Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

FİTNELER VE ALLAH'IN RIZASI

Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîn ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîn, muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahu biihsânin ecmâînet-tayyibînet-tâhirîn. Emmâ ba'dü ve kàlen-nebiyyi SAS:

a. Ümmetin Başına Fitnelerin Gelmesi

ME. 1010 (Leyağşeyenne ümmetî min ba'dî fitenün kekıtail-leyli yüsbihur-racülü fîhâ mü'minen ve yümsî kâfiren yebîu akvâmün dînühüm biaradin mined-dünyâ kalîl) Sadaka rasûlullah, fî mâ kàl, ev kemâ kàl...

Aziz ve sevgili kardeşlerim bu hadis-i şerif mühim bir hadistir, ciddi bir hadistir. Yâni insanı ürperten, tüylerini diken diken eden bir hadistir. Râvisi Abdullah ibn-i Ömer RA, ikinci halife Hazret-i Ömer'in oğlu olan Abdullah'tır. Bu Abdullah, dört meşhur Abdullah'tan biridir.

Dört tane meşhur Abdullah var Peygamber Efendimiz'in ashabı arasında. Bunlar ilimle, alimlikle, bilgilerinin çokluğuyla şöhret bulmuşlar. Genç, fakat dinî bilgileri yüksek... Dört Abdullah'tan birisi bu Hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah, diğeri Peygamber'imizin amcası Abbas'ın oğlu Abdullah, Abdullah ibn-i Abbas... Bu da çok alim bir kimseydi ve diyorlar ki: "Peygamber Efendimiz'in akrabası olduğundan, amcazâdesi olduğundan Peygamber Efendimiz'e en çok benzeyen kişiymiş." Yâni Peygamber Efendimiz vefat ettikten sonra gelen insanlara, Peygamber Efendimiz'i görmeyen insanlara: "İşte bak buna benzerdi" derlermiş.

Üçüncüsü Abdullah ibn-i Amr ibnil-Âs, Mısır'ı fetheden büyük komutan Amr ibnil-Âs'ın oğlu Abdullah... O da çok âbid zâhid bir kimseydi. Hatta âbidliğinin, zâhidliğinin, ibadete düşkünlüğünün bir de hikayesi var:

Babası onu Kureyş'in en soylu, en zengin kızlarından biriyle evlendirmiş. Babası Amr ibnil-Âs kendisi Kureyş'in soylu bir kişisi. Oğlunu evlendirmiş. Bir zaman sonra bunları ziyarete gitmiş. Gelinine:

"--İyi mi geçiminiz?" diye sormuş.

Oğlunu soruyor yâni...

"--Çok iyi oğlun, mâşâallah. Hiç yatağa girmez, gece gündüz ibadette..." demiş.

Böyle imâlı bir tarzda, bizim yanımıza uğramaz gibi bir söz söylemiş. Tam hatırlayamadım, nükteli bir şekilde tam bir evlilik hayatı bile yaşamadıklarını imâlı bir tarzda söylüyor. Babası müthiş kızmış ve yakaladığı gibi bunu şikâyet etmiş Peygamber Efendimiz'e:

"--Bu bizim oğlan ne biçim oğlan? İbadet etmekten kocalık vazifesini yapmıyor!"

Efendimiz de ona nasihat buyurmuş. Yâni böyle bir insan Amr ibnil-Âs'ın oğlu Abdullah, o da ibadete düşkün.

Bir de Abdullah ibn-i Mes'ud... O da ufak tefek bir kimseymiş ama hadis bilgisi çok yüksek, fıkıh bilgisi yüksek... Sanıyorum, Bedir harbinde Ebû Cehil'i haklamak buna nasib olmuş. Ufak tefekmiş ama çıkmış devirmiş onu, göğsüne oturmuş. Adam ölüyor gidiyor, domuz, kâfir, İslâm düşmanı... O durumda bile demiş ki:

"--Yüksek bir yere çıktın ey koyun çobanı!" gibi bir söz söylemiş bu Abdullah ibn-i Mes'ud'a.

Kesmiş kafasını, gitmiş. Onlar Peygamber Efendimiz'i çok üzdü. Çok zulmettiler. Çok işkenceler yaptılar müslümanlara. Bedir harbinde yakalayınca, Abdullah ibn-i Mes'ud haklamış.

Bu dört Abdullah'a Abâdile-i Erbaa derler. Abdullah'ın çoğulu abâdile gelir Arapça'da. Abdullahlar demek yâni. Abâdile-i Erbaa... Onlardan Hz. Ömer'in oğlu Abdullah rivayet etmiş. İnsan ürperten bir hadis-i şerif. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

(Leyağşeyenne ümmetî min ba'dî fitenün) "Benden sonra, ben ahirete irtihâl ettikten sonra benim ümmetime, ümmetimin başına bir çok fitneler yağacak, bir çok fitneler gelecek, kaplayacak onların üstünü. O kadar çok fitneler olacak, (kekıtail-leyl) gece parçaları gibi karanlık fitneler... Gökyüzüne baktığın zaman karanlık gece nasıl simsiyah? Öyle karanlık gece gibi fitneler olacak benim ümmetimde... Karışıklıklar, fitneler, fesatlar, çekişmeler, vuruşmalar, kavgalar olacak.

(Yüsbihur-racülü fîhâ mü'minen) Öyle fitneler, öyle çetrefil işler, öyle acayiplikler ki adam sabahleyin mü'min olarak sabahlayacak, (ve yümsi kâfiren) akşama kâfir olacak. Bir gün muhafaza edemeyecek imanını... Akşama ne olacaksa o fitnelerin içinde taraf tutacak, vuruşurken, dövüşürken akşama kâfir... (Yebîu akvâmün dînehüm biaradin-mined-dünya kalîl.) Bir takım insanlar dinlerini şöyle azıcık bir dünya için satacaklar."

Muhterem kardeşlerim, hakikaten Peygamber Efendimiz'den sonra biliyorsunuz Hazret-i Ebûbekir halife oldu. İki sene yaşadı, altmışüç yaşında vefat etti. Peygamber Efendimiz'in yaşı kadar yaşta vefat etti Hazret-i Ebûbekir. İki senede çok güzel gelişmeler oldu.

Ondan sonra Hazret-i Ömer RA halife oldu. Oniki-ondört sene halifelik yaptı. Mescid içinde hançerlenerek, suikaste uğrayarak şehid oldu. Yâni bir fitne işte... Peygamber Efendimiz'in cennetle müjdelediği bir mübarek insan... Mescidin içinde bir alçak bunu hançerledi:

"--Kim beni hançerleyen?" diye sordu.

"--Filâncanın kölesi, dediler, müslüman değil, hristiyan, müslüman olmuş bir kimse değil" dediler.

"--Elhamdü lillâh, benim kanıma bir mü'minin eli bulaşmamış."

Öldürenin müslüman olmamasına sevindi Hazret-i Ömer.

Ondan sonra Hazret-i Osman halife oldu. Hazret-i Osman zamanında öyle fitneler oldu ki, bir takım insanlar Medine-i Münevvere'yi bastılar, halifeye kan kusturdular. Hazret-i Osman'a ki Peygamber Efendimiz'in iki kızıyla peşpeşe yuva kurmuş, Peygamber Efendimiz'in damadı, ilk müslümanlardan, aşere-i mübeşşereden, cennetlik insan... Hazret-i Ali kapısında nöbet tuttu, yâni bir zarar vermesinler diye. Fakat bir fırsatını buldular, bir vesileyle içeri girdiler, Hazret-i Osman'ı Kur'an okurken şehid ettiler. Şehid ettikten sonra da bir kaç gün cenaze merasimini yaptırmadılar, gömülmesine müsaade etmediler. Zalimler Medine'yi bastılar. Ahali kızıyordu ama bir şey yapamadı. Büyük bir fitne işte. Bu fitnelerde yanlış tarafta yer alan, katil olan, bilmem ne olan gitti...

Ondan sonra Hazret-i Ali Efendimiz geldi. Hazret-i Ali Efendimiz zamanında ikiye ayrıldı devlet; Şam tarafı, Irak tarafı diye... Çeşitli savaşlar oldu. İnsanların bir kısmı bu tarafı tuttu, bir tarafı öbür tarafı tuttu. Lüzumsuz, yalan yanlış şeyler oldu. Sonra Hazret-i Ali Efendimiz ölünce oğlu Hazret-i Hasan'ı zehirlediler, şehid ettiler.

Hazret-i Hüseyin Efendimiz'e Iraklılar: "Sen bize gel, biz seni baş tacı ederiz, seni halife yapacağız!" dediler. O da onların daveti üzerine, davete icabet ederek Medine-i Münevvere'den yola çıktı. Irak'a doğru giderken, yolda Kerbelâ denilen yerde Şam'dan gönderilen askerler bunların yolunu kesti; kadınlarıyla, çocuklarıyla, torunlarıyla tüm kafileyi katlettiler. Hazret-i Hüseyin Efendimiz'in mübarek kafasını kestiler: "Bak, hakikaten de öldürdük!" diye isbat etmek için kafasını Şam'a gönderdiler. Vücudunu Irak'a defnettiler. Kafası şimdi Kahire'de Hazret-i Hüseyin Camii denilen bir camide bulunuyor. Ben de ziyaret ettim, nasib oldu...

Peygamber Efendimiz'in torununa bu yapılır mı ya!.. Ne biçim müslümanlık, ne biçim insanlık, en biçim iktidar hırsı, saltanat hırsı! Hazret-i Peygamberin mübarek kucağına alıp öptüğü, kokladığı ciğerpâresi torunu öldürülür mü?.. Ne müthiş fitne!..

Ondan sonra fitneler devam etti. Medine'yi bastılar, mescidin kapılarını tuttular. Bir takım insanlara zorla itaati istediler. Zorla, "Ya itaat edersin, ya kafanı keseriz!" dediler. Mekke'yi bastılar. Mekke'de Kâbe'yi mancınıkla taşa tuttular ve Abdullah ibn-i Zübeyr RA'ı şehit ettiler. Neler neler oldu.

Hâlbuki insanlar Peygamber Efendimiz'in zamanında imanı öğrenmişti, ihlâsı öğrenmişti, Allah'a hâlis kul olmak nasıl olur öğrenmişlerdi. Peygamber Efendimiz'in mucizelerini görmüşlerdi. Ne kadar güzel bir kardeşlik olmuştu. Ne kadar ihlâslı bir müslümanlık olmuştu. İnsanlar ne kadar ihlâslıydı, samimiydi...

Ondan sonra bazı insanlar dinlerini azıcık bir menfaat için sattılar. Bu dünya denilen şey, yâni menfaat.

--Dünya nedir?

--İşte çapı şu kadar, ekvatoru, kutupları olan yuvarlak bir küre...

Hayır! Arapça'da dünya o mânâya gelmez. Onun için Araplar ard derler. Semâvâti vel-ard... Arz diyoruz. Dünya o demek değil. Dünya, şu içinde bulunduğumuz fâni hayatın menfaatleri demek. Dünya bu yakındaki hayat demek, fâni hayat... Bir de öteki hayat var ya, öldükten sonra ahiret olacak.

(Vel-ba'sü ba'del-mevti hakkun) Ona ahiret derler, o uzak sonraki demek. Dünya da yakındaki, burdaki demek. Şu dünya hayatının işleri, menfaatleri yüzünden insanlar dinlerini sattılar. Şu kadarcık dünya menfaati, şu kadarcık ömür için, kısa bir menfaat için dinlerini sattılar. İşte mü'min sabahladılar, akşama kâfir oldular. Kâfir öldüler. Allah saklasın...

Bu tabii önemli bir şeydir. İnsanı ürperten bir şeydir. Allah'ın bize ihtiyacı yok. Allah'ın kullara ihtiyacı yok. Yaratmış.

(Kün feyekûn) Ol dedi mi oluyor. Bizim gibi milyarlarca kulu var Allah'ın. Tanımadığımız daha nice nice varlıkları var. Melekleri var, gökteki, yerdeki, sulardaki, yerin altındaki varlıkları var. Yâni biz kim oluyoruz? Neyiz ki biz?.. Allah'ın bize ihtiyacı yok. Bizi yaratan o, bizim ihtiyaçlarımızı veren o... Bizim Allah'a ihtiyacımız var. Fakat insanların bir kısmı Allah'a çok karşı geliyorlar, çok asi oluyorlar, ahirete inanmıyorlar, inkâr ediyorlar. Dünya menfaati için yapmadıkları zulüm, cinayet, haksızlık, hırsızlık kalmıyor yâni.

Bu ilginç bir şey... İnsanlar dünyaya imtihan için gelmişler ama, imtihan olduğunu düşünen sadece iyi müslümanlar. Gerisi herkes harıl harıl dünyevî menfaat peşinde. Dinini düşünen, ahiretini kazanmayı düşünen insan azalmış. Eskiden de demek ki iyiler vardı, kötüler vardı. Şimdi de iyiler kötüler vardır.

Bizim yapmamız gereken nedir?.. Bizim yapmamız gereken, imanımızın gereği olarak Allah'a itaat etmek, Allah'ın emrini tutmak, ahireti düşünmek, cenneti kazanmaya çalışmak; cehenneme düşmemek için düşünüp taşınıp, ölçülü hareket etmek. Bizim yapmamız gereken bu... Ama insanların çoğu böyle yapmıyor.

--Hocam ben enayi miyim? Herkes öyle yaparken, ben böyle yaparsam olur mu? Yâni ben böyle yaptığım zaman acaba aç mı kalırım, açık mı kalırım?

Hayır! Hiç bir devirde, hiç bir ihlâslı müslüman aç ve açık kalmamıştır. Allah yine herkesin rızkını veriyor. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

"Kimin niyeti ahiret olursa; yâni Allah'ın rızasını kazanmak, cenneti kazanmak, ahiretteki mutluluğa ermek, ebedî saadete ermek olursa; Allah onun işlerini kolaylaştırır; gönlüne bir rahat, huzur verir, zenginlik verir. Ahireti istediği halde, dünyalık da onun peşinden kös kös gelir."

Koyunun kuzusu gibi gelir. Mecburen gelecek, çünkü Allah yazmış: "Sana şu kadar rızık yazdım, bu kadar ömür yazdım, bu kadar zenginlik yazdım, bu kadar nimet yazdım." diye. Dünyalık kuzu kuzu gelir arkasından...

"Ama bir insanın aklı fikri dünyalık olursa, menfaat olursa, ahireti düşünmezse; Allah onun işlerini dağıtır, gönlüne fakirlik korkusunu sokar." Endişeler, düşünceler, korkular içinde yaşar. Dünyalık kazanmak için boyna çırpınır, çalar, çırpar; rüşvet, iltimas... vs. Efendimiz diyor ki: "Dünyalıktan da eline Allah'ın yazdığından fazlası gelmez."

Onun da rızkı yazılı... Dünyalıktan da ona Allah'ın yazdığından fazlası gelmez. Çırpınsa da gelmez. Çünkü, "Senin rızkın bu kadar!" demiş Allah. Yaptığı günahla kalır.

Bunun bir misalini anlatayım muhterem kardeşlerim! Bunu herkes anlamaz, bu ince bir meseledir. Anlatmak için üzerinde durmak lâzım, çok önemli bir konudur. Çünkü insanlar, dünya hırsına kapılmazsa dünyalık elinden kaçacak, fakir olacak sanıyor. Bu günahları ondan yapıyor. Bunun bilinmesi lâzım, bu çok önemli.

Hazret-i Ali Efendimiz RA, yanındaki adamıyla Kûfe'deki mescide geldi. Mescidin kapısında hayvanı bırakacaklar, içeri girip namaz kılacaklar. Her halde bağlayacak bir teşkilât yapmamışlar.

Bu Teksas filmlerinde görüyoruz, meyhanenin önünde bile bir şey oluyor. Attan iniyor, atı bağlıyor. Adam içeriye trank şahma kapıdan giriyor. İki tabanca belinde, sağa bakıyor, sola bakıyor; kızdığı zaman iki tabancayı birden çekiyor, bütün lambaları tam ortasından vuruyor. Hepsi aşağı iniyor. Ne nişancılık...(!) Ben, şu kadar mesafeden attığını vuramayan il emniyet müdür muavini biliyorum. Hele sen burdan kalk da, pat diye vur... Filimlerde oluyor, şişeler devriliyor.

Demek ki orda, böyle deveyi bağlayacak bir şey yok. Şöyle bakınıyor Hazret-i Ali Efendimiz. Orda birisi var...

"--Gel buraya, şu deveyi tut veya şu atı tut; biz içeride namaz kılacağız!" diyor, yuları eline tutuşturuyor, içeri giriyor.

Çıkarken de kesesini çıkartıyor, içinden paralarını ayırıyor, bahşiş verecek. Beş dirhem alıyor. Beş dirhem nedir? Bilmem, o zamanın parası... Dışarı çıkıyor, ne adam var ne at var... "Allah Allah, bu at nereye gitti, bu adam nereye gitti? Araştırın bakalım!" filân derken, ata bakıyorlar ilerde... At orda duruyor. Gidiyorlar yanına, atın yuları yok... Yular ne demek?.. Atın ağzına gem, başından şöyle bir şey, uzun bir sapı var, üstündeki adam tutar. Siz hep arabaya bindiğiniz için bilmezsiniz, anlatmak gerekiyor. Var mı içinizde ata binen?.. İngiltere'de belki bilirler, suvarilik vardır İngiltere'de...

Çekersen dizgini bu tarafa gider. İkisini birden çekersen at durur. Salıverirsen, salıverdiğin kadar hızlı gider. Daha hızlı gitmesini istiyorsan, şırak şırak böyle vurursun, tırıs gider, dört nala gider, dıgıdık dıgıdık gider... filân neyse..

Bu yuları yok atın... E ne oldu? Adam onu çalmış götürmüş. Adam da yok ortada... Hz. Ali Efendimiz diyor ki beraber namaz kıldığı memuruna:

"--Git bir yular bul, çarşıdan al."

Adam gidiyor, biraz sonra elinde bir yularla geliyor. Bakıyorlar kullanılmış yular, kendi yuları.

"--Nerden buldun yuları?"

"--Yularcı dükkânına gittim. Orda gördüm. Az önce birisi getirmiş satmış o yuları. Aaa, bu yular bizim dedim."

"--Haa, sizin mi?" dedi.

Satmış. Kaça?.. Beş dirheme satmış. Beş dirhemi Hazret-i Ali'nin adamı ona vermiş, yuları almış. Adam beş dirhemi hırsıza vermişti, Hazret-i Ali'nin adamı da beş dirhemi ona verdi; onun kasası tamam, kâr-zarar denk... Hazret-i Ali Efendimiz de çıkarken ona beş dirhem verecekti, atı tuttu diye... Hırsız kaçtı, yuları sattı. Hazret-i Ali Efendimiz'in kesesinden beş dirhem yine yuları geri almaya harcandı, o da tamam... Hırsız dursaydı, Hazret-i Ali Efendimiz çıktığı zaman helâlinden beş dirhem alacaktı. Ama durmadı, atı uzağa götürdü, yuları çaldı, sattı; beş dirhem kazandı. Her şey tamam...

Hazret-i Ali Efendimiz ondan üzerine etrafına toplanan insanlara diyor ki:

"--Ey insanlar! Bakın, ibret alın, bu mühim bir olay... Bak, bu adamın kısmeti beş dirhemdi. Bu beş dirhemi bekleseydi, ben bahşiş olarak verecektim, gönül hoşluğuyla verecektim. Hem de o atı zaptettiği için hak etmiş olarak alacaktı. Çalıştığı için ücret olarak alacaktı. Helâl olacaktı. Fakat kötü huyluluğundan, yâni hırsız olduğundan hırsızlık yaptı, haramdan aldı. Adamın kısmeti beş dirhem."

Ona Allah beş dirhem yazmış. Beş dirhemi Hazret-i Ali'den helâl alacakken, hırsızlık yaptı haramdan geldi. Hazret-i Ali'nin kesesinden beş dirhem çıkacak, Hazret-i Ali Efendimiz onu bahşiş olarak vermeyi düşündü, o sevabı aldı. Çünkü niyetle sevap alınır, hemen. İyi şeye niyet etti mi bir insan sevabı alır.

Bu işler böyledir muhterem kardeşlerim! Çok mühim bir hikâye olduğundan ben bunu böyle buraya sokuşturarak anlattım. İnsanın, dünya hırsına kapıldığı zaman kazanacağı, Allah yolunda gitseydi alacağıyla aynıdır. Sonuç değişmez. Ama ya Allah yolunda gider helâlinden kazanır, ya da Allah yolunda gitmez haramdan kazanır. Ama adam haramdan kazanmışsa, bunun burda yine aynı kazanç olacağını bilemiyor, onu isbat edemiyoruz. İkinci ihtimalin isbatı zor oluyor. Fakat bu olayda isbat edilmiş oluyor. Hazret-i Ali Efendimiz'in bu macerasından sezinliyoruz.

Onun için ne yapması lâzım insanın?.. Allah'ın rızasına uygun hareket etmeye çalışması lâzım! Helâlinden kazanmaya çalışması lâzım! Haramdan ve günahtan uzak durmaya çalışması lâzım! Dinini iki paralık dünya için satmaması lâzım. Allah'ın rızasını gözetmesi lâzım, Allah'ı sevmesi lâzım. Allah'ın dinini sevmesi lâzım, Allah'ın Kur'an'ını sevmesi lâzım, Allah'ın ahkâmını sevmesi lâzım! Allah'ın yolunu sevmesi lâzım!.. Bunu yapmazsa ne oluyor? Değişen bir şey yok... Değişmediğini o anlayamıyor. Kurnazlık yaptım sanıyor ama, kurnazlık değil. Aslında kurnazlık da olmuyor.

b. İkindi Namazını Kaçıran Kimse

Bir hadis-i şerif, yâni sayfanın birinci hadisi bu. Üç hadis okuyacağım. İkincisi:

ME. 1011 (Ellezî tefûtühû salâtül-asr, fekeennemâ vütira ehlehû ve mâlehû)

Bu hadis-i şerifi de iki büyük hadis kolleksiyonunun sahibi iki büyük alim, İmam Buhârî ve İmam Müslim rivayet etmişler. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

"İkindi namazını bir sebeple kaçıran bir kimse..." Neye benzer? Sedece ikindi namazını kılamamış, öğleyi kılmış da ikindi namazı işin gürültüsüne, patırtısına gelmiş.

--Dükkân açılacaktı, kapanacaktı, tren kalkıyordu, gidiyordu, iş hayatıydı, bilmem neydi... İşyerinden çıktım da, abdestim yoktu da, eve ulaşırsam alacaktım da, işte bir de baktım eve gelinceye kadar akşam oluvermiş...

Hikâye... Yâni, "İkindi namazını kaçırmış olan bir insan, sanki ailesini ve malını kaybetmiş insan gibidir."

İnsanın ailesi, çoluk çocuğu --Allah saklasın-- bir kazaya uğrasa, evinde bir yangın olsa, malı mülkü yansa, çoluk çocuğu ölse kıyamet kopar. Yerden yere atar insan kendisini... Yâni çok büyük bir felâket. Ama ikindi namazını kaçırdığı zaman öyle yapmaz. "Ne yapalım kaçtı, kaçarsa kaçsın!" der. İkisinin eşit olduğunu bilmiyor.

Akşam namazı için dememiş de, sabah namazı için dememiş de, ikindi namazı demiş Efendimiz SAS; acaba neden demiş?.. Çünkü sabah namazının vakti geniştir, kılabilir. Öğlen namazının vakti geniştir, kılabilir. Yatsı namazının vakti geniştir, kılabilir. Fakat ikindi vakti, güneşin batmaya başladığı, çarşı pazarın kapandığı, herkesin köyüne, kabilesine gündüz gözüyle erkenden gitmesi gereken sıkıntılı vakittir. Geceye kaldı mı yolunu kesebilirler. Aç kurtlar, çakallar saldırabilir. Yolunu haramiler kesebilir.

Herkes eskiden akşam olmadan şehrine dönerdi. Şehrin kapılar akşamleyin kapanırdı. Medine'nin kalesi vardı. Mekke'nin kalesi var hâlen, surları var... Kapanırdı. Kapanmazsa eşkiyalık olurdu, yol kesicilik olurdu. İnsanın dışarıda yolu kesilir, hücuma uğrardı.

İkindi namazı sıkışık olduğundan, tam dükkânlar kapanacak, tam işler bitirilecek, telâş çok... Telâş çok olduğundan; ekseriyetle öğle namazını rahat kılar, sabah namazını rahat kılar, yatsıyı rahat kılar da insan, ikindi namazında biraz kaçırma çok olabilir. Şimdi de öyle... Çünkü öğle tatili var. Öğle tatilinde abdest alır, namaz kılar. Her iş yerinde, fabrikada bile, yemek için tatil veriyorlar ya, yapar. İkindi zor... Ama ikindi namazını kaçıran, sanki evi ve ailesi ve malı helâk olmuş insan gibidir; o kadar zarardadır.

Millet onu bilmiyor, mânevî zararı küçümsüyor. Maddî zararı önemli görüyor. Meselâ cebimizden yüz paund düşse, kağıt para... "Hay Allah, defterimi alırken kalemimi alırken yüz paund düştü!" diye karalar giyiniriz, matem tutarız.

--Yüz paunt bu ya hocam, kolay mı?.. Allah Allah, şu kadar para...

Hadi onu bırak, bir paundu düşse insanın ona bile üzülür. Telefon ederken jetonu yutuyor makine, yumruk patlatıyoruz. Yuttun benim jetonumu diye gümbür gümbür vuruyoruz. Ona bile kızıyoruz, "Hay Allah! Bilmem ne..." diyoruz.

Maddî şeylere önem veriyor da, manevî kayıpları millet umursamıyor. Halbuki daha önemli. Efendimiz onu bildiriyor. "İkindi namazını kaçırmak, çoluk çocuğu, malı mülkü helâk olmak gibidir." diyor. Yâni, "Allah'ın dinine, ibadetine, ikindi namazına önem verin!" demek bu... Bir çok kimse bunu yapmıyor. Hele bu devirde, bu daha da önemsenmemiş durumda... Zaten dinî bilgiler verilmiyor insanlara...

Allah bizi rızasına erenlerden eylesin... Manevî zararlarını bilip, onlardan korunanlardan eylesin...

c. İntihar Eden Kimse

Üçüncü hadis-i şerif intiharla ilgili. Onu da okuyalım. Hani Diana ölmüş; Pakistan'da Diana'yı seven birisi intihar etmiş, dayanamamış onun öldüğüne... Haberlerde duymuş arkadaşlar. Pakistan'da birisi intihar etmiş. Çok seviyormuş da Diana'yı, o niye ölmüşmüş, o da intihar etmiş...

Ebû Hüreyre RA'den Buhârî'nin rivâyet ettiğine göre Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

ME. 1012 (Ellezî yahneku nefsehû yahnekuhâ fin-nâr, vellezî yat'anühâ yat'anühâ fin-nâr.) "Kendisini boğan insan, kendisini cehenneme atmış olur. Boğulup cehenneme atılmış gibi olur. Kendisine mızrak veya kılıç veya kama veya bıçak veya bir şey saplayarak hayatına son veren, böyle intihar eden kimse sanki kendisini bıçaklayıp ateşe atmış gibi olur; yâni cehenneme gider."

Bir insan kendisini öldürmek hakkına sahip değildir. Çünkü hayatı kendisine Allah vermiştir. Onun vazifesi, hayatı Allah'ın rızasına uygun olarak sürmektir. Yoksa kendi hayatına son vermek değildir. Izdırap çekebilir, acı çekebilir, hasta olabilir, ağrısı olabilir, ticareti bozuk olabilir, başına üzücü olaylar gelmiş olabilir, sevgilisi kendisini terketmiş olabilir... vs. vs... Bunların hiç birisi sebep değildir. Hayat bize Allah'ın emanetidir.

Vücut da Allah'ın emanetidir. Bu bir emanet, bunu istediğimiz gibi hor kullanmaya da hakkımız yoktur. Vücut Allah'ın bize emanetidir. Sana birisi araba verse, yakışıklı bir araba; dese ki:

"--Bu emanet, bir yerinde çizik istemiyorum ha!.. Kullan, benzin parası da benden, korkma paradan, gez toz ama, iyi kullan!"

Ne yaparsın?.. Gözün gibi bakarsın, kollarsın. Vücut da bize Allah'ın emaneti... Yâni biz buna biniyoruz, geziyoruz. Bak bizi gezdiriyor, oturtuyor, kaldırtıyor. Allah ne güzel emanet vermiş. Her işe yarıyor.

Bu emaneti hor kullanmaya hakkımız yoktur. Bu emaneti zayıflatmaya hakkımız yoktur. Bu emaneti meyhanede çürütmeye hakkımız yoktur. Bu emanete intiharla son vermeye hakkımız yoktur. Çünkü Allah'ındır, emanettir. Biz onun kuluyuz, biz emanetçiyiz. Hatta bizim büyüklerimiz derdi ki... İhtiyar adam, çok acı çekiyor, yıllardır yatakta yatıyor, sırtı yara olmuş; meselâ benim dedem öyle:

"--Yâ Rabbi, al artık emaneti!.. Al yâ Rabbi emânetini..." diye öyle dua etmiş.

Can da bir emanet, evlât da bir emanet... Evlâdı da Allah bize veriyor. Nerden oldu bu evlât; desenini, projesini biz mi oturduk çizdik?.. Yoook. Allah bir evlat vermiş, bedavadan beleşten; ondan sonra büyüyor, kocaman insan oluyor. O da bir emanet... Emânetlere riayet etmek lâzım, iyi kollamak lâzım! Onları hor kullanmaya hakkımız yoktur.

d. Sigaranın Zararı

Sigara içip de, ciğerleri sigaranın zifiriyle doldurmaya da hakkımız yoktur. Çünkü o da emanet. Bir şey anlatayım, bazı arkadaşlar sigara içiyorlar, bildiğim için anlatıyorum:

Ben hem Ankara İlâhiyatta hocaydım, hem de haftada bir gün Adapazarı D. M. M. Akademisi'ne, mühendis okuluna ders vermeye giderdim. Dört saat dersim vardı, Orda Kerim Bey diye bir hukuk porfesörü vardı. Ama feleğin çemberinden geçmiş, savcılık yapmış filân, sonra fakülteye gelmiş. Doçent, profesör olmuş Kerim Bey diye birisi... O anlattı:

Yirmi yaşlarında bir şahıs suda boğulmuş. Bu boğulan şahıs, Türkiye yüzmelerinde şampiyon olmuş bir şampiyonmuş. Yüzme şampiyonu suda boğulmuş. Niye boğulur?.. "Herhalde kıramp girdi." demişler. "Yâni yüzme şampiyonu bu, suda cambaz gibi yüzüyor, hızlı hızlı yüzüyor. Bu adam niye boğulsun, herhalde kramp girdi." demişler. Morga getirmişler.

Bir Alman profesör varmış İstanbul Tıp Fakültesi'nde. O zaman Almanya'dan kaçıp Türkiye'ye sığınmış bazı profesörler vardı. Dünyaca tanınmış profesörler... Hükümet onları profesör olarak bir yerlerde görevlendirdi. Tıp fakültesinde böyle bir Alman profesör varmış. Hiç unutmam:

"--Nayn, hayır! Kramp girse bile, bir şampiyon kramp hâlinde dahi batmaz, boğulmaz, kendisini kurtarır.

"--Peki hocam neden öldü bu adam?" demişler.

Bu Kerim Bey de orda, o da savcı. Yâni savcı da ölümün sebebini tesbit etmek için orda bulunmak zorunda... Rapor verecek, bu şundan ölmüş diyecek. Kendisi anlatıyor bunu.

"--Hayır, bu kramptan ölmedi!" demiş profesör.

"--Pekiyi hocam, neden öldü?" demişler.

"--Parmaklarına baksanıza!.." demiş.

Adam usta adam tabii, usta profesör... Parmaklarının yanları sapsarı. Yâni hepinizin parmaklarını yoklasam, kimin tiryaki olduğunu şıp diye anlarım. Parmaklar sararır, sapsarı olur. Üff üff yapmaktan sararır burası... Ordan anlamış.

Hikâyeden hikâyeye geçiyorum ama, ben vaaz verirken canlı tablolar vermeyi çok severim, hatırda kalır: Biz küçükken Vefâ Lisesi'nde okuyoruz, ortaokul talebesiyiz. Şehzâdebaşı Camii'nin bu kapısından girdik, avlusundan öbür kapısından çıkacağız, bizim okula gideceğiz. Kestirmeden gidiyoruz. Caddeden gidip, dik açı çizip çok yürümektense, Şehzâdebaşı'nın avlusuna girip, çıkacağız.

Caminin avlusu, yol gibi kullanılıyor. Şehzâdebaşı Camii'nin avlusu kapalı bir avlu değil. Orda bir çocuk gördük, yakışıklı, giyimi güzel. Boynuna da bir eşarp bağlamış, ipek... Yâni eşarp bağlamak herkesin kârı değildir. Saçları dalgalı, bayağı yakışıklı bir çocuk... Orda sigara içiyordu. Biz de böyle ona bakıp, önünden geçiyoruz. Yanımda bir arkadaş var, ortaokul talebesiyiz, küçüğüz yâni.

Bir şey daha söyleyeyim: O Şehzâdebaşı'nın arkası Vefâ semtiydi. Vefâ semti de İstanbul'un kabadayılarıyla tanınmış bir semti; eli bıçaklı adamlar, efeler, kabadayılar, bilmem neler... Öyle bir yerdir. Bizim Vefâ Lise'si orda, kenarında.. Ne yapalım?.. Biz böyle bakarak geçerken, o yakışıklı çocuk dedi ki:

"--Gelin buraya!"

"--Eyvah, hapı yuttuk." dedik.

"--Gelin buraya, durun!" dedi.

Kaçsak yakalar bizi. Avlu büyük, kapıya gidinceye kadar ikimizi de enseler. Kaçmamız mümkün değil. "Eyvah hapı yuttuk." dedik. Vefâ'nın kabadayıları meşhur...

"--Benim sigara içişime bakıyorsunuz değil mi?" dedi.

Biz hık mık ettik. Ne diyeceksin? Yâni ona bakıyoruz tabii... Şurasında (sol göğüs cebinde) çok güzel ipek mendili var. Hiç unutmuyorum. Adam yakışıklı, damat gibi giyinmiş. İpek mendilini çıkarttı, bembeyaz, tertemiz ipek mendil, pahalı... Sigaradan bir çekti füüp; hohh diye mendile bir üfledi. Güzelim mendil sapsarı oldu. Kahverengi-sarı, taba rengi, sapsarı oldu. Bir nefeste... Böyle gösterdi mendili bize:

"--Bakın çocuklar!" dedi.

Biz titriyoruz karşısında. Dövse, iki tane patlatsa ne yapacaksın? Kimse bir şey söyleyemez. Vefâ, kabadayılarıyla tanınmış.

"--Bakın çocuklar, bir nefeste şu beyaz mendil ne oldu?.. Benim içtiğime bakmayın, sakın siz sigara içmeyin! Hadi bakalım!.." dedi.

Biz yavaşça ordan kaçtık gittik ama, o hadiseyi unutmuyorum. Ona da müteşekkirim. Yâni mendilini feda etti ama, bize bir şey gösterdi. Bir nefeste kahverengi oluyor mendil. Bunu çok içtiğiniz zaman ne oluyor?.. Karagümrük'teki ahşap evlerin soba borularının altına, zifir damlayan yere bir kutu asarlar. Tıp tıp zifir oraya damlar. Onun gibi zifir insanın içine damlıyor ve doluyor.

Hikâye içinde hikâye... İçindeki hikâye bitti. Gelelim esas hikâyemize: Morgda ölüyü yatırmışlar, "Kramp girdi." diyorlar. Alman profesör, "Nayn" diyor.

Nayn demek, no demek, hayır demek.

"--Nayn, hayır" diyor.

"--Nedir?" diyorlar.

"--Parmalarına bakın! Sigara tiryakisi bu, parmaklarından belli... Buraları sararmış füüp, huhh yapmaktan..."

Bir neşter vuruyorlar, açıyorlar karnını, göğsünü, akciğerini... Yâni morgda otopsi yapacaklar, ölümünün sebebini tesbit edecekler, doktor bunlar... Bir vuruyorlar, açıyorlar. Prof. Kerim Bey o zaman savcıymış, işin başında orda duruyor, o anlatıyor bana:

"--Hocam ciğeri çıkarttı, ciğerin en aşağısı simsiyah... Zifir aşağıya birikiyor, simsiyah, yukarısı koyu kahverengi... Daha yukarısı açık kahve rengi, en üstte birazcık ciğer rengi bir şey var, azcık bir kırmızılık var. Aşağı tarafı simsiyah olmuş. Alman profesör ciğeri avuçladı, bir sıktı. Boncuk boncuk her yerinden zifir çıktı." diyor.

Yâni zift çıktı diyor. Zifir, biraz sulu zift demek. Zift çıktı, yâni asfalt çıktı, katran çıktı diyor. Demiş ki:

"--Bakın bu çocuk genç, delikanlı daha. Sigara içe içe ciğerlerini zifirle doldurmuş. Yüzerken vücudun fazla miktarda oksijene ihtiyacı var, adeleler çalışıyor..."

Vücudun her şeyi çalışıyor yüzmede... En iyi spor yüzmedir. Her şeyi çalışıyor ama, neyle çalışıyor? Kömürle mi çalışıyor, benzinle mi çalışıyor, süperle mi çalışıyor, neyle çalışıyor?.. Oksijenle çalışıyor. Yâni daha önce aldığı gıdalar oksijenle yanıyor. Oksijeni alamayınca, oksijensizlikten boğularak ölmüş. Sigaranın bu kötülüğü var...

Sigara için bir şey daha söyleyeceğim hazır açılmışken. Yâni üç tane hadisi tamamladık, zaten bitti konumuz, vaaz mevzumuz. Sigara içen bir insanın ilk uğradığı musibet nedir?.. İnsanın gırtlağından aşağı doğru, ciğerlerine doğru nefes yolları var ya. Bu nefes yollarının içinde, suyun içindeki yosunlar gibi hareket eden saçaklar varmış. Adı neyse doktorlar bilir, ben bilmiyorum, söylediler unuttum. Bronşların içinde, suyun içinde yosunların sallandığı gibi devamlı salınım halinde olan püsküller, saçaklar varmış.

Bunlar ne yapıyor? Bunlar şuurlu olarak belli bir hizmet görmek için böyle sallanıyorlar. Hava ile ciğere girmiş olan tozları, kılları ciğerden dışa doğru atıyorlarmış. Bu bütün her taraftan toplanan ana yola geliyor. Ana yoldan yukarıya geliyor: "Öhö öhö" yaptığın zaman balgam olarak dışarıya çıkıyormuş toplanan bu şeyler.

Sigara içen bir insanın ilk zararı bu püsküllerin hareketini öldürmekmiş. O püsküller bu süpürme işini yapmıyor. Yapmayınca, senin öksürükle dışarı attığın balgamlar, bundan sonra artık ciğerde kalıyor, zifirle karışıyor. Ciğer, yer çekimi dolayısıyla aşağıdan itibaren dolmaya başlıyor. Gittikçe yukarıya doğru doluyor, doluyor... İnsan sonunda ciğersiz kalıyor.

Benim teyzemin kocası, eniştem İzmir'e gitmiş, muayene olmuş doktorlara... Ama günde kaç paket sigara içerdi rahmetli. Beş vakit namaza da giderdi ama, belki beş paket de sigara içerdi. Demişler ki:

"--Sen ciğerini zifirle doldurmuşsun. Senin üç aylık ömrün var, demişler. Çaresi de yok senin şikayetlerinin... Sen bitmişsin!" demişler.

O da gelmiş köye. Namaz niyaz, ibadet devam etmiş. Hakikaten üç ay sonra vefat etmiş. Yâni sigara insanı yavaş yavaş öldürüyor.

Ben sigaradan değil, şeker hastalığından bile korkuyorum. Ben şimdi şeker hastasıyım.

--Şeker tatlı bir şey. Şeker hastalığından niye korkuyorsun hocam?..

Çünkü, "Şeker hastalığı sistemik bir hastalıktır." diyor doktorlar. Ne demek sistemik bir hastalık?.. İnsanın bütün sistemlerine tıkanıklık verir, hepsini bozar; gözünü bozar, kılcal damarlarını bozar, beynindeki kılcal damarları tıkar...

--Ne olur yâni, bunlar böyle olursa?..

Bir zaman gelir, göz kör olur. Neden? Çünkü kılcal damarların içine şeker yapışıyor. Damarlar tıkanıyor, doluyor, kan geçecek durum kalmıyor. Kılcal damar ölüyor.

Deride nasır gibi şeyler başlıyor. Neden? "Kılcal damarlar kapandığından, derinin orasına kadar besleyici maddeler gitmiyor. Nasır gibi şeyler çıkıyor. Topukları filân patır patır patlıyor... Nasır filân değil, oraya vücudun besleyici maddesi gitmiyor. Deri ölüyor.

Deri ölür, göz ölür, hatta beyin ölür. Beyinde de çok ince damarlar var, onlar tıkanıyor. Yâni bir kireçli suyun, borusunu kireç doldurup tıkadığı gibi, sonunda adam felç oluyor; sağ tarafı tutmuyor, sol tarafı tutmuyor. Ciğerleri, her şeyi bozuluyor... Sistemik bir hastalık. Yâni vücudun bütün ince, noktalarını tıkıyor, hassas noktalarını tıkıyor.

Onun için korkuyorum. Perhiz yapmak lâzım! Yâni ben şekerden bile korkuyorum, bizim arkadaşlar sigaradan korkmuyor. Sigara daha müthiş! Sigara şekerden daha zararlı... Onun için içmemek lâzım!..

Tabii bunu neden açtık?.. Kendisini boğan boğamaz, çünkü vücut emanettir. Kendisine bıçak saplayan saplayamaz, çünkü vücut emanettir. Emanete riayet etmek lâzım! Emanete kötü davranışta bulunamayız.

Onun için bu akşam teklif ediyorum, teklif benden, kabul sizden: Sigaraları atın, bundan sonra sigara içmeyin! Greenlerden olun, green moslemlerden olun!..

Bana kalsa, insan kararını verdi mi, paketi hemen atmalı!.. Yarına kaldı mı bu mendebur kandırır insanı... Tatlı diller döker, bir şeyler yapar, yine kandırır.

Allah sıhhatli, afiyetli yaşamak nasib etsin... Hayırlı uzun ömürler versin... Sağlıklı yaşam nasib etsin... Genç ve dinç olarak ömür sürmeyi nasib etsin... Rızasına uygun işler yapmayı nasib etsin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin... Allah hepinizden razı olsun...

e. Başkalarına Kötü Örnek Olmak

Soru:

--Bazı namaz kılan, oruç tutan kardeşlerimiz, maalesef özellikle kadın, bar, disko ve para pul mevzularında yanlışlıklar yapıyorlar. Bizlerin namaz kıldırmak, hatta gusl abdesti aldırmak için çaba sarfettiğimiz kişiler bize; "Biz sizin namaz kılan arkadaşlarınızı da biliyoruz." diyorlar ve bizden uzak duruyorlar. Bu tutarsız kişilerin, bu yeni başlayacak arkadaşlarımızdan dolayı günahı nedir?

Bir insanın kötü örnek olması dolayısıyla, başka insanların iyi insan olmasına engel olması Kur'an-ı Kerim'de zikrediliyor.

(Rabbenâ lâ tec'alnâ fitneten lil-kavmiz-zâlimîn) diye dua etmiş eski devirlerde mübarek insanlar. Yâni: "Yâ Rabbi, bizi böyle kâfir kavimlere hatalı işlerimizden dolayı, kötü örnek olmamızdan dolayı, onları İslâm'a gelmesini engellemek sûretiyle bir imtihan, bir vesile olmaktan koru!" demek diye tefsir kitapları bunu yazıyor.

Bunun vebâli vardır. Yâni insan kötü örnek olması dolayısıyla başkasını caydırıyorsa, o caymada o cayanın günahı vardır. O caymaya sebep olan filânca kimsenin de vebâli vardır. Bu Kur'an-ı Kerim'de böyle... Maalesef o da vebâl altında kalıyor. Onun için her şeyi iyi yapmaya çalışmak lâzım! Başkasına kötü örnek olmamaya çalışmak lâzım! Bizim yüzümüzden İslâm'a gölge düşürmemeye çalışmak lâzım! İnsanları İslâm'a kazanmak için güzel örnek olmaya çalışmamız lâzım!..

Amma iyi yola gelmeyen insanın da kötü insanı örnek göstermesi, meşrû bir mazeret değildir. Allah tarafından kabul edilen bir şey değildir. O da gelmemesinden dolayı cezasını yine çeker.

"--Yâ Rabbi ben filâncayı gördüm. Onun iyi müslüman olmadığını anladım. Onun için İslâm'ı sevmedim. İslâm'a yanaşmadım."

Bu mazeret değildir. Allah onun da cezasını verecektir. O müslümanlığı iyi yapamadıysa yapamadı, Allah onu kusurundan dolayı cezalandıracak. Ama senin Allah'ın davetine icabet ederek, Allah'a iyi kul olmak borcun... Yâni sen falancanın yüzünden, filâncanın sözünden hareket etmiyorsun. Allah seni davet ediyor:

(Vallahu yed' ilâ daris-selâm) Allah seni cennetine çağırıyor, davet ediyor; sen Allah'ı dinlemiyorsun... Peygamber seni cennete davet ediyor, hak yola davet ediyor; sen Peygamberi dinlemiyorsun. Kötü misallere bakmayacaksın.

İstanbul'da bizim ihvanımızdan bir Ermeni vardı. Ermeni asıllıydı, müslüman olmuştu. Hocamız'a gelmiş, ders almıştı. Hocamız'ın adı Mehmed Zâhid olduğu için, Zâhid adını almıştı. Kapalıçarşı'da dükkânı vardı. Ona her gün Ermani papazları gidip geliyorlarmış:

"--Ya ne diye Ermeniliği bıraktın, Ermeni kilisesini bıraktın? Ne diye müslüman oldun?!."

"--Hak din diye müslüman oldum?"

"--E bak işte bizim komşu falânca hacı, hacca da gitmiş ama ticarette şöyle hile yapıyor, böyle yapıyor, yalan söylüyor. İşte filânca şöyle..." diyorlarmış.

Yâni papazlar, kötü örnekleri gösterip, "Sen ne diye müslüman oldun?" diyorlarmış bu arkadaşa... Bu arkadaş kendisi anlattı bana, yâni bu müslüman olan Ermeni kardeş anlattı. O da diyormuş ki:

"--Siz şehirdeki, kanalizasyondaki pis suları gösteriyorsunuz, 'Bak, bu sular pis!' diyorsunuz. Halbuki suların dağdan çıktığı ilk kaynağa gidin. Kaynağın ilk yerine çıkın. İlk yerinde suyun ne kadar temiz olduğunu, içilebilir ve saf olduğunu, ne kadar serin olduğunu, ne kadar güzel olduğunu göreceksiniz. Şehirdeki kullanılmış suyun, kanalizasyondaki hâline bakıp suyu kötülemeyin; asıl kaynağa bakın!" diye cevap veriyormuş.

Papazlarla konuşurken böyle anlatmış.

Bu güzel bir benzetmedir. Yâni bizim hepimiz, biz birbirimizden sorumlu değiliz. Biz birbirimizi örnek almak zorunda değiliz. Bizim örneğimiz Peygamber Efendimiz. Biz Kur'an'a uymak zorundayız. Biz asr-ı saadet müslümanlarına bakmak zorundayız. Biz dinin ana kaynağına bakmak zorundayız. Ana kaynağımızdan pırıl pırıl, şırıl şırıl akan güzel İslâm'a bakmak zorundayız. Yoksa misallere bakarak hareket edersek, Peygamber Efendimiz'in zamanında da kötü misaller olmuş. Peygamber Efendimiz'in zamanında yaşayıp da kâfir ölen insanlar var. O zamanda da var.

Birisi harpte kahramanca, iyi, güzel çarpışıyormuş. Demişler ki:

"--Yâ Rasûlallah falanca adam çok fedakârca cihad ediyor, çarpışıyor!.."

Efendimiz demiş ki:

"--O cehennemliktir."

Hiih... Herkes şaşırmış, hayret etmiş vs. donmuş kalmış:

"--Yâ Rasûlallah! Bizim safımızda kâfirlerle cihad ediyor, kahramanca çarpışıyor..."

"--O cehennemliktir!" demiş Peygamber Efendimiz.

Donmuş kalmışlar, ne desinler? Peygamber Efendimiz öyle söylüyor. Ama adam da cihad ediyor, kâfirle çarpışıyor. Kâfirle çarpışan kalırsa gàzidir, ölürse şehiddir, biliyoruz. Allah yolunda çarpışanları şehid olarak biliyoruz. "O cehennemliktir!" demiş. Biraz sonra haber gelmiş, savaş meydanından, cepheden, asıl çarpışma yerinden:

"--Yâ Rasûlallah! Demin söylediğimiz şahıs, yâni kahramanca çarpışan şahıs, yaralanınca yarasının acısına dayanamadığından, ah vah edip, feryad ü figân edip, çok acıdığından dayanamayıp kılıcın kabzasını, tutma tarafını toprağa dayayıp sivri tarafını da karnına dayayıp, kılıcın üstüne abanmak sûretiyle intihar etti." demişler.

O zaman demin donmuş olan şahısların hepsi, hayretlerini ifade ederek: "Allàhu ekber!.. Allàhu ekber!.." diye bağırmışlar. Tabii intihar eden cehenneme gidiyor. Rasûlullah Efendimiz onun akibetini bildiğinden, ilk başta çarpışıyor filân demelerine aldırmadı. O peygamber, Allah'ın bildirmesiyle biliyor.

Bu, savaşta intihar ettiği için bunun cehennemlik olduğunu anlıyoruz. Peygamber Efendimiz'in zamanında bir başkası öldü. Peygamber Efendimiz'e hizmette bulunan, onun zamanındaki birisiydi, öldü. Peygamber Efendimiz dedi ki:

"--O cehennemliktir!"

Şaşırdılar.

"--Çünkü ganimet malından çalmıştı." dedi.

Ganimet malı taksim edilmezden önce çalınmaz, alınmaz. Ortaya konulur, taksimatı ona göre yapılır. Öyle yapmamış, çalmış. Onun için cezasını çekecek. "Bir ayakkabı sırımı bile alsa, bağcığı bile alsa, ateşten bir sırım almıştır." diyor Peygamber Efendimiz. Çalmış, çaldığı için cehenneme gidecek.

Yâni biz kişilere bakmamalıyız. Biz özüne bakmalıyız, Kur'an'ın kendisine bakmalıyız. Bakacaksak Peygamber Efendimiz'e bakmalıyız. Bakacaksak Aşere-i Mübeşşere'ye bakmalıyız. Bakacaksak Allah'ın evliyâsına bakmalıyız.

Kötü örnekler her zaman bulunabilir. Yâni öğretmenlerin doksandokuz tanesi iyidir de bir tanesi talebesinden rüşvet alır. Tamam kötülük yaptı ama, öğretmenlik kötü değil. Hocaların hepsi iyidir de bir tanesi, iki tanesi kaytarıyordur. Olabilir, Allah islâh etsin... Başka güzel hangi meslek varsa onları düşünün, iyisi vardır, kötüsü vardır. Kötüyü örnek almak doğru değildir.

Soru:

--Müslüman olmayan diğer insanlar cennete girmeyecekler mi?

Evet girmeyecekler. Ama ne zaman?.. Peygamber Efendimiz'in devri başladıktan sonra müslüman olmayanlar cennete girmeyecek. Yâni Peygamber Efendimiz'den sonraki insanlar Peygamber Efendimiz'e inanmamışlarsa, Kur'an'a inanmamışlarsa, müslüman olmamışlarsa cennete girmeyecekler.

Peygamber Efendimiz'den önceki insanlar Hazret-i İsa'ya kadar hristiyanların iyi olanlar cennete girecek. Hazret-i İsa gelmeden önce yaşayan insanlardan Musa AS'a uyanlar cennete girecek. Yâni her peygamberin devri var, devresi var. O devre geldi mi, artık ona bağlanmak mecburiyeti oluyor. Peygamber Efendimiz geldikten sonra bir insan müslüman olmazsa, Peygamber Efendimiz'i reddetmiş olduğu için, kabul etmediği için, cennete giremez. Mü'min olması lâzım, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhû ve rasûluhû" demesi lâzım! Biz burda müslüman olacaklara onun için bunu telkin ediyoruz.

Soru:

--İslâm'ı hiç duymamış kişilerin durumu ne olacak.

Evet, nazarî olarak da, belki hakikî olarak da İslâm'ı duymamış insanlar olabilir dünyada. Bakarsın Himalayalar'ın tepesinde, sekizbin metre yükseklikteki bir köyde İslâm'ı hiç duymamış köylü insanlar vardır. Medeniyet de görmemiştir, otomobil de hiç çıkmamıştır oraya, radyo da yoktur filân... İslâm'ı hiç duymamıştır veya Amazon'un fethedilmemiş ormanlarının arasında bir yerde bir kabile vardır da, İslâm'ı hiç görmemiştir. Kutuplarda vardır, bilmediğimiz bir yerde vardır... filân. Olabilir. Avustralya'nın bile bilinmeyen bazı kısımları var.

İslâm'ı hiç duymamış insanın görevi, Allah'ı bilmektir. Allah'ı bilecek. Allah'ın varlığını bilecek, bulacak; birliğini de bulacak. Allah'a inanır da, bir kaç tanrıya inanırsa olmaz. Allah'ın bir olduğunu anlayacak, tevhid inancına sahip olacak. O zaman, cennete girer. Ama Allah'ın varlığını birliğini bilememişse, o zaman müşrik olarak, imansız olarak kaldığından cennete giremez.

Yâni imanla mükelleftir, şeriatle mükellef değildir. Şeriat ahkâmı yok ki, bilmiyor ki uygulasın. Namazı, orucu, zekâtı bilmiyor... Ama imanla mükelleftir.

f. Zulümden Uzak Durmak

Soru:

--Hocam, malûmunuz İngiltere'de yaşıyoruz. Burada en büyük eğlence ve şeytanın tuzağı, vakit geçirme yeri bir tür ırmak üzerine kurulan ve adına boat yâni gemi denilen bir diskobar türüdür. Bazı kardeşlerimiz maalesef buralarda sık sık görülüyor. Bu kişiler kendilerini savunmak için, "Biz içki içmiyoruz!" gibi sözler söylüyorlar. Bu konuda görüşünüzü bildirirseniz memnun oluruz.

Tabii günahların çeşitleri çoktur. Mü'min bir insan günahlı yerlere yanaşmaz. Hatta günahkâr insanların yanına da pek yanaşmak doğru değildir. Onlardan uzak durmayı dinimiz, Kur'an-ı Kerim emrediyor. Hatta bir yerde otururken orada bir günah işlenmeye başlanırsa, Kur'an-ı Kerim'de buyruluyor ki:

(Felâ tek'ud ba'dez-zikrâ meal-kavmiz-zàlimîn) "Zalimlerin, günah işleyenlerin yanında artık oturma!" diye.

Hatta daha olağan bir misal söyleyeyim. Şöyle bir toplantıda insanlar oturuyor. Birisini gıybet etmeye başladılar. Yâni orada olmayan birisi, Ali Efendi, Veli Efendi, falânca... İşte şöyle yaptı, böyle yaptı filân kötülüyorlar. Peygamber Efendimiz diyor ki: "Bir toplantıda olmayan bir kimse kötülenirse, o kimseye yardımcı olun! Yâni savunun onu... Gıybeti yapan kimselere de engel olun; 'Konuşmayın, etmeyin, bırakın gıybeti!' deyin!" diyor. İki vazife yüklüyor. Olmayanı savunmak, olanları da bu günahı yapmasını, söylemesini durdurmak. (Ve kum anhüm) "Ondan sonra orda durma, kalk artık!" diyor. Yâni orda durmayı da yasaklıyor.

Demek ki, gıybet edilen bir yerde bile durmayıp kalkmak gerekiyor muhterem kardeşlerim! Yâni günahlı yerlere gitmemek iyidir. Âyet-i kerimede nasıl buyruluyor?

(Velâ terkenû ilellezîne zalemû fetemessekümün-nâr) "Zulmeden, yâni günah işleyen insanlara meyletmeyin, onların yanında bulunmayın, onların safında bulunmayın! Sonra size de cehennem ateşi dokunur."

Onun için günahlı yerlere gitmemek lâzım, yanaşmamak lâzım! Günahlı insanlardan uzaklaşıp, sevaplı insanlara yaklaşmak lâzım! Kendisini öyle insanların yanına atmak lâzım! Okyanusta çırpınan bir insanın kayık bulmuş gibi, bir ada bulmuş gibi kendisini oraya atması lâzım! Günahlı yerlerden uzak durması lâzım!

--Ben katılmıyorum, ben içmiyorum...

Bugün içmezsin de, yarın şeytan seni kandırır içersin. En iyisi bulunmamak. Bugün paçayı kurtarırsın, yarın dayanamazsın. Onun için en iyisi böyle yerlere gitmemek.

Bir de Peygamber Efendimiz, [Tebük Seferine giderken] Semud kavminin, Sâlih AS'ın kavminin helâk olduğu yere gelince askerlerine, ordusuna, müslümanlara dedi ki:

"--Burdan hızlı geçin. Buraya Allah'ın gazabı yağmıştır. Burda fazla durmayın!" dedi.

Yâni eskiden Allah'ın gazabının yağmış olduğu bir yerde bile yavaş yavaş gitmeyi uygun görmedi, "Hızlı geçin burdan!" dedi. Onun için Allah'ın gazabının yağacağı, sevmediği yerlere gitmemeye çalışmak lâzım! En akıllıca iş iyi arkadaş seçmektir, iyi yerlere gitmektir.

Soru:

--Neden hristiyan beldede dinî hürriyet varken, müslüman beldede baskı ve zulüm var? Bu çelişki nerden kaynaklanmakta?..

Bizim müslümanlığımızın gevşek olduğundan, ictimâî terbiyemizin zayıf olduğundan, haklarımızı koruyamadığımızdan kaynaklanmakta. Yâni İngiltere'de de, Amerika'da da, Fransa'da da adamlar zamanında krallık yapmış, despotluk yapmış, zulüm yapmış, derebeylik yapmış... Ama halklar haklarını korumak için mücadele etmişler, etmişler, bir seviyeye gelmişler. Yâni hakları mücadeleyle almışlar.

Bizde böyle bir mücadele yapılmamış. Bedavadan, beleşten hak ve hürriyet olmuyor arkadaşlar! Benim aldığım sonuç bu...

Mafialar çatır çatır insanın parasını pulunu alıyor. Bedava olmuyor. Ter dökmek lâzım, uğraşmak lâzım. Hürriyetin bedeli var. Hakların bedeli var. Hakları almak için çalışmazsan olmaz.

Hristiyan beldede hadi bakalım bir haksızlık yap!.. Bak, arkadaşlar anlatıyor: "Ben ilk geldiğim zaman sıraya uymamıştım. Kuyruk vardı, otobüse en önden binmek istedim. Hepsi bağırdı, indirdi." diyor. Türkiye'de bağırmıyoruz da ondan karışıklık oluyor. Burda bağırıyorlar. Bağırıyor adam, hakkını arıyor. Biz hakkımızı aramadığımız için, zalim fırsat buluyor.

Bir de zalime destek oluyorlar. Burda zalimi alaşağı ederler. Bir bakan bir zulüm yapsın, bir yolsuzluk yapsın. Hoop, hemen gider. İstifaya zorlarlar. İstifa etmezse taşlarlar, bilmem ne yaparlar, canına okurlar. Türkiye'de öyle olmuyor, ondan zulüm oluyor.

Sonuç itibariyle kabahat bizim. Sosyal, yâni ictimâî terbiyemiz zayıf. Vatandaşlık çalışmamız az. Vatandaşlık duygusu eksik. Kuzu gibi olduğumuzdan kurtlar geliyor, bizi parçalıyor. Kuzu gibi olmayacağız. Ne gibi olacağız? Aslan gibi olacağız. Aslan gibi olursak kurt gelip parçalayamaz. Kuzu gibi olursak kurt da parçalar, çakal da parçalar, tilki de parçalar. Herkes parçalar.

Hatta kurt gelmiş kuzunun yanına:

"--Seni yiyeceğim!" demiş.

"--Niye?" demiş kuzu.

"--Suyu bulandırıyorsun."

"--Kurt amca, ben senin suyunu nasıl bulandırabilirim; su senin tarafından bu tarafa doğru akıyor. Bulandırsam bile, benim bulandırdığım su sana gelmez."

Ama yine yemiş. Çünkü kuzudur, kurt kuzuyu yer. Aslan olmak lâzım, rolleri değişmek lâzım! Rolleri değişmeyince kuzuları yiyecek insan her zaman bulunuyor. Yarın getirin hava güneşli olursa, ben bile yerim...

Allah hepinizden razı olsun. Sorular bitti. Hepinize teşekkür ederiz...

Eylül 1997 - Newcastle / İNGİLTERE