi:
(Lemmâ kâne leyletu üsriye bî) "Benim İsrâ mucizesiyle o götürüldüğüm gecede; (merartü bil-meleil-a'lâ) Mele-i A'lâ'ya uğradım. (ve cibrilü kelhilsül-bâlî min haşyetillâhu azze ve celle) Cebrâil AS Allah'ın haşyetinden, havfından, Allah korkusundan eski bir kilim gibi titriyordu. Allah'ın heybetinden, hasyetinden, Allah'ın en yakın, en büyük meleği Cebrâil AS'ı Mele-i A'lâ'da böyle tir tir titrerken gördüm." diyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim, bunları hafızanızda canlandırın. Cebrâil AS'ın günahı var mı?.. Yok. Melekler günah işlemezler, Allah'ın ne emretmişse onu yaparlar. Günah işleme durumları yok meleklerin, şeytana uyma durumları yok...
(Yef'alûne mâ yü'merûn) "Ne emrolunduysa onu yaparlar." Cebrâil'in günahı var mı? Yok. Cebrâil nasıl bir melek? Allah'ın dört büyük meleği var: Cebrâil, İsrâfil, Mikâil, Azrâil... En meşhur dört meleğinden birisi, Cebrâil AS çok yüksek makamlı, çok yüksek rütbeli bir melek.
Bu Cebrâil Mele-i A'lâ'da, Sidre-i Müntehâ'nın yanında bir buruşuk kilim gibi Allah korkusundan tir tir titrerse; biz ne oluyoruz be kardeşlerim?.. Biz günahlara batmış, âsî, mücrim insanlar, biz ne oluyoruz?.. Neye güveniyoruz, nasıl gülüyoruz, nasıl yaşıyoruz, ne biçim müslümanız?.. Niye titremiyoruz, niye tam müslüman olmak için gayrete gelmiyoruz, niye silkinmiyoruz?.. Nedir bizim bu kasvetimiz, katılığımız, laf anlamazlığımız, söz dinlemezliğimiz, akıbet düşünmezliğimiz; nedir yâni?..
Sidre-i Müntehâ'ya kadar Cebrâil Aleyhisselâm'la geldi de, neler gördü neler... Cebrâil AS'la beraber yolculuğunda, sordu:
--Yâ Cebrâil bu nedir, yâ Cebrâil bu kim, bu köşkler ne?..
Bir çok şeyleri görerek gidiyor tabii, Cebrâil Aleyhisselâm da bilgi veriyor.
Sidre bir çeşit ağaçtır, sidre ağacı derler. Bizim sedir ağacı dediğimiz, çamın en kaliteli cinsinden büyük bir ağaçtır. Sidre-i Müntehâ, işin en sonu demek. Müntehâ sonu demek, nihayeti demek. Sidre-i Müntehâ ahirette öyle bir mânevî ağaç ki, melekler oraya kadar gidebiliyor, hudut orası... Oraya geldiler, Cebrâil AS durdu, Peygamber Efendimiz de durdu. Cebrâil AS dedi ki:
"--Yâ Muhammed Mustafa, bu kadar benden. Benim yaradılışım müsait değil, burası son, tehlike. Sidre-i Müntehâ'dan ötesi melekler için gidilecek bir yer değil!" dedi, daha öteye Cebrâil AS gidemedi.
Peygamber-i Zişanımız SAS mahzun oldu. Şimdi ben bu bilmediğim yerlerde, Cebrâil AS da gelmezse benim halim nice olur diye mahzun oldu.
h. Huzur-u Rabbül-Alemîn'e Varış
Ondan sonra, işi şiire döküyorum. Sizin kitap satış bölümünden mevlüd kitapları aldım, ordan okuyalım:
Söyleşirken Cebrâil ile kelâm,
Geldi Refref önüne verdi selâm.
Cebrâil AS:
"--Ben burdan öteye gidemem, gidersem yanarım yâ Muhammed-i Mustafâ! Burdan sonrasını sen gideceksin, bana gitmek yok!" dedi.
Böyle Cebrâil AS ile konuşurlarken, Refref önüne geldi Peygamber Efendimiz'in, Peygamber Efendimize selâm verdi.
Şimdi Refref nedir? O da bir çeşit vasıta ama; tabii görmeyen bilmez. Yâni köre kırmızı renkle yeşil rengin arasındaki farkı nasıl anlatacaksın?
--Aman kardeşim güllerin rengine bak kıp kırmızı, aman yeşil yaprakların arasında ne kadar güzel!
Yapışıyor eteğinden tutuyor:
--Kardeşim kırmızı ne demek, yeşil ne demek?
--E, kardeşim sen körsün, ben şimdi sana kırmızıyla yeşili nasıl anlatayım? Sen renkleri bilmiyorsun ki, mümkün değil sana anlatmam.
Peygamber Efendimi'ze Burak şöyle bir merkepten büyükçe bir şey halinde görünmüş; Refref de ayrı bir varlık, yeşil renkli bir varlık... Ona bindi.
Tabii Allah-u Teâlâ Hazretleri, insanların anlayamadığı şeyleri anlayacağı şekle sokuyor. Dün akşam söylemiştim, hani kabirde güzel yüzlü bir insan görüyor. Soruyor:
--Aman canım kardeşim seni çok sevdim, sen kimsin? Tam burda ben yalnızlıktan korkarken, titrerken seni gördüm sevindim, sen kimsin?
--Ben senin okumakta olduğun Tebâreke Sûresi'yim.
Tebâreke Suresi'ni Allah ona bir arkadaş olacak, insan oğlunun anlayacağı bir şekil verip öyle gönderiyor onun yanına; her şeye kàdir.
Yâni, biz mahlûk dediğimiz şeyler neyiz? Hücrelerden meydana gelmişiz. Hücreler nerden meydana gelmiş? Moleküllerden meydana gelmiş. Moleküller nerden meydana gelmiş? Atomlardan meydana gelmiş. Atomlar nerden meydana gelmiş? Elektronlardan, pozitronlardan, nötronlardan ve sâireden meydana gelmiş. Onlar nerden meydana gelmiş? (Quantum) enerji paketlerinden meydana gelmiş. Paket dediğimiz kocaman, kırmızı fiyonklu hediye paketi değil, küçücük... Yâni, onları bir araya getiriyor da, atom yapıyor Allah.
Atomları da görmek mümkün değil, çok küçük şeyler. Enerjiler yoğunlaşıyor, şekle giriyor, düzene giriyor, atom oluyor. Atomlar şekilleşiyor hizaya geliyor, molekül oluyor. Molekülden maddeyi meydana getiriyor. Maddeden canlı ve cansız varlıkları yaratıyor.
(Tebârekallàhu ahsenül-hàlikîn) [Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.] Rabbimiz Tebâreke ve Teâlâ neleri, nasıl yaratıyor?.. Bir tohumdan koca ağaç çıkıyor, bir küçücük şeyden koca bir mahluk çıkıyor karşına... Fetebârekallàhu ahsenül hàlikîn... Öyle güzel yaratmış.
(Ve hüve bi-külli halkın alîm) "Her çeşit yaratmayı bilir, en iyi bilir." Yaratmanın tek şekli yok ki, kàdir-i mutlak, her şeye kàdir Allah-u Teâlâ Hazretleri...
Şimdi muhterem kardeşlerim:
Bir feza oldu o demde rû-nümâ,
Ne mekân var anda ne arz u semâ.
Öyle bir yazmış ki Süleyman Çelebi bu Mevlid'i, vallahi böyle insanı mum gibi eritir hayran eder, hasta eder bayıltır yâni. İçi gidiyor insanın... Öyle edepli yazmış, öyle güzel kelimeler kullanmış, öyle yerli yerinde anlatmışki; Mevlid-i Şerif'i ezberlemek lâzım, ama böyle çay içer gibi, güzel bir meşrubat içer gibi, yudum yudum... Böyle balla, kaymakla bir şey yer gibi, tadını çıkarta çıkarta...
Bir fezâ oldu o demde rû-nümâ,
Ne mekân var anda, ne arz u semâ...
Rû-nümâ ne demek? Bilmez bizim ahali, çünkü Farsça... Rû-nümâ olmak, görünmek, yüz göstermek demek. Rû, yüz demek; nümâ göstermek kökünden geliyor. Bir alan, feza, bir boşluk göründü o zaman Rasûlüllah'ın gözüne ama; ne mekân var orda, ne arz var, ne yeryüzü, ne de semâ var... Ne yer var, ne gök var, ne mekân var. Nasıl isimlendiriyor?
Kim ne hàlîdir ne mâlî ol mahâl,
Akl ü fikr etmez o hâli fehm ü hâl.
Bu mahaller, bu fezâya, Rasûlüllah'ın geldiği o fezâya ne diyeceğiz? Bir şey denmez. Ne hàlîdir, ne boştur; ne mâlîdir, ne doludur. Tarifine bak: Ne bomboştur, ne de doludur ol mahal. Akıl ve fikir bu meseleyi çözemez, anlayamaz, fehmedemez, halledemez bu işin esrarını... Öyle bir yer, öyle bir şey ki; ne mekân var, ne arz var, ne semâ var... Ne dolu, ne boş...
Ref' olup ol Şâh'a yetmişbin hicâb,
Nûr-u tevhid açtı vechinden nikàb.
Rasûlüllah SAS'e yetmişer binlik zulmetten nurdan hicapların hepsi kaldırıldı. Hicab ne demek? Perde... Perdeler kaldırıldı Rasûlüllah SAS'in önünden; yetmişbin nurdan hicaplar, yetmişbin zulmetten perdeler hepsi kaldırıldı. Görünsün diye, görünmesi gereken şey görünsün diye, tevhid nuru yüzünden peçeyi kaldırdı.
Tarife bak, tüyleri diken diken oluyor insanın! Tevhid, lâ ilâhe illallah... Yetmişbin hicap gitti, tevhidin nuru yüzünden peçeyi kaldırdı. Peçeyi taktımı, kadının yüzünü göremiyorsun. Onları hatırlatıyor, öyle anlatıyor ama, öyle usta anlatıyor ki Süleyman Çelebi; yâni elini bırakıp ayağını öpeceksin mübareğin... Öyle üstad... Söz işte böyle söylenir.
Her birinden geçer iken ileru,
Emr olurdu, yâ Muhammed gel beru!
Her bir perdeden ileriye doğru geçerken, her seferinde tekrar, "Daha yakına gel ey Muhammed, gel beriye, beriye gel!" diye emr olurdu taraf-ı İlâhîden.
Çün kamusun görüben geçti öte,
Vardı erişti ol ulu hazrete...
Bütün bu perdeleri bekleye bekleye edeble yürüyor. Ne yapayım diye duruyor, "Beri gel!" deniyor. Duruyor, "Beri gel!" deniyor; duruyor, "Beri gel!" deniyor. Edeple geçti ötelere, ötelere... Vardı erişti ol ulu hazrete.
Burdaki hazret, huzur demektir. Lisan bilmek çok önemli. Siz İngilizce biliyorsunuz, ben bilmiyorum. Böyle konuşanlara bakıyorum, ne dedi diyorum, anlamıyorum. Lisan bilmemek zor, lisan bilmek de çok güzel bir şey... "Ol ulu hazrete vardı." ne demek? O huzur-u İlâhîye, azametli ulu dergâha vardı demek.
Burda hazret'i büyük yazmış neşreden, bunu bilmiyor; hazret Allah sanıyor, ondan büyük yazmış. Hazret, huzur demek... O ulu huzura vardı, huzur-u İlâhiye vardı demek.
Şeş cihetten Ol münezzeh Zül-Celâl,
Bî-kem ü keyf ana gösterdi cemâl.
İşte burda Ol'u büyük yaz bakalım, Zül-Celâlı büyük yaz; işte burda Allah kasdediliyor. "Altı cihetten münezzeh olan o Zül-Celâl Mevlâ."
Altı cihet nedir? Kabaca insanın altı ciheti var: Önü var, ardı var, sağı var, solu var, yukarısı var, aşağısı var... Şeş, altı demek. Şeşi beş görmek deniliyor ya... İşte ordan biliyorsunuz.
O altı cihetten münezzeh Zül-Celâl ne demek yâni? Mekân izafe edilemez Allah'a; Allah-u Teâlâ Hazretleri mekandan da munezzehtir, zamandan da munezzehtir. Zamanı, mekânı o yaratmıştır.
Bî-kem u keyf ne demek? Çok önemli bu iki kelime. Keyfiyetsiz ve kem'iyetsiz, niceliksiz, niteliksiz. Yâni, vasfını söylemek mümkün değil, miktarı söylemek mümkün değil. Vasıf miktar söyleyemeyeceğin bir şekilde, tarife sığmaz bir şekilde ona cemâlini gösterdi Mevlâ...
Nasıl?.. Nasılın cevabı şöyledir denilemez, vasıf söylenemez. Ne kadar?.. Miktar söylenemez. Bî kem ü keyf, keyfiyetsiz, kemiyetsiz... Edebini gösteriyor, yâni bilmediğini böyle tarif eder insan. Yâni keyfiyetsiz, kemiyetsiz Allah-u Teâlâ Hazretleri cemâlini Rasûlüne gösterdi. Nasıl? Kelimeler yetmez, sıfatlar yetmez kullanılmaz.
Zâten ol Sultan-ı mâ zâgal basar,
Eylemişti Hakk'a tahsîs-i nazar.
Bak şimdi, sözlerin büyüklüğüne bak. "Mâ zâgal basar" ayetiyle övülen o Rasûlüllah SAS var ya; zâten o sultan, o Rasûlüllah hep Hakk'a nazar ediyordu, ömrü boyunca Cenab-ı Hakk'ın müşahedesindeydi. Zaten ömrü boyunca hep Rasûlüllah nazarını, bakışını Allah'a tahsis etmişti, yâni hep ona bakıyordu."
Yeni bir meyva getirseler önüne, işte bu yeni hurma, yeni mevsimin hurması; ilk defa ağaçtan kopardık sana getirdik; öpüp gözlerine sürerdi. Rabbim bunu yeni yaratmış, kudret-i İlâhinin fabrikasından yeni çıkmış diye gözüne sürerdi. Nereye baksa Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin kudretini görürdü, kudretini söylerdi.
Ne işi yapsa dua ederek yapardı. Yemeğe dua ile otururdu, yemekten dua ile kalkardı. Elbisesini dua ile giyerdi, dua ile çıkartırdı. Yatağa dua ile yatardı, yataktan dua ile kalkardı. Yüz numaraya dua ile girerdi, yüz numaradan dua ile çıkardı. Abdest alırken dua ederdi, oruç tutarken dua ederdi, namazda dua ederdi... Yâni her anı Allah ile beraber idi zâten...
Aşikâre gördü Rabbül-İzzeti,
Ahirette öyle görür ümmeti.
Hep ömrü Allah'ın kudretini müşahade etmekle, ona nazar etmekle geçiyordu amma; o izzet sahibi Mevlâ'yı o zaman aşikâre gördü. Sözün kuvvetine bak!.. Ahirette öyle görür ümmeti.. "Göster cemâlin şem'ini, /Yansın od'a pervaneler." Yâ Rabbi bize de cemâlini göster, bizi mahrum eyleme!
Sözlerin güzelliğine bak! Keseceğim bir yerde ama kesilmiyor, o kadar güzel akıyor:
Bî-huruf u lafz u savt ol Pâdişâh,
Mustafâ'ya söyledi bî-iştibâh.
"Harfler olmadan, kelimeler olmadan, ses olmadan, ol alemlerin padişahı Allah-u Teâlâ, Rabbül-àlemîn, Mustafa'ya söyledi. Şeksiz şüphesiz konuşma oldu aralarında, şek şüphe yok ama; harfsiz, kelimesiz... Ses ile değil, başka bir şekilde Allah-u Teâlâ Hazretleri Mustafa'yla konuştu."
Ne kadar güzel anlatıyor olayları, mübareğin seçtiği kelimelere bakın, anlatışındaki edebine bakın: (Bî-huruf u lafz u savt ol Pâdişâh, Mustafâ'ya söyledi bî-iştibâh.) Bî-iştibâh, şüphesiz demek. Şüphe yok Mustafa'ya söyledi.
Neler dediğini aşağıda anlatıyor:
Dedi kim matlûb u maksûdun benem.
Sevdiğin can ile ma'bûdun benem.
Ya Muhammed, senin matlubun, maksudun işte karşında, benim. Candan sevdiğin ma'budun benim. Şimdi biz de elhamdü lillâh,
(İlâhî ente maksdî ve ridàke matlûbî.) diyoruz. "Yâ Rabbi, maksdum sensin, hedefim sensin, seni istiyorum; senin rızanı kazanmak amacım!" demiş oluyoruz.
Gece gündüz durmayıp istediğin,
N'ola kim görsem cemâlin dediğin.
Hani dünyadayken gece gündüz istiyordun ya ey Resulüm, "Cemâlini bir görsem Rabbimin!" diyordun ya...
Gel Habîbim sana aşık olmuşam,
Cümle halkı sana bende kılmışam.
Gel, ben de seni sevdim, seni habîbullah ettim. Allah'ın habibi Peygamber Efendimiz ya... Habîbullah, Allah'ın sevgilisi demek.
Ne murâdın var ise idem revâ,
Eyleyem bir derde bin türlü devâ.
"İşte ne istiyorsan, muradını sana vereyim!" Revâ, ifa etmek, yerinde yürütmek yapmak demek... Yâni, "Bir derdin varsa söyle, bin türlü deva vereyim! Dile benden ey Rasûlüm, iste!" diyor.
Mustafâ dedi eyâ Rabb-i Rahîm,
Ey hatâ-pûş u atâsı çok kerîm.
Ol zaif ümmetlerin hali n'ola?
Hazretine nice anlar yol bula?
Muhammed-i Mustafâ --sallallàhu aleyhi ve âlihî ve selleme teslîmen kesîrâ-- dedi ki: "Ey benim merhameti çok Rabbim, ey rahmeti geniş Rabbim!" Hatâ-pûş, hataları örten, gaffar-ı zünûb demek. Atâsı çok, ikramı çok olan, yâni ekremül-ekremîn demek.
"Ey settâr-ı uyûb olan, gaffâr-ı zünûb olan, ekremül-ekremîn olan Mevlâm! Şu benim zayıf ümmetlerimin hali ne olacak? Bu huzur-u ilâhiye ermeğe yolu nerden bulacaklar, bilecekler, sana nasıl gelecekler onlar?"
Gece gündüz işleri isyan kamu,
Korkaram ki yerleri ola tamu.
"Hepsinin işleri gece gündüz âsi olmak, günah işlemek... Korkuyorum ki bu ümmetim bu gidişle, bu hatalarla cehenneme düşerler."
Tamu, cehennem demek eski Türkçede. Uçmak, cennet demek; tamu, cehennem demek. Bu benim zayıf ümmetlerim gece gündüz isyan işliyorlar, korkarım ki yerleri cehennem olur.
Yâ İlâhi hazretinden hacetim,
Bu durur kim ola makbul ümmetim.
"Yâ Rabbi, benden muradımı sordun, söyleyeyim: Senden hacetim, isteğim, muradım şudur ki, ümmetimi kabul et yâ Rabbi, ümmetim makbul ümmet olsun, ümmetime rahmeyle!"
Hak Teâlâ'dan erişti bir nidâ,
Yâ Muhammed, ben sana kıldım atâ.
Allah-u Teâlâ Hazretleri'nden bir nida erişti ve buyurdu ki Mevlamız: "Ey Muhammed, ben sana istediğini ihsân eyledim." Atâ etmek, ihsan etmek, vermek demek.
Ümmetini sana verdim ey Habîb,
Cennetimi anlara kıldım nasîb.
"Ümmetini sana bağışladım, cennetimi de onlara ihsan eyledim." diyor.
Şimdi burdan sayfaları geriye doğru götüreceğim, şurda doğum bölümünde bir şey vardı; Rasûlüllah SAS doğmuş, orada Süleyman Çelebi bir söz söylüyor ki, yenilir yutulur bir söz değil. Peygamberimizin doğumunu anlattığı bölümde bir söz söylüyor ki, çok önemli muhterem kardeşlerim. Diyor ki: Peygamberi Zişanımız doğduğu zaman böyle parmağını kaldırmış tevhid ediyor. Daha doğum halinde bebek, parmağını kaldırmış "Lâ ilâhe illallah" diyor. Annesi Amine Hatun'un rivayetine göre, "Ümmetim, ümmetim..." diyormuş.
Kulağım ağzına verdim dinledim,
Söylediği sözü ol dem anladım,
Hakka bağlayıp gönülden himmeti,
Der idi kim ümmeti vâ ümmeti.
Böyle anlatıyor. Yâni daha bebekken: "Ey benim ümmetim, ne olacak benim ümmetim?" diyormuş. Şimdi bunu anlatıyor da aşağıdaki beyit:
Tıfl iken ol diler idi ümmetin,
Sen kocaldın terk edersin sünnetin.
"O çocukken seni düşünüp ümmetim diyor, sen kocaldın ihtiyarladın; aklı başında insansın; sen onun sünnetini terk ediyorsun."
Allah-u Teâlâ Hazretleri sünnetine sarılmayı nasib etsin, yolunda yürümeyi nasib etsin, sevdiği ümmet olmayı nasib etsin... Firdevs-i A'lâ'da Habib-i edibine bizi komşu eylesin, köşkünün yanında ihsân eylesin... Havz-ı Kevserinden doya doya içmeyi nasib eylesin, cennetiyle cemaliyle cümlemizi müşerref eylesin. Allah cümlenizden razı olsun...
Muhterem kardeşlerim, bizim suçlarımız kusurlarımız çok; yâni biz kendimizi namaz kılıyoruz diye adam sanıyoruz, efe gibi dolaşıyoruz ortada... İnsan ariflerin sözlerini okuyunca, onların laflarını anlayınca, biraz anlayacak duruma gelince; ne kadar kusurlu olduğunu anlıyor.
Allah bizi afv u mağfiret eylesin...
29. 12. 1994 - Warrnambool
Victoria / AVUSTRALYA